Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #256 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDELLÂL (TELLAL) Yol gösteren, kılavuzluk yapan, bir haberi ilân eden; alış-verişte aracılık yapan, simsar Farsça'dan Arapça'ya geçen "simsar" (çoğ semâsire), "dellal" ile aynı anlama gelir Simsar, üretici ile anlaşıp onun malını satan tüccardır Hz Peygamber (sas) "simsar" olarak adlandırılan bu kimselere "tüccar" demiştir (el-Mutarrizî, Kitabü'l-Muğarrib, 235) Bu şekilde üretici ile tüketici arasında aracılık yapanlar halkın işini kolaylaştırıp onların ihtiyaçlarını gidermiş oluyorlar Dolayısıyla, yaptıkları ticarettir ve kazandıkları helâldir Bir de Hz Peygamber (sas)'in yasakladığı "pazar hürriyetine fiilî müdahale" demek olan simsarlık vardır ki bu yasaklanmıştır: Herkesin ihtiyacı olan malını satmak üzere pazara gelen bir yabancıya şehirli yaklaşarak: "Malını ver; saklayalım, biraz beklettikten sonra da pahalıya satalım" der Halbuki yabancı, malını kendi eliyle satarsa -ucuz satmakla beraber- hem kendisi hem de şehirliler faydalanmış olacaktır Hadiste: "Hazır olan (Şehirde oturan) hazır olmayan (bâdî: şehir dışında oturan)ın yerine satmasın İnsanları kendi hallerine bırakınız Allah onları birbirlerinden rızıklandırır " (Buhârî, Buyû', 58, 64; Müslim, Buyû', 11,12, Ebu Davud, Buyû 45; Tirmizî, Buyû, 17-18) Dellâl, yaptığı işe karşılık, belli bir miktar nakit parayı veya kazancın muayyen bir nisbetini, yahut aralarında anlaştıkları bir şeyi bayiden ücret olarak alır, müşteriden bir şey isteyemez Peygamberimiz (sas): "Müslümanlar şartlarına göre hareket ederler" buyurmuştur Satıcının, verdiği bu ücreti malın fiyatına ekleyerek satması caizdir Abdullah İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Şu elbiseyi sat Şu veya bu fiyattan fazlası senindir" demekte sakınca yoktur İbn Sîrîn (ö 110/729) de şöyle der: "Şu elbiseyi şu kadar fiyatla sat; kazancı senindir veya ikimiz arasındadır" demekte sakınca yoktur (Yusuf el-Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, çev M Varlı, İstanbul 1979, 274-275) Dellal ve simsar işçi gibidir Fakat bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır Zamanımızda pazarlamacılık başlı başına bir iş kolu haline gelmiştir Çünkü halkın, piyasaya sürülen şok çeşitli mal ve eşyanın kalite ve fiyatı hakkında sağlam bilgi edinmesi zordur Ayrıca üretici malını direkt olarak halka satma imkânını her zaman bulamaz: Ya bayilik vererek malını sattırır veya pazarlamacılar vasıtasıyla halka ve müesseselere malını arzeder, siparişler alır Günümüzdeki bayi (yetkili satıcı) ve pazarlamacılar da "dellal"ın görevini üstlendiklerinden dellal sayılırlar
__________________
|
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #257 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDERGÂH Kapı, kapı yeri, eşik; büyük makamların kapısı tekke, hangâh Farsça'dan gelen bir kelime olup "hangâh" şeklinde de ifade edilmektedir Bu terim, bir yüceltme ve onurlandırma ifadesi olarak kullanılagelmiştir İlâhî kelimesi ile beraber kullanıldığında "Allah'ın katı" şeklinde bir mana kazanır Bu arada hükümdarlara ait yer ve makamları yüceltmek maksadı ile "Dergâh-ı Âlî" şeklinde de kullanılmıştır Burada ifade edilmek istenen şey, hükümdarın oturduğu "saray"dır Tarikatların bulunduğu tekkelere de "dergâh" isminin verildiği görülmektedir Tekke ve zaviyeler, dergâh kelimesinin manası içerisinde yer alan müesseselerdir Her ne kadar geçmişte ve zamanımızda tarîkat yer veya merkezlerine dergâh deniyor ise de; gerçekte tarih boyunca görülen tekke ve zaviyeler, hatta hangâh'lar birer dergâh'tırlar Kullanım şekline göre büşşük dergâhlara âsıtâne, küçüklerine ise zaviye ismi verilmiştir Tekkeler ve zaviyeler, bağlı oldukları hangâhlar vasıtasıyla maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin ederlerdi Bu sebeple hangâh postunda oturan şeyh, tarîkatın en büyük uzvu sayılırdı Hangâhlarda tekke ve zaviyelerin kayıtları tutulurdu Dergâhlar aynı zamanda eğitim yerleriydi Tekkeler, özellikle kuruluş yıllarında kendi seçtikleri yerlerde yapılmıştır Bunlar, müntesiplerinin ruh selâmetiyle beraber, etraflarındaki insanların da manevî ihtiyaçlarını temin ederek bölge insanlarına sahip çıkmış ve bunu önemli bir görev saymışlardır Kur'ân'ın belirlediği bir metod olan hikmet ve güzel sözlerle insanları İslâm'a çağırma işinde de -menfaata dayanmadığı için- büyük mesafeler katetmişlerdir (Mustafa Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977, 121) Dergâhlarda dini ilimlerin öğretiminin yanısıra, meslekî ve sanat çalışmaları da yürürlükteydi Bir tarîkat olan Ahîlik sistemi içerisinde tutunan sanayi kolları, başlarındaki şeyhler ya da kâhyalar aracılığı ile merkezi hükümete bağlı bulunuyorlardı Hükümetin üretim miktarını denetlemekten, narh koymaya kadar piyasa üzerinde geniş bir etkisi bulunmakta idi Dergaha bağlı çırağın, kalfanın ve ustanın yıkılmaz bir hiyerarşik ortamda, tam disiplinle birbirine bağlı olmasının ve rekabetçi bir gelişmeyi önleyecek olan güçlü bir otokontrol sisteminin Ahîlik aracılığı ile sanayiye uygulanmasının yanısıra; bu devlet denetimi, bağımsız rekabetçi bir sanayinin gelişmesini de engellemekteydi Yüzlerce çırak, usta ve kalfanın meslek ve çalışma hayatını her türlü stresten uzak, kendine has eğitim prensipleriyle idare ve kontrol eden fütüvvet teşkilatı, kanaatımızca her şeyi "alt ve üst yapı" larla açıklamaya çalışan düşünceleri yalanlamaktadır İslâm'ın ekonomik anlayışının doğurduğu kurum olarak görebileceğimiz bu müessese, içinde bulunduğumuz dönemde görülen iktisadî krizlerin meydana gelmesine engel olurken, günümüz için de büyük bir değer taşımaktadır Böylelikle dergâhların aynı zamanda birer sosyal yardım hizmeti gördüğü bilinmektedir Her dergâh bulunduğu semt için bir sosyal yardım kurumu rolünü oynardı Herkes, bilhassa fakir ve muhtaç halk tabakaları, dergâhı kendisi için bir melce ve bir sığınma yeri bilirdi Tekkelerde her gün yemekler ve belirli zamanlarda lokmalar ve aşureler pişirilir, halka dağıtılırdı Zenginler ve hayırsever kimseler de tekkelerin bu hizmetini bildikleri ve gördükleri için vakit vakit oralara kurbanlar, yiyecekler gönderirler, bunların fakirlere yedirilmesini isterlerdi (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, 234) Dergâhlarda dini törenler yapılırdı Bu törenler çevre halkının katıldığı manevî yönden istifade edip, hoşnut olduğu eğlencelerdi Ayrıca çeşitli sohbetler düzenlenerek kitlelerin bilgi ve ahlâk seviyelerinin gelişmesine yardım edilmekteydi Dergâh, edebiyatta, "sığınılacak yer" manasında kullanıldığı gibi, bir hizmet ve eğitim müessesesi olarak da işlenmiştir DERVİŞ Tarikat mensupları hakkında kullanılan bir tabir Farsça "kapı kapı dolaşan dilenci" anlamında "deryûş''tan gelmektedir Çoğulu "dervişan''dır Ayrıca, teseül (dilemek, istemek) anlamındaki derviz, dervij söylenişleri de bulunmaktadır Yaygın olarak bu lafız hicrî V yüzyıldan sonra tarîkat müridleri için kullanılır olmuştur Aynı manada kullanılan abdal, fakir, âşık, miskin, erenler, baba gibi kelimeler yanında; Anadolu'da XII-XIII yüzyıllarda cihadla meşgul olarak tekkeye kapanıp kalmayan Türk dervişleri için kullanılan "alp-erenler" tabiri de vardır Kelime, bazı yörelerde "ihvan" şeklinde kullanılmaktadır Derviş kelimesi ayrıca, sufilikte "kapı eşiği" anlamında geçmekte ve derviş olanın, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, bütün sıkıntılara katlanması gereğini ifade etmektedir Kelime gibi kavram da İran'da ortaya çıkmış ve oradan diğer, ülkelere yayılmıştır Araplar lafzı aynen almışlar ve "deraviş" olarak çoğul şekliyle kullanmışlardır İslâm'ın doğuşunda "derviş"liğin sistemleşmiş şekli bulunmamaktadır Hz Muhammed (sas)'in ashabı arasında gerçi sayıları dört yüze ulaşmış bir "Ashâb-ı Suffe"* denilen ilim topluluğu varolmuş ve bunlar çok fakir sahabelerden meydana gelmişse de, Hz Muhammed'den sonra ve V yüzyıldan itibaren görülen sistematik tasavvuf* hareketine has olan dervişlikle bu topluluk arasında herhangi bir benzerlik bulmak mümkün değildir Medine'deki ilk İslâm devletinden beş asır sonra İslam dünyası en şaşaalı ve aynı zamanda en karışık günlerindeyken, tasavvuf denilen yaşama biçimi organize bir bütünlüğe ulaşmış, buna paralel olarak çok çeşitli tarîkatlar ortaya çıkmıştır İslâm dünyasında kişiliği hakkında efsânevî bir özelliği olan Veysel Karânî'nin "sâde bir derviş" olarak Hz Peygamber (sas) i göremeden öldüğü anlatılır Tasavvuf hareketi, Hasan Basri (ö 110/728), Zünnûn Mısrî (ö 245/859), Bayezid Bestâmî (ö 245/859) gibi öncülerle sırf sünneti yaşamak ve takva niyetiyle başlamış, zamanla sistemleşerek, bir kurum karakteri kazanmasını Cüneyd-i Bağdâdî (ö 298/910) ve Muhyiddin Arabî (ö 638/1240) gibi mutasavvıflar sağlamıştır Bayezid Bestâmî, zühd* hareketini sistemleştirirken "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" diyerek, müridlerin bir şeyh'e bağlanması için halk üzerinde manevi bir baskı sağlamıştır Derviş, tarikat* silsilesine bağlı olup, şeyhinin emrinden dışarı çıkmaz Bazı tarikatlarda "râbıta" denilen hal vardır ki, bu, dervişin devamlı şeyhini düşünerek dünyadan soyutlanmasını sağlamaktadır Şeyh, derviş için ana-babadan da ileridir Gerçekte İslâm toplumlarında tarikatların halkların müslümanlaşmasında önemli rolleri olmuştur Fakat bu kurumların da zamanla yozlaştıkları görülmüştür Ahmed Yesevî'ye bağlı dervişler, Türkler arasında İslâm'ın yayılmasında büyük gayret göstermişlerdir Dervişlerin yazdığı tasavvufi halk şiirleri, derviş menkıbeleri, İslâm velilerine ait eserler, katı medrese İslâm'ının karşısında, yüzyıllarca halkların İslâmlaşmasında önemli rol oynamıştır Anadolu'da cihada çıkan İslâm ordularının önünde, seyyidlerin, şeyhlerin, yalın ayak dervişlerin de bulunduğu; Osmanlı ordusunda derviş zümrelerinin askerî teşkilâtlarla bütünleştiği ve İshakiye, Mürşidiye gibi adlarla anılan mücahid dervişlerin de harplere katıldıkları tarihî kaynaklarda zikredilmektedir İslâm dünyasında dervişlik, erkeklere mahsus olmamıştır Kadınların da derviş hareketine katılmaları, önemli bir olgudur Kadın müridler, şeyhler tarafından kabul edilirler; onlar, zikirlerini kendi aralarında yaparlardı Bu "zikir", dervişlerin temel haliydi Ancak, sofiyenin, İslâm'ın hayata geçirilmesinde aşırılıklara düştüğü ve "ittihad, hulûl" gibi gayr-i İslâmi tezleri öne sürdüğü sıralarda, tarikat ehline karşı çok sert eleştiriler de yapılmıştır Hatta İbn Teymiye, kelamcılarla sûfileri, tek bir yönle yetindikleri, yani sadece akıl veya ilhama bağlandıkları için tenkid ederken, onların çoğunun dalâlete, hevâlarına düştüklerinin basit bir cehalet ve bilgisizlikle küfür ve zulümden mürekkep birer kurum haline geldiklerini söylemiştir Onların, "ilm-i ledün" adı altında hristiyanlıktaki keşişliği ve ruhbaniyeti İslâm'a soktukları da belirtilmiştir Ulemadan bir kısmı, Kur'ân-ı Kerim'deki: " Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince); onu üzerlerine biz farz etmedik Ancak (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını aramak için yaptılar Fakat buna hakkıyle riayet de etmediler Biz de içlerinden (gerçek) iman edenlere mükâfatlarını verdik Onlardan birçoğu ise (doğru yoldan) çıkanlardı" (el-Hadid, 57/27) şeklinde beyan buyurulan ve Hristiyanların ruhbanlığını, ibret olsun diye anlatan âyet-i kerimeyi delil göstererek, tasavvuf ehlini, İslâm'ın vasat yolunu bu yola soktukları için suçlamışlardır Bu ilim ehli, tasavvuf ehli ikilemi, İslâm âleminde tarih boyunca devam ederek gelmiş; bazı devirlerde uyumlu bir beraberlik, bir mutabakat görülmesine rağmen, yine bazı devirlerde birbirlerinin aleyhinde olmaları, iki taraftan da kayıplar verilmesine sebep olmuştur Huccetü'l-İslâm lâkabıyla İslâm tarihine geçen İmam el-Gazzâlî, bir bakıma, İslamî bilgi ve yaşama yollarının her çeşidine dalıp çıkarak, müslümanlar için orta yolda bir örnek oluşturmaktadır Gazzâlî önceleri İslâmî ilimleri öğrenmekle işe başlamış, fıkıh, tefsir, usûl, hadis gibi ilimleri öğrendikten sonra kelâma ve felsefeye dalmış, Bâtınî ve Zâhirîler'i incelemiş ve en sonunda bütün öğrendiklerini meczederek tasavvufa girmiştir Tasavvufun onun sayesinde yasallaştığını söylemek doğru olsa gerektir Gazzâlî, başından geçenleri "el-Munkızu mine'd-Dalâl"de özetledikten sonra şöyle der: "Kesin olarak şunu bildim: Allah yoluna koyulanlar yalnızca sufîlerdir Onların yaşayışları, en güzel yaşayıştır Yolları en doğru yoldur Ahlâkları en temiz ahlâktır" Zaten Gazâlî'nin belirttiği bu, "İslâm'ı en güzel biçimde yaşama şekli", halk arasında hızla yayılmış, yüzlerce tarikat kolu meydana gelmiştir Bunların fakir geniş halk kütleleri tarafından benimsenmesinin yanında yüksek tabaka mensuplarının, sultan ve vezirlerin bağlı olduğu tarikatlar da çıkmıştır Dervişler on iki ana tarikatta toplanmışlardır: Kadirî, Rıfaî, Bedevî, Desukî, Sa'dî, Şâzilî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî, Celvetî, Nakşî Bunlardan Kadirî, Rıfaî, Yesevî, Halvetî ve Nakşî isimli tarikatlara "esma yolu tarikatlar" denir Bu tarikat dervişleri halktan ayrı (tecerrüd) bir halde yaşarlar Melâmî, Kalenderî, Haydarî, Bektaşî, Mevlevî dervişlerin tarikatlarına da "müsemma yolu tarikatlar" denilir ki, bunlar, toplum içinde yaşarlar Bütün tarikatlarda ortak bazı özellikler vardır: Zikr esastır İslâm'ın evrenselliği bazı yönlerden içselleştirilmiş olup, bunlar, özel bir dile, törenlere ve terminolojiye sahiptirler Silsile örgütlülük çok önemlidir Sürüden ayrılmamak hususunda dervişler arasında bu örgütlülük önemli bir birlik ve beraberlik anlayışını geliştirmiştir Sistemde talib, mürid, salik, vâsıl diye aşamalar (mertebeler) vücuda getirilmiştir Tövbe, vera, zühd, fakr, sabr, tevekkül, rıza diye makamlar bulunur Murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, müşahede, yakîn, halvet, hulûl, fenâ, bekâ, ubudiyet denilen "haller" İslâm'ın ilk dönemlerinde görülmeyen ve kullanılmayan bu özel dilin anlatım yoludur Bu özellik zamanla avam/havass ikiliğine de yansımıştır Birtakım sapık dervişler, sahtekârlar da, işi büsbütün mukallidliğe dökmüşler, tarikat kisvesi altında halkı kandırmış, dilenmişler ve bazen sapık fikirlere kapılarak İslâm'ın dışına çıkmışlardır Öte yandan, Anadolu'da, dünyadan vazgeçme anlayışına bağlı olanların yanısıra, ilâhiler, şiirler okuyarak Allah rızası için insanları hayra çağıran, insanlık sevgisi ile dolu dervişler de ortaya Gıkmış ve bunlar halk tarafından büyük bir rağbet görmüşlerdir Özellikle, hakkındaki bilgiler efsaneleşmiş, asırlardır ünü silinmemiş, saf, açık ve net bir dille yazdığı ümmiyane ve samimî şiirlerle, şefkat ve sevgi dolu, yapmacıksız dervişliğin sembolü olan Yunus Emre (ö ?707/1307-1308) her kesimden insanların takdirini kazanmıştır Belki onun kadar samimi, yüzyıllarca halkın sevgisini kazanmış, belâğatiyle halkı etkilemiş bir başka dervişin bulunmadığını söylemek doğru olsa gerektir Derviş Yunus, dervişliğin hırka ile mürid ile, tac ile, okumakla olmadığını Divan'ında vurgulamıştır Gerçek bir sûfî ve ehl-i İslâm olan Yunus Emre "Derviş bağrı baş olur, gözü dolu yaş olur/Koyundan yavaş olur, sen derviş olamazsın" diye bunu anlatırken, "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı/İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise" diyerek derûnî, saf, samimî bir insanlık şefkatini ortaya koymuştur O, geniş hoşgörüsüyle, hak aşkını içten gelerek anlatmasıyla, sünnet ahlâkı ile dolu olup, insanları birleştirmesiyle (Bana namaz kılmaz diyen, ben kıluram namazımı/Kılur isem, kılmaz isem ol Hak bilir niyazımı); cahillerden yüz çevirmesiyle (Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil-Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi); birlikçiliğiyle (Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan/Halka müderris olsa hakikatte âsidir); özeleştirisiyle (Yetmişiki millete suçum budur hak dedim/Kırkı hıyanet durur ya ben niçin kızaram; İlim okumak bilmektir hem kendüyü bilmektir/Çünkü kendin bilmezsin bir hayvandan betersin; Yiğirmisekiz hece okursun ucdan uca/Sen elif dersin hoca, manası ne demektir; Yunus bu sözleri çatar/Kendisi ne kadar dutar) sevilmiştir Modern çağlarda da, İslâm dünyasında dervişlik, biraz yozlaşmış, biraz mukallidleşmiş, biraz modernleşmiş olarak, eski günlerdeki geleneğini canlı olmasa da sürdürmektedir İçlerinden temiz olanları yalnızca Allah'a ibadet ederler, onu birlerler, ondan başkasına ibadet etmezler; sapık olanlarının ise ibadetleri Kur'ânî yolun dışındadırlar Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ya da Muhammed (sas)'in Allah'ın elçisi olduğu konusundaki şahadetlerinde sapma içindedirler |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #258 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDESTUR Müsaade, izin, icazet, ahid, söz, resmî yazıları yazan kişi, ruhsat, ahde vefa Destur, tasavvuf ehli katında izin ve ruhsat anlamlarında kullanılır Yapılacak herhangi bir işe başlamadan önce veya başlanırken söylenen, bir yere girilirken izin isteği yerine kullanılan bir tabirdir Bir işe başlamak için "destur almak"; bir iş ile ilgili olarak birisine izin vermek için de "destur vermek" sözleri kullanılır Destur kelimesi ata sözlerimizde de mevcuttur Meselâ "Destursuz bağa girilmez" ta biri buna en güzel örnektir Biz bu tabiri, hem bağa izinsiz girip üzüm yenmeyeceğini, hem de herhangi birisinin harîmine izinsiz varılamayacağını anlatmak için kullanırız Halk, desturu "savulun, yol verin" anlamında kullanmaktadır Aynı zamanda, herhangi bir gerçeğe, olgun mürşidin ve insanı kâmilin ruhsatı olmadan erilemeyeceğini de ifade etmekte kullanılan bir sözdür Halkın ve bilhassa ihtiyar kadınların inançlarına göre gün battıktan sonra, "iyi saatte olsunlar", "bizden iyiler", yani, cinler ortalığa çıkarlar Toplandıkları yerler de çeşme başları, su kuyuları ve süprüntülük olan yerlerdir Halk arasında böyle yerlerden geçerken, böyle mekânların üzerinden atlarken ve böyle yerlere su dökerken, çarpılmamak için "destûr" denmesi gerektiğine dair batıl bir anlayış vardır Gene kadınlar ve yaşlılar ayıp sayılabilecek bir şey söylerken "bağışlayın" demek yerine "destûrun" derlerdi Mevlevîlerde; kapısı kapalı, hatta aşık bir eve, bir odaya girilirken, kapı açılsa içeri bakmamak üzere kapı dibinde durulup ikinci heceyi kalınca çekip uzatarak "destûûr" denmesi, içeriden "hû" denirse eşiğe niyaz edip sağ ayakla girilmesi icab eder "Destûûr" diyen kişiye "hû" sesi gelmezse, bunu, iki kere daha tekrarlar ve dinler; üçüncüsünde de yine ses gelmezse, bir mazereti olduğuna hükmederek dönüp gider İçeriye ancak, bir hastalık, bir ölüm gibi şüpheye düşülürse girilebilir (Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Deyimler ve Atasözleri, İstanbul 1977, 92-93) Tasavvufî hayat ve tarikatların adâb ve erkânı geliştikçe, teknik terimlerden başka günlük münasebetlerde kullanılan ifade ve deyimler de ortaya çıkmıştır Bu deyimler için özellikle Mevlevîlik ve Bektaşîlik zemin hazırlamada önemli fonksiyonlar icra etmişlerdir İçeriye girme izni olan destur'dan başka "agah ol", "aşk olsun", "pir aşkına" gibi diğer bazı tabirler kullanılmaktadır (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, 270) DİRÂYET "Bilmek, tanımak" akıl, zekâ, kabiliyet Tefsir ilminde dirayet deyince, tefsir çeşitlerinden biri olan "dirâyet tefsirleri" akla gelir Tefsirler genelde ikiye ayrılırlar: Rivâyet tefsirleri ve dirâyet tefsirleri Rivâyet tefsirleri, selef âlimlerinden nakledilen eserlere, Sahabe hatta Tâbiîn'in sözlerine ve Kur'ân'ın bizzat Kur'ân ile ve Hz Peygamber'in hadisleri ile açıklanmasına ve yorumlanmasına dayanır Buna karşılık dirayet tefsirleri, rivâyet tefsirlerinde saydığının hususlarla birlikte dil, edebiyat, dinin genel prensipleri ve diğer genel bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerin genel adıdır Bu tefsirlere "rey" veya "makûl" tefsirleri de denir Fakat burada sözünü ettiğimiz rey'den kasıt ictihattan başka bir manaya alınmamalıdır Bu tefsir çeşidi bir zorunluluk karşısında ortaya çıkmıştır Çünkü İslâm'ın ilk devirlerinde Araplar, Arap Yarımadası'nda iken, dillerinin bozulmamış saf haline sahiptiler Zamanla İslâm topraklarının sınırları genişleyip yabancı milletler ve yabancı kültürler ile karşılaşınca, daha önce dillerinde bulunan melekeleri zayıfladı Bundan dolayı da Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu Hele Arap olmayanların bu lisanı öğrenmesi, Arapça'nın gramerine bağlı bir işti Kur'ân da Arap dili ile nazil olduğundan, onun anlaşılması bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi Bu ve bunun gibi diğer âmiller dirâyet tefsirinin doğmasında baş rolü oynadı (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara 1979, 230) Rey tefsirinin caiz olup olmaması konusunda da İslâm âlimleri başlangıçta fikir ayrılığına düşmüşlerdir Bazıları Hz Peygamber'in "Kur'ân-ı kendi reyiyle tefsir eden kişi, isabet bile etse, hata etmiştir" hadîsini (es-Suyuti, el-Câmiu's-Sağîr, II, 543; Ebû Dâvud, Sünen, II, 287; Tirmizî, Sünen, V, 200) delil getirerek rey ile tefsire karşı çıkmışlardır Bazıları da bu görüşe cevaben, hadiste; hadis ve eserleri hiç dikkate almadan, hevâ ve hevesine, hatta kişinin kendi arzusuna göre tefsir etmesinin kasdedildiğini söyleyerek kendilerine Kur'ân'daki düşünceye davet eden âyetleri de delil getirerek rey ile tefsirden anladıklarını ortaya koymuşlardır Bu şekilde yapılan tefsîrin "memduh tefsir" olduğunu söylemiş ve böyle tefsirlerin caiz olduğunu savunmuşlardır Böylece dirâyet tefsirleri yazarak, zamanımızda bize bile Kur'ân'la ilgili bir çok hakikatin anlaşılmasında yardımcı olmuşlardır Bu çeşit tefsiri benimseyenler, Kur'ân-ı Kerim'i yorumlamak için, önce Kur'ân'a, sonra hadîslere, âyetlerin "nüzul sebeplerine" ve Sahâbe'nin görüşlerine başvurmuşlardır Şayet bunlarda aranılan bir meseleye çözüm bulunamazsa, kelimenin sözlük ıstılah ve sarf (çekim) ile ilgili yönlerini dikkate alarak; i'râb, belâgat, hakikat ve mecaz gibi Arap dilinin sanat ve diğer yönleri ile âyetlere açıklama ve yorumlar getirmeye çalışmışlardır Yine bu tefsirlerde tarihî, ilmî ve sosyal birtakım gerçeklere de yer vererek âyetleri en iyi şekilde açıklamaya çalışma gayesini gütmüş olan dirâyet tefsircileri, usûl olarak konulan bu kaideleri genellikle ihmal etmişlerdir (Cerrahoğlu, age 231; Ayrıca bkz ez-Zehebî, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, Kahire, 1381/1961, I, 255 vd; ez-Zürkânî, Menâhilü'l-İrfah, Mısır, 1372, l 517 vd) Dirayet tefsiri, ictihada dayanır Bu sebeple rey tefsirine karşı olanlar dirayet tefsiri hakkında şu eleştirileri yöneltmişlerdir: Rey ile tefsir Allah'a karşı bilmeden söz söylemektir Zanna dayanarak cahilce sözlerle tefsir yasaktır Hz Peygamber (sas)'den başka birinin Kur'ân'ın manasını beyan ve izaha yetkisi olamaz Kur'an hakkında kendi reyi ile söz söyleyen, Cehennem'deki yerine hazırlansın Bunlara karşı rey tefsirini câiz gürenler de şöyle demişlerdir: Zann da ilim çeşitlerindendir İctihad edip de isabet edene iki, etmeyene bir ecir vardır Hz Peygamber (sas) Muâz bin Cebel'in Yemen'e gönderilirken verdiği cevapta Kur'ân, Sünnet ve reyimle hükmederim deyişinden memnun olmuş ve ona dua etmişti Hz Peygamber'in beyan ve izah etmediği hususlarda ilim sahipleri ellerinden geldiğince Kur'ân'ı anlamaya çalışacaktır Gerçeği bildiği halde sadece nefis ve arzusuna kapılarak Kur'ân'ı tevil eden ve kendi görüş ve mezhebini takviye için çarpık görüşlerle Kur'ân'ı tefsir edenler elbette Cehennem'e hazırlansın; ama bir delil ve burhana dayanarak tefsir eden iyi niyetli âlimler için bu söylenemez Ayrıca Ebu Davud ve Tirmizî'nin Hz Cündeb (ra)' ten rivâyet ettikleri "Kur'ân hakkında kendi reyi ile söz söyleyen kimse isabet etmiş olsa bile hatadadır" şeklindeki hadis sıhhatli değildir Selef, reyden bahsederken onu bilgisizce, cahilce tefsir anlamında kullanmıştır Kur'ân'da "tanımazlar mı bilmezler midüşünmezler mi" denilerek ilim erbabının aklı kullanarak âyetleri tefsir edebileceğine cevaz vardır Eğer rey ile tefsir caiz olmasaydı ictihad da caiz olmazdı Kaldı ki Hz Peygamber (sas) Kur'an'ın bütününü açıklamış değildir veya bize her âyetin açıklaması ulaşmış değildir Ayrıca Hz Peygamber İbn Abbas için niçin "Allah'ın, onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret " buyurmuştur? Yani hoş görülmeyen ve yasaklanmış olan rey tefsiri, sırf hevâ ve kötü niyete dayanan, hatta Kur'ân'a sırt çevirdiği halde başkalarını tefsiriyle kitaba davet edenler içindir Selef uleması, bilgiye dayanan tefsir hususunda hiçbir mahzur görmemişlerdir Bildikleri veya bilgilerine dayanarak açıklama yaptıklarını açıkça söyleyen selef, bilmedikleri için susmuştur Bildiğini saklamamış, bilmediği konuda da uluorta tefsir yapmamıştır Rey tefsiri denilince sadece, akla dayanma anlaşılırsa, bu çok yanlış bir anlama olur Oysa reye gelinceye kadar bir dirayet müfessiri şu konuları çok iyi öğrenir: Lugat, nahv, sarf, iştikak, meani, beyan, bedî' ilimleri, kırâat, fıkıh usulü, kelâm, nüzul sebepleri, kıssalar, nasih ve mensuh, hadîs, mevhibe ilimleri Ayrıca bu şer'i ilimler yanında, rey tefsirinden önce hukuk, iktisad, siyasal, beşerî ve sosyal ilimlerin öğrenilmesi gerektiğini belirtenler de bulunmaktadır Bazı müfessirlerin yaptığı gibi Kur'ân'ı tamamen çağdaş ilim ve teknolojik bilgilere dayanarak açıklamaya çalışan salt rasyonalist ve pozitivist bir tefsir caiz olmadığı gibi bu tefsir usulü, selefi tefsir geleneğiyle de bağdaşmamaktadır Bu nedenle Mevdûdî, Seyyid Kutub, Said Havva gibi ilim adamları da rivâyet ağırlıklı dirayet tefsiri yazmışlardır Zaten rivâyet tefsiri olmaksızın sadece rey ile tefsirin de bir anlamı olmaz Geçmişten günümüze meşhur rivâyet müfessirleri arasında Taberî, Semerkandî, Salebî, Beğavî, Endülüsî, İbn Kesir, Seâlibi, Süyûtî sayılabilir Dirayet tefsirinde de, Fahreddin Razi, Beydâvî, Nesefi, Hazin; Ebu Hayyan, Neysabûrî, İmâdi, İsfehânî, Zemahşerî'nin eserleri zikredilebilir Hiç bir kimse Kur'ân'ı mutlak manasıyla tefsir edemez Demek ki, hangi müfessir Kur'ân'ı ister rivâyet ister dirayet yoluyla tefsir etse, mutlaka birçok eksiği kalacaktır Zaten dirayet tefsirleri, genellikle müfessirin en fazla geliştiği ilim kolunda ağırlık kazanmaktadır Meselâ filolog ez-Zeccac (ö 311/923)'ın tefsiri nahv ağırlıklıdır el-Cessas'ın tefsiri fıkıh ağırlıklıdır Mutezilîlerin tefsirleri kendi görüşlerini yansıtmaktadır Mutasavvıflarınki de tasavvufu yansıtmaktadır Yani tefsirlerde genel olarak mezhep, fıkhi ihtilaflar, doktriner eğilimler ağır basabilmektedir Meselâ Ebu İshak ez-Zeccâc (ö 311), Ebu'l Hasan el-Vâhidî (ö 468) Ebu Hayyan el-Endelusî (ö 745) gibi dil âlimleri nahiv ilmindeki ehliyetlerini Ma'ani'l Kur'ân, el-Basit, el-Bahru'l-Muhit adlı tefsirlerinde bariz bir şekilde ortaya koymuşlardır Fahruddin er-Râzî (ö 606) de, fıkıh, usuli fıkıh, kelam, edebiyat, felsefe, matematik, kimya, tıp, astronomi, Şâfiî fıkhı gibi çok geniş alanlarda sözü geçen bir âlimdi ve Mefatihu'l Gayb adlı tefsirinde bütün bu ilmî çalışmalarının, hatta tasavvufun etkileri görülür Ebu Bekr el-Cessâs (ö 370) da, bir Hanefî müctehidiydi Ahkâmu'l-Kur'ân'ında Hanefi mezhebi yönünden ahkâm âyetlerini tefsir etmiş, Hanefiliği müdafaa etmiştir Bazı Mutezilî fikirlerine de bu tefsirde rastlamak kabildir Malikî âlimi Ebu İshak es-Salebî (ö 427) ve el-Hazin el-Bağdâdî (ö 741) el-Keşf ve'l-Beyan, Lubabu't-Te'vil fi Ma'ani't-Tenzil isimli tefsirlerinde İsrâiliyattan nakledilen kıssalara çokça yer vererek tarih ilmine ağırlık vermişlerdir Tasavvufî tefsirlerde, Ebu Abdurrahman es-Sûlemî (ö 412) ve Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî (ö 465), Hakâyiku't-Tefsîr ile Latâifu'l-Şârât'ta İşârat tefsir yoluna gitmişlerdir Dirayet tefsirinin öncülüğünü Irak müfessirleri yapmıştır Aslında, tefsir geleneğinde, Hz Peygamber'den gelen tefsire, Ashabdan, Tabiundan, Etbau't-tâbiin'den gelen tefsirlere itibar etmeksizin, bugüne kadar yazılmış tefsirleri gözden geçirmeksizin tefsir yapılması caiz değildir Tarihte, aklî tefsirlerin çıkış ortamına bakıldığında, siyasî, ameli, itikadi mezheplerin vücut bulduğu felsefe ve kelam tartışmalarının yoğunlaştığı, tasavvuf akımının belirdiği bir çağ görülür ki, yapılan tefsirlerde müfessirlerin bu hareketlerin etkisi altında kaldıkları ve bunu tefsirlerine yansıttıkları bir gerçektir Bu tefsirlerdeki ilmi terimlere, tanımlara, kavramların kullanılışına bakıldığında bu dilin neyi ifade etmek istediği anlaşılabilir Muhakkak ki tefsir kitapları da çağının kültürünün bir parçasıdır Oysa Kur'ân ezelîdir ve çağlar boyunca nice tefsirleri yapılacaktır İslâm dini var olduğundan beri ona karşı sinsi, yıkıcı, suret-i haktan görünerek onu içten yıkmaya çalışan hareketler de var olmuştur Bunlar çok defa İslâm'ın temelleri olan iman, ibadet ve ahlâk esaslarından müslümanları uzaklaştırmak istemişlerdir Gayeleri için, Kur'ân'ı sapıkça, kendi kafalarına göre, günün çıkar hesaplarına göre tefsir etmekten geri durmamışlardır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #259 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDİRHEM Arap para sisteminde gümüş sikke yerine kullanılmış, daha sonra Osmanlılara geçmiş bir para birimi Çoğulu derâhim'dir Farsça direm'den alınmadır Dirhemin 2,97 gramlık para şeklinin Hz Ömer tarafından darbedildiği kuvvetli olarak rivâyet edilir İslâmiyete ait en eski dirhemler, bazı şüpheli sikkeler müstesna, 75/694 yılından kalmadır Müslümanlara bu dirhemin Sâsânî dirheminden gelmiş olduğu şüphesizdir İran'da Sâsânî dirhemleri 4,25 gramlık yeni Atina drahmisinin ağırlığında olarak kabul edilmiş ve bu vezin hemen hemen Sâsânî devletinin sona ermesine kadar değişmeden kalmıştır İran'daki Arap vâlileri eski tipi muhafaza etmekle birlikte daha hafif sikkeler darbetmişlerdir Bunların birçok sikkeleri 2,90 gr ağırlığında olup, resmi dirheme uygundur Dirhemin resmi ağırlığını tespit etmek, dinarın ağırlığını tayin etmekten daha güçtür Çünkü dirhemler hiç bir zaman ihtimamla basılmamıştır Dirhemin resmi rayicinin tesbiti hususunda tarihlerde gördüğümüz kayıtlar birbirini tutmaz Yalnız hepsinin birleştiği nokta dirhemin ağırlığı ile miskalin birbirine oranının 7/10 olduğudur Fakat miskal hakiki dinar (Mekke miskali 4,25 gram)'a nisbet edildiği zaman bir mânâ ifade eder Dirhemin en muhtemel ağırlığı 2,97 gramdır Bu sikke gerek mevcut sikkelere ve camdan yapılmış vezin ölçülerine, gerek ET Rogers tarafından Fayyum'da bulunan el-Muktedir devrine (295-320/908-932) ait sikke vezinlerine uymaktadır Dirhemin katlarına ve cüzlerine ilk hicri yüzyıllarda pek rast gelinmez çüzlerinden en çok kullanılanı 1/6 dânık, en çok yaygınlaşmış olanı da 1/2 dirhem idi (A V Zambaur, İA, Dirhem mad; M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Dirhem, mad) Dirhem-i Örfî: Onaltı kırattan ibaret gümüş hakkında kullanılan bir tabirdir Bu da 3,2 gram eder Bazı İslâm âlimlerine göre zekâtta, diyette ve diğer İslâmî borçlarda her yerin örfî dirhemi muteberdir Ancak bu dirhemin, dirhemi şer'îden eksik olmaması lâzımdır Dirhem-i Şer'î: 14 kırat gümüş para hakkında kullanılır Orta büyüklükte 70 arpa tanesinin ağırlığı demektir Bu da yaklaşık 2,8 gram eder Zekâtta, mehirde, diyette, hırsızlık nisabında muteber olan bu dirhem'dir Hz Peygamber devrinde 20,12,10 kırat sıkletinde üç türlü dirhem vardı Halife Hz Ömer (ra) zamanında bunlar birleştirilerek ortalaması olan 14 kırat bir dirhem kabul edilmiştir DİYET İnsan veya insan uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken tazminat, kan bedeli Kur'ân-ı Kerim'de: "Bir müminin diğer bir mümini, yanlışlık eseri olmayarak (kasden) öldürmesi, yakışmaz Kim, bir mümini yanlışlıkla (hatâen) öldürürse, mümin bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır Meğer ki, onlar (o diyeti), sadaka olarak bağışlamış olsunlar Eğer (öldürülen), mümin olmakla beraber, size düşman bir kavimden (Dârü'l-Harb ahâlisinden) ise, o zaman öldürenin, mü'min bir köleyi azad etmesi lâzımdır Şâyet kendileriyle aranızda anlaşma olan bir kavimden (Dârü'l-Ahd ahalisinden) ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir mü'min köleyi azad etmek gerekir Kim bunları bulamazsa Allah'tan tövbesinin kabulü için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder Allah her Şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikınet sahibidir " (en-Nisa, 4/92) hükmü beyan buyurulmuştur Diyetin meşrûiyeti, Kitap, Sünnet ve Sahâbe-i Kiram'ın İcmâı ile sabittir Bilindiği gibi kasden öldürme hadisesinde "kısas" gündeme girer Kısas cezasında, hem Allah'ü Teâlâ'nın hukuku, hem kul hukuku bir aradadır Kısasın icra edilebilmesi için, öldürülen kimsenin velisinin cezasının tatbikini istemesi esastır (İmam Kâsânî el-Bedâiu's-Sanâyi fi Tertibi'ş-şerayi Beyrut 1974, VII, 182) Zira Kur'ân-ı Kerim'de: "Kim, mazlum olarak öldürülürse, biz onun (öldürülenin) velisine bir salâhiyet vermişizdir O da (öldürülenin velisi), öldürmekte aşırı gitmesin Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur " (el-İsrâ, 17/33) hükmü beyan buyurulmuştur Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya diyete razı olmak noktasında serbesttir Hz Enes b Mâlik (ra)'den rivâyet edildiğine göre, Rasûl-i Ekrem (sas)'e "kısas"la ilgili herhangi bir mesele arzolunduğu zaman, maktulün velîlerine, affetmelerini tavsiye buyurmuştur (İmam Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 213, 252; Sünen-i İbn Mace, Diyet, 35) Dolayısıyla, müminlerin emîri, öldürülenin velîlerine affetmelerini veya sulh yapmalarını tavsiye eder Ancak katiyyen bu konuda selâhiyet sahibi değildir Kısasın tatbîki, affetme veya sulh yapma noktasında tek yetkili, maktulün velîsidir Esasen, zarara uğrayanların başında da, maktulün velileri gelir İnsan veya insanın bir uzvunun telef edilmesi, kasden veya hatâen olabilir Mümin bir erkek, hatâen bir kardeşini öldürürse, maktulün velîsine diyet vermek mecburiyetindedir Bu husus kat'i nassla sabittir Diyetin miktarı, öldürülen kimsenin erkek veya kadın olması halinde farklılaşır Ayrıca hür olan bir kimsenin diyeti ile kölenin diyeti aynı değildir Dolayısıyla diyetin miktarına, hürriyet ve cinsiyet durumu etki eder Öldürülen mümin bir erkeğin diyetinin bin dinar altın olduğu Sünnet'le sabittir (İbn Hümam, Fethu'l-Kadir, Beyrut 1318, VIII, 308) İmam Azam Ebu Hanife (rha) diyetin yüz deve (Tirmizî, Diyet,1) veya bin dinar altın veya onbin dirhem gümüş olarak verilmesinin esas olduğunu söylemiştir (Ebu Davud, Diyet, 16; Nesâî, Kasâme, 33) İmameyn'in bu husustaki tesbiti ise şu şekildedir: "Bu üç ana ölçünün dışında, ikiyüz sığır veya ikibin koyun olarak da vermek mümkündür" (Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Fetevây-ı Hindiyye, Beyrut 1400, VI, 24; İbn Hümam, age, VIII, 302-303) Rasûlullah (sas)'ın döneminde bir koyunun bedeli, beş dirhem gümüştür (İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut (ty) II,150; Şerhu Damad, II,197) İkibin koyun, beş dirhem gümüşle çarpılırsa, karşımıza onbin dirhem gümüş çıkar Dolayısıyla bütün bu ölçüler, mâlî değer olarak birbirine eşittir Öldürülen kimsenin müslüman olup olmamasının diyetin miktarına etki edip etmemesi hususunda iki ayrı görüş vardır Hanefî fukahası, Rasûlullah'ın: "Her ahid sahibinin diyeti bin dinar altındır " (Ebu Davud, Diyet, 16) hadisini esas alarak, Darü'l-İslâm tebaasından olan gayrimüslimin (zimmînin) diyeti, tıpkı müslümanın diyeti gibidir, hükmünde ittifak etmiştir (İmam Merginânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti'l-Mübtedi, Kahire 1965, IV,168; Şeyh Abdulgani el-Meydânî, el-Lübab, Beyrut 1400, III, 154; İbn Hümam, age, VIII, 308; İmâm Kâsânî, age, VII, 255) Hz Abdullah b Mes'ud (ra)'dan da, müslüman ile zimmet sahibinin diyetinin eşit olduğuna dair bir rivâyet vardır Ayrıca Hz Ebu Bekir ile Hz Ömer (ra) dönemindeki uygulama da aynı şekilde olmuştur İkinci görüş gelince, İmam Şafiî (rha) Amr b Şuâyb (ra)'dan rivâyet edilen: "Zimnînin (gayrimüslimin) diyeti; müslümanların diyetinin yarısıdır " (Ebu Davud, Diyet, 16-21) hadisini esas alarak, eşitlik sözkonusu olmayacağını beyan etmiştir (el-Cezîri, Kitâbu'l Fıkh ale'l-Mezahibi'l-Erbaa, Beyrut 1392, V, 370; Ebu İshak eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 211; İmam Merginani, age, IV, 168) Kadının diyeti, nefse kıymak (yani öldürmek) veya uzvu telef etmek noktasında erkeğin diyetinin yarısıdır (Geniş bilgi için bk Müslim, Kasame, 36, 37) Bu hüküm mevkûf olarak Hz Ali (ra)'den merfu olarak Rasûlullah'dan rivâyet edilmiştir (İmam Kasani, age, VII, 254; İbn Hümam, age, VIII, 307) Hür bir müminin diyeti ile kölenin diyeti de birbirine eşit değildir Dolayısıyla diyetin miktarına, Hanefî fukahasına göre hürriyet ve cinsiyet tesir etmektedir İmam Şâfiî (rha)'ya göre ise, İslâm, hürriyet ve cinsiyeti diyetin miktarının belirlenmesinde esas alır İnsan uzvunun koparılması veya ta'tili (iş göremez hale getirilmesi) veya yaralanmasında, mağdura ödenmesi vacip olan mala "erş" denilir (Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hükkâm fî Şerhi'l Gureri'l Ahkâm, İstanbul 1307, II,103) Tabiî ki, erşin vacip olması için misli sözkonusu olmadığından kısas tatbik edilemez olmalıdır Zira kasden uzvun koparılmasında da, misli sözkonusu olduğu süre içerisinde kısas esastır (İmam Serahsi, age, 27, 74; İmâm Kâsânî, age, VII, 297) Hem kısas imkânı olmaz, hem katî nasslarla beyan edilmiş erş* miktarı bilinemezse, ehl-i hibre tayini gündeme girmektedir Ehl-i hibrenin (bilirkişi heyetinin) mağdura ödenmesini esas aldığı mala da "hükümet-i adl" ismi verilir Dolayısıyla insana veya insan uzvuna karşı, hataen işlenen her cürümde mutlaka mağdura veya velisine mal ödenir Hataen veya hata yerine sayılan öldürme çeşitlerinde, diyetle birlikte keffâret de gündeme gelir Keffâret, mümin bir köleyi azad etmek veya buna imkân bulunamazsa, iki ay fasılasız (devamlı) oruç tutmaktır (en-Nisa, 4/92; İmam Merginânî, age, IV, 169; İmam Kâsânî, age, VII, 297; V, 95; İbn Hümam, VIII, 253) Ayrıca, keffaretlerde illet katî olarak tespit edilemeyeceği için, ictihad gündeme giremez Bu sebeple hataen veya hata yerine sayılan öldürmelerde yoksul ve miskinleri doyurmak, keffâret yerine geçmez Çünkü, "mümin bir köleyi azad etmek veya iki ay fasılasız oruç tutmak" hususunda katî nass mevcuttur İslâm uleması, "diyetin kim tarafından ve nasıl ödeneceğini" izah ederken, "âkıle" üzerinde durmuştur Bilindiği gibi, akıl kelimesi, men etmek, tutmak ve korumak gibi mânâlara gelmektedir (Molla Hüsrev, age, II,124) Hataen bir cürüm işleyen kimseden diyet borcunu kaldırmak ve onun suç işlemesini önlemek, baba tarafından en yakın akrabaların görevidir Rasûlullah (sas)'ın, Huzeyl kabilesinden iki kadının kavgası sonucu ortaya çıkan cenin cinayetini hükme bağlarken, hamile kadının karnına vuranın akılesine hitaben: "Kalkınız ceninin diyetini (gurreyi) veriniz" (Müslim, Kasame, 11; Ebu Davud, Diyet, 21; Tirmizî, Diyet,18; İbn Mâce, Diyet, 17; Molla Hüsrev, age, II,125) emri, bu hususta katî bir delildir Kasden işlenen cinayetlerde akıle herhangi bir ödemede bulunmaz Hanefi fukahası: "Beşyüz dirheme kadar olan cezalarda, akıle, hiçbir şey ödemekle mükellef değildir Bunu cinayeti işleyen kimse bizzat kendisi öder Beşyüz dirhem gümüşü (yaklaşık 100 koyun fiyatını) aştığı zaman, suçlunun âkılesine dahil olan (kadın ve çocukların dışındaki her ferd) üç veya dört dirhem ödemek durumundadır Hz Ömer (ra), Rasûlullah'tan bu ödemenin üç yıl içerisinde olacağını rivâyet etmiştir" (İmam Serahsî, age, 27, 127; İmam Kâsâni, age, VII, 256; Molla Hüsrev, II, 125) hükmünü esas almıştır Hataen bir cinayet işleyen kimsenin, yakın veya uzak hiçbir akrabası veya bağlı bulunduğu bir divan yoksa, Beytü't-Mâl, âkıle görevini üstlenir ve İslâm devleti diyeti öder |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #260 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDUA Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak Dua, insanda fıtrî bir olgudur Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir" (Yunus, 10/12) "(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder) Zaten bizim ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez " (Lokman, 31/32) Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah'a dua etmek, sadece samimî olarak Allah'a inananlara has bir durum değildir Allah'a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah'a yönelir ve O'na dua ederler Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir: "Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)" (Mü'minûn, 23/60) Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurur: " Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur" (Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1) Dua aynı zamanda bir ibadettir "Dua ibadetin ta kendisidir " (Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16) O halde dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi'nde: "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz " (el-Fatiha, 1/4) buyurulur Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez Hatta kulların güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden çok fazladır Bir âyette şöyle buyurur: "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım Bana dua edenin duasını kabul ederim " (el-Bakara, 2/186) Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır Birçok konuda Hz Peygamber (sas)'den nakledilmiş dualar mevcuttur Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken Hz Muhammed (sas)'den nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir Kişi duasında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez" (Tirmizî, Daavât, 64) Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir Ancak dil ile dua etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi vardır Ayrıca dua Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibadettir Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin dualarını bize haber verir Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah'ı zikretmek durumundadırlar Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah'tır " Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma " (el-Bakara, 2/286) Eyüp Aleyhisselâm, "Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin" (el-Enbiya, 21/83); Zekeriya (as), "Rabbim, beni yalnız bırakma" (el-Enbiya, 21/89); Âdem (as), "Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz " (el-A'raf, 7/23) diyerek dua etmişlerdir "Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat " (Yusuf, 12/101) duası Yusuf (as)'ın; "Senden başka hiçbir ilah yoktur Seni tenzih ederim Ben zalimlerden idim " duası da Yunus (as)'ın duasıdır İmam Ahmed b Hanbel'in Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua oranında günahın affedileceği" beyan buyurulmuştur Dua yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece Allah'tan istenir Allah'tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara dua edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah'tan başkasına dua eden müşriklerdir Ancak melekler müminler için dua ve istiğfar etmektedirler Hz Muhammed (sas) şöyle buyurur: "Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir" (Buhârî, Tıb, 18; Müslîm, İman, 371, 372) Yani müminler ancak "Bize Allah yeter " demelidir Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah'a sığınmışlardır Bunu da namaz*la yapmışlardır Çünkü dua esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır Müslüman müslüman kardeşi için dua edebilir Rasûlullah, " Kim bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi olanların mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir " buyurmuştur (Müslim, İlm, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15) Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden istifade eder: "İnsanoğlu öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir Yalnız şu üç şey bunun dışındadır: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât " (Müslim, Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14) Rasûlullah, ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir Cenâb-ı Hak, "O'na salât ve selâm getirin " (Ahzâb, 33/56) diye emretmiştir Mümin, Allah'tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır Rasûlullah umreye giden Ömer (ra)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim" demiştir (Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce, Menâsik 5) Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır Hanefi fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey istenemez" demiştir Hz İbrahim, "Doğrusu benim Rabbim duayı işiticidir" (İbrahim,14/39) demiştir Hz Peygamber: Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65) Salih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örneklerinden birisi mağaraya sığınan üç kişinin duasıdır Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını gözettiği önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu Çünkü böyle bir amel, Allah'ın, sahibinin duasının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu bir şeydi Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek diğeri tam iffeti delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duada bulunmuştu (Buhârî, Hars,13) İbn Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni İslâm'a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum " (İmam Malik, Muvattâ, Hacc, 128) Hz Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde "Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya başlanır, bazılarının yaptığı gibi "Ya Hannân, ya Mennân" denilmez Yine cahil halkın büyük bir kısmı Allah'tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah'a duada birer şirk aracı yapılmıştır Oysa Rasûlullah dahi, "Ey Allah'ım, benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir put haline getirme Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah'ın gazabı şiddetlidir Benim kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine çevirmeyin" diye uyarmıştır (İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Menasik, 100) Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir, bid'attir Müminler, aynen müşriklerin ve bid'at ehlinin yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında yapılan duanın evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah'tan talepte bulunmazlar "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" derler (Âli İmrân, 3/173) Dinin esası da budur Salât, Arapça'da dua anlamına da gelir: "Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin duan onlar için huzur ve sükûnettir"(et-Tevbe, 9/103) Duada istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır Bu da ancak Allah'tan istenir İslâm bilginleri bid'at dua şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek Ey efendi hazretleri bana mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah'a dua et', demek bid'attir Ölülerden medet umulmaz Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur'ân okunur Allah'a, Allah'ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye dua etmek, nehyedilmiştir Çünkü, "Yardım Allah'tandır" (Enfâl, 8/10) "İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler" (el-Ahkâf, 46/6) Dua Âdâbı Hz Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı Cevaben Allah buyurdu ki: "Kullarım sana beni sorduklarında: Ben muhakkak ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim" (el-Bakara, 2/186) Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz Sizin kendisine dua ettiğiniz size bineğinizin boynundan daha yakındır" (Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, IV, 394, 402, 418; Müslim, Sahih IV, 2076) Kul, duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir; dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür Kalp başka birşey ile meşgulken dua etmek manasızdır "Âmin" diye bağırıp çağırmak da manasızdır İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın mânâsı olmaz Tembelliği huy edinmiş biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır Duada riya olmaz Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez Hiçbir dua boşa gitmez En güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir "Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez " (el-Â'râf, 7/55) Secîli, kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır Başkalarına dua ediyor görüntüsü vermek de böyledir Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek içindir ve duası riyadır Özel olarak komutlu dua da böyledir Sünnet olan dualar Uykudan önce: "Ey Allah'ım senin adınla ölür ve dirilirim" Uykudan sonra: "Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun Dönüş ancak O'nadır" Sabahleyin: "Allah'ım senin yardımınla sabaha çıktık, senin yardımınla akşamladık, senin yardımınla yaşıyor, senin yardımınla ölüyoruz Kabirden kalkış sanadır" Akşamleyin: "Allah'ım, senden dünya ve âhirette selâmet isterim Allah'ım, senden dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında beni bağışlamanı ve selâmete çıkarmanı isterim Allah'ım, benim ayıplarımı örtüver Korktuklarımdan emin kıl Allah'ım, Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve üzerimden gelecek belâları defederek beni koru Altımdan gelecek ani belâlardan senin azametine sığınırım" Evden Çıkarken: "Allah'ın ismiyle Allah'a güvendim O'nun gücünden başka hiçbir güç yoktur" Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve "Allah'tan başka ilâh yoktur o tektir ortağı yoktur, Muhammed kulu ve Resûlüdür, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muhammed'e râzı oldum" demek İstihârede: bk İstihare mad Sıkıntılarda: "Senden başka ilâh yoktur Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim Muhakkak ben zalimlerden oldum" (Ayrıca bk Zikir, Namaz ve ilgili maddeler Dualar için hadîs kitaplarının "Daavât" bölümlerine bk) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #261 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDUHA NAMAZI Kuşluk vaktinde kılınan sünnet namazı Duha, Arapça bir kelime olarak lûğatte, "güneş isabet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek" manalarına gelir "Dahvetün" kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi manasına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur'ân âyetlerinde de geçmektedir 1- "Yahut kasabaların halkı duha (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?" (el-Â'râf, 7/98) 2- Hz Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı duha (kuşluk) vaktidir" dedi (Tâhâ, 20/59) 3- "Kuşluk vaktine andolsun " (ed-Duha, 93/1) 4- "Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar " (en-Naziat, 79/46) Fıkhî ıstılahta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder Bu zamana Türkçe'de kuşluk vakti denir İslâm'da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır Kur'ân-ı Kerim'de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir Bu namaz bazı hadislerde konu edilmektedir Taberânî Mu'cemü'l-Kebir adlı eserinde Ebu'd-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimizin (sas) şöyle dediğini naklediyor: "Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah'a ibadet eden kimselerden olur Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet'te bir köşk yapar " (et-Tahtavî, 321) Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni'den; "Rasûlullah (sas) Mekke'nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı Bu namaz duha namazıydı" hadisiyle yine Ebu Hüreyre'den; "Dostum Rasûlullah (sas) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151) Ve Hz Âişe'den "Rasûlullah (sas) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı" şeklinde hadisler de varid olmuştur Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir Ayrıca en azı iki rekat, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir "Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm Ben de aynı görüşteyim" (Tahtavî, 321) Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #262 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDUHA SÛRESİ Kur'ân-ı Kerim'in doksanüçüncü sûresi Onbir âyet, kırk kelime, yüzyetmiş iki harften müteşekkildir Fasılası, se', râ', elif harfleridir Sûre, ismini ilk âyetindeki "Duhâ" kelimesinden almıştır Sûrenin muhtevasından, Mekke dönemi başlarında nazil olduğu açıkça anlaşılmaktadır Rivâyetler; Rasûlullah (sas)'e,gelen vahyin bir müddet kesildiğini, Cibrîl (as)'in bu süre zarfında görünmediğini, bunun üzerine müşriklerden bazılarının, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terk etti" iddiasında bulunduklarını, bazılarının ise -vahyin şeytandan geldiğine inandıklarından; "Şeytanı onu terk etti" dediklerini naklederler (el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Sûretu ve'd-Duhâ; Buharî, Kitâbü't-Tefsîr, Sûretu ve'd-Duhâ) Teblîğ görevine başladığından beri müşriklerin sert tepkileriyle karşılaşan Rasûlullah, bu defa onların alaylarına muhatap oluyordu Haliyle bu durum onu çok üzüyor, âdetâ dünyayı kendisine zindan ediyordu Ancak, O bir peygamberdi ve her ne pahasına olursa olsun görevini eksiksiz yerine getirmesi gerekiyordu Onun en büyük yardımcısı ve koruyucusu da hiç şüphesiz Rabbi idi Rabbinden kendisine gelen vahiy, ona bir taraftan bu meşakkatli yolda nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor, diğer yandan güç ve huzur veriyordu Vahiy onun için, âdetâ uzun bir yola çıkmış yolcunun hem azığı hem de can yoldaşı durumundaydı Vahyin kesilmesi onu bu azıktan ve kendisiyle teselli olacak dosttan mahrum bırakmıştı Peygamber (sas)'e huzur ve güven veren, içine düştüğü sıkıntıyı gideren bu sûre, işte böyle bir zamanda nazil oldu Bu sebepledir ki, asıl konuyu, Rasûlullah'ı teselli etmek ve bundan sonraki mücadelelerinde, karşılaşabileceği her türlü engelin üstesinden gelebilmesi için ona manevî güç kazandırmak teşkil eder Sûre şöyle başlıyor: "Andolsun kuşluk vaktine! Sükuna vardığında geceye (ki), Rabbın seni ne terk etti ne de darıldı" (1-3) Yüce Rabbimiz, kuşluk vaktine ve sükûna vardığı zaman geceye yemin ederek başlıyor Böylece bu iki ânın önemine dikkatleri çekiyor Kâinat hadiseleriyle rûhî duyguları birbirine bağlıyor Âdetâ Rasûlüne, sûrenin başından itibaren çevresini dost varlıklarla doldurduğunu imâ ediyor, yalnız başına ve kimsesiz olmadığını hatırlatıyor Peygamberi üzmek, onu ye'se düşürmek ve savunduğu davadan vazgeçirmek için müşriklerin: "Rabbi O'nu terketti" demelerine cevap olarak; " Rabbin seni ne terketti ne de darıldı" (3) buyurmaktadır Onların iddia ettikleri gibi Rabbin seni asla terk etmez Sen onun sevgili kulu ve Rasûlüsün, sen yüce bir dâvânın tebliğcisisin, sen onun tarafından yetiştirilip korunmaktasın, nasıl terk etsin seni? "Âhiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır " (4) Rabbin, sana bu dünyada da verecek Ancak senin için öbür dünyada, bu dünyadakilerden daha güzel, çok daha mükemmel mükâfatlar hazırlamıştır: "Şüphesiz Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın " (5) Rabbin, senin için, hoşlanacağın herşeyi hazırlamıştır Bu dünyada davanı başarıya ulaştıracak, yolundaki engelleri kaldıracak, savunduğun düzeni galip getirecek, seni ve davanı üstün kılacaktır Bundan hiç şüphen olmasın Nitekim: "O, seni öksüzken barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Fakirken zenginleştirmedi mi?" (6-8) Evet, Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine, geçmişine şöyle bir bakmasını tavsiye ediyor Kimsesiz iken onu korumuş, şaşkın bir durumdayken hidâyete erdirmiş ve fakir iken sonsuz ihsanı ile onu herkesten zengin kılmıştır Henüz küçücük bir yavru iken de, annesini kaybederek hem ana hem de babadan yetim ve öksüz kalan sevgili Peygamberini korumuş, sapık bir cahiliyye ortamında yetiştiği halde onu şirkten korumuştur Ne şirk pisliğine bulaştırmış, ne de muharref dinlerden yahudilik ve Hıristiyanlığa meyletmesine müsaade etmiştir Peygamberlik görevini yaparken, kendisini engellemek isteyen müşriklere karşı, amcası Ebu Tâlib'i kendisine yardımcı kılmış, mal bakımından fakir olmasına rağmen gönülce zenginlerin en zengini yapmıştır Sûrenin buraya kadar olan kısmı, müşriklerin, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terketti" gibi iftiralarına bir cevap ve vahyin yalnızca Allah'tan olduğunu beyan eder mahiyettedir Ayrıca sevgili Rasûlü'ne ihsan ettiği nimetleri de hatırlatmakta, buna bir şükran olarak kendisinden nasıl davranması lazım geliyorsa öylece davranmasını istemektedir: "O halde yetime zulm etme Dilenciyi de azarlama Sadece Rabbinin nimetini (hatırla ve) anlat " (9-11) Rabbi onu yetimken koruduğunu, kararsız iken onu hidâyete erdirdiğini, fakir iken zenginleştirdiğini belirtmişken, hem kendisini hem de peşinden giden ümmetini, her yetimi korumaya, her muhtaca destek olmaya ve Allah'ın üzerlerindeki nimetini hatırlamaya yöneltiyor Yetime zulmetmekten nehyettiği gibi, ikram edilmesini de emrediyor İkram ederken, ona verirken de gönlünü kırmadan, horlamadan, haysiyetini zedelemeden vermeyi emrediyor |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #263 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDÂR'ÜL-EMÂN İslâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde Dârü'l-Emân İslâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü'l-İslâm*'a mülhaktır (Ö N Bilmen, Hukük-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334) Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır Karşıtı "havf" yani korkudur Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir "Emanet" emân ile aynı köktendir Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir Dârü'l-İslâm'a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste'men" veya "müste'min" denir İzin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir İslâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir İşte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir Papazlar da bundan istifade etmişlerdir Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı Bûralara sığınanları kimse almazdı Çünkü aforoz cezasına uğrardı Kur'ân-ı Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır İbrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur" (Âli İmrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmesinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi Bu emânla İslâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe" denir Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir Hz Ali (ra) Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95) Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini haber verirler: "Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı İbn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor" dedim Peygamber (sas) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, II, 694-695) Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine İslâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-İslâm'a girebilirler Bunların ülkesine İslâm hukûkunda dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin İslâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve İmam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân denildiği anlaşılmaktadır (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141) (Ayrıca bk Dârü'l-İslâm, Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân DÂRU'L-HADÎS Hadîs ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği özel eğitim müessesesi Kur'ân-ı Kerim'den sonra, İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan "Sünnet" ve bunun sözlü ifadesi olan "Hadis" öğretimi büyük bir önem arzeder Hz Peygamber, sözleri, fiilleri ve tasvipleriyle İslâmî hükümleri pratik hayata aktarmış, müslümanlar için canlı bir model olmuştur O'nun hayatı bütünüyle iyi bilindiği ve müslümanların yaşayışına aktarıldığı ölçüde İslâmiyet ferdî ve sosyal hayatta müsbet etkisini gösterecektir İslâmiyet'in ilk dönemlerinde öğretim ve eğitim faaliyetleri daha çok mescid ve camilerde yürütülmekte idi İbadet yeri olan mescidler, bu dönemde aynı zamanda dershane görevini de yapmakta idiler Hadis öğretiminin ilk yapıldığı cami, Mescid-i Nebevî'dir Hz Peygamber döneminde Ashab-ı Suffâ, mescidin bir bölümünde Rasûlullah'tan hadis öğreniyorlardı Ashab arasında en çok hadîs rivayet eden Ebu Hüreyre burada yetişmiştir Sünen-i İbn Mâce de rivayet edildiğine göre, bir gün Hz Peygamber (sas) camide Kur'ân tilaveti, dua ve ilim öğrenmekle meşgul olan iki ayrı halkaya rastlamış ve onlara iltifat etmiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 17) Bu haberden de anlaşıldığı gibi, Hz Peygamber (sas) ve ashab döneminde İslâmî ilimlerin öğretildiği yer mescitlerdi Emevîler döneminde çocuklar için "mektepler" inşa edilirken, Abbasîler döneminde ise "medreseler" tahsil müesseseleri olarak kurulmaya başlanmıştır Bunların dışında "mecâlis" denilen ilmî toplantılar da hadîs, ilimlerinin öğretildiği yerlerdi Bu dönemlerde, câmi ve mescidler yine ilim merkezi olarak kullanılmaya devam etmiştir Ancak; hadîs ilminin önemi dolayısıyla sonraları, hadis ilimlerinin ihtisas seviyesinde öğretildiği "dârü'l-hadîs" denilen özel müesseseler kurulmaya başlanmıştır ki, bu müesseseler birer hadîs araştırma merkezi mahiyetinde idiler Hadîslerin tetkîki için çok iyi düzeyde Arapça bilmek ve belâgat, tefsir, usûl-ı hadîs ve diğer şer'î ilimleri de bilmek gerekiyordu Bunun için özel müesseseler kuruldu Medreselerde okutulan derslerde icazet alanların kabul edildiği bu ihtisas okullarının ilki, Atabek Nureddin Mahmud İbn Zengi (541-569/1146-1174)tarafından hicrî 563 yılında Şam'da kuruldu Kurucusunun adına nisbetle bu dârü'l-hadîs'e "Nuriye Medresesi" denildi İkincisi Musul'da kurulan bu hadis medreseleri daha sonraları çoğaldı Hadisle birlikte Kur'ân ilimlerinin de okutulduğu medreselere ise "dârü'l-Kur'ân ve'l-hadis" ismi verildi Anadolu sahasındaki ilk dârü'l-hadîs, İlhanlılar zamanında Başvezir Şemseddin Cüveynî'nin 670/1271-1272 yılında Sivas'ta kurduğu çifte minareli medresedir Anadolu Selçukluları devrinde verir Sahip Ata tarafından Konya'da yaptırılan ince minareli medrese, dârü'l-hadislerin en meşhurlarındandır Osmanlılar döneminde önce Bursa'da, sonra da II Murat tarafından 1447 yılında Edirne'de dârü'l-hadîs kuruldu İstanbul'daki ilk dârü'l-hadîs ise, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Süleymaniye Camii'nin tam karşısında ve tabhanenin bulunduğu yerde kurulan Dârü'l-Hadîs'tir Binası bugün de ayakta duran bu medrese, kubbeli bir oda, kubbesiz ondokuz odadan müteşekkildir Süleymaniye Dârü'l-Hadîs'i, paye bakımından medreselerin en yükseği olduğu için, buraya ilk tayinlerinde müderrislere yüz akçe, bilâhare elli daha artırılarak yüzelli akçe yevmiye verilirdi Payelerine göre dârü'l-hadîs müderrislerine verilen yevmiye on ile yüzelli akçe arasında değişiyordu Ayrıca imkânlar nisbetinde talebelere de burs veriliyordu Meselâ, Birgi Dârü'l-Hadîs'inde okuyan yedi öğrenciden her biri dörder akçe yevmiye alıyordu XV ve XVI yüzyıllar arasında Osmanlılar tarafından, on üçü İstanbul' da olmak üzere yirmi dârü'l-hadîs yaptırılmıştı Geri kalanlardan ikisi Amasya'da, ikisi Edirne'de, diğerleri de İznik, Birgi ve İstip'te kuruldu Ayrıca Anadolu'nun Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri, Sivas, Alanya, Erzurum, Urfa, Adana, Tokat, Ankara, Bursa, Manisa şehirlerinde dârü'l-hadîs'ler vardı Evliya Çelebi'ye göre, XVII yüzyılda dârü'l-hadîs'lerin sayısı yüzotuzbeşi buluyordu 1882'de yapılan umûmî nüfus sayımı dolayısıyla yapılıp bastırılan istatistiğe göre, İstanbul'da çeşitli semtlerde onbir dârü'l-hadîs görülmektedir Dârü'l-hadîs'lerde, usûl-i hadîs ile birlikte Kütüb-i Sitte okutulurdu Bunlardan Buhârî* ve Müslîm üzerinde bilhassa durulur, hadis kritiğine oldukça önem verilirdi Dârü'l hadîs'ler genellikle vakıf kurumları olduğu için, buralarda okutulan kitaplar, vakfın şartına, -vakıf herhangi bir şart koşmamışsa- o beldenin örfüne göre okutulan eserlerdi Bu sebeple dârü'l-hadîs'lerde takip edilen program ve kitapları kesin olarak tespit etmek mümkün olamamaktadır Ancak, Osmanlı âlimlerinden Kemal Paşazade'nin Edirne Dârü'l-Hadîs'inde müderris iken Sahîh-i Buhârî'ye şerh yazması (Taşköprüzâde, Şekaikûn-Nu'maniyye, 381), Mevlâna Haydar'ın ise Dârü'l-Hadis müderrisi iken Sahîh-i Buhârî'yi, Kirmânî şerhiyle birlikte okutması (age 425) genellikle son devirde dârü'l-hadîs'lerde metin olarak Buhârî ve şerhlerinin okutulduğunu göstermektedir Dârü'l-hadîs'ler en yüksek medreseler olduğu için müderrisleri hem en yüksek yevmiye alıyorlar, hem de törenlerde öteki müderrislerin önünde bulunuyorlar ve onlara başkanlık ediyorlardı İlim, eğitim ve kültür hayatımızda önemli hizmetler gören dârü'l hadîs'ler, diğer birçok müessese gibi kapatılınca, tarihe karışmış olup; tekrar ihya edilerek İslâm'ın yeniden hâkim kılınacağı günleri beklemektedir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #264 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDÂRÜ'L-İSLÂM İslâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; İslâm yurdu Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır Ancak İslâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir İslâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir (İbn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak İmam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343) Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-İslâm" tabiri ise daha sonraları İslâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz Peygamber (sas) döneminde İslâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-İslâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir İslâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez İslâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti Onun için fâkihler, dâru'l-İslâm'ı tarif ederken; 1) "İslâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların İslâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri," 2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan," 3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-İslâm; buna mukabil kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir" (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1982, 76) İslâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır "Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir" (diye) va'detti" (en-Nur, 24/55) ve: "Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık " (el-Enbiyâ, 21/105) Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir Bu hakkı elde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir: "Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir" (et-Tevbe, 9/123) "Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur" (el-Bakara, 2/191) Bu nass'lara göre; yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır İşte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir İslâm'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz: "O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarsın " (et-Tevbe, 9/33) İşte bu âyete baktığımızda, İslâm'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve İslâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir İşte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-İslâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir Bu duruma göre dünya, "dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır Dâru'l-İslâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-İslam olabilmesi için orada İslâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir Burada tek ölçü yönetim şeklidir İslam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-İslam'dır Buna göre dâru'l İslâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez İslam devlet başkanının otoritesinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orası dâru'l-İslâm sayılır Şafiîlere göre ise dâru'l-İslâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakinlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-İslâm'dır Buna göre, İslâm'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-İslâm'dır Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir (Ö N Bilmen, Hukuk-ı İslamiye Kamusu, III, 369-371) Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslâm'ın hâkimiyet alanına almaktır Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-İslâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir Dâru'l-İslâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir" (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkı ne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir Teşri sadece Allah'ın hakkıdır Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir Hz Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir İslâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orası dâru'l-İslâm'dır Böyle bir yerde yasama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir Dâru'l-harp ise, İslâm'ın ve müslümanların yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir Dâru'l-İslâm'da yasama: İslâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatifindedir Teşri hakkı ne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır Bu yasama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-İslâm olamaz Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir Bu sebeple orası artık müslümanların hâkimiyeti altında değildir Dolayısıyla orası dâru'l-İslâm olamaz Dâru'l-İslâm'da İcra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından İslâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-İslâm olur Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, İslâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i İslâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orası dâru'l-İslâm olamaz Dâru'l-İslâm'da Yargı: İslâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür "Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)" (en-Nisâ, 4/59) İlâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, İslâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda İslâm hukuku uygulanır Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde İslâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız İslam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-İslâm'dır Dâru'l-İslâm'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi: İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını alamaz Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır İslâm hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, age, III, 370; Özel, 96-97) Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, age, 9 vd) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklidir Bir ülkenin, İslâmî veya gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın mı yoksa küfrün mü otoritesinin sözkonusu olduğudur İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru'l-harb'tir Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-İslâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l harb'tir Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı tanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 63 vd) DÂRU'N-NEDVE İslâm'dan önce Cahiliyye çağında Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişâre yeri; Şehir meclisi; Cahiliyye devri Mekke şehir devletinin parlamentosu Hz Peygamber'in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay İbn Kitâb'ın Mekke'de M 440 tarihinde Kâbe'nin güneybatısında ve şehirde ilk defa Kâbe yakınında, kapısı Kâbe'ye dönük olarak inşa ettirdiği dâru'n-Nedve'de Kureyş ileri gelenleri toplanır, şehrin bütün siyasî, askerî ve sosyal meseleler burada görüşülerek karara bağlanırdı (Taberi, Tarihu'l-Ümem, II, 184) Dâru'n-Nedve'ye katılan ve yaşları kırkın üzerinde olması şartı aranan Nedve heyetinin bir arada şehir halkının mülkî ve dînî meselelerini görüştüğü de ileri sürülmüştür Kusay İbn Kitâb'ın asıl adı Zeyd olup uzaklaşma anlamına gelen Kusay lâkabını sonradan almıştır (İbn Hişâm, Sîre, I, 130 vd) Kusay, Kureyş'i beşinci yüzyılda Mekke'nin en güçlü kabilesi yapmış, Mekke idaresini ele geçirmiş; Mekke'yi mahallelere bölerek, her kabileyi bu mahallelere yerleştirmişti Kusay'ın şeceresi Kinâneoğulları'na, onlardan Adnanoğulları'na ve Hz İsmail'e dayandırılır Kusay, Huzaa ve Bekroğulları kabileleriyle savaşarak Mekke hükümdarı olmuştu Kâbe'nin hicâbe, sikâye, rifâde, nedve vb işlerinin yönetimi de onun kabilesi Abdüddaroğulları'nın hâkimiyetine geçmişti Kusay İbn Kitâb, Mekke'de kendisine itaat edilen bir dinî lider durumunda idi Dâru'n-Nedve'de bulûğ çağına giren kızlara gömlek giydirilmesi gibi nikâh'a ve savaşa karar alınması da Nedve heyetinin şehrin idare meclisi veya hükümeti gibi çalıştığını göstermektedir (Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80) Dâru'n-Nedve, Mekke şehir devletinin yönetimi ile ilgili olarak verilecek her türlü hüküm ve kararın alındığı bir yer olup bugünkü anlamı ile tam bir parlamento ve yasama meclisi durumunda idi Hatta Hz Peygamber'in hicretinden bir gün önce Dâru'n-Nedve'de toplanan Kureyş ileri gelenleri, Rasûlullah'ı öldürme kararını burada almışlardı Mekke'nin İslâm ordusu tarafından fethedilmesinden sonra, Dâru'n-Nedve, müslümanların eline geçmiş ve Muaviye zamanında Kusay'ın torunlarından biri bu binayı yüz bin dirheme Muaviye'ye satmış, bina da valilik konağı olmuştu DÂRU'R-RİDDE İslâm'dan dönenlerin yaşadığı yurt Dâr; arsa, bina, mahalle, bina ve arsaların toplandığı yer anlamlarına gelir Bir topluluğun yerleşip konakladığı yere de dâr denir Ülke ve belde anlamında da kullanılır Bu sonuncu anlamda; özel bir askerî gücü ve bağımsız yönetimi olan ülke kastedilir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1955, XI, 318) Bir İslâm hukuku terimi olarak dâr, "bir müslüman veya gayr-i müslim idarecinin hâkimiyeti altındaki ülke" demektir (İbn Abîdîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak 1272, III, 247) Ridde, sözlükte; geri çevirmek, alıkoymak, vazgeçirmek, kabul etmemek, vasfını değiştirmek gibi anlamlara gelir Bir terim olarak; "dinden dönmek, İslâm dinini terketmek ve irtidâd etmek" demektir Buna göre, dâru'r-ridde terimi ise, "irtidad ülkesi" veya "mürtedler (dinden dönenler) ülkesi" anlamına gelir İslâm; önceleri müslüman iken, dinden dönüp bir ülke veya beldeyi işgal eden kimselere ve böyle bir ülkeye uygulanacak hükümler koymuştur Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan ve Allah'ın hükümleriyle hükmedilen ülkeye "dâru'l-İslâm", bu nitelikte olmayan beldeye de, "dâru'l-harb" denir Ancak mezhep imamları bu konuda çeşitli tarifler ortaya koymuştur Meselâ Şafiîler, dâru'l-İslâm'ı üçe ayırır: 1 Müslümanların meskun bulundukları yerler, 2 Müslümanların fethedip gayr-i müslim halkını cizye karşılığında iskân ettikleri yerler, 3 Başlangıçta müslümanların meskûn bulundukları, fakat daha sonra gâyr-i müslimlerin istilâ ve hâkimiyetleri altına geçen yerler Bu vasıfları taşımayan yerler dâru'l-harp sayılır İmam Şafiî, dâru'l-İslâm'da müslümanların yönetimi ellerinde bulundurma şartını öne sürmez Buna göre, tarihte bir defa müslümanların ele geçirip İslâmî hükümleri uyguladıkları yerler, daha sonra düşman istilâsına uğrasa bile sonsuza kadar İslâm beldesi (dâru'l-İslâm) sayılır (İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetü'l-Muhtac, Kahire 1315, VI, 350, IX, 269; Ö Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 371; Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, dâru'l-harb, dâru'l-İslâm, İstanbul 1988, 85-86), Dâru'r-ridde, dâru'l-harb'in kapsamı içine girdiği için, bir İslâm beldesinin hangi şartlarla dâru'l-harb'e dönüşeceğini belirleyelim İslâm hukukçuları bu dönüşümün üç şekilde olacağını söylerler: 1 Düşmanın İslâm ülkelerinden birisini işgal ve istilâ etmesi, 2 Dâru'l-İslâm'da bir şehir veya bölge halkının irtidâd ederek o yeri işgal ve istilâ etmeleri, 3 Zimmet akdi ile İslâm devletinin himâye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebası olan gayr-i müslim (zimmî)lerin bu anlaşmayı bozarak bir bölgeyi işgal ve istilâ etmeleri (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 131; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; Tahtâvî, Hâşiyetü ale'd-Dürri'l Muhtâr, Bulak 1254, II, 460; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 253) Ebu Hanîfe'ye göre, yukarıdaki üç şekilden hangisiyle olursa olsun, dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşebilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gereklidir: 1 İşgal altındaki yerde küfür hükümlerinin uygulanması Kûhistânî'ye (ö 950/1544) göre bunun anlamı şudur: "Küfür hükümlerinin açık ve yaygın şekilde, hâkimin onların hükmüyle hükmetmesi ve müslüman kadılara gidilmemesi suretiyle tatbik edilmesi" (Kuhistânî, Câmiu'r Rumûz Şerhu'n-Nihâye, İstanbul 1300, II, 311) Bu duruma göre, İslâm hükümleri ile şirk ehlinin hükümleri birlikte uygulanıyorsa; orası Dâru'l harb sayılmaz (Tahtâvî, age, II, 460; İbn Âbidin, age, Ill, 253) 2 İlk emân üzere olan bir müslüman veya zimmînin bulunmaması Burada ilk emândan maksat, düşman istilâsından önceki, dâru'l-İslâm'da müslümanın İslâm hukuku gereğince sahip olduğu emânı ve zimmînin de zimmet akdi gereğince sahip olduğu mal ve can güvenliğidir Mal veya can güvenliğinin kalmaması veya o beldede ancak düşmanın verdiği emân ile kalabilmeleri ilk emânı sona erdirir (Ahmet Özel, age, 107) 3 O yerin dâru'l-harb'e bitişik olması Bundan maksat, işgal altındaki ülke ile başka dâru'l-harb arasında bir İslâm ülkesinin bulunmamasıdır (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 114; Kuhistânî, age, II, 311) Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, böyle bir beldede yalnız gayri İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla, orası dârü'l-harb'e dönüşür (es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, Nşr Salahaddin el-Münaccid, Kahire I, 351; el-Mebsût, X, 114; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; Bilmen, age, III, 370) Bu iki imamın delili kıyastır Çünkü İslâmî hükümlerin uygulandığı ülkenin dâru'l-İslâm sayılması konusunda fakîhler görüş birliği hâlindedir Buna kıyasla, küfür hükümlerinin uygulandığı beldenin de dâru'l harb sayılması sonucuna ulaşılır Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 232; İbn Âbidîn, age, III, 253) İşte, İslâm ülke veya beldelerinden birisinin halkı dinden dönerek bulundukları yeri veya başka bir bölgeyi istilâ ederlerse; Ebû Hanife'ye göre, yukarıdaki üç şart da gerçekleşmişse burası dârü'l-harb olur Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, burada gayr-i müslim hükümlerinin uygulanması, dârü'l-harb'e dönüşmesi için yeterlidir İmâm Şâfiî, İmâm Mâlik ve Ahmed b Hanbel de bu konuda küfür hükümlerinin uygulanmasını dâru'l-harb için yeterli görür Ancak Şâfiî'nin, dâru'l-İslâm'ın hiçbir zaman dâru'l-harb'e dönüşmeyeceği prensibini benimserken, mürtedlerin istilâ ettiği ülke için aksi görüşü savunması bir çelişki gibi görülebilir Şâfiîlerde konu, ülke arazilerinin mülkiyeti açısından değerlendirilmiştir Düşman istilâsına uğrayan topraklar müslümanların mülkü olup, istilâ ile gayr-i müslimlerin mülkiyetine geçmeyeceğinden, ülkenin de dâru'l-İslâm sayılması gerekir Ancak dinden dönenlerin elinde bulunan topraklar ise, kendi mülkleridir Onlar da topluca irtidâd ettiklerine göre; istilâ ettikleri mülkler başka müslümanlara ait olmadığı için, kâfirlerin mülkiyetine geçemeyeceği öne sürülemez ve ülkenin dâru'l-İslâm olarak kalacağı söylenemez Diğer yandan mürtedler, müslümanlara ait toprakları istilâ ederlerse; durum düşman istilâsına benzer ve ülke dâru'l-İslâm olarak kalır (Ahmed Özel, age, 127-128) Mürtedlerin istilâ ettiği ülke veya bölge dâru'l-harb sayılmazsa; mürtedlere dâru'l-İslâm'daki alelade irtidâd hükümleri uygulanır Dinden dönenlerin ülkesi dâru'l harb olmuşsa: a Ülke yeniden fethedilince; İslâm'a dönen erkekler hürdür, dönmeyenler öldürülür; esir edilemezler İslâm'dan dönme, kurulu düzeni tanımama ve onu yıkma sayılır b Mal ve arazîleri, kadın ve çocukları fey' olur Bunların beşte biri devlet hazinesine ayrılır Beşte dördü taksim edilir Ülke dâru'l-İslâm'dan olarak kılsaydı, bunlar hürriyetlerini korurlar, öldürülmezler ve İslâm'a girmeye davet edilirlerdi c Arazileri ganimet ehline dağıtılırsa, öşriyye olur Devlet başkanı bu araziler zımnileri yerleştirmek isterse arazi mülk haraç ârazisi olur ve zımniler arasında mîras yoluyla intikal eder d Ülke dâru'l-harb olduktan sonra müslümanlara veya gayr-i müslimlere ait malları istilâ ederlerse, ona mâlik olurlar Bu durumda; müslümanlar savaşla onlara galip gelmeden önce İslâm'a dönerlerse, bu mallar onlara aittir e Müslümanlarla sulh anlaşması yapmak isterlerse; gerekli görülürse yapılabilir Fakat cizye ödemeleri suretiyle zimmet anlaşması yapılamaz Ülkeleri henüz dâru'l-harb'e dönüşmemişse: a Ülke yeniden fethedilince; erkek kadın ve çocukların hepsi de hür olup, köle edinilemezler Ülkeleri dâru'l harb olmayınca; kendileri de muharip sayılmazlar b Erkekler İslâm'a dönmezlerse, irtidâdın cezası olarak öldürülürler Kadın ve çocuklar ise öldürülmez, İslâm'a girmeye zorlanırlar Ülke dâru'l-harb sayılmayınca, mürtedlerin malları, hukukî tasarrufları, işledikleri suçlar vs hakkında alelâde mürtedlere uygulanan hükümler uygulanır Ülke, dâru'l-İslâm sayılınca, gerek kendi aralarında, gerek müslümanlarla yaptıkları muâmelelere ve işledikleri suçlara İslâm hukukunun ilgili hükümleri uygulanır, İmam Maverdî (ö 450/1058)'ye göre, mürtedler bir ülkede toplanıp, orada hâkimiyet kurar ve tövbe etmezlerse onlarla savaşmak gerekir Bunlarla yapılacak savaşta harb hükümleri uygulanır (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 114; Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, I, 259; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', VII, 131; el-Fetâva'i-Hindiyye, II, 206; Ahmed Özel, age, 129-130; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, II, 225) İmam Mâverdî, dâru'r-ridde ile dâru'l-harb arasındaki farkları şöyle ifade eder: 1 Mürtedlerle sulh yapmak caiz değildir Diğer düşmanla sulh yapılabilir 2 Cizye karşılığında irtidadları üzere kalmaları için anlaşma yapılamaz Ehl-i harb ile böyle anlaşma yapılabilir 3 Erkeklere köle, kadınlara esir statüsü uygulanmaz Çünkü onlara göre, irtidadın cezası ölümdür 4 Diğer gayr-i müslimlerin aksine, mürtedlerin mallarına ganimet yoluyla mâlik olunamaz (el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Kahire, 1966, 57) Sonuç olarak İslâm ülkesinde toplu irtidad hareketleri İslâmî yönetime karşı ayaklanmak, bütün İslâmî hükümlere karşı baş kaldırmak olarak kabul edildiği için, suçun niteliğine ve ağırlığına göre müeyyideler öngörülmüştür Ancak bu konuda İslâm âlimleri arasındaki görüş ayrılıkları, uygulamada devlet yöneticilerine kolaylıklar getirmiş; dinden dönenlerin yeniden İslâm'a kazanılmaları için gerekli müsamahalara yer verilmiştir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #265 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDA'VÂ Hak aramak gayesiyle mahkemeye yapılan başvuru Lügatta duâ, niyâz, istek, temennî, nidâ, rağbet, mesele, savunulan görüş düşünce, anlamlarını kapsar İslâmî hukûkî ıstılahta "bir kimsenin, kadı'*nın (hâkim) huzurunda bir hakkı başkasından talep etmesine" denir (Şeyh Nizâmüddin ve Heyet, el-Fetevâyi Hindiyye, Beyrut 1400, IV, 2; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1316, VI,137; Mecelle, 1613) Başka bir tarifi de şöyledir: "Başkasının elinde veya zimmetinde olan bir şeyi istihkakı bir kimsenin kendi nefsine izâfe etmesi, meselâ şunun elindeki şu mal benimdir" demesidir İslâm hukûkunda davalar, ceza ve hukûk (medenî) davaları olarak iki kısma ayrılır Bu da hakların İslâm'da insan hakları' (hakku'n-nâs) ve Allah hakkı' (hakkullâh) şeklindeki ayrımına dayanır Dâvâ, mevcut bir hakkı istemek veya hakka tecâvüzün def'i ve men'ini taleb şeklinde olabilir Ayrıca hem kul hakkına hem de Allah hakkına tekâbül eden "muhtelit haklar" ayrımı da söz konusudur (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I,121; Anahatlarıyla İslâm Hukûku, I, 326 vd) Bir davada hakkını isteyene "müdde'î", kendisinden hak taleb edilene "müdde'a aleyh", dava konusuna "müddea" denir Dava açılması yazılı dilekçeyle olur, ancak şifâhen de müracaat edilebilir Hakkı ihlâl edilen kişi, bir dava dilekçesiyle kadıya müracaat ederek hakkının tespit edilmesini ve geri verilmesini talep edebilir Burada "taleb edebilir" derken hukûk davalarında hakkı ihlâl edilen ferdin, dava açmaya zorlanamayacağı kastedilmektedir (İmam Kâsânî, el-Bedâiu's-Senâi fî Tertîbi'ş-Şerâi, VII, 8) Mamafih, Allah Teâlâ (cc)'nın hakkının ihlâli (hadd cezaları) durumunda, dava, zarûrî olarak gündeme girer Dava Açılması, Davanın Şartları Davanın sahîh olabilmesi için bazı şartların bulunması gerekir Bir davanın başlayıp sürdürülmesi için usûlüne uygun olarak açılması lâzımdır: 1) Davacının ve davalının akıllı olması Delinin, mecnunun ve sabînin (çocuğun) davası sahîh olmaz 2) Davalının, kadı huzûrunda bulunması gerekir Kendisinden hak talebinde bulunulan kimse duruşmada hazır olmadığı müddetçe, davacının iddiası ve beyyinesi dinlenilmez Zîra Rasûlullah (sas) Hz Ali'yi Yemen'e kadı olarak gönderirken: "İki taraf senin karşında yerini alınca, her iki tarafı da iyice dinlemedikçe aralarında hüküm yerine" tavsiyesinde bulunmuştur (Sünen-i Tirmizî, Ahkâm, 5; İmâm Serahsî, el-Mebsût, XVII, 39) Hz Ömer b Abdülaziz bir kadıya davacının mücerred iddiasına dayanarak hüküm vermemesini tavsiye ederken: "Sana gözünün çıkarıldığı iddiasıyla gelen davacı hakkında, Ona işkence edilerek gözü çıkarılmıştır diye hüküm verme Belki diğer şahsın iki gözü birden çıkarılmıştır" diyerek, "gâib" hakkında hüküm verilmemesini belirtmiştir Hanefi fukahâsı gaib hakkında hüküm verilemeyeceğini esas almışlardır (İmâm Kâsânî, age, VII, 8) İmâm Şâfiî ise bazı hallerde gaib hakkında hüküm verilebileceğini esas almıştır 3) İddia edilen husûsun müşahhas ve belirli olması 4) Davanın kadı tarafından, duruşma meclisinde (murafaa) hükme bağlanması gerekir Mahkeme haricinde verilen hüküm geçersizdir Zîra bu fiilde davalıya karşı (veya dâvâcıya) haksızlık sözkonusu olabilir 5) Davacının (herhangi bir mazereti yoksa) davasını bizzat anlatması gerekir Ancak davalı razı olursa davacının adına bir başkası vekâleten konuşabilir İmâmeyn'e göre, davalı razı olmasa da davacı vekîl* tayin edebilir 6) Dâvâcının iddialarında çelişki bulunmamalıdır Ancak nesebin ve hürriyetin tesbiti konusundaki dâvâlar müstesnadır Çünkü bu dâvâların özünde çelişki vardır Meselâ, bir kimse önce kendi mülkü olduğunu iddia eder ve konuşmasının devamında sattığını beyan eder ve satma işleminin sonradan değil, önceden olduğunu söylerse bu bir çelişkidir 7) Dâvâcının, dâvâ ettiği konunun sabit olması ihtimali bulunmalıdır Bir kimse hakkında dâvâcı: "Bu benim oğlumdur Bunun bir benzeri daha doğurulmadı Bunun mahkemenizde tesbitini istiyorum" derse, dâvâsı dinlenilmez Çünkü sübût bulma ihtimali sözkonusu değildir (Şeyh Nizamüddin ve Heyet, Fetevây-ı Hindiyye, IV 2-3; Mecelle, 1616-1630) Dâvânın gerekliliği: Dâvânın amacı, bir hakkın sahibine verilmesi, anlaşmazlıkların giderilmesi, şer'î düzenin korunmasıdır İslâm dininin temel hedefi insanların can, mal, akıl, nesil, din emniyetlerini muhafaza etmek, hürriyetlerini sağlamak ve zulmü ortadan kaldırmaktır Bunun gerçekleşebilmesi için kazâ* faaliyetlerinin sıhhatli olması şarttır İslâm uleması: "Kazâ (mahkeme, yargı işleri) muhkem bir farzdır" hükmünde ittifak etmiştir (İmâm Kâsânî, age, VII, 2; Fetevây-ı Hindiyye, III, 306) Hak ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, İslâm dininin o meselelerdeki hükmünün açıklanması zarûri olur İslâmî ıstılahta "Belli bir metodla husûmetlerin (düşmanlıkların, ihtilâfların) ortadan kaldırılması ve anlaşamayan kimselerin aralarının bulunmasına kazâ denilir" tarifi yapılmıştır (İbn Hümam, age V, 452; İmâm Kâsânî, VII, 2; Fetevây-ı Hindiyye, III, 306) Rasûlullah, "Bir günlük adalet*, altmış yıllık (nâfile) ibadetten hayırlıdır" (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 58, 1721) buyurmuştur İslâm devleti, adaletin uygulanması ve davaların çözümünde Allah'ın hükümlerinin uygulanması hususunda hassastır Buna karşılık tâğutî* iktidarların her türlü kararı zulme dayanır Zira onlar, Allah'u Teâlâ'nın mülkünde kendi hevâ ve heveslerine dayanarak uydurdukları kanunlarla hükmetmeyi esas almışlardır Usûl hukuku konusunda ilk kanunlaştırma çabası olan Mecelle'den sonra, yine millî ve İslâmî kökenden gerekli usûl kanunları yapmak ve yeni ictihadî çalışmalara gidilmeksizin Batı kökenli usûl kanunları aynen iktibas edildi Bir müslümanın kesin olarak tâğûtî hükümlerin verildiğini bildiği bir usûl ve hukûka riâyet edip etmeme meselesinde, tâğûtî karar mercilerine çok zorda kalmadıkça başvurmaması daha uygundur Düzen, vatandaş ihtilâfına dair hükümler verir, müslüman-müslüman çelişkisinde icrâ* ve kaza organı bulunmadığından ve İslâmî hükümler yürürlükten kaldırıldığından, müslümanlar da ihtilâflarında mahkemelerde birbiri aleyhine dâvâ açmakta, lâik hukûkun himâyesini istemektedirler Bir hakkın ihlâli sözkonusu olduğunda, kendi eliyle hakkını alamayan veya almaya kalktığında kendisiyle ve toplumla çelişmek ve mağdur olmak istemeyen her fert, devletin aracılığı ile hakkını elde eder İslâm hukûkunda Allah hakkı sahasına giren haklar ile ta'zir türünden cezaların dışında, dâvâ ve hüküm bulunmadan da bazı haklar alınabilir Meselâ, kısas* hakkının uygulanmasında, sövme ve hakarete karşılık vermede olduğu gibi Beyyine, Müdâfaa ve Def-i Dâvâ Dâvâlının "def-i dâvâ" dâvâsını kaldıracak bir karşı dava açması halinde dâvâlı, dâvâcının haksızlığını isbat edemezse, talebi üzerine davacıya yemin teklif edilir Davacı yemin etmek istemezse, davası düşer Bir hak, isbatı ile geri alınabilir Rasûlullah; "Beyyine dâvâcıya, yemin ise davayı inkâr ve reddeden davalıya düşer" (Buhârî, Rahn, 6; Tirmizi, Ahkâm, 12) buyurmuştur Beyyine, sağlam delil ve şahit demektir Deliller, hâkimin hükmünün dayanağıdır Ayrıca ceza dâvâlarında isbatlama hâkime de düşebilir Deliller hakkı ortaya çıkaracak her şeydir Bir kimse mücerred dava açmakla iddiası hemen kabul edilmez İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Rasûlullah (sas) şöyle buyurur: "İnsanlara mücerred dâvâları ile iddia ettikleri şey verilse, birtakım insanlar bazı adamların kanlarını ve mallarını iddia ederlerdi Fakat dâvâlıya yemin vardır " (Buhârî, Şehadât, 20) Davalı da yeminden kaçınsa veya zorunlu olarak yemin etmese; hâkim, davalının bir defa yeminden kaçınmasıyla dava edilen şeyi (dâvâ konusunu) onun aleyhine hükmeder Hâkim, bir şâhit ve bir yemin ile dâvâlı aleyhine hüküm veremez İmâm Şâfiî aksi görüştedir Yalnız nikâhda, ric'î boşamadan dönme halinde, ilâda dönüşü inkâr edene, ümmü'l-veledde inkâr edene, nesebte hadlerde yemin teklif edilmez Yemin vermek için hakkını delil ile isbat edemeyen iki taraf kur'a çeker Bir kimsenin hakkını yemek için yalan yere yemin etmenin dünyevî ve uhrevî ağır cezası vardır Hadîslerde yalan yere yemin edenin yerinin Cehennem olduğu, onlar için çok elîm bir azabın bulunduğu bildirilmiştir Rasûlullah, "Ben de sizin gibi insanım, siz muhakeme için bana başvurursunuz Bazınız dâvâsını isbat hususunda bazınızdan daha akıllı ve daha becerikli olabilir Ben de onun lehine işittiğime göre hükmederim Şimdi, bilmiş olunuz ki, ben bir kimseye kardeşinin hakkından bir şey ile hükmedersem, şüphesiz onun için ateşten bir parça kesip ayırmış olurum" (İbn Mâce, Ahkâm, 5; Ayrıca bk Ö N Bilmen Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu, VIII, 89, 90), Dava ve mahkemeleşmelerde şahidler, müslim, âkîl, bâlîğ, hür, sağlıklı, adil olma şartları taşırlar Yalancı ve vakarsızların şahitliği ile sadece kadınların şahitliği geçersizdir Tek şahit, Hanefilere göre geçerli, Hanbeli ve Şâfiîlere göre geçersizdir Kul haklarında şahitlik "nisab"ı, iki erkek veya bir erkekle iki kadındır(Buhârî, Şehadât, 20) Ceza dâvâlarında nisab, iki erkek, veya zina ile ilgili şahadette dört erkek olarak değişir Usûl ve fürûun karı ve kocanın birbiri aleyhine, şahit ile davalı arasında düşmanlık olduğunda şâhidlikler kabul edilmez Amme dâvâlarında ise, bütün müslümanlar teklifsiz şâhit sayılır Teklif edilmesine rağmen yemin etmemeye "nükûl" denir Yemin, vallâhi, billâhi şeklinde, Allah adına yapılır Yemin, hâkim huzurunda edilir Vekiller yemin edemez Yemin ancak hukûk davalarında geçerli bir delildir Diğer beyyinelerden "ikrar", bir kimsenin diğer bir kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir İlmu'l-kâdî, hâkimin şahsen bilmesi ve kanaati demektir Maliki ve Hanbelîlere göre İlmu'l-kâdî delil olamaz Hucec-i hattıyye denilen bir diğer delil de, şüphe ihtimali olmayan yazılı vesikalar demektir Ayrıca, hâkime kesine yakın bilgi veren karîne ve emâreler de birer delildir Muhakeme: Yargılama alenî yapılır; bazı hallerde gizli de olabilir Önce dâvâcı söz alır, sonra davalı konuşur, taraflar konuşurlarken birbirlerine müdâhale edemezler, dilsiz olanlara tercüman sağlanır Bazı dâvâlarda hâkim sulh teklif eder Muhâkeme tamamlanınca hâkim hükmünü taraflara açıklar, sonra onlara hükmün yazılı olduğu "ilâmı" verir, hüküm tehir edilmez Muhâkemede hüküm verilirken, taraflar mahkemede bulunmak zorundadır Dâvâlının gıyabına hüküm verilebilir diyen Hanefilere karşı diğer üç mezhep gâib hakkında hüküm verilemeyeceğini söyler Eğer taraflar çağırılıp da mazeretsiz olarak gelmemişlerse, kolluk güçleri onları bulur ve zorla mahkemeye getirir Temyiz, Hükmün Kesinleşmesi, İstinâf: İlk derece mahkemesinde hâkimin verdiği hüküm kesindir; ancak dâvâlı hükmün usûle ve kanunlara aykırılığını iddia edip bir üst mahkemeye gidebilir Burada hüküm usûle uygun bulunmazsa iptal edilir ve yeniden görüşülmek üzere iade edilir Ancak, ictihad ile ictihad iptal edilemez (bk Mecelle, 16) Dâvâlı, hükümde noksanlık, yargılama hatası, hâkim kusuru gibi sebeplerle temyize gidebilir Meselâ Osmanlı devletinde temyiz mahkemesi olarak çalışan Fetvahâne ile Meclis-i Tetkikât-ı Şer'iyye Dairesi gibi makamlar hükümleri bozabilirler veya yeniden görüşülmek üzere ilk mahkemeye iade edebilirlerdi Feragat ve Af: Hukûk dâvâlarında bir dâvâcı dâvâsından feragat edebilir (Beyhâkî, Sulh, 1) Kısas ve diyet dâvâlarının dışındaki ceza dâvâlarında af söz konusu olmaz (Buhârî, Sulh 7, Nesâî, Kasâme, 15-16; İbn Mâce, Diyât, 16) Ceza dâvâları açıldıktan sonra af olmaz, ceza verilir ve yerine getirilir (Ebû Dâvûd Hudûd, 6; Dârakutnî, Hudud ve Diyet, 336) Genel af konusu üzerinde müctehidlerin bir fikri yoktur (Ayrıca bk Adalet, Beyyine, Ceza, Hakem, Hakim, Hukuk, Kadı, Kaza, Keşif, Mahkeme, Sulh, Şehadet; Yemin) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #266 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDECCÂL Kıyamete yakın bir dönemde çıkıp İslâm dinini ve ümmetini ifsad edip kötülüklere sürükleyecek olan ve aynı zamanda kıyametin alametlerinden sayılan biri Deccâl, "decl"in mübâlağa siğası olup "çok yalancı, aldatıcı, hilekâr" manasına gelmektedir O "Bu ümmetin âhir zamanında çıkacak Yahûdîlerden biri olup ilâhlık iddia edecektir" Yalancı olduğundan kendisine bu isim verilmiştir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1389, I, 948) Deccal, aldatıcı ve yalancı özelliği ile, çok eski batıl dinlerde de varlığı kabul edilmiş olup ilk olarak Zerdüşt dininde görülmüştür Kur'ân-ı Kerim'de Deccâl'den bahsedilmez Ancak sahih hadis kitaplarında Deccâl'le ilgili pek çok rivayet vardır Hz Peygamber (sas), bir hadislerinde: "Şüphesiz on alâmet zuhur etmedikçe kıyamet kopmayacaktır" Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında birer yerin batması: Duman*; Deccâl; Dâbbetü'l-arz ; Ye'cûc ve Me'cuc*; güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur (Müslim, Fiten, 39, 40, 128, 129; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbn Mâce, Fiten, 25, 28) Deccâl'in çıkması haktır Deccâl, belli bir şahıs olup, Cenâb-ı Allah onunla, kullarını imtihan edecektir Deccâl olsun, diğer kıyamet alâmetleri olsun bizim için gaybdır Bunlar hakkında bilgi edinmemiz ancak nakil (Kur'ân ve hadis)le mümkün olur Akılla verilebilecek bilgilerin isabet etmeme ihtimali büyüktür Öteden beri kıyâmet alâmetleriyle ilgili olarak çok te'vîller yapılagelmiştir Herhangi bir dayanağı olmayan bu te'villerin geçerliliği de yoktur Ayrıca bunlar, akılla ulaşılamayacak bilgiler olduğundan, yapılacak te'viller, halkı yanlış bilgilendirme vebâline sevk edecektir Aynı yanılgı ve vebâl bunun için de söz konusudur Bazıları Deccal'in komünizm olduğunu ileri sürerler Ancak komünizm bir şahıs değil, bir sistemdir Halbuki hadis-i şeriflerde Deccâl'in vasıfları sıralanırken, onun, her haliyle bir insan olduğu belirtiliyor Ancak gözlerinin birinin kör olduğu bildiriliyor Nitekim bir hadislerinde Hz Peygamber (sas); "Hiç bir peygamber yoktur ki ümmetini tek gözlü yalancı (Deccâl)'den uyarmış olmasın Dikkat edin ki onun bir gözü kördür Rabbiniz ise tek gözlü değildir Körün (Deccâl'in) iki gözünün arasında KFR (kâfir) yazılmış olacaktır" buyurdular (Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 101; Tirmizî, Fiten, 56) Hz Peygamber (sas) bu hadisleriyle Deccâl'in bazı vasıflarını haber veriyor Buna göre Deccâl, bir gözü kör olan bir insandır Hz Peygamber de ümmetini Deccâl'e karşı uyarmıştır Zira Deccâl, bazı harikalar gösterecek ve tanrı olduğunu iddia edecektir İmansızlarla, bazı zayıf imanlılar, ona kanacaktır İmanı kuvvetli olanlar ise kanmayacaklardır Dünya, imtihan yeridir İnsanlar bu dünyada imtihana tabi tutulmaktadırlar Deccâl da bir imtihan vesilesidir Allah'ın kendisine verdiği güçle birtakım hârikalar gösterecektir Deccâl'in göstereceği hârikalara "istidrâc" denir İstidrâc, "inançsız ve şerîr kimselerin arzularına uygun olarak gösterdikleri hârikalara" denir İlâhlık iddia eden Deccâl, istidrâc türünden hârikalar gösterecek ve neticede bazı zayıf inançlılar buna aldanacak, imanı kuvvetli olanlar ise kanmayacaklardır Zira insanlar çok iyi bilirler ki, ilah doğmaz, yemez, içmez, acıkmaz, susamaz, dünyada insanlar tarafından görülmez Halbuki Deccâl ise bir insandır, üstelik eksik yani kör bir insan ve hatta kendi gözünü iyileştirmekten aciz bir yaratıktır İşte insanlar, akıllarıyla bunları bilebilecekleri için Deccâl ve benzerlerinin istidrâc göstermeleri mümkinattandır Müseylemetü'l-kezzâb gibi peygamberlik iddia edenler ise "ihânet" türünden hârikalar gösterebilirler Yani isteklerinin zıddı gerçekleşerek rezil olurlar İstedikleri yönde harika gösterseler; yalancı peygamberle gerçeğini halk ayırt edemez Ve bu, halkın sapmasına sebep olacağından caiz değildir İnsandan peygamber olur ama ilah olamaz Hz Peygamber (sas), "Dikkat edin Deccâl'in sağ gözü kördür Rabbiniz ise tek gözlü değildir" diye ümmetini bu konuda uyararak Deccâl'in harikalarına aldanmalarını önlemiştir Hadislerde Deccâl'in iki gözü arasında KFR (kâfir) yazılacağı ve bunun herkes tarafından okunacağının bildirilmiş olduğunu ifade ettik (Müslim, Fiten,102, 103,105) Deccâl, müminler için çok büyük bir fitne olduğundan, bütün peygamberler ümmetlerini Deccâl'e karşı uyarmışlardır (Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 101) Yine hadislerde bildirildiğine göre Deccâl, Medine'ye giremeyecektir Zira, Deccâl çıktığı zaman Medine'nin yedi kapısı olacaktır ve her kapıda iki melek bekçilik yaparak Deccâl'i Medine'ye sokmayacaktır (Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 112) Deccâl, Medine'nin dışındaki bazı işlenmedik tarlalara kadar gelecek, o günün en hayırlı insanı çıkıp Deccâl'e, "Şehadet ederim ki sen, bize Rasûlullah'ın sözünü ettiği Deccâl'sin" diyecektir Deccâl de yanındakilere, "Ne dersiniz, bu adamı öldürsem, sonra diriltsem şüphe eder misiniz?" diye soracak, oradakiler de "hayır" diyecekler Bunun üzerine Deccâl onu öldürecek, sonra diriltecek Dirilttiği adam o anda: "Vallâhi senin hakkında hiçbir zaman şimdikinden daha basiretli etli olmamışımdır" şeklinde cevap verecektir Deccâl onu tekrar öldürmek isteyecek ama buna gücü yetmeyecektir Bu şahsın Hızır (as) olduğu söylenir (Buhârî, Fiten, 27; Müslim, Fiten, 112) Yine Hz Peygamber, Deccâl'in aldatmacasına karşı da ümmetini şöyle uyarmıştır: "Ben, Deccâl'in beraberinde olan şeyleri pekala biliyorum: Onun beraberinde sudan bir nehir ve ateşten bir nehir olacaktır Ama ateş gördüğünüz şey sudur Su gördüğünüz şey ise ateştir İmdi sizden kim buna erişir de su içmek isterse, ateş gördüğünden içsin Çünkü onu su bulacaktır" (Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 105-109) Demek ki Deccâl, Allah'ın, insanları imtihan için kıyâmetten önce göndereceği bir sihirbazdır Cennet'i Cehennem gibi; Cehennem'i Cennet gibi göstermeye çalışarak fitne ve fesada sebep olacaktır Kehf sûresinin ilk ve son âyetlerini (Deccâl'e karşı) okuyan mümin onun fitnesinden korunmuş olur (Müslim, Fiten, 110) Deccâl, yeryüzünde kırk gün kalacaktır Sıkıntıdan dolayı kırk günün birinci günü bir yıl gibi, ikinci günü bir ay gibi, üçüncü günü bir hafta gibi, diğer günleri normal günler gibi gelecektir (Müslim, Fiten, 110) Deccal'in göstereceği harikalar; rüzgâr estirmek, yağmur yağdırmak, bitki bitirmek vb birtakım harikalardır Sonra Cenâb-ı Allah, İsâ (as)'ı Şam'ın doğusundaki Akminareye, iki meleğin kanatlarına elini koymuş olduğu halde indirecek ve İsâ (as) Deccâl'i öldürecektir (Müslim, Fiten, 110; Tirmizî, Fiten, 62) Deccâl'le ilgili hadis kitaplarında pek çok rivayetler vardır Bunların sahih, zayıf ve merdûdlarını ayırt eden bir araştırmanın yapılması faydalı olacaktır Allah, Deccâl'in fitne ve fesadından Ümmet-i Muhammedi korusun |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #267 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDEF'İ HÂCET Büyük veya küçük abdest bozmak İslâm fıkhında her işin bir usûlü olduğu gibi, def'i hacetin de bir usûlü vardır "Temizlik imandandır" hadis-i şerifleriyle temizliğin müslümanlar için imani bir vecibe olduğunu bildiren Peygamber Efendimiz (sas), bunu yeri geldikçe de fiilî uygulamasıyla sahabeye anlatmışlardır Def-i hacet sebebiyle tuvalete girmenin âdâbı: Tuvalete girileceği zaman, mümkünse namaz kılınan temiz elbiseden başka bir elbise ile girilmelidir Eğer bu mümkün değilse, vücut üzerindeki, palto, ceket, manto, kaban ve pardesü gibi kaba elbiseler çıkarılarak girilmelidir Başın kapalı olması da adaptandır Yine tuvalete girmeden önce, eldeki yüzükte lafzâ-i celâl (Allah cc'ın ismi) veya Hz Peygamberimizin (sas) mübarek ismi yazılı ise, ceplerinde âyet-hadis yazılı sayfa veya Kur'ân'dan birşey varsa, bunlar çıkarılır Yüzük sağ elde ve Allah Peygamber ismi yazılı ise; yüzüğün kaşını avuç içine alıp avucu kapatarak girilmelidir Ayrıca tuvalete girmeden önce, eûzü-besmele çekmek, biliniyorsa şu duayı okumak müstehabtır: "Allahümme innî eûzü bike minel hubsi vel habâis: Allahım Erkek ve dişi bütün şeytanlardan (zararlı her şeyden) sana sığınırım" Tuvalete girerken sol ayakla girilir Çıkarken de sağ ayakla çıkılır Çıktıktan sonra da şu dua okunur: "Elhamdülillahillezî ahrece annî ma yü'zînî ve ebgâ mâ yenfeunî: Bana eziyet veren şeyleri benden çıkaran ve bana faydalı olanları geri bırakan Allah'a hamdolsun" Tuvalete oturmanın âdâbı: Bunları şöylece maddeler halinde sıralayabiliriz 1) Tuvalete girdikten sonra, hâcet için oturmadan önce, tahâret maddesi hazırlanmalıdır, 2) Avret yerleri ayakta açılmamalı, hemen çömelirken açılmalıdır 3) Otururken, ihracatın daha kolay olması için sol tarafa meyledilerek oturulmalıdır, 4) Tuvalette konuşulmamalıdır 5) Dînî ve uhrevî şeyler düşünülmemelidir 6) Aksırılırsa, açıktan hamd edilmemeli, kalbten, gizlice hamd edilmelidir 7) Avret mahalline ve çıkan ihracata bakılmamalıdır 8) Sidiğin içine tükürülmemelidir 9) Tuvalette ihtiyaçtan fazla kalınmamalıdır Def-i hâcet esnasındaki durum âdâbı: 1) Açık arazide bulunan kimse, insanların göremeyeceği ıssız bir yer seçmeli ve imkânı varsa örtü arkasına ya da hayvanı, arabası veya elbisesi arkasına saklanarak hacetini gidermelidir 2) Hacet için oturduğu zaman, önünü, güneşe, aya, kıbleye karşı dönmemeli, bu yönlere arkasını da çevirmemelidir (İbn Mâce, Taharet, 17) Kapalı bina içerisinde ise, Şafii ve Malikilere göre, buralara dönmenin bir zararı yoktur Ancak, Hanefî'ye göre kapalı yer dahi olsa bu yönlere karşı önünü ve arkasını dönmemelidir Evlerdeki helâların buna göre yapılmasına dikkat edilmelidir Ama yapılmış helalar kıbleye karşı geliyorsa bu helâlara girmekte bir sakınca yoktur 3) İnsanların oturacağı, geçeceği yerlere hacet etmemek gerekir Ebu Hüreyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hz Peygamber Efendimiz (sas) bu konuda: "Çok lânet ettiren iki şeyden sakınınız" buyurdu Sahabîler "İki lânet ettirici şey nedir Yâ Rasûlallah?"dediler Rasûlüllah: "İnsanların yolunda yahut gölgelerinde helâsını eden kimsedir" buyurdu (Ahmed b Hanbel, II, 372) 4) Durgun suya küçük su dökülmemelidir Bu konuda da Hz Peygamber Efendimiz (as): "Akmayan durgun suyu bevletme (küçük su dökme) -ettikten- sonra da ondan su alıp yıkanma" (Buhârî, Vudu, 68; Müslim, Taharet, 94-96) buyurmuştur 5) Meyve veren ve gölge vazifesi yapan ağaçlarının altına, gölgelik yerlere, ekin tarlalarına, çeşme ve su kenarlarına, yollar üzerine, mescit civarına, kabristana, karınca deliklerine ve hayvan yuvalarına su döküp, hacet etmemek gerekir 6) Rüzgâra karşı su dökülmemelidir (Rüzgâr aksi yönde estiği için elbiseye sıçrantı yapar ve namazın sıhhatini bozar) 7) (Sıçrantılardan korunmak için) sert satıhlara su dökmemek, 8) Ayakta su dökmemek, (zamanımızda sık sık rastladığımız bu durumu Rasûlullah (sas) Hz Ömer (ra)'da görmüş ve "Yâ Ömer ayakta su dökme" (Tirmizi, Tahâret, 8; İbn Mace, Tahâret, 14) diyerek O'nu bu iği yapmaktan alıkoymuştur) Yalnız, özürlüler için, bu konuda sıçrantıdan büyük ölçüde korunarak yapabilirler, denmiştir 9) Yıkanılan yerde su dökülmemelidir Hz Peygamber (sas) bu durumun kalbe vesvese verdiğini söylemiştir Def-i Hacetten Sonra Taharet Büyük ve küçük abdestlerden sonra temizlenmeye "istinca, İsticmar, istibra ve istitabe" denir İstinca, pisliklerden temizlenmeyi istemek: İsticmar, temizlenmede taş kullanmayı istemek; istitabe, paklanmayı istemektir İstinca; vacip, sünnet, müstehab ve bid'at diye dört kısma ayrılır Bunlar sırasıyla: a) Vacip olan istinca: Cünüp, hayız ve nifastan gusledeceği zaman avret yerlerinin temizlenmesi ile abdestlerden sonra dirhem miktarı necâsetin avret yerlerin taşması halindeki istinca vaciptir b) Sünnet olan istinca: Çıkan necaset, avret yerinin dışına taşmazsa, bu durumdaki istinca sünnettir c) Müstehap olan istinca: Yalnız küçük sudan sonra ön tarafı yıkamak müstehap olan istincadır d) Bid'at olan istinca: Yellenmeden sonra yapılan istinca abes karşılandığı için bid'at hükmüne girer İstibra: Küçük abdestten sonra akıntı ve sızıntının kesilmesine denir ki; bunu yapmak vaciptir İstibrayı, istincadan önce yapmak abdest ve namazın sıhhatli olabilmesi için gereklidir Her insanda, küçük abdestten sonra akıntı olur Bu akıntı bazı insanlarda çok kısa zamanda kesilirken, bazı insanlarda da uzun zaman devam etmektedir Herkes kendi durumunu bildiği için, akıntısının sonunu iyice almalı, istincayı sonra yapmalıdır İstibrayı tam bitirmeden abdest alınırsa, abdestten sonra gelecek olan akıntı abdesti bozar Akıntının sonunu almak için yürümek, hareket etmek, öksürmek, ayakları hareket ettirmek, yatmak ve beklemek gibi tedbirlere başvurulmalıdır Kadınlara istibra icap etmez Bir müddet beklemeleri onlar için kâfidir Yoksa abdest aldıktan sonra bir akıntı olursa abdest bozulur ve abdestsiz namaz kılınmış olur Onun içinde uhrevi azabı gerektirir Zira Rasûlullah "Kabir azabının çoğu küçük abdesttendir" buyurmaktadır (İbn Mace, Taharet, 26) İstinca: İstibradan sonra su bulunmadığı vakitlerde taş, değersiz bez ve pamuk gibi şeylerle istinca yapılır Bunların dışında saksı, kiremit, kömür, sırça, kemik, tezek, insan ve hayvan yiyeceği gibi şeylerle istinca yapmak mekruhtur İstinca yaparken sağ el kesinlikle kullanılmamalıdır Zira Ebu Katade Hz Peygamber (sas)'den şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Sizden biri helaya girdiği zaman zekerini sağ eliyle tutmasın" (Buharî, Vudû', 18; Ebû Dâvûd, Taharet,18) Ancak sol el kesilmiş veya yaralı ise sağ elle, her ikisi de yaralı, kesilmiş ya da çolaksa bu durumda istincasını hanımı veya cariyesi yapar Bunlar da yoksa bu özürlü şahıstan istinca düşer Bu kimse istinca yapmaz İstinca böylece sol elle yapılır Şöyle ki; önce ön taraf yıkanır Arkasından yine sol elin orta parmağı avuç içine doğru biraz kaldırılarak (büyük abdest yolu) yıkanmaya başlanır En ufak bir necaset kalmayıncaya kadar temizleme işlemi sürdürülür İhtiyaç olursa sol elin iki ve üç parmağı da kullanılır Yalnız parmak uçlarıyla taharet basurun meydana gelmesine sebep olduğu için parmak uçlarıyla yıkanılmaz Buradaki yıkamada belli bir sayı yoktur Vesvese edenler beş ya da yedi gibi bir sayı üzerinde durmalıdırlar Temizlik esnasında su, haddinden fazla şiddetle çarpılmadan yavaşça, sıçrantı yapmamasına dikkat edilerek kullanılmalıdır Oruçlu kimseler istinca esnasında gevşek durmamalı, yıkanmada aşırıya gitmemelidirler Aksi halde makat içine su emer ve emilen bu su içeri çekileceğinden oruç fasit olur Buna dikkat edilmelidir İstincadan sonra temiz bir bezle kurulanmalıdır Daha sonra da akıntı olup olmadığı tekrar kontrol edilir Yani gerekirse istibra ve istinca yeniden yapılır Bütün bu işlemlerden sonra rahatça abdest alınır DEHR Zaman, uzun süre, çağ, devir Dünyanın ilk var oluşundan sonuna kadar geçecek müddet (Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Beyrut (ty), 173; İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1389, I, 1023-1024) Kur'ân-ı Kerim'de dehr iki âyette geçmektedir Birisi, "İnsan(oğlu), var edilip bahse değer bir şev olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsân, 76/1) âyetidir ki burada dehr, "uzun zaman" anlamındadır Diğeri de "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak dehr (zamanın geçişi) yokluğa sürükler" derler Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece, böyle sanırlar (el-Casiye, 45/24) âyetidir ki burada dehr, zamanın gelip geçmesi anlamındadır Dehr, bizim kullandığımız, "zaman" anlamında değildir Çünkü zaman; şimdiye, geçmişe ve geleceğe denebilir Dehr ise, "kesintisiz devanı eden uzun zamana (âlemin ömrüne)" denir (Tecrid-i Sarîh Terceme ve Şerhi XI, 180) İkinci âyette işaret edilenler, öncelikle cahiliyye (İslâm öncesi) devrindeki inkârcılar ve müşriklerdir Cahiliyye devrinde, bütün hâdiseler, özellikle musibetler, gece ve gündüzden ibaret olan dehre nisbet edilirdi Bu inançtaki cahiliyye mensupları iki fırka olup, bunlardan bir fırka Allah'a inanmaz, diğeri ise herşeyi dehr'in yaptığına inanırdı Bunlar her kötülüğü dehre nisbet ettiklerinden, Dehriyye adını almışlardır Câsiye sûresi yirmidördüncü âyetindeki "ancak bizi dehr öldürür" diyenler bu gruba dahil olanlardır İkinci fırkayı teşkil eden cahiliyye mensupları ise dehri, hâlik (yaratıcı) tanırlardı Fakat, kötülükleri ona nisbet etmekten tenzih ederler de dehre nisbet ederlerdi Bir de kalkıp dehre söverlerdi Dolayısıyla bu sövme Allah'a râcî oluyordu (el-Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, Humus, 1974, V, 423) Nitekim Hz Peygamber (sas)'in bildirdiğine göre bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Âdem oğlu dehre söverek beni ezalandırır, halbuki ben dehr(in yaradanıy)ım Her emir benim elimdedir Geceyi gündüzü ben idare ederim" (Buhârî, Tefsiru Süre 45/1; Tevhid, 35; Edeb,101; Müslim, Elfâz,1,2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb,169) Yine "Sakın sizden biriniz: Vay dehrin musibetine, demesin (böyle sövmesin) Çünkü dehr ancak Allah'tır" ve "Dehre sövmeyin Çünkü dehr ancak Allah'tır" buyurmuştur (Buhârî, Edeb, 101; Müslim, Elfâz, 4; Muvatta' Kelâm, 3) Bu hadislerdeki "dehr Allah'tır" ibaresinin anlamı şudur: Zamanı ezelî ve ebedî kabul edip herşeyin dehr (zaman) tarafından (kendiliğinden) meydana getirildiğine inanan ve bu yüzden Dehriyye ismini alan, başta cahiliyye Arapları ve onların izinde giden diğer dehrîler (materyalistler) herhangi bir musîbete mârûz kalınca dehre söverler Halbuki dehr'i ve her şeyi yaratan Allah'tır Bu sövme, neticede Allah'a varmaktadır ve bundan dolayı dehre (zamana) sövmek yasak edilmiştir Zira Allah'ın "dehr benim" buyurması "dehrin ve her şeyin yaratıcısı benim" demektir (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1978, IX, 706-707; Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 160) Hoşa gitmeyen birşey karşısında, "bunu dehr yapıyor" diye dehre söven, -dehr bir şey yapmadığına ve her şeyi Allah yarattığına göre- Allah'a sövmüş oluyor Onun için Cenâb-ı Allah, "Dehr Benim" buyurarak dehrin yaratıcısı, mâliki ve mutasarrıfının kendisi olduğunu bildiriyor Hadisdeki "bana ezâ veriyor" ibaresinin anlamı; "bunu kim söylerse Allah'ın gazabına maruz kalır" demektir Zira Allah eziyet duymaktan münezzehtir Eziyet burada mecazdır (Ahmed Davudoğlu, age, IX, 707) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #268 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDELÂLET Yol göstermek, kılavuzluk etmek; rehberlik, alâmet Mekke'de hacc sırasında hacılara ziyaret yerlerini gösteren kimseye "delîl" denilmiştir Kur'ân'da delâlet, kök ve türevleri itibariyle sekiz yerde geçmekte olup, hepsinde de lügat anlamında kullanılmıştır Istılahta ise delâlet, bir şeyin belirli bir durumda bilinmesinden dolayı başka bir şeyin de bilinmesinin lâzım gelmesi, olarak tarif edilmektedir Bu durumda ilk olarak bilinen şeye "dâll (delalet eden, gösteren)"; buna bağlı olarak sonradan bilinen şeye de "medlûl" denir (Cürcânî, et-Ta'rifât, 104) Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması, onların lafızlarının (nass, şer'î hitâb) hükme delâletinin anlaşılmasına bağlı olduğu için, delâlet, daha doğrusu nassların delaleti, fıkıh usulünün başlıca konuları arasında yer alır Ancak hemen belirtelim ki, nassların delaleti konusu dinî bir mahiyete sahip olmayıp; genel bir ifadeyle, Arapça bir ibarenin doğru anlaşılmasını kolaylaştıran dil kurallarıdır Kur'ân ve Sünnet lafızlarının hükme delalet etmesi farklı yollarla olmaktadır Bu delâlet yollarının isimlendirilmesinde ve gruplandırılmasında, usulcülerin izledikleri metodlar farklılık arzetmekle beraber; bu farklılık, önemli pratik sonuçlar doğurmamaktadır Bu itibarla, konunun açıklanmasında, cumhur usulcülerin metodu takip edilecek, yeri geldikçe ve farklılık arzettikçe Hanefî usulcülerin görüş ve isimlendirmelerine temas edilecektir Şer'î hitabın hükme delaleti; biri lafzın "mantûk" ile, diğeri de "mefhum" ile delâleti olmak üzere iki çeşittir; Mantûk, lafzın söylenildiği alana delâleti olup; "sarih mantûk" ve "sarih olmayan mantûk" kısımlarına ayrılır Sarih mantûk, lafzın konulduğu mana olup, bu manaya ya mutabakat (tam uyum), ya da tazammun (içerme) yoluyla delâlet eder Meselâ, "Allah, alım-satımı helâl, ribayı da haram kıldı" (el-Bakara, 275) âyetinin sarih mantûku, alım-satımın helâl, ribanın haram olmasıdır Hanefiler bu delâlet şeklini "nassın ibaresi" olarak adlandırırlar (Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, Çev Abdulkadir Şener, 121) Sarih olmayan mantûk ise, lafzın konulmuş olduğu mana değil, onun lâzım manasıdır Bu hüküm şayet, söyleyenin o lafızla kastettiği anlam ise, "iktiza" veya "îmâ''nın delâleti; aksi halde, "işaret"in delâleti olur Mefhûm da, lafzın söylenildiği alanın dışında kalan fakat yine lafızdan anlaşılan mana olup; mefhum-ı muvafakat ve mefhum-ı muhalefet olmak üzere iki kısma ayrılır Mefhum-ı muvafakat, zikredilmeyen bir hususun hükmünün, daha evlâ veya eşit bir şekilde, zikredilen şeyin hükmüne uygun (muvâfık) olmasıdır Hanefîler buna "nassın delâleti" adını verirler Meselâ, "Anne-babaya öf deme" (İsra, 17/23) âyetinin mantûku, anne-babaya öf demenin haramlığıdır Bu, söylenen husustur Anne babayı döğme ise, âyette sözkonusu edilmeyen bir husus olup, bunun da haram olduğu herhangi bir araştırma ve ictihadı gerektirmeksizin âyetten anlaşılmaktadır İşte âyetin, anne babayı dövmenin haram oluşuna delâleti, mefhum-ı muvafakat yoluyla olmaktadır Mefhûm-ı muhâlefet ise, zikredilmeyen konunun hükmünün, zikredilenin hükmüne, olumlu ya da olumsuz bir yönde aykırı olmasıdır Meselâ, "İçinizden hür mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinin altında bulunan mümin cariyelerden alsın" (en-Nisâ, 4/25) âyetinin mantûku, hür mü'min kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyenlerin mümin cariyelerle evlenebileceğini ifade etmektedir Bunun mefhum-ı muhalefeti ise, hür mümin kadınlarla evlenmeye güç yetirenlerin, mü'min cariyelerle evlenemeyeceğidir Cumhur, mefhum-ı muhalefeti genelde delil olarak alır, Hanefiler ise, alınması yönünde başka bir gerekçe olmadıkça mefhum-ı muhalefeti delil almayı reddetmektedirler Bu delâlet yolları dışında lafızlar hükme delaletinin açık oluşu bakımından "zâhir", "nass", "müfesser" ve "muhkem" kısımlarına ayrılır Bu ayırımda da, sözün söyleniş amacı, başka bir nass tarafından açıklanması veya hiçbir yorum, tahsis ve nesih kabul etmeyişi gibi ölçüler getirilmiştir Hükme delaletinin kapalı oluşu (hafâ) açısından da lafızlar, "hafi", "müşkil", "mücmel" ve "müteşâbih" kısımlarına ayrılır Bu cümleden olarak, meselâ, Kur'ân'daki sârık (hırsız) sözcüğünün (el-Mâide, 5/38), benzeri eylemlere delaleti tartışılmış, kelime bu yönüyle hafî (kapalı) kabul edilmiştir Aynı şekilde, Kur'ân'da geçen "kurû" kelimesi (el-Bakara, 2/228), müşkil olup birkaç anlama gelmektedir Hatta âyetlerde geçen "salât", "zekât" gibi kelimeler, ilk plânda mücmel olup, Hz Peygamberin söz ve tatbikatıyla açıklık kazanmıştır Bütün bunlar, nassların manaya delâletinin değişik kademelerdeki farklılığı olarak değerlendirilebilir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #269 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDÂÎ Davet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve teşvik eden kimse Arapça "deave" fiilinin ism-i faili olan kelime hu anlamıyla kullanıldığında, tarih boyunca insanları doğruya, hakka yöneltmek için Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerin birer dâî, yani davetçi olduğu anlaşılmaktadır Peygamberlerin insanları Allah'a çağırdıkları bir çok âyetlerle sabittir: "(Ey Nebî) de ki: Benim yolum budur Ben ve bana uyarılar bilerek insanları Allah'a çağırırız" (Yusuf, 12/108) " Rabbim, doğrusu ben milletimi gece-gündüz Çağırdım " (Nûh, 71/5) "Ey inananlar, Allah ve Peygamber sizi hayat verecek şeye (İslâm şeriatına) çağırdığı zaman ona uyunuz" (el-Enfâl, 8/24) "(Musa), ben sizi kurtuluşa (her yönüyle İslâm'ı kabule) çağırıyorum (ama) siz beni ateşe çağırıyorsunuz Siz beni Allah'ı inkâr etmeye çağırıyorsunuz ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum" (el-Hicr, 15/41-42) Peygamberler insanları ebedî kurtuluş sebeplerine yani Allah'ın vahdaniyet ve hâkimiyetini kabule çağıran birer dâî oldukları gibi, ümmetlerinden bu görevi yapanlar da Kur'ân diliyle medhedilmişlerdir: "Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?" (en-Nahl, 16/33) Aynı kelimeden türeyen dua da Allah'a yalvarma, Allah'tan dilekte bulunma, iman neticesi Allah'ı çağırma manalarında kullanılır: "Rabbınıza yalvararak ve gizlice dua edin" (el-A'raf, 7/55) " Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim" (11/186, 19/48, 72/20) Allah'a samimiyetle inananlar, her zaman O'na dua ederken; insanların bir çoğu darda kaldıkları zaman Allah'a dua eder, genişliğe erince hiç dua etmemiş gibi hayata devam ederler; ya da Allah'a ortak koşarak O'na dua ederler Bu tür dualar sahibine fayda vermediği gibi azgınlıklarını da artırır: "İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner" (Yunus, 10/12) "Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar, ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen eş koşarlar" (el-Ankebut, 29/65; ez-Zümer, 39/8) "O gün Allah, bana ortak olduklarını iddia ettiklerinize seslenin der Onları çağırırlar fakat hiç birisi onların çağrısına gelmez" (el-Kehf 18/52; Kasas, 28/64) "Allah'tan başkasına yalvarma Öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun" (Yunus, 10/106; ve 26/13, 28/88) Öte yandan İsmailiye, Karmatiye ve Dürziye mezheplerinin esaslarını halk arasında yaymakla görevli kimselere de dâî denilmektedir İslâm'ın dâîleri, peygamberler ve onların yolundan giden halis müminlerdir Ancak İslâm itikâdî mezhepleri incelendiği zaman, Şiîlerde, imamın kendisi için bir dâî tayin etmesi zorunludur Ayrıca ve özellikle Batıniyye mezhebinde dâîlik, insanları mezheblerine davet etmek, yedi mertebede tahakkuk etmek üzere âdeta müessese halinde yaşamaktadır Bütünü, temelde muhatabı aldatmaya dayanan söz konusu yedi mertebe şunlardır: a) Teferrüs: Dâî, gizliliğe uyma hususunda, sağlam ve zâhirî şeyleri batınî anlama gelecek şekilde yorumlayabilmelidir Aldatabileceği ve aldatamayacağı kimseleri tanımalıdır Her insana durumuna göre konuşmalıdır İbadete meyilli kişiyi mezhebine çağırmak istiyorsa, onu ibadete ve zühde sevkeder Sonra ona ibadet ve farzların sebeplerini sorar, böylece onu şüpheye düşürür b) Te'nis: Teferrüse yakın olan bu hileli yol; insanın kendi mezhebiyle ilgili olarak benimsediği şeyleri gözünde süslemek, sonra da ona benimsediği şeylerin yorumunu sorarak onu inançları hakkında şüpheye düşürmektir c) Rabt: Davet olunacak şahsı, şeriatın esaslarını tevil isteği hususunda merakta bırakmaktır d) Tedlis: Şeriatın zâhirî hükümlerinin (namaz, oruç, hacc, hadler) kullara azab vermekten başka bir şey olmadığını söyleyerek, etrafındakileri batınî (gizli) manaları kabule müsait hale getirmek Bu hususta "İnananlarla iki yüzlüler arasına, kapısının içinde rahmet ve dışında azab olan bir sur çekilir" (Hadid, 57/13) âyetini ileri sürerler e) Teşkik: Davet edilen şahsı, "Neden insanın iki kulağı, bir dili var? Tatlı su balığı ile deniz balığını ayıran özellik nedir? Neden sabah namazı iki rekat, öğle dört, akşam üç rekattır? Sûre başlarındaki hece harflerinin manaları nelerdir?" gibi sorularla şüpheye düşürmek f) Hal: Mezhebe çağrılan kişiyi şeriatın zâhirî hükümlerinden tamamen çıkarmak g) Sulh: İslâm'dan tamamen uzaklaştırmak Haramların helâlleştirilmesi Bu sıralamalarla dâîler, muhataplarını İslâm hakkında cevap veremeyecekleri tarzda şüpheye sevkettikten sonra, kendi batıl görüşlerini ileri sürerek muhatabı batınî mezhebini kabule zorlarlar Konu üzerinde araştırma yapanlara göre Batıniyye davetini kuranların başında, Irak valisinin cezaevinde birbiri ile tanışan Cafer b: Muhammed es-Sadık'ın kölesi Meymun b Deysan ile Muhammed b el-Hüseyin gelmektedir Propagandalarına Dendan ve Tuz dolaylarında başladılar Şia'nın gulatından olan Hulûliyye'nin sapık fikrini benimseyen bir grup, Deysan'ın davetine kulak verince o da kendisinin Muhammed b İsmail b Cafer ı es-Sadık'ın oğullarından olduğunu iddia etti ve bunu kabul ettirdi Sonraları Batıniyye mezhebine davet eden Hamdan Kırmıt (Karmat) diye biri ortaya çıktı Karamita bu adama nisbet edilir Davet hususunda, bunu, Ebu Said el-Cennabî takip etti Mısır'da 358-567/968-1171 yılları arasında hüküm süren Fatımî hanedanı, mezhebin kurucularından ve davetçilerinden Meymun b Deysan el-Kaddah'ın devamıdır İran Karmatîleri de Hamdan Kırmıt'ın kardeşi Me'mun'un devamıdır Nişapur'da bu mezhebin eş-Şaranî diye bilinen bir grup dâîleri zuhur etti Haccac orada vali iken de öldürüldü Tarihi kaynaklara göre, Batıniyye'nin daveti el-Me'mun zamanında ortaya çıktı, El-Mutasım zamanında yayıldı Batıniyye, kendilerinin kabul ettikleri Batınî inanışları üstün gören kimseleri "Usûs" olarak tayin ederlerdi Bunlar âyet ve hadisleri kendi esaslarına göre yorumlarlardı Mecusilerin inançlarıyla Batıniyye'nin inançları birbirine benzerlik göstermektedir Nur ve zulmeti, iyi ve kötüyü yaratan iki ayrı yaratıcı kabul eden Mecûsilere karşılık Batıniler de bu âlemin idarecisi olarak ilâh ve nefsi, diğer bir ihtimalle akıl ve nefsi kabul ederler Ateşe tapma benzerliklerini de, Bermekiler'in er-Reşid'e süslü bir şekilde Kâbe'nin ortasında, üzerinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak bir buhurdanlık koymasını söylemekle ve mescidlerde buhur yakmakla ortaya koymuşlardır Dâî, Şia'da İsmailiyye mezhebinin mertebe silsilesinde beşinci derecede bulunur İsna aşeriyyenin oniki imamına mukabil, dâîlerden başka, Batıniler'in akidelerini yaymakla sorumlu olan oniki hüccetteri vardır ve bunların her biri Horasan, Irak ve el-Cezire'de davet ile meşgul olurlar İmamın ilmi de sadece sahibi Cezire ünvanına sahip kişilerce âleme yayılırdı Batınilerde sabık (Bâri Teâlâ); tâlî (akl); cadd (heyulâ); feth (hâlü mutlak); hayal (zaman-ı mutlak) tabirleri vardır ve bu tabirleri şer'î anlamlara uydurmak isteyenlere göre, sabık; kalem; tâli; levha; cadd; baht; men ve ifâya, vermeye ve yasaklamaya memur edilmiş olan melek; feth: cad'ın veziri olan Mikâil; hayal: Cibril'dir Dürzilerde dâîler, daha aşağı mertebedeki ruhânîlerin başında bulunurlar Vazifelerinde kendilerine yardım etmek üzere Ma'zun ve Mukassir denilen yardımcıları vardır Selahiyetlerini tâlî adı verilen beşinci büyük ruhânî reisten alırlar Dâîlere "Dâ'îl İclâl: yüceliğe davet eden kimse" denildiği gibi; el-Cad ismi de verilir Dâîler, müminlere okunmak üzere mezhebin üstadlarından risale ve sicil alırlar Dâî kelimesi, biri diğerinden daha aşağı mertebede bulunan şahıslara delâlet etmek üzere de kullanılır Karmatîler ile Fatımîler'in tarihlerinde "Dâî ed-Dua" tabirine rastlanır En meşhur dâîler, Abdan ve Hamdan Karmat (Karmatî mezhebinin kurucuları) dir Hamdan Irak'ın ilk büyük dâîsidir Zikraveyh de, maiyetindeki dâîlerle Suriye ve Irak hudutlarındaki kasabaları tahrip edebilecek derecede bir kuvvet toplamaya muvaffak olmuş ve nihayet 294/906-907 yılında mağlup edilerek öldürülmüştür Ebu Said el-Cennabî (v 300/913) Ebû Abdullah Muhtasıb en küçük mertebede bir dâî olarak işe başlamış, askerî dehası ile Ketama kabilesinin başına geçerek Ubeydullah adına Kuzey Afrika'yı fethetmiştir Ubeydullah daha sonra Mehdi ilân olunarak 296/906 yılında Mısır'da Fatımîler hanedanı kurmuş ve Ebû Abdullah'ı kıskandığı işin, tahta geçtiği yıl (298/911) onu öldürtmüştür DALÂLET Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak mânâlarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir Nitekim "dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: " (Kardeşleri) dediler ki: Yusuf'la kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz Herhalde babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir" (Yusuf, 12/8) Âyette görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir Duhâ sûresinde de peygambere hitaben; "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7) buyurulmaktadır Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarına da kullanılır Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız Dâll kelimesinin çoğulu olan "dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir "Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur" (el-Bakara, 2/108) "Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/116) "Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur Kim Allah ve-Rasülü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb, 33/36) Yukardaki âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Peygamber'i müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir "İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum demişti " (el-En'am, 6/74) Halbuki Hz İbrahim Kur'ân ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir Fakat akîde söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık Dalâleti seçenlere karşı tavır budur "Allah, müminlere lütufta bulunmuştur Halbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler " (Âli İmrân, 3/164) Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır: "Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde muhakeme olunmalarını isterler Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı Şeytan onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister " (en-Nisâ, 4/60) İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk'ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına gelir Şöyle ki: "Onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler " (en-Nisâ, 4/113) Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi'nin evine gizlemişti Ta'me'yi sıkıştırdılar O, müslüman olmasına rağmen yemin etti Yahudiyi sorguya çektiler O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler Zaferoğulları Rasûlullah'a gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler Ta'me'nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukardaki âyet indi Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur Aşağıdaki âyet buna bir örnektir: Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla; "Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin " (el-Bakara, 2/282) Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet "ten türeyen, "dallet" sözcüğüdür Peygamber (sas)'in hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim: "Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız Çünkü sonradan uydurulan her şey bid'attır Ve her bid'at sapıklık (dalâlet)tır " (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5) DÂLL Yol gösteren, delil olan; delâlet eden İsm-i fâil olan bu kelime Hz Peygamber (sas)'in bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade edilmiştir "Hayra delâlet eden, bizzat o hayrı yapan gibidir " (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut 1351, II 399) Usûl-i fıkıh ve usûl-i tefsir terimi olarak "dâll" bilgi edinmeye götüren şeydir Diğer bir ifadeyle; çeşitli yollarla mana ve hükmün anlaşılmasını sağlayan şeydir Lafzın manaya delâleti, işaretin, yazının, sembolün herhangi bir şeye delâleti gibi (Râgıp el-Isfahânî, Müfredât, 179) Delâlet, masdar olmakla beraber ism-i fâil olan dâll ve delil manasınadır Mantıkçılara ve usulcülere göre delâlet, çeşitli kısımlara ayrılır Hanefi usulcülerine göre, lafzın hüküm ve manaya delâleti dört şekildedir: 1) Dâll bi'l-ibâre (ibaresiyle delâlet eden): Sözün, kastedilen manaya doğrudan ve bizzat delâlet etmesidir "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin " (el-Bakara, 2/43) Bu âyet, ibaresiyle namaz ve zekâtın farziyetine delâlet etmektedir Âyetin indirilişindeki aslî maksat, doğrudan doğruya bu hükmü beyan etmektir Dâll bi'libâre, kesinlik ifade eder Kıyas ve zannî bir delille çürütülemez 2) Dâll bi'l-işâre (işaret yoluyla delâlet eden): Sözün söylenişindeki asıl maksat yanında bu maksatla ilgili diğer bir mânâya delâlet etmesidir: "Şayet bilmiyorsanız bilenlere sorun" (en-Nahl, 16/43) Bu âyet; bilmeyenlerin bilenlere sormasının gereğini ifade eder Bunun mümkün olabilmesi için de âlim yetiştirmenin gerekli olduğuna delâlet eder Zira âlimler olmasa sorup öğrenmek de mümkün olmaz İşte bu ikinci mana doğrudan doğruya âyetin zâhirinden anlaşılmıyorsa da, işâretinden anlaşılmaktadır Dâll bi'l-işâre de kesinlik ifade eder Fakat dâll bi'l-ibâre kadar kuvvetli değildir 3) Dâll bi'd-delâle (delâlet yoluyla delâlet eden): Sözün lugat yönünden delâlet ettiği mana ile birlikte diğer bir mana da hemen akla geliyorsa, buna dâll bi'd-delâle denir Bu delâlete "mefhum-ı muvâfakat", "kıyas-ı celî" de denir Meselâ: "Ana ve babaya öf deme Ve onları azarlama!" (İsrâ, 17/23) âyetinde ibare delâletiyle ana ve babaya "öf, usandım" demek haram kılınıyor Zira bu söz onları üzer Yasak da bu illetten dolayıdır Bu yasağın onlara eziyet vermemek için konduğunu kavrayan bir kimse, âyette söylenmemiş olsa bile onları dövme ve onlara sövmenin haram olduğunu da hemen anlar Bu türlü delâletin hükmü de Hanefilere göre kesinlik ifâde eder Kıyastan üstündür Kuvvet yönünden dâll bi'lişâreden sonra gelir Şafiîler dâll bi'ddelâle'yi kıyas derecesinde görürler 4) Dâll bi'l-iktizâ (iktiza yoluyla delâlet eden): Sözün doğru anlaşılabilmesi ve kabulü, söylenmemiş bir kısma bağlı bulunuyorsa, söylenmiş kısmın bu kısma delâletine dâll bi'l-iktizâ denir Meselâ: "Size analarınız kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kızkardeşlerinizin kızları, süt analarınız, süt kızkardeşleriniz, kaynanalarınız haram kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/23) Bu âyet kastedilen "haram"lık, belirtilen kimselerin bizzat kendileri değil, onlarla nikâhlanılması durumudur Tarifimize göre âyette "nikâh" sözü geçmemiş, fakat şahısların zikredilmesiyle bu manâ anlaşılmıştır Hz Peygamber (sas)'ın sözü de bu kabildendir: "Ümmetimden hata, unutma ve Zorlandıkları şey kaldırılmıştır" (Aclûnî, age l, 433) Hadis-i şerif, hata, unutma ve zorlanmanın değil, bunlardan doğan hüküm ve sorumluluğun kaldırıldığına delildir Zira bunların bizzat kalkması bahis mevzuu değildir (Abdülkerim Zeydân, el-Veciz, İstanbul 1979, 301-310; Ö NBilmen, Hukuku İslâmiye ve lstılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1976, I; 86-91) DARB-I MESEL Bir durumu temsil yoluyla anlatmak maksadıyla eskiden beri söylenegelmiş hikmetli ve meşhur söz veya atasözü Mesel kelimesi lugatta benzer, nazir, delil, hüccet, bir şeyin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir Bunlara Türkçe'de atasözü, söylenmesine de darb-ı mesel adı verilir Kur'ân-ı Kerim'de bir çok meseller vardır Bunlardan bazıları, övmek veya kınamak için getirildiği gibi, sevap ve cezanın önemini yüceltmek, tahkir etmek için de olabilir İşte buna göre darb-ı mesel: "Herhangi bir misali yerinde kullanmak ve tatbik etmek" şeklinde tarif edilebilir Nitekim Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'deki ilâhi hakikatları ve güzel hikmetleri insanların kolayca anlamaları için çeşitli meseller getirir Kur'ân-ı Kerim'in anlatım ve tebliğ metodlarından biri misal getirmektir Bazı insanlar, yalın sözü anlayamaz Yalın söz doğruyu en iyi ifade eden bir anlatım şekli olduğu halde, insanların bilgisizliği ve söze delil istemeleri sebebiyle bazen onlara misaller getirilir Bu misaller, Allah'dan başka dostlar, yardımcılar, ilâhlar, hâkimler edinenlere bir meydan okuma havası taşır Misal, sözü geç anlayana, yalın sözden kaçana, hakkı görünce yüzünü asana verilir ki onun anlatması kolaylaşsın da imân edenlerin karşısına imansızlık ve inkâr anti tezi ile çıkmasın Kur'ân'ın getirdiği misaller, dış dünya ile ilgili olup, bunlar duyu organları ile kavranan ve insanların içinde bulundukları sosyal hayattan alınan misallerdir Bizzat insanların kendi kendilerine misalleri gibidir (ez-Zümer süresi, 39/27) âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Kur'ân'da insanlara her misali getirdik, ola ki düşünür ve öğüt alırlar" Diğer bir âyette de yüce Allah bu mesellerin getiriliş gayesini daha açık ifadelerle anlatarak; "Biz böylece onları insanlar için misaller getiririz, umulur ki, onlar düşünürler" (el-Haşr, 59/21) beyan buyurmakta ve verilen misaller üzerinde insanları düşünmeye davet etmektedir İşte insan zihninin de mimarı olan Yüce Allah, onun yapısını en iyi şekilde bildiği için,sapıklık ve dalâlet bataklığında olan kâfirler belki düşünür de ibret alırlar diye bu misalleri getirdiğini, hatta bir sivrisineği veya ondan da küçük bir şeyi bile misal getirmekten haya etmesinin söz konusu olmayacağını açıklamıştır (el-Bakara, 2/26) Çünkü bazen sahifeler dolusu izah ve açıklama birkaç kelimelik bir darb-ı mesel ile ifade edilebildiği gibi, bir kaç kelime veya benzetme, muhatabın zihninde uzun uzun açıklamalardan daha derin iz bırakabilir Nitekim, bugün insanoğlu kendi eliyle yaptığı bilgisayar veya bir uçağa hayran kalmaktadır Fakat hayranı olduğu bilgisayar, bir beyin hücresinin yanında bile oldukça iptidâi ve kaba olduğu gibi; en son sistemlerle donatılmış, idrakten mahrum mekanik bir uçak da küçük bir sivrisineğin akıllara durgunluk veren yapısı karşısında sözü bile edilemeyecek kadar basit kalır İşte Allah Teâlâ böyle misaller vererek, insanların taklitçiye değil; eşyanın ve bütün bu muazzam kâinatın yaratıcısı, plânlayıcısı, sahibi olan kendisini gerçek Rab tanımaları için düşünmeye sevk etmektedir Bir misal getirilirken, umumiyetle bu misal sağduyuya ve tutarlı düşünceye uygun olduğunda, doğru veya gerçek bilgi elde edilebilir Aksi taktirde, ters yöndeki bir zihnî faaliyet, bu gerçek bilgiden uzaklaşmaya vesîle teşkil eder ve büyük yanılgıya sebep olur Nitekim Yüce Allah böyle bir duruma işaret ederek, şöyle buyurmaktadır: "Dikkat et, sana nasıl da misaller veriyorlar da bu yüzden sapıttılar Artık bir yolda bulamayacaklar" Onlar "Biz kemik ve ufalanmış toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir yaratık olarak dirilip kaldırılacağız? dediler De ki, İster taş olun, ister demir, ister gönlünüzde büyüyen (aklınıza tuhaf gelen) her hangi bir yaralık olun (Allah sizi mutlaka diriltecektir) "Bizi kim tekrar hayata döndürebilir?"diyecekler De ki: "Sizi ilk defa yaratan (diriltecek)" "Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve "Ne zaman o?" diyecekler De ki: "Yakın olması umulur" (el-İsrâ, 17/48-52) Materyalist bir düşünce ile, insanın öldükten sonra dirilmesini imkânsız gören; dünyevî tecrübesinden çıkardığı bir sonuç ile, toz ve kemik yığınından ibaret gördüğü ölüm sonrası halini inkâr eden kişiye Allah Teâlâ, ilk yaratılışın daha zor olduğu halde; kendisine bunun bile zor gelmediğini hatırlatmaktadır Böylece muhataba, yani inkârcıya ikna edici aklî bir cevap vermektedir İşte Kur'ân'daki darb-ı meseller bu tür hakikatleri, insanların anlayabileceği seviyede açıklayarak hem aklî, hem de ikna edici bir şekilde anlatmaktadır DARGINLIK Dargın olma, küsme, gücenme hâli; kırgınlık, konuşmama İslâm'da dargınlık hâli, müminler arasında herhangi bir konuda ihtilâf edilebileceği kabul edilerek geçerli sayılmış; ancak bu hâlin üç günü geçmemesi gerektiği emredilmiştir (Buhârî, Edep, 57, 62; Müslim, Birr, 23, 25) Bu, alelâde günlük vakalar içindir Ayrıca, "yüz çevirme" denilen bir dargınlık türü de vardır ki, asîler ve fasıklara karşı yapılır Dârü'l İslâm' da yaşayanlardan müslümanlar arasında kesinlikle ayrılık söz konusu olamaz Eğer küskünlük meydana gelmiş, nefslere uyulmuşsa, Allah'ın şu emri tatbik edilir: "Muhakkak müminler kardeştirler Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, size rahmet edilsin" (el-Hucurat, 49/10) Hz Peygamber de şöyle buyurur: "Bir kişinin kardeşini üç günden fazla küs bırakması helâl değildir İki mümin karşılaştıkları zaman birisi yüzünü şu tarafa, öbürü öte tarafa çevirir Halbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır" (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII 145) Yüz çevirmeye gelince; bu, asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır Tebük gazasına katılmayıp geride kalan Kâ'b ibn Mâlik, Mürâre İbn Rebî' ve Hilâl İbn Ümeyye adlarındaki üç sahabî ile Hz Peygamber'in emriyle elli gün hiçbir müslüman konuşmamış, onlara selâm bile verilmemiş ve selâmları alınmamış, onlara güleryüz gösterilmemiş, tamamen dışlanmışlardı Kâfirlere karşı düzenlenen cihat harekâtından geri kalan bu üç kişiden Kâb, bizzat, yaşadığı o acıklı durumu şöyle anlatır: "Sonra Rasûlullah müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu Herkesten ayrı kalmıştık Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman" Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tevbe etmişlerdi Nihayet Allah Teâlâ onları affedip haklarında şu âyeti indirdi: "Ve Allah savaştan geri kalan o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu Bütün genişliğiyle beraber yeryüzü başlarına dar gelmiş canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'tan, yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı Allah onların tövbesini kabul Buyurdu ki tövbe etsinler Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir " (et-Tevbe, 9/118) Bu âyet indikten sonra, kendilerinden yüzçevirilen üç sahâbî büyük bir sevinçle ümmetle bütünleşmişlerdi (Hadîsin ve olayın tam metni için bk Buhârî, Meğâzî, Gazvetü Tebük Bu olay göstermektedir ki, İslâm toplumunda müslümanlar bir vücût teşkil ederler Onlar, birlik ve bütünlük içinde topluca Allah'ın şerîatına sarılırlar, Ümmete aykırı düşenler hemen toplum dışına itilirler Ka'b ve arkadaşlarının başına gelen olay ayrıca İslâm toplumunun samimi bir iletişim düzeni kurmasının önemini; Allah rızası için dostluk kardeşlik bağı ile bağlı olan müminlerin cemâat anlayışında bulunması gereken aşıklık ve netliği: davanın mükellefiyetlerine göğüs germe, verilen emirlere değer verme ve müşrûiyyet dairesinde itirazsız itaat etmenin ehemmiyetini; müslümanlardan ayrı düşüldüğünde nasıl pişman olunduğunu da anlatmaktadır Rasûlullah (sas) Müslümanların birbirine buğz etmelerini, arka çevirmelerini, hased ve birbirleriyle alay etmelerini yasaklamıştır (Buhârî, Edep 57; Müslim, Birr, 24, 28; Tirmizî, Kıyâme, 54) Rasûlullah, İslâm toplumunda da insanlar arasında türlü geçimsizliklerin çıkacağını bilerek müminlere kesinlikle üç günden fazla birbirlerini bırakmamalarını emretmiştir Rasûlullah, müminlerin birbirlerine üç günden fazla küs durmalarının onları kin, nefret, buğz duygularıyla donatacağını ve doğal olarak zıtlaşmanın çatışmalara bile yol açacağını haber vermiştir Küskünlükler, bir münakaşada kızgınlık sebebiyle ve sarfedilen kelimelerle; eline, beline, diline sahip olmayan şuursuz müminler arasında görülebileceği gibi, bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle, karşılıklı vuruşma, sövme gibi sebeplerle meydana gelmektedir Günümüzde mezhep, meşrep vb görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da ümmet fertleri arasında ayrılıklar görülmektedir Netîce itibariyle her kim Rasûlullah'ın en güzel yoluna uymuşsa, cahilî, ilkel, kaba yobaz, ham softâ tavır ve tutumları bırakmak zorundadır Buna riayet eden müslümanlar asla dargın kalmazlar (Ayrıca bk Takvâ, Sulh, Hased, Kibir, Âdâb, Ahlâk) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #270 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlüked-DARR Dilediği kuluna zarar veren; O'nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen Elem verici şeyler yaratan anlamında Allah'ın isimlerinden biri Zıddı, en-Nâfi'dir Menfaatleri ve mazarratları yaratan, ancak Allah'tır Bütün olaylar sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yok olanı var edemez Onlar ancak insanların elinde birer tutamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmıştır İnsanın menfaat ve zararlarına hâkim ve rakipsiz müessir ancak Allah'tır O, insanlara, menfaat ve zararları ayırd edici kuvvet vermiştir Yani insanlar akıl ve ilimle hayır veya şerri birbirinden ayırabilirler Dünya imtihan yeridir ve zâhirde kötü olarak görünen, aslında iyi olabilir veya bunun tersi de mümkündür Bunun sırrını ancak Allah bilir Sözlükte "darre" zarar vermek demektir Zarar da aynı şekliyle dilimize geçmiştir: ed-Dararü İsm-i fâil olan ed-dârr, meselâ "durrin" şeklinde şu âyette geçmekte ve Allah'ın kullarına zarar vericiliği sıfatını açıklamaktadır: "Allah sana bir zarar isabet ettirecek olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse kaldıramaz Eğer sana bir hayır (nimet) da dokundurursa, işte o, her şeye hakkıyle Kadir'dir " (el-En'am, 6/17) Diğer âyetlerde de, Allah'ın bir zarar vermeyi dilemesini hiçbir şeyin önleyemeyeceği; yine bir hayrını da hiç bir şeyin engelleyemeyeceği açıklanmaktadır Dönekler, Allah'a hiçbir zarar veremez (Ali İmran, 3/144) Sapıklık, Allah'ı bırakıp kendisine bir zarar veya fayda vermeyen şeye tapan kimsenindir(el-Hacc, 22/12) Ehl-i Kitap, müslümanlara bir iyilik dokunduğu zaman, bu onların kötüsüne gider; bir kötülük dokununca da buna sevinirler (Ali İmrân 3/120) İnsanlar kendilerine bir zarar dokunduktan sonra Allah onlara rahmet ettiği zaman hemen âyetler hakkında hileye saparlar (Yunus, 10/21) Allah insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattırdığında, o, kötülükler başımdan gitti diye sevinir İnsan çok sevinen, çok öğünen bir mahluktur (er-Ra'd 11/10) İnsanlara zarar verenlere, Allah'ın hükümlerine karşı gelenlere Allah'ın zarar vermesi haktır DÂRU' L-ADL Adalet ülkesi Dâr, sözlükte; ev, mesken, kabile, yurt ve ülke anlamlarına gelir Adl veya adalet ise; doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, bir şeyi diğerinin eşi kılmak, aynı seviyede kılmak demektir Bir İslâm hukuku terimi olarak Dâru'l-adl, İslâm ülkesi anlamında kullanılmıştır Bir İslâm ülkesinde bütün halka eşitlik ve adalet esasları üzere hükmetmek gerekli olduğu için islâm ülkesine aynı zamanda "adalet ülkesi" denir Bunun karşıtı, Dâru'l-bağy'dir Bu ise, müslümanlardan bir grubun meşru idareye karşı, sahibinden geçerli bir delîle (te'vîle) dayanarak itâattan çıkması ve bağımsız bir bölgede askerî bir güçle hâkimiyet kurmasıdır İşte muhariplik sıfatları tanınan bu müslüman isyancıların hâkim olduğu bölge veya ülkeye de "Dâru'l-bağy" denilmektedir Buna, Dârul-cevr de denir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 334; Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 283, III, 308; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 310; Ö N Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 334, 412; Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, Dârü'l İslâm, Dâru'l-Harb, İstanbul 1988,135-136) İslâm'da adalet, genel anlamıyla, hak olan semâvî dinlerin getirdiği esaslara uygun olarak hükmetmektir Cenâb-ı Hak, bu esasları peygamberlerine vahyetmiştir Bunlarda, müslümanların birbirleriyle ve müslüman olmayanlarla, hatta düşmanla olan ilişkileri düzenlenmiştir Yerler ve gökler, adaletle ayakta durur Adalet mülkün esasıdır Zulüm ise, medeniyetlerin yıkılmasına ve saltanatların son bulmasına sebep olur Âyet ve hadîslerde adalet teşvik edilmiştir Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki, Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı emreder" (en-Nahl, 16/90); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor " (en-Nisâ, 4/58); "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın" (En'âm, 6/152) Düşmana karşı bile adaleti emreden şu âyet, olgun insanı târif etmektedir: "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olun Bir kavme olan kîniniz, sizi adaletsizliğe sevketmesin Adaletli olun Çünkü o takvaya daha yakındır Allah'tan korkun Şüphesiz ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır" (el-Mâide, 5/8) İslâm, adaleti istemekle yetinmedi; bunun mukabili olan zulmü de kesin bir şekilde haram kıldı: "Ey Peygamber, sakın zalimlerin yaptıklarından Allah'ın habersiz olduğunu sanma Allah onların cezalarını, gözlerin belerdiği o zor güne bırakır " (İbrahim, 14/42) Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulur: "Bu ümmet, konuştuğu zaman doğru söylediği, hükmettiği zaman adaletle hükmettiği ve kendisinden merhamet dilenildiği zaman merhamet ettiği sürece hayır üzere devam eder " (İbn Mâce, Menâsîk, 103; et-Tergîb ve't-Terhîb, III, 171); "Yaratılmışların Allah'a en sevimlisi, ülkesini adaletle yöneten devlet başkanıdır Onların Allah'ın en çok buğzunu davet edeni de, ülkesini zulümle yöneten devlet başkanıdır" (Buhârî, Zekât, 16; Hudûd, 19; Müslîm, Zekât 91; Tirmizî, Ahkâm, 4; Cünne, 2, Zühd, 53; Ahmed b Hanbel, III, 305, 439, 444, 445); "Ey kullarım, şüphesiz ki, ben zulmü kendime haram kıldım Sizin aranızda da haram kıldım Birbirinize zulmetmeyiniz" (Müslîm, Birr, 55; Ahmed b Hanbel, V,160); "Zulümden sakınınız Şüphesiz ki, Kıyamet gününde zulüm, karanlıklar demektir" (Buhârî, Mezâlîm, 8; Tirmizî, Birr, 83) İslâm'ın istediği adalet, idare edeni, idare edileni ve insanlığı topluca kapsamına alır Bu; hükümde, idarede, vergi koymada, insanların maslahatını gözetmede hak ve görevleri dağıtmada, sosyal adaleti gerçekleştirmede, şahitliklerde kaza, infaz, had ve kısasların uygulanmasında, kadın ve çocuklarla birlikte aile konusunda, eğitimde, mülk edinmede, görüş, düşünce ve tasarruflarda fertle toplumu, dostla düşmanı, zenginle, fakiri, aydınla bilgisizi, işçiyle işvereni tatmin eden, toplumda huzur ve sükûn sağlayan bir adalettir İslâm adaleti, muamelelerde, kazada, hak ve mal mülkiyetlerinde eşitliği ister Hz Ebû Bekir (ra)'in hilâfete gelirken yaptığı ilk konuşmada bu adalet anlayışının ipuçlarını bulmak mümkündür O, şöyle demişti: "Sizin işinizde güçsüz olanlar, benim yanımda, ben onların hakkını alıncaya kadar güçlüdür Güçlü olanlarınız da benim yanımda ben inşallah güçsüzün hakkını kendilerinden alıncaya kadar güçsüzdür" Hz Ömer (ra) de Ebû Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektupta şöyle demiştir: "İnsanların arasında yüz hareketlerinde, adaletinde ve oturuşunda eşit davran ki; şerefli kimse, senden fazla bir şeyler koparacağı ümidine kapılmasın; zayıf olan da senin adaletinden ümidini kesmesin" (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî, VI, 718-719) Hz Peygamber İslâm adaleti karşısında insanların eşit olduğunun kendi ailesinden çok sevdiği kızı Fatıma'yı örnek vererek şöyle ifade etmiştir: "Sizden önceki kimseleri, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığı zaman onu serbest bırakmaları, güçsüz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ise, ona ceza vermeleri mahvetmiştir Muhammed'in hayatını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsa idi, onun elini de keserdim" (Buhârî, Enbiya, 54; Megazî, 53, Hudûd, 2; Müslîm, Hudûd, 9; Ebû Dâvûd, 2, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudud, 6, Nesâi, Sarık 6; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5) İslâm adaletinin uygulandığı ülke ile bu ülkede meşru yönetime karşı isyan edenlerin kontrolü altındaki bölge (dâru'l-bağy) arasındaki ilişkiler, Hz Ali'nin Muâviye ve Haricîlerle olan ilişkilerine dayandırılır İki tarafın savaş sırasında birbirlerinin mal ve canlarına verdikleri zararlar, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tazmin edilemez İsyan ve savaştan önce veya sonra, mal veya cana verilen zararlar ise tazmin edilir Âsîlerin hâkimiyeti altında bulunan dâru'l-bağy, dâru'l-İslâm'dan sayılır Bu yüzden bu iki dâr arasında prensip olarak ülke ayrılığı mevcut değildir Ancak meşru idare ile âsîlerin idaresinin ayrı oluşu birtakım hukûkî sonuçlar meydana getirmektedir (es-Serahsî, el-Mebsut, X,127-128, XXIV,108; el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyi, VII, 141; Mâlik, el-Müdevvene, III, 48; İbn Kudâme, el-Muğnî, X, 60-61; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Kahire 1966, 61; Ebû Ya'la, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1938, 40; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1959, II, 211; Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 142; Ahmed Özel, age, 136-137) İsyancıların (buğât) hâkimiyeti altındaki yerler yeniden adalet ülkesinin eline geçince, halkın daha önce yöneticilere ödediği zekât ve öşür gibi vergileri mahalline sarfetmedikleri anlaşılırsa, yükümlülerin bu vergileri yeniden ödemelerine istihsan yoluyla fetva verilir, fakat buna zorlanmazlar Âsî idarecilerin bazı tasarruflarının geçerliliği, velâyetlerinin meşru olmasından değil: tebaanın maslahatı için zaruret yoluyla kabul edilmiştir (el-Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanâyî, VII, 142; İbnü'l-Hümâm, Fethü'l-Kadîr, V, 338; Ö N Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye ve Kâmusu, III, 420) Hanefilere göre bâğîlerin beldesinde adalet ülkesinden tayin edilen hâkimlerin İslâm'a uygun hükümleri geçerli olup, bu belde meşru idarenin eline geçince infâz edilir Hâkim, âsîlerden ise, adalet ülkesinin fâsıkları gibi sayılır Bu bölge, meşru idarenin eline geçince; eğer bu hâkimin verdiği hükümler, ehl-i adl hâkimine getirilirse, hâkim, kendi görüşüne uygun olanı veya ictihad konusu meselede verilmiş hükümleri geçerli sayarak uygular Haksız ve İslâm'a aykırı olanları geçersiz sayar Hanefîlerde geçerli olan görüş budur (es-Serahsî, age, X, 130, 135; el-Kâsânî, age VII, 142; Ahmed Özel, age, 131) (Ayrıca bk Dârü'l-İslam, Dârü'l-Harb) DÂRÜ'L ACEZE Acizler yurdu, düşkün ve kimsesizlerin barındığı yer Kuruluşu bir asrı bulan müesseselerden biri Sultan II Abdülhamid, Sadrazam Halil Rıfat Paşa'y'a bir "düşkünler evi" yaptırmak üzere emir verir Bunun üzerine İstanbul'daki kimsesizler, başıboş gezen Gocuklar bir araya getirilip bakım ve yetiştirme çabasına başlanılır Küçükler burada büyüyüp bir sanat ve meslek edinmek üzere belirli bir eğitime tabi tutulurken; yaşlılar da ömürlerinin son yıllarını huzur içerisinde geçirmek ürere buraya alınırlar Söylenilenlere göre buraya ilk para yardımını bizzat padişah, kendi imkânı ile yapar Sadrazam Rıfat Paşa ise, evindeki ban kıymetli eşya ve gümüş takımlarını satarak buranın inşaatını yapmaya harcar Bu arada çeşitli kişi ve kuruluşlardan bağışlar yapılır İnşaat bu şekilde tamamlanır Bina şu kısımlardan meydana gelmiştir: Bir erkek, bir kadın hamamı; altı aceze, iki hastane pavyonu; mutfak, çamaşırhane, çocuk yuvası, yetimhane, cami ve kilise Görüldüğü üzere, konuya Osmanlı toplumundaki bütün muhtaç insanları içinde barındıracak bir yuva olarak bakılmıştır Müessese yıllarca toplumdaki kimsesiz ve bakıma muhtaç olan insanların önemli bir sığınağı olarak hizmet görmüştür Meselâ, çocuklar yetimhanede, yetişme çağına ait şartları büyük ölçüde bulabilmişlerdir Darülaceze'de çeşitli sanatlara ait çalışma imkanları sağlanarak buradaki insanların boş kalmaktan dolayı sıkıntı duymamaları sağlanmıştır Zamanla birçok müessesede görünen bazı aksaklık veya istismarın Darülaceze'de de yaşandığına dair canlı şahitler bulunmaktadır Darülaceze'nin eskiden gelen disiplin ve düzeni bozulmuş olduğu gibi, hastalara gereken ihtimam ve şefkatin esirgenmekte olduğu anlaşılmaktadır Özellikle kimsesiz insanların daha büyük ihtimam ve şefkate ihtiyacı olduğu kabul edilirse, bu müessesenin işlerlik kazanması birçok işten daha önemli gözükmektedir Bütün bunların yanısıra, Darülaceze'nin belediye gibi politik ve çeşitli yönlerden istismar edilebilecek bir organizasyona bağlı bulunması, onun aslî fonksiyonunu yapamamasına da bir başka sebep teşkil edebilir DÂRÜ'L-AHD Dârü'l-İslâm'la anlaşmalı ülke İslâm hukukunda kendileriyle mütareke ve zimmet anlaşması yapılan gayrimüslim (harbi) ülkelere daru's-sulh veya daru'l-ahd adı verilir Hanbeli doktrininde ülkeler arazi hukuku yönünden taksim edilirken, mülkiyetin aidiyetine göre müslümanların ele geçirdikleri topraklar dört grupta mütalaa edilmiştir Kuvvet yolu ile ele geçirilenler, halkının korkudan veya müslümanların izniyle terkettikleri topraklar, sulh yoluyla elde edilen topraklar Sulh ile elde edilen topraklar da, müslümanların mülkiyete ortak olduğu topraklar ve mülkiyeti gayri-müslimlere bırakılan topraklar diye ikiye ayrılır Barış anlaşması ile mülkiyeti cizye hükmünde bir haraç karşılığında gayri-müslimlere bırakılan yerlere darü'l-ahd denir Böyle ülkelerde yaşayan gayri-müslimler, yapılan anlaşmaya uydukları sürece orada yaşarlar Darü'l-ahd'in İslâm ülkesi sayılmaması, Hanbelilere ve İmam Maverdî'ye göre, arazi hukuku sebebiyledir Yine bu ülkeye harp ülkesi de denmemiştir Çünkü müslümanlarla sulh halindedir Ancak, bir ülkenin müslümanlara veya gayrimüslimlere nisbetinin iktidar, hâkimiyet ve İslâm ahkâmının uygulanmasına bağlı olması sebebiyle, Şafiî hukukçuları bu ülkenin, dârü'l-İslâm sayılması gerektiğini söylemişlerdir İmam Şâfiî'ye göre, gayri-müslimler, İslâm ahkâmının icrası şartı kabul edilmeden cizye üzere sulh yapamazlar Yapılsa bile, bu anlaşma, geçici bir mütarekeden ibaret olur Ebu Hanife de, böyle ülkelerle yapılan sulh ile, onların ehl-i zimme ve ülkelerinin dârü'l-İslâm olduğu kanaatindedir Ayrıca Hanbelî fukahası, anlaşmanın bozulması halinde, darü'l-ahd'e açılan harp sonucu bu ülkenin fethedilmesi halinde, yine darü'l-ahd kalacağı görüşünü savunmuştur Ancak, çoğunluğun görüşüne göre o ülke darü'l-İslâm sayılmıştır (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1984, 134 vd) Darü'z-zimme, darü'l-muvadaa diye iki ayrı ıstılah daha vardır Buna göre sulh ile Dârü'l İslâm yapılan ülkeleri Hanefi fukahası ikiye ayırır Bunlardan darü'z-zimme; uzun süreli olarak İslâm kanunlarını tatbik üzerine anlaşma yapılan ülkelere denir Bunlar, ehl-i ahddirler Rasûlullah da Necranlılarla böyle bir andlaşma yapmıştır İmam Malik de aynı görüşü savunmuştur İkinci olarak dârü'l-muvâdaa adıyla, İslâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla anlaşma yapılan ülkeler de vardır ki, bunlar, dârü'l-harp hükmündedir Dârül-muvâdaa'ya yapılan sulh ile, taarruz terkedilmiş olur Halkı ehl-i harp olduğundan bu ülkeye dârü'l-İslâm'dan silâh götürülmesi yasaktır (Ayrıca şahıs hukuku için bk Dârü'l-İslâm ve Darû'l-Harb) İslâm hukukçuları hâkimiyet ve ahkâma göre ülkeleri temelde dârü'l-İslâm ve dârü'l-harp şeklinde ikiye ayırırlar Bu iki devlet arasındaki münasebetlerin harp ve sulh durumuna göre tartışmalı olduğu doktrinde, esas olarak gayri müslim her ülke için dârü'l-harp tabiri kullanılmış ve bu anlayış, orta ve yeni çağlarda gayri müslimlerle olan münasebetlerin harb esasına dayandırılmasından doğmuştur İslâm hukukunda "siyer" adı altında devletler umumi ve hususi hukuk kaideleri sistemleştirilirken kavramlara yaklaşım bir ülkenin İslâmî ahkâmı uygulayıp uygulamaması ölçüsüyle olmuş, ancak mülkiyet hukuku konusunda fukaha arasında ihtilaf görülmüştür (Ayrıca bk Emân, Harâc, Sulh DÂRU'L-BAĞİ İslâm devleti bünyesinde bir grubun İslâmî yönetime karşı çıkarak işgal altına aldığı bölgeye verilen isim Müslümanlardan bir grup İslâmî yönetime karşı ayaklanıp kendilerince geçerli bir tevil (yoruma bağlı delil)'e dayanarak itaat dışına çıkar ve bağımsız bir bölgede askeri bir güçle hâkimiyet kurarlarsa, bunlara "buğat" (bağîler, âsîler) denir Bu isyancıların ele geçirdikleri ve hâkimiyetleri altına aldıkları bölgeye islâm hukukunda "dâru'l-bağy" denir İslâmî idarenin yönetim ve hâkimiyeti altındaki bölge veya ülkeye de "dâru'l-adl*" (adalet ülkesi) adı verilir (Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1988, 135-136) Devlet başkanlığı meşru yolla sabit olan halifeye İslâm'da itaat mutlaka gerekli ve ümmet için bir farzdır Ona karşı ayaklanmak ve savaşa girişmek yasaklanmıştır (el-Maverdi, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, Kahire 1386/1966, 5; İbn Kudâme, el-Muğni, Beyrut 1392/1972, X, 48) Bu hususta Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) Hanefilere göre, isyancıların bâğî* sayılması için müslüman olmaları gerekir Çünkü hristiyan veya yahudilerden olan zımmîler ayaklanır ve müslümanlara ait bir bölge veya beldeyi ele geçirirlerse bunlar "harbî" olur Zımmîler, müslüman isyancılarla işbirliği yaparak meşru İslâm idaresine karşı savaşırlarsa, statüleri değişmiş olmaz Çünkü bunlar müslüman olan isyancılar (buğât)'a tâbi sayılırlar (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr Trc, IX, 100, 101) Bu duruma göre adalet ülkesi ile isyancıların ülke veya beldesi iç içe veya yan yana bulunabilmektedir Hz Ali'ye isyan eden, onun kanını müslümanların kan ve mallarını ve kadınlarını esir almayı mübah sayan, Ashab-ı Kiram'ı küfürle itham eden ve her günah işleyeni kâfir sayan Hârici ve benzeri fırkalar da asîlerden kabul edilmiştir (İbnü'l-Hümâm, fethu'l-Kadir, IV, 408 vd; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III, 338) Adalet ülkesi yönetimi, âsilerle teslim olmalarına kadar savaşır Âyette şöyle buyurulur: "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını bulup barıştırın Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz de o tecavüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın Sonuçta Allah'ın emrine dönerse artık adaletle aralarını bulup barıştırın Her işinizde adaletle hareket edin Şüphesiz Allah, adaletli olanları sever " (el-Hucurât, 49/9) İslâm hukukunda bu konu, Hz Ali ile Muâviye ve Hâriciler arasında vukû bulan savaşlara dayandırılır (M Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, Trc Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 142) İki tarafın harp sırasında karşı tarafa verdikleri zarar dört büyük mezhebe göre tazmin edilmez Ancak isyan ve savaştan önce veya sonra mal veya cana verilecek zararlar ise tazmin edilir (Mâlik, el-Müdevvene, Mısır 1323, III, 48; Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 61; Şirazî, el-Mühezzeb, Kahire 1379/1959, II, 211; İbn Kudâme el-Muğnî, X, 61-62) Âsîlerin hâkimiyeti altında bulunan dâru'l-bağy, dâru'l-İslâm'dan sayılır Bu yüzden dâru'l-bağy ile dâru'l İslâm arasında temelde ülke ayrılığı yoktur Ancak idare ayrılığı, bazı hukukî sonuçlar doğurur (Ahmet Özel, age, 137) Muharib isyancıların umumî maslahata yönelik tasarrufları geçerlidir Velâyetleri olmadığı halde topladıkları zekât, öşür, haraç ve cizye gibi vergilerin geçerli sayılması amme maslahatını korumak içindir Çünkü bu belde yeniden İslâm devletinin (dâru'l adlin) eline geçince, bu vergiler talep edilirse, halk çifte vergi ile karşı karşıya kalır Bu da onların gücünü aşan bir konu olur (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Kahire 1328/1910, VII,142; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1319, V, 338; Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 420; İbn Kudâme, age, X, 70) Âsî yönetici kadı tayin edebilir Kadı ehl-i adl'den ise, bâğîlerden biri değilse İslâm'a göre hüküm verir ve bu hükümler daha sonra burası adalet ülkesine bağlansa da infaz edilir Kadı, bâğîlerden ise, Hanefilere göre şu görüşler söz konusudur: Onlar adalet ülkesinin fâsıkları gibidir; en sağlam görüşe göre fâsık kimse kadı olabilir Bölge, adâlet ülkesine bağlanınca, bu kararlardan haksız ve batıl olan varsa geçersiz sayılır Başka bir görüşe göre âsî kadı, hakem gibidir Hükmü, kadı'nın görüşüne uygunsa geçerli sayar, değilse iptal eder Bir üçüncü görüşe göre; âsî kadı'nın verdiği her türlü hüküm geçersiz olup infaz edilemez Ancak bu son görüşler daha çok Hâricîler hakkında ortaya çıkmıştır Hanefîlerde asıl olan ilk görüştür (es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1331, X, 130, 135; el-Kâsânî, age, VII, 142; İbn Nüceym el-Mısrî, el-Bahru'r-Raik, Kahire 1311, VI, 298-299; Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 307) Hanefilere göre dâru'l-bağy'de işlenen zina, şarap içme kazf, öldürme, hırsızlık ve yol kesme gibi cürümlere ceza uygulanmaz Çünkü meşru idarenin onlar üzerindeki velâyet hakkı kesintiye uğramıştır Bu durumda sanki suç dârul harb'de işlenmiş gibidir Suçlu veya mağdurun hangi taraftan olduğu önemli değildir (es-Serahsî, age, IX, 204, X, 100, 130; el-Kâsânî, age, VII, 34, 45, 71, 80, 141, 168; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, V, 46) Ancak bunu, dâru'l bağy (âsiler bölgesi)'nde işlenen suçlar cezasız kalır, şeklinde anlamamak gerekir Âsiler belde veya ülkesinin kendi içinde yöneticisi ve kadı'ları olabilir Hatta İmam Şâfiî'ye göre, bir beldenin, bâğîler ülkesi sayılabilmesi için aralarında kendisine itaat ettikleri bir kumandanın bulunması şarttır Bu yüzden suç işleyenlere kendi içlerinde ceza uygulamaları mümkündür Ancak adalet ülkesi (meşrû idare), asîlere söz dinletemediği ve onlara hakim olamadığı işin, orada had cezalarını uygulamaya gücü yetmez |
|