Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #16 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAf Af Bin bir gece kitabını bıraktım Bir cıgara yaktım Bıktım demirlerin arasından: Sihirli bir ayna gibi ışıldamakta yıldızların her bir tanesi Gece Bursa mahpushanesi Kuş uçmaz kervan geçmez karanlık bir gölün dalgalandı suyu Heyecanda alt kat «Birinci Cinayet» malta boyu; sivri siyah külâhlılar heyecanda Dudaklar bembeyaz alınlar kırışık Bir duvar çatlağından sızdı bir damla ışık Körlerin şehri homurtularla ileri! Körler karanlıklarındaki rüyaya gidiyorlar! «Af var!» diyorlar «Çıkacağız şapkayı yana yıkacağız Toprak güneş kadın hava Vapura bin tirene bin bin tramvaya! Kelepçesiz jandarmasız tek başına yapayalnız gezin dolaş! Ormanda yat dağları aş! Dolaş dolaşabildiğin kadar!» Heyecanda sivri siyah külâhlılar! Hapislik olmuyor dalga geçmeden… Halbuki ben Baktım ki elimde bitmiş cıgaram bîr nefes içmeden |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #17 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAhmed'in Hikayesi Balkan harbinden önceydi Dokuz yaşındaydım Dedemle Rumelinde bir köylüye misafir olduk Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı Bol kırmızı biberli tarhana içtik Kıştı Rumelinin kuru çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri Köyün adını hatırlıyamıyorum Yalnız yola kadar bizimle gelen jandarma bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı en vergi vermez en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı Jandarmaya göre bunlar ne müslüman ne gâvurdular Belki kızılbaştılar Ama tam da kızılbaş değil Köye girişimiz hâlâ aklımdadır Güneş battı batacak Yol don tutmuş Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı İri alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek Havlıyordu Arabacımız dizginleri kastı Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor Ben «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi Tam bu sırada kalın bir ses duydum: - Hey Vurduğunu köylü kendini kaymakam mı sandın? Dedem arabadan indi Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi Konuştular Sonra köpeğin bakır sakallı mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış kimisine şaşmış kimisine gülmüş kimisine kızmışımdır Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır Dedemin yumuşak çelebice bir sesi vardı Ötekisi kalın hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu Onun kalın sesi diyordu ki: — Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde çarşıda yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu Geceydi Çarşının köşesinden üç adam belirdi Birisinin yedeğinde kır bir at vardı Eğersiz bir at Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler Soldaki pabuçlarını çıkardı Ağaca tırmandı Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı Kan çıkmadı İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu Sonra eğildi yarayı öptü doğruldu Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular Ağaca çıkan aşağı indi En gençleri oydu Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar Atlılar gidince delikanlı ölüyü kara ağacın altından çıkardı Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye Bir daha da dönmedi Dedem soruyor: — Bunun böyle olduğuna emin misin? — Elbette Bunu bana anamın babası anlattı Ona da dedesi söylemiş Onun dedesine de dedesi Bu böyle gider Odada bizden başka sekiz on köylü daha var Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri yüzlerinin bir parçası omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor Bakır sakallının sesini duyuyorum: — O gelecek yine Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine Dedem gülüyor: — Sizin bu itikadınız diyor hırıstiyanların itikadına benziyor Onlar da İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir derler Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır Dedemin bu sözlerine O birden karşılık vermiyor Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta doğruluyor Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir Yüzünü yandan görüyorum Büyük düz bir burnu var Kavga eder gibi konuşuyor: — İsa peygamberin ölüsü etiyle kemiğiyle sakalıyla dirilecekmiş Bu yalandır Bedreddinin ölüsü kemiksiz sakalsız bıyıksız gözün bakışı dilin sözü göğsün soluğu gibi dirilecek Bunu bilirim işte Biz Bedreddinin kuluyuz ahrete kıyamete inanmayız ki dağılan fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım Bedreddin yine gelecek diyorsak sözü bakışı soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir diyoruz Sustu Yerine oturdu Dedem Bedreddinin geleceğine inandı mı inanmadı mı bilmiyorum Ben dokuz yaşımda buna inandım otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #18 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAkşam Gezintisi Hapisten çıkmışın Çıkar çıkmaz da Gebe koymuşun karını Takmışın koluna Geziyorsun akşamüstü mahallede Karnı burnunda hatunun Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü Sen saygılı ve kibirlisin Hava serin Üşümüş bebek elleri gibi bir serinlik Avuçlarına alıp onu ısıtasın gelir Mahallenin kedileri kasabın kapısında Ve üst katta kıvırcık karısı Yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini Akşamı seyrediyor Alaca aydınlık tertemiz gökyüzü Duruyor ortada Çobanyıldızı Bir bardak su gibi pırıl pırıl Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı Dut ağaçları sarardıysa da İncirler hâlâ yeşil Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına Parmakları birbirine dolanmış Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış Affetmedi bu Ermeni vatandaş Kürt dağlarında babasının kesilmesini Fakat seviyor seni çünkü sen de Affetmedin Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına Mahallenin veremlileri Yataklara düşenler Bakıyor camların arkasından Çamaşırcı Huriye’nin işsiz oğlu Omuzlarında keder kahveye gidiyor Ajans haberlerini okuyor Radyosu Rahmi Beylerin Uzak Asya’da bir memleket Sarı ay yüzlü insanlar Beyaz bir ejderha ile dövüşmekteler Oraya gönderildi seninkilerden Dört bin beş yüz tane Memet Kardeşlerini katletmeye Kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan Ve umumiyetle filan değil sırf sana ait Ve eli kolu bağlı bir hüzün Karını arkadan itip yere Yuvarlamışlar da Düşürmüş gibi çocuğunu Yahut gene hapisteymişin de karakolda Gene dövülüyormuş gibi Köylü jandarmalara köylüler Ansızın bastırdı gece Bitti akşam gezintisi Bir polis jipi saptı sizin sokağa Karın fısıldadı Bizim eve mi? |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #19 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAldığım Bir Mektup (Yeni) Aldığım Bir Mektup (Yeni) 1337 Mart Ankara Dün gece mektup aldım bir felakete dair Siyah satırlarında şöyle yazılı: "Şair! Bilmiyoruz nereden başlamalı biz söze Kara bir hançer gibi zavallı gönlümüze Saplanan son acıyı sen de duyuyor musun? Yoksa hülyalarınla hálá uyuyor musun? Boşluklara atılan ruhumuza bu bir sır: Bilmiyoruz gönüller bu kadar yakın mıdır? Dileriz derdimizi avutmasın seneler Bize son vazifeni yapmış olursun eğer Zavallı gönlümüzde bu derin mátemi sen Rüba Beyin sesiyle ebedileştirirsen Ah bir hale düştük ki duysa káinat ağlar Hem bir kardeş kaybettik hem çok sevgili bir yár Biz gurbette ağlarken o da gurbette öldü Biz gurbete gömüldük o toprağa gömüldü Şimdi o uzaklarda çok uzaklarda bizden! Hayaline ağlayan yorgun gözlerimizden Yüzü rüyalardaki yüzler gibi kayboldu Zaten o bir çiçekti bir çiçek gibi soldu Bir bahçeye gitti ki açılmaz çiçekleri Kahpe felek kendini bildiği günden beri Gökler zulümleriyle bu kadar alçalmadı Artık güzelliklere imanımız kalmadı Hiçbir ümidimiz yok hiçbir gayemiz de Şair? Fani neşeyi artık arama bizde Şimdi biz bir hayale ağlarız için için Tesellisi olmayan gönüllerimiz için Sade ona kavuşmak tesellidir diyoruz Ona kavuşmak için ölümü bekliyoruz __________________ |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #20 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAngina Pektoris Yarısı burdaysa kalbimin yarısı Çin'dedir doktor Sarınehre doğru akan ordunun içindedir Sonra her şafak vakti doktor her şafak vakti kalbim Yunanistan'da kurşuna diziliyor Sonra bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince kalbim Çamlıca'da bir harap konaktadır her gece doktor Sonra şu on yıldan bu yana benim fakir milletime ikrâm edebildiğim bir tek elmam var elimde doktor bir kırmızı elma : kalbim Ne arteryo skleroz ne nikotin ne hapis işte bu yüzden doktorcuğum bu yüzden bende bu angina pektoris Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor Nisan 1948 |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #21 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriArhaveli İsmail’in Hikayesi Ateşi ve ihaneti gördük Düşman ordusu yine başladı yürümeğe Akhisar Karacabey Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu çarpışarak çekildik 920'nin 29 Ağustos'u : Uşak düştü Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin Dumlupınar sırtlarındayız Nazilli düştü Ateşi ve ihaneti gördük Dayandık dayanmaktayız 1920 Şubat Nisan Mayıs Bolu Düzce Geyve Adapazarı : İçimizde Hilâfet Ordusu Anzavur isyanları Ve aynı sıradan 3 Ekim Konya Sabah 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler Ve 29 Aralık Kütahya : 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti Yürekleri karanlık kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü atları ve kendileri semizdiler Ateşi ve ihaneti gördük Ruhumuz fırtınalı etimiz mütehammil Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil inanılmaz zaafları korkunç kuvvetleriyle silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan Beygirler çirkindiler bakımsızdılar hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı İnsanlar uzun asker kaputluydu yalnayaktı insanlar İnsanların başında kalpak yüreklerinde keder yüreklerinde müthiş bir ümit vardı İnsanlar devrilmişti kedersiz ve ümitsizdiler İnsanlar etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular Ve orda sargı deri ve asker postalları halinde yan yana sırtüstü yatıyorlardı Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı Ve asker kaçakları korkuları mavzerleri çıplak ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı Acıkmıştılar merhametsizdiler bedbahttılar Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : şayak cıgara kâadı tuz ve sabun yüklü yaylıları Ve çok uzak çok uzaklardaki İstanbul limanında gecenin bu geç vakitlerinde kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : hürriyet ve ümit su ve rüzgârdılar Onlar suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar Tekneleri kestane ağacındandı üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi Şimdi büyük sırlarını götürüyorlardı Şimdi denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz'e Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi İngiliz torpitosudur Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : Şaban Reisin beş tonluk takası Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında gecenin karanlığında dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu Rüzgar : yıldız - poyraz Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpitosu Şaban Reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya Arheveli İsmail bu ölen teknedendi Ve şimdi Kerempe Fenerinin açığında batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır fakat yalnız değil : rüzgârın bulutların ve dalgaların kalabalığı İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu Arheveli İsmail kendi kendine sordu : «Emanetimizle varabilecek miyiz?» Kendine cevap verdi : «Varmamış olmaz» Gece Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta ona : «Evlâdım İsmail» dedi «hiç kimseye değil» dedi «bu sana emanettir» Ve Kerempe Fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde İsmail reisinden izin isteyip «Şaban Reis» deyip «emaneti yerine götürmeliyiz» deyip atladı takanın patalyasına açıldı «Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi bir sağnak daha peşinden üç-kardeşler Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : Sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri Elleri kana***** çekiyor İsmail kürekleri İsmail rahattır Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde İsmail unsurunun içinde Emanet : bir ağır makinalı tüfektir Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir Rüzgâr bocalıyor Belki karayel gösterecek En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil Fakat İsmail ellerine güvenir O eller ekmeği küreklerin sapını dümenin yekesini ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar Rüzgâr karayel göstermedi Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü İsmail beklemiyordu bunu Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine Bir ürperme geldi İsmail'in içine Ve bir balık gibi ürkerek bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri yüklendi küreklere kırıldı kürekler Sular tekneyi açığa sürüklüyor Artık hiçbir şey mümkün değil Kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle İsmail İlkönce küfretti Sonra «elham» okumak geldi içinden Sonra güldü eğilip okşadı mübarek emaneti Sonra Sonra malûm olmadı insanlara Arhaveli İsmail'in âkıbeti |
Nazım Hikmet Ran Şiirleri |
08-24-2012 | #22 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Nazım Hikmet Ran ŞiirleriAsya-Afrika yazarlarına Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda sizin ordakiler gibi tıpkı benim orda arslanın ağzındadır ekmek ejderler yatar başında çeşmelerin ve ölünür benim orda ellisine basılmadan sizin ordaki gibi tıpkı bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım okuyup yazma bilmez yüzde ¤¤¤¤eni benimkilerin şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek şiirler bayraklaşabilir benim orda sizin ordaki gibi kardeşlerim sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz toprağı sürebilmeli pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli dizlerine kadar bütün soruları sorabilmeli bütün ışıkları derebilmeli yol başlarında durabilmeli kilometre taşları gibi şiirlerimiz yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli cengelde tamtamlara vurabilmeli ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli büyük hürriyete şiirlerimiz |
|