Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #241 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ HADÎS Hadis ehli, Sünnet'e sahip çıkanlar, Sünnet ve Cemaat yolundan gidenler Ehl-i hadis terimi; hadis ilmine sahip çıkan, hadise önem veren, onu re'ye tercih eden ve müctehid imamlar devrinde Hicâz'da özellikle Medine'de hadis âlimlerini anlatmak için kullanılır Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına doğru bazı sahâbeler irşâd ve talim amacıyla İslâm âleminin çeşitli yerlerine dağılmışlardı Hz Ömer (ö23/643) devrinde Fustat, Kûfe ve Basra şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti Diğer yandan Hz Ömer, Abdullah b Mes'ud'u (ö32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz Ali de hilâfeti zamanında idare merkezini oraya nakletmişti Emeviler yönetimi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar Böylece, ashâb-ı kirâmdan ilim, irfan ve feyiz almak isteyen tâbiûn âlimleri, aradıklarını daha çok Hicâz veya Irak'ta bulmuş, giderek bu iki bölgede yer ve üstad farkından dolayı iki ayrı grup teşekkül etmiştir Merkezi Kûfe olana "Irak Ekolü", Medine olana ise "Hicaz Ekolü" adı verilmiştir Birinci ekole "ehl-i re'y" *, Hicaz ekolüne de "ehl-i hadis" ve "ehl-i eser" denilmiştir Merkezi Hicaz olan ehl-i hadisin oradaki temsilcisi İmam Mâlik b Enes'tir (ö93/711 - 179/795) Fazlaca hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis sayılmasına sebep olmuştur İmam Mâlik, Kitap ve Sünnet yanında Medinelilerin amelini de delil olarak alıyor, "haber-i vâhid"lerin onların uygulamasına zıt düşmemesini şart koşuyordu Çünkü o, dinî işlerde Medinelilerin amelini "meşhur hadis" derecesinde görür Bunları; Hz Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti olarak kabul eder Eğer haber-i âhad, Medinelilerin ameline aykırı düşerse, onun Peygamber'e nisbeti zayıf demek olup, Medinelilerin amelinden sonra gelir Bu da İmam Mâlik'e göre, meşhur rivâyeti haberi vâhide tercih etmek gibidir Medinelilerin ameli İmam Mâlik'ten önce de revaçta idi Kâdı Muhammed b Ebı Bekr, verdiği bir hükmünde haber-i vâhid'e muhâlefet ederek Medinelilerin ameline uymuştur (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire ty, s109; Târihu'l-Mezâhibi'l-Fıkhiyye, (Mezhepler Tarihi) Çev: A Şener, Ankara 1968-1969, s344; Muhammed el-Hüdarî, Târîhu'l-Teşriî'l-İslâmî, (İslâm Teşri' Tarihi) Çev: H Hatipoğlu, İstanbul 1974, s166) İmam Mâlik'in bu metodu, Irak ekolü, Mısır ve Şam bilginleri tarafından tenkide uğramıştır Mısır fakihlerinden Leys b Sa'd (ö175/791), İmam Mâlik'e yazdığı bir mektubunda özet olarak şöyle der: "Yanınızda bulunan müslüman cemaatin uygulamasına ters düşen bazı fetvâlar verdiğimi, herkesin Medine halkına uymak durumunda olduğunu, zira hicretin bu yere yapılarak Kur'an'ın buraya nâzil olduğunu ve benim, selefime dayanarak verdiğim fetvâlardan dolayı endişe duymam gerektiğini yazıyorsunuz Haklı olduğunuza inandığım bu görüşünüzü paylaşıyorum Ancak, Tevbe sûresi 100 âyette, övgü ile anılan ilk ensâr ve muhâcirlerin toplu olarak Medine'de kalmadıkları da bir gerçektir Çünkü onların çoğu Allah rızası için, onun yolunda cihada çıktılar Kurdukları askerî birliklerde kitap ve sünneti iyi bilen, bunların açıklamadığı problemleri ictihadla çözen bir grup bulunurdu Halife Ebû Bekir, Ömer ve Osman'dan emir gelince, Mısır, Suriye ve Irak'ta bulunan bütün sahâbîler ona göre hareket ederlerdi Ben İmam Zuhfi'yi (ö124/742) verdiği bazı fetvâlarından dolayı kınıyorum Hatalı bulduğum bir fetvası şudur: "Bir müslüman yağışlı gecede akşamla yatsı namazını cem ederek bir arada ve akşam vaktinde kılabilir" Şam çamurunun Medine çamurundan ne kadar fazla olduğunu ancak Allah bilir Bununla beraber Şam'da hiçbir imamın herhangi bir yağışlı gecede iki namazı cem ettikleri görülmüş değildir Halbuki Şam askerleri arasında Ebû Ubeyde b el-Cerrâh (ö18/639), Halid b Velid (ö21/641), Yezid b Ebı Süfyân (ö18/639), Amr b el-As (ö61/680, ve Muâz b Cebel (ö18/639 bulunurdu Mısır'da, Ebû Zer (ö32/65), Zübeyr b Avvam (ö36/656) ve Sa'd b Ebı Vakkas (ö55/675), Humus'ta Bedir savaşına katılanlardan yetmiş zat vardı Ayrıca, Hz Ali Irak'ta yıllarca oturdu Diğer müslüman şehirlerinde de sahâbeler vardı Bu sıralanan zatlardan akşam ile yatsı farzlarını yağışlı gecede cem ettikleri kesin olarak vâki değildir" (el-Hudârî, age, s202-205; İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Müvakkıîn'inden naklen; Abdülkâdir Şener, "İmam Mâlik ile Leys b Sa'd Arasındaki İhtilâf ve Yazışma", AÜİFD, Yıl 1968, XVI, 131-154) İslâm'ın ilk iki yüzyılında âlimler arasında samimi bir kardeşlik, dostluk ve bilgi alışverişi hâkimdi Bu, tâbiîn zamanında da, müctehid imamlar devrinde de böyleydi İlim merkezleri İslâm ülkesinin bütün şehirlerinde faaliyetini sürdürüyor ve her mecliste bilgi, kültür, örf, mekân farklılıklarından doğan ilmî farklılıklar ümmet için bir sorun teşkil etmiyordu Çünkü hepsi "selef-i sâlihîn"in yolunda olarak birbirlerini tenkid etseler de tekfir etmiyorlardı Ebû Hanife, Ca'fer-i Sâdık, Ahmed b Hanbel, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam Muhammed arasında görüş ayrılıkları olmasına rağmen, ehl-i bid'ata karşı selefin akidesini savunmada ortak hareket ediyorlardı Ehl-i rey diye meşhur olan Irak ekolünde tâbiînin görüşlerine gelince, "Onlar da insan biz de" denilerek kendi görüşlerini geçerli sayıyorlar, buna karşılık ehl-i hadis, yani Medine ekolü ise, re'ye çok zarûri haller dışında başvurmuyordu Hafs b Abdullah en-Nisâbûrî'nin (ö209), "kesinlikle re'ye dayanmaksızın yirmi yıl kadılık yaptım" dediği zikredilmiştir (Zehebî, Tabakatü'l-Huffaz, VI, 368) Muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmaya ve bunlarla fıkhı tedvin etmeye başladıklarında ellerinde muazzam bir malzeme birikmişti Diğer taraftan zamanla sapık fırkaların ve ehl-i re'y ile ehl-i hadis uydurmacılığının yaygınlaşması üzerine, bir dönemde yoğun bir tekfir ve düşmanlık dalgası hâkim olmuştur Kezâ Mu'tezile yüzünden "Halku'l-Kur'ân" meselesi resmi devlet ilkesi haline getirilerek herkese zorla benimsettirilmeye çalışıldığı "Mihnetü'l-Kur'an" devrinde de ehl-i hadis âlimlerine -İmam Ahmed başta olmak üzere- büyük bir zulüm yapıldığı bilinmektedir Fıkıhta meşhur olmuş ve tedvin edilmiş mezhebler içinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed ehl-i hadisten; Ebû Hanife ehl-i re'yden sayılmış, İmam Şâfii bu iki ekolün ortasında yeralmıştır Esasında hadis veya re'yin delil olarak kullanılmasında bütün bu mezheb imamları müttefiktirler Ancak ihtilâf noktaları Medine'de hadis ve sahâbe içtihadlarının, Irak'ta re'yin ağırlıklı olduğu bir fıkhın ortaya çıkması, Medine ekolünün Medine örfüne ve Medine ashâbının fetvâlarına öncelik verip farazı olaylar hakkında fetvâ vermemesidir Ayrıca, sosyal ve siyası hareketlerin de etkileri vardır (İbn Kayyım, İlâmü'l-Muvakkıîn, I, 55 vd) Abbâsiler döneminde (132-334/750-945) bu ictihâdı farklılık, aşırılarca büyütülerek karşılıklı zıtlaşmalara kadar vardırılmıştır Şa'bî'nin, "Rey leş gibidir, ancak muztar kaldığından yiyebilirsin" dediği söylenir Kavram kargaşası; ehl-i re'yi, haber-i vâhidi reddedenler; ehl-i hadisi de, re'y ve kıyası reddedenler diye tanıttı Bu iki farklı usûl, diğer ilimlerde de zaman zaman görüldü Buhâri, Ebû Hanife'ye karşı taassub ve zan ile bakarak, Sahih'inde adını bile anmamış, "Birisi dedi ki " diye geçiştirmiştir (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 355) Taberî, İmam Ahmed'i fakıh değil muhaddis saymıştır Şehristânî ile İbn Haldun, ehl-i re'ye Ebû Hanife'yi, ehl-i hadis'e diğer üç İmamı dahil ederler (İbn Haldun, Mukaddime, s372) Hemen her mezhebin imamına dâir uydurma ve karşıtları kötüleyen sözler, uydurma hadisler de yaygınlaşınca muhaddislerin ve Hanefilerin hadisleri inceden inceye tetkiki, cerh ve ta'dilin önemi kaçınılmaz olmuştur III ve IV yüzyıl ve sonrası Emevi-Abbâsi iktidarlarının muhâliflere zulümlerinin siyası etkileri, İslâm'ın çok geniş bir coğrafyaya yayılması, doğuda Hanefiliğin, batıda Mâlikîliğin siyası iktidarların sayesinde uzun süre resmi mezheb olarak korunup diğer mezheblerin bir kısmının sâliklerinin tükenmesi veya zayıflaması, akîde konularının yoğun olarak tartışıldığı, felsefe ve kelâm yollarının belirdiği, tasavvufun ayrıca kendi yoluna devam ettiği şartlarda ilk zamanlardaki selefin metodu zamanla unutulmuştur Dolayısıyla ehl-i hadisin fıkıh istinbâtıyla ehl-i re'yin fıkıh istinbâtı arasındaki bağ da ortadan kalkmıştır Fıkıh tarihçileri; mutedil ehl-i hadisin temsilcileri olarak Hz Ömer, Hz Osman, Âişe, Zeyd b Sâbit, İbn Ömer, Ebû Seleme, Said el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr Kasım, Harice, Ebû Bekir b Ubeyd, Süleyman b Yesâr, Ubeydullah b Abdullah, İbn Sihâb, Nâfi', Rabiatu'r-Rey, Yahya b Saîd, İmam Malik, İmam Ahmed, Ebû Dâvûd et-Tayâlısı, Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Dârimî, Ebû Yalâ, Dârakutnî, Hâkim, Beyhâkî, İbn Abdilberr gibi büyük âlimleri akretmiştir (Şah Veliyyullah, Huccetu'llahi'l-Bâliğa, I 311 vd) Ehl-i hadis, re'y fıkhının takdiri olmasına karşılık, hadis ve âsâr toplayıp tedvin ederek -Câmi, Sünen, Musannef, Müsned, Mu'cem- bu hadislerle, hattâ kıyastan önce zayıf hadislerle amel etmeye çalışmışlardır Ehl-i hadisin Mâlik b Enes'in şu rivâyetinde ana ilkesi belirginleşmiştir: "Rasûlullah'tan başka sözü kabul veya reddedilebilecek hiçbir kimse yoktur " Avâm arasında ehl-i hadîs ile ehl-i re'y arasındaki ihtilâfı kabalaştırarak ilmin zayıfladığı devirlerde, âdeta ehl-i re'yin edille-i şer'iyyeden önce sanki kıyasa ve re'ye başvurduğu, ehl-i hadisin de re'y ve kıyası tamamen inkâr ettiği gibi yanlış bir anlayış yaygınlaşmıştır Halbuki, gerek amelin imandan bir cüz olup olmadığı meselesinin ortaya atılmasında ehl-i sünnetin; gerek re'y, hadis akımıyla sapık inançlara karşı selefin akidesini korudukları, yine asıl ihtilâfı körükleyenlerin ehl-i bid'at olup veya asıl re'yi reddedenlerin Zâhirîler veya sünneti tümden reddeden fırkaların olduğu unutulmuş gibidir Muâz hadisini bütün imamlar kabul ederken, Zahiri olan İbn Hazm bu hadisi reddetmektedir Yine, Ahmed b Hanbel'in, "Biz ehl-i re'yi, onlar da bizi durmadan lânetlerdik; bu hal Şâfii'nin gelişine kadar devam etti O gelince aramızı bulup bizi kaynaştırdı" dediği nakledilmiştir (Kadı Iyâz, Tertîbu'l-Medârik, 1 91) İslâm'da aşırı akımlar, (Havâric, Mu'tezile, Mürcie) iki aşırı kutbu temsil etmişlerdir Hariciler, amel imandan cüzdür; Mu'tezile büyük günah işleyen küfürle iman arasındadır, Mürcie, amel olmasa da iman için tasdik yeterlidir demişlerdir Buna karşılık ehl-i re'y, amel imandan cüz değildir diyerek ancak günah işleyenleri fasık olarak nitelemiş; ehl-i hadis de iman amelden mürekkeptir görüşünü savunmuştur Böylece onların bu görüşleri, ehl-i bid'atın görüşlerinden ayrılmaktadır Bu akîdeye yönelik hususlar da muhâlefet ve zıtlaşmaların artmasına sebep olmuştur (İmam el-Kevserî, Feyzü'l-Bârı alâ Sahîhu'l-Buhâri, I, 53) Ehl-i hadisten İmam Mâlik ile ehl-i re'yden Leys b Sa'd (ö175/791) arasında mektuplaşma yoluyla ilmî müzâkere yapılmış, birbirleriyle, sevgi dolu olmalarına engel olmaksızın görüşlerini tartışmışlardır İmam Mâlik, Leys'e şöyle demiştir: "Bizim bu memleketteki -Medine'deki- halkın amel ettiği şeylere aykırı olarak insanlara çeşitli fetvâlar veriyormuşsun İnsanlar Medine halkına tâbîdirler, hiç kimsenin bir işte Medine ameline aykırı hareketini uygun bulman" (Kadı İyâd, Medârik, s170 vd) Buna karşılık Leys b Sa'd da şöyle demiştir: "Umarım yazdıklarında isabet etmişsindir Medine'de Rasûlullah'ın emrettiği ve insanların ona itâat ettikleri hakkında dediğin doğrudur Fakat ashâb tâbiîn ve sonraki âlimler birçok şeyde değişik görüşler ortaya koymuştur İbn Şihâb'la (Mâlik'in üstadı) karşılaştığımız ve yazıştığımız zaman onun da birçok ihtilâfa düştüğü olurdu Bazen bir meselede üç türlü görüş yazılır ve o öncekinin farkında olamazdı Senin terketmemi hoş görmediğini terketmeme, o sebep oldu Meselâ, Müeccel mehrin istenmesi, ilâ yoluyla talâkta bekleme, kadının kocaya talâkında, erkeğin evlendiği cariyeyi satın almasında, vb ihtilâfları naklettikten sonra bu ve bunlara benzer birçok şeyi bıraktım Allah'ın seni muvaffak kılmasını ömrünün uzun olmasını dilerim" Rey okulunun ve hadis okulunun tâbileri kendi geleneklerini överek öne çıkarabilmişlerdir Muhaddislerden Ebû Bekir b Ayyaş (ö193/808-809) Her devirde muhaddislerin öteki âlimlere nisbetinin Ehl-i İslam'ın diğer dinlerin bağlılarına nisbeti gibi olduğunu söylemiştir (eş-Şa'rânı, Kitabü'l-Mizan, 1, 63) Ehl-i re'yi savunan Şehristânî "nasslar sınırlıdır, hadiseler sınırsızdır; sınırsız sınırlı olanla ihâta edilemez" diyerek, tamamen hukûkı uygulamadaki soruna işaret etmiştir (Şehristânî, el-Mile'l ve'n-Nihâl, s154) Hayatın karmaşıklığına karşı re'yi bütün mezhepler ister istemez kabul etmiştir Ehl-i re'y ehl-i hadis, ilim tarihine özel bir deyim olarak girmiştir İmam Şâfii (767-820)'nin her iki okul arasındâ birleştiriciliği sözkonusu edilmesine rağmen onun sanki re'ye karşı hadis ehli tarafını kuvvetlendirdiği manası da çeşitli imamların yazılarından anlaşılmaktadır Aynı şekilde ona atfedilen menkıbelerden, meselâ Muhammesi h Nass (ö206)'ın rüyasında Hz Peygamber (sas)'i gördüğünde ona, "Acaba Şâfiî'nin re'yi ile meşgul olabilir miyim?" demesine Rasûlullah (sas) güya şöyle cevap vermiş: "Ne diyorsun? Şâfii'nin re'yi mi? Bu re'y değildir Aksine benim sünnetime zıt düşenlerin hepsine bir reddiyedir" (Nevevî, Tehzîbu'l-Esmâ, 122) Şâfiî mezhebi ileri gelenlerinden olan İmâm Nevevî, aynı eserinde Şâfii'ye Irak'ta "hadisin muhafızı"; Horasan'da "ashâbu'l-hadis" denildiğini zikretmektedir O, Ahmed b Hanbel'in, "Re'y taraftarlarını mağlup etmek istedik, fakat muvaffak olamadık ve Şâfiî geldi, zaferi bize kazandırdı" dediğini de yazar Şâfiî'nin Bağdat'a gelmesinden sonra re'y ehlinin zayıfladığını söylemektedir Ehl-i hadîsi Şâfiî canlandırmıştır Ancak Nevevî, ihtilâfın rahmet oluşunun fer'i meselelerde geçerli olduğunda ittifak edildiğini de belirtmiştir İslâm ilim tarihindeki aşırıların bu ihtilâfı neredeyse akîde muhâlefetine çevirmeleri bir değer taşımamaktadır Genelde geçerli olan; fıkıhta bütün ılımlı ehl-i re'yin de ehl-i hadisin de asla uydukları, fakat fürû'da insanlara kolaylıklar gösterdikleri herkes tarafından kabul edilmektedir (Ayrıcâ bk: Ehl-i Rey)
__________________
|
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #242 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBÛ LEHEB Hz Peygamber'in amcası, aynı zamanda onun en şiddetli düşmanı Kureyş eşrafından ve Peygamber efendimizin amcası olan Ebû Leheb'in asıl adı, Abdüluzzâ b Abdulmuttalib b Hâşim'dir Onun için "Alev babası" (yani cehennemlik) manasına gelen Ebû Leheb lâkabı müslümanlar tarafından kullanıldığı gibi Kur'an'da da geçmektedir Kendisi, Hz Peygamber'e ve güçsüz müslümanlara eziyetler eder, karısı Ümmü Cemil binti Harb da Rasûlullah'ın geçeceği yollara dikenler atardı Peygamber efendimiz, "Önce en yakın akrabanı uyar!" (eş-Şuarâ', 26/214) veya "Emrolunduğunu açık açık anlat!" (el-Hicr, 15/94) âyeti nâzil olunca Safâ tepesine çıkarak Mekkelileri uyarmıştı Bu sırada Ebû Leheb yerden bir çakıl alarak Hz Peygamber'e fırlatmış ve, "Kahrolasıca (tebben lek)! Bizi bunun için mi topladın?!" demişti Bunun üzerine şu âyetleri ihtivâ eden Tebbet Sûresi nâzil oldu: "Ebû Leheb'in elleri kurusun, kendisi de kahrolsun! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi Yakında kendisi alevli ateşe atılacak Karısı da boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde odun taşıyacaktır" (Tebbet, 111/ 1 vd) Şurası dikkat çekicidir ki Mekke müşrikleri arasında Kur'an-ı Kerim'de ismi açıkça zikredilerek lânetlenilen tek kişi, Ebû Leheb'tir ve Hz Peygamber'in öz amcası olması ona hiçbir fayda sağlamamıştır Daha sonraki dönemlerde de hep İslâm'a karşı müşriklerin yanında, hattâ başında yeralan Ebû Leheb, bazı rivâyetlere göre hasta olduğu için, bazı rivâyetlere göre ise kızkardeşi Âtike'nin gördüğü kötü bir rüya sebebiyle Bedir harbine bizzat iştirak etmemiş, ancak yerine ücretini vererek bir asker göndermiştir Bedir hezimeti kendisine haber verildiği zaman son derece üzülmüş, yedi gün gibi çok kısa bir süre sonra da Mekke'de ölmüştür Ölümünde oğulları dahi cesedini kaldırmaya yanaşamamışlar, kokuşuncaya kadar ortada kaldıktan sonra merasim yapmadan alelacele gömmüşlerdir Ebû Leheb, son derece zengin, iri cüsseli, kırmızı yüzlü, çabuk hiddetlenen birisi idi |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #243 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBÛ TURÂB "Toprak babası -veya- sahibi" anlamında Hz Ali'ye Rasûlullah (sas) tarafından verilmiş bir künye Hz Ali (ra), bu künyeyi çok severdi; fakat, zamanla bu künyenin ona ait olduğu unutulduğundan veya yeni müslüman olanlar tarafından bilinmediğinden Emeviler döneminde bir zaman hutbelerde bu künye anılarak kendisine sövülürdü İmâm-ı Müslim'in rivâyetine göre (Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 2409) Mervan'ın ailesinden Medine'ye vali tâyin olunan biri Sahâbe'den Sehl bin Sa'da gelerek, Hz Ali'ye sövmesini ister Hz Sehl'in çekinmesi üzerine ise, "Allah, Ebû Turâb'a lânet etsin deyiver" der Sehl Hazretleri ise, "Ali'nin Ebû Turâb kadar hoşlandığı hiçbir isim yoktu Bu ismin verilmesine sebep olan hâdise ise şudur" diye cevap verir ve hâdiseyi şöyle anlatır: "Rasûlullah (sas) bir gün kızı Fâtıma (ranha)'nın evine geldi ve Ali'yi evde bulamadı 'Amcamın oğlu nerede?' diye sorunca, sevgili kızından, 'Aramızda birşey geçmişti Bunun üzerine gündüz uykusunu yanımda uyumadı da çıkıp gitti' cevabını aldı Rasûlullah da birine, 'Git bak, Ali nerede?' buyurdu Mescid'de uyuduğu haberini alınca, Mescid'e varıp, Ali'yi yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücudu toprağa bulanmış şekilde buldu da, 'Ebû Turâb kalk, Ebû Turâb kalk' diye bedenindeki toprağı silkelemeğe başladı" Bu isimle ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir rivâyete daha rastlıyoruz: Ammâr bin Yâsir der ki: "Uşeyre gazasında Ali bin Ebı Tâlib'le iki yoldaştık Rasûlullah (sas) Uşeyre'de konaklayınca Müdlicoğulları'ndan bazılarının su ve hurma işinde çalıştığını gördük Ali'nin isteği üzerine bir müddet onları seyrettik ve sonra uyuyakalmışız; Sonra, Rasûlullah gelip bizi uyarıncaya kadar orada kaldık Rasûlullah (sas) Ali b Ebî Tâlib'i topraklara bulanmış görünce "Ne oldu sana ey Ebû Turâb?" dedi ve "Size en şakı iki kişiyi bildireyim mi? Biri, Sâlih Aleyhisselâm'ın devesini kesen Semud'un Uheymiri; diğeri de, ey Ali, seni şöylece vuracak olandır" buyurup, elini Ali'nin başına koydu ve neresine kadar kana bulanacağını da sakalını tutarak işaret etti" (İbn Hişâm, es-Sıre, I-II; 600-601) Bu hâdise İbn Hanbel, Hâkim, Tabefi, İbn Kesir, Heysemî, Taberânî ve Bezzar gibi hadisçi ve tarihçilerce de sahih olarak rivâyet edilmiştir Her iki rivâyetin de sahih olması, Rasûlullah'ın yeri geldikçe Hz Ali'ye "Ebû Turâb" diye hitab ettiğini göstermektedir Bu künyeden Şiî müslümanlar birtakım mânâlar çıkarıp, bazı sonuçlara varıyorlarsa da, bu künyenin Hz Ali (ra) hakkında büyük bir iltifat ve belki de hayatı ve şahsiyetiyle ilgili birtakım haber ve sırlar ihtivâ ettiği söylenebilir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #244 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBU YÛSUF Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi Adı Ya'kub b İbrahim el-Ensârî'dir Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı Atâ b es-Sâib, Muhammed b İshâk b Yesâr ve Leys b Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125) Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s295) Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantığı ve ince zekâsıyla kendisine gelen fıkıh problemlerini rahatlıkla çözüyordu Bir gün Harun er-Reşîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile boş ol" diyerek hanımı Zübeyde'yi boşadı Fakat sonradan pişman olarak âlimlerden fetvâ istedi Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin değil Allah'ındır" dedi (el-Cin, 72/18) Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla başvurması, Sultan'a yakınlığı, kadılık yaparken yöneticileri memnun etmek için çalıştığından dolayı bazı ulemânın ona karşı hadis rivâyetinde çekingen davrandığını söylemektedir (İbn Abdilberr, el-İntikâ, s173) Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasından sayılmıştır İmam, örf âdet ve toplumsal şartların değişmesi sebebiyle, nassların hayâttâki bütün ayrıntıları kapsamadığını, dolayısıyla zaman, zemin örf ve âdet ortamının değişmesiyle hüküm ve ictihadların da değişebileceğini savunmuştur Bu bakımdan nassların teşrî hikmetini âdet ve toplumsal şartların, sosyal değişmenin yönünü iyi değerlendirerek, yeni olaylar karşısında nassların ruhunâ uygun fetvâlar vermiştir Böylelikle o, nassların hükmünü hâdiselere uygulamış ve yeni olaylar karşısında dinî teşrîden ayrılmadan meselelere ictihadla çare bulmuştur Bazı fakîhler Rasûlullah'ın hadisinin lâfzına bağlanarak, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satılacağını, aralarındaki eşitliğin tartı ile değil, ölçü ile tesbit edileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, Neşru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125) Halbuki İmam Ebû Yusuf alış-verişte artık teâmül haline gelen altınlar arasındaki eşitliğin ölçü ile, buğdaylar arasında da tartı ile tesbit edileceğine dair hüküm vermiştir (İbn Âbidin, age, 118) O bu ictihadı ile nassa muhâlefet etmemiş, zikredilen hadisin vürûdu zamanında bahis konusu ölçü ve tartı meselesinin o günkü şartların ürünü olduğunu bu yüzden de hükmün o şartlara göre konulduğunu söylemiştir Sonraki yıllarda tartı ile satılan şeyler eğer o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydı, hüküm de ona göre olacaktı İbn Âbidin (v 1252/ 1836) altın ve gümüş paranın ondokuzuncu yüzyılda artık tartı ve ölçü ile değil, sayılarak mübâdele edildiğini belirtmiş ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapısını kapatmış olduğunu söylemiştir (İbn Abidin, age, 1 18) Fıkhı hükümlerin çoğu nassların açık dalâletinden değil, kapalı delâletinden istinbat veya kıyas yoluyla elde edilmiştir İctihad işte burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yaşadıkları ülke ve zamanın icaplarını gözönünde bulundurarak katı ve donuk nasslaştırma yoluna gitmemişler, böylelikle kolaylığı güçleştirmemek suretiyle de din ile hayatın arasının kopmasına mani olmuşlardır Ebû Yûsuf bu alanda üstadı Ebû Hanife'yi de geçmiş, hattâ çoğu meselede ona muhâlefet etmiştir ve kendi zamanında ortaya çıkan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmiştir Meselâ Ebû Hanife zamanında toplumda ahlâk bozukluğu yoktu ve İmam bu nedenle açık adaleti öngörmüştü Halbuki Ebû Yûsuf zamanında ahlâk bozulduğundan o da Ebû Hanife'nin fetvasıyla değil, kendi ictihadıyla amel etmiştir Yine, Hz Ömer'in Hayber'den hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini öğrenen Ebû Yûsuf, vakıfların satılmasının câiz olduğu görüşünü savunan üstâdı Ebû Hanife'nin görüşüne karşı şöyle demiştir: "Bu, (Hz Ömer'in icraatı) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur Eğer Ebû Hanife bunu duymuş olsaydı onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi" İşte bu büyük imamlar, böylesine geniş bir istinbat özgürlüğünü geliştirmişler, üstelik katı bir mezhep taassubunu da savunmadan ve aynı mezhep içerisinde veya farklı mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüş ve rey alışverişinde bulunarak ümmetin sorunlarını gidermeye çalışmışlardır Hanefi mezhebinde yakın zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâların çoğu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in görüşünce verilmektedir Çünkü büyük imamın mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüş ve ictihadını geliştiren de yine onlardır "Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâm hükümlerine bağlıdır" diyerek hocasına muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur O bu görüşüyle hükümlerin şahsiliği ilkesini kabul etmiştir Yani bir hüküm yalnız İslâm ülkesinde değil, her yerde yaşayan müslümanlara tatbik olunacaktır Bir İslâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâmının uygulanması yeterlidir diyerek hocasına muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur Bu genişlik ve kolaylık, bu ihtilâfın rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alınmıştır İmam Ebû Yûsuf ictihadlarında hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bağlı idi Hakkında nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarına başvurur, eğer bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kıyası ile hareket ederdi Hanefi fıkhı, Ebû Yûsuf sayesinde yaygınlaşmıştır Çünkü o, kadılık görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasını sağlamıştır Kadılığı sırasında halkın çözülmesi gereken problemleri ile karşı karşıya gelmiş, bunları çözme yollarını araştırmıştır Bu yüzden onun istihsanları ve kıyasları bizzat hayattan alınmıştır A'meş ve İmam Mâlik'ten hadis öğrendi Yahya b Mâin ondan hadis rivâyet etti Hanefi fıkıh usûlüne ait ilk eseri o yazdı (Osman Keskioğlu, Fıkıh Târihi, Ankara 1980, 82-86) Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri şunlardır: İhtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdı alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâlı Fi'l Fıkh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Sıyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, İmlâ İmam Ebû Yûsuf'un hocaları arasında, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b Enes, Süfyân b Uyeyne, İsmail b Uleyye, İbn-Cureyc, Hasan b Dinar, Hanzala b Ebû Süfyân, Hişâm b Urve, Ebû İshâk eş-Şeybânı, Süleyman et-Temîmi en meşhurlarıdır (öNasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 392) Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'ı, Muidzâde (H 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Ali Özek tarafından da yeni Türkçe'ye çevrilmiştir (1970) Eserin Fransızca tercümesi 1921'de, İngilizce tercümesi de 1958'de basılmıştır Kitabın 1896'da basılan bir edisyon-kritiği de vardır Ebû Yûsuf'un yazdığı ve İmam Muhammed'in tertiplediği "el-Mebsut", Hanefi fıkhının başta gelen kaynaklarındandır Kitabın çeşitli bölümleri ayrı ayrı yazıldıktan sonra biraraya getirilmiştir El-Câmiu's-Sağir (hâşiye) de bin beşyüz küsûr fetvayı kapsar Eskiden kadıların bu kitabı ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmiştir el-Cüzcânî'nin düzelttiği el-Mebsut bugün için de en iyi başvuru kaynağı sayılmaktadır İslâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-ı saâdette uygulandığını belirten, Hz Peygamber'in toprakları çeşitli kimselere verdiğini, halifelerin de gayrimüslimlere İslâm'ı sevdirmek ve boş kalan toprakları ektirmek için aynı siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz Peygamber'den şu hadisle sonuca varmıştır: "Metruk arazı, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir Bir kimse sonradan bunları ihyâ ederse bu onun malı olur, fakat onu ekmeden üç yıl bırakan kimse bu hakkını kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd) Halife Harun er-Reşid için yazdığı bu kitabında Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarını tafsilatıyla yâzmıştır Fıkıh bâblarına göre tertiplediği Kitâbu'l-Asâr'ı ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir Ebû Hanife'nin rivâyet ettiği hadislerle, hükümlerinde dayandığı hadisler, hadis şartlarını, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsından seçilmiş fetvâları bu kitapta bulmak mümkündür "İhtilâfu Ebu Hanife ve İbn Leylâ" adlı kitabında da, bu iki imamın ihtilâf ettikleri meseleleri ele almıştır Kitabı İmam Muhammed rivâyet etmiştir Bu kitap İmam Muhammed'in eseri sayılmıştır Kitap o çağdaki imamların ihtilâfını nakletmesi bakımından değerlidir Harb ahkâmı, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmı konularında Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karşı yazdığı "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adlı kitabında Evzâî'nin görüşlerini reddetmektedir Kitap aynı zamanda hadis ehli ile rey ehli arasındaki ihtilâfları da ihtiva etmektedir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #245 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBÛ'L-BEŞER İnsanların babası Hz Âdem*in künyesi Ebû'l-Beşer, "eb" ve "elbeşer" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen bir terimdir Eb, lügatta baba demektir Ayrıca; dede, amca, birşeyin sahibi ve yeni birşeyi icâd eden veya tamir edene de denir "el-beşer" ise, insan anlamına gelmektedir Bir tek kişi hakkında söylendiği gibi, insan topluluğuna da denir Bunda erkek ve kadın ayrımı yoktur Buna göre Ebû'l-Beşer; insanların babası anlamına gelen Arapça bir terimdir İlk insan ve ilk peygamber Hz Âdem (as)'ın künyesidir İslâm kaynakları Hz Âdem'i ilk insan olarak kabul eder Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli sûrelerinde geçen değişik âyetler bu gerçeği ifade etmektedir İnsanlara hitap eden ve onların bir nefisten yaratıldığını (en-Nisâ, 4/1) ve Hz Âdem'in topraktan halkedildiğini beyân eden âyet-i kerimelerde (Âl-î İmrân, 3/59) onun ilk insan olduğu anlatılmaktadır Ebû'l-Beşer lâfız olarak Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinde geçmez Yalnız, bu terkibin Hz Peygamber (sas)'in hadis-i şeriflerinde geçtiğini görüyoruz Bunlardan biri şöyledir: Ebû Hüreyre naklediyor: "Bir gün Peygamber efendimizle bir dâvette idik Kendisine, hayretini çeken bir but uzatıldı Ondan bir parça ısırdı ve şöyle dedi: "Ben, kıyâmet günü insanların efendisiyim Biliyor musunuz, Allah, yüksek bir yerde önce ve sonra ölenleri kimin vasıtasıyla toplayacak, bakan kişi onları görecek, çağıran duyacak ve güneş onlara yakın olacak Bir kısım insanlar şöyle diyecektir: Siz başınıza gelenleri görmüyor musunuz? Rabbinizden şefâatinizi dileyecek birini aramıyor musunuz? O zaman bazıları, "Babamız Âdem diyecek Hemen O'na koşacak ve şöyle diyecekler: "Ey Âdem, sen, EBÛ'L-BEŞER'sin Allah seni, kudret eliyle yarattı Sana rûhundan üfürdü Meleklere emretti, sana secde ettiler Ve Allah seni, cennette iskân etti Rabbine bizim için şefâatte bulunur musun? Halimizi ve başımıza gelenleri görmüyor musun?" (Buhâri, el-Enbiyâ,3 ) Hz Âdem'e Ebû'l-Beşer dendiği gibi, Ebû'l-Halk (Müslim, İman, 322) ve Ebû'n-Nâs (Buhâri, Tevhîd, 24) da denilmektedir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #246 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükECEL Belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son Birşey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tâyin edilen ömürdür "Ecelin gelmesi" ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler" (en-Nahl, 16/61) "Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez" (el-Münafıkun, 63/11) Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir "Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş olmasaydı daha bir müddet yaşayacak mıydı, yaşamayacak mıydı?" gibi sorular ister istemez akla gelmektedir Nitekim bu hususta kimi âlimler farklı kanaat ileri sürmüşlerdir Mutezîle'den bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir Öldürülmemiş olsaydı, daha bir müddet yaşayacaktı Ehl-i Sünnet ile diğer Mutezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür Aksini ileri süren Mutezilîler, kullârın fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden dolâyı bu görüşe vârmışlardır Çünkü onlara göre fiilin faili, bizzat kulun kendisidir O halde öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir Ehl-i Sünnet'in tamamına göre öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür Eceliyle ölmediğini söylemek yanlıştır Allah o kişinin öldürüleceğini önceden bilmektedir ve ecelini de ona göre tâyin etmiştir Allah onda ölümü yaratmasından dolayı ölmüştür Öldürülerek ölen kimse için, "Öldürülmeseydi yaşayacaktı" gibi sözler söylemek doğru değildir Hattâ "öldürülmemiş olsaydı, ne olurdu?" gibi bir varsayım üzerinde birtakım görüşler ileri sürmek dahi yanlıştır Çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiriyle olmaktadır ve aksi sözkonusu olamaz (İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu 'l-İrşâd ilâ Kavâti'i 'l-Edilleti fî Usûli'l-İ'tikad, Mısır 1950, 363) "Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır" (el-Fâtır, 35/11) âyetinde "Ömrünün kısaltılması " ifadesiyle ilgili olarak İmâmu'l-Haremeyn el-Cüveynî (öl 478/1085) şöyle demektedir: Bu âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir Yoksa, Allah'ın ilminde mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında değildir Bu nasıl mümkün olsun ki, Allah, ilminde onun ecelini takdir etmiştir İkinci durum ise: Eksiltme ve arttırmanın, melekler indindeki sahifelerde gerçekleşmesidir Onların sahifelerinde birşey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah'ın ilminde kayıt altına alınmıştır Vukubulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir Âlimler, "Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır (Bütün) kitapların anası, O'nun yanındadır" (er-Ra'd, 13/39) âyetini de buna hamletmişlerdir (el-Cüveynî, age, 363) O halde Allah indindeki ilim, yani kader, katiyyen değişmez Levh-i Mahfûz'da ne yazılmışsa mutlaka olur Ancak meleklerin yanında da olayların yazılı bulunduğu sayfalar vardır ve bu sayfalarda yazılanlar, değişikliğe maruz kalabilir Bu gibi konular gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyetlerini bilemeyiz Meleklerin yanında bulunan sayfaların değişmesinin elbette bir hikmeti vardır Belki de bunun hikmeti, meleklerin gayba tam olarak vâkıf olmalarını engellemektir Allah neyi diler ve murad ederse mutlaka onda bir hikmet vardır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #247 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükECİR Ücretli, emekçi, işçi Ecir, bir İslâm hukuku terimi olarak, "bir hizmet akdiyle bir ücret karşılığında meşrû olan bir işi yapmak üzere emeğini kiraya veren kişi" anlamına gelmektedir Ücret, menfaat bedelidir ve buna kira da denilmektedir (Mecelle, Madde: 405) İcâre; ücret, bir şeyi kiraya vermek demektir Istılah olarak ise, "cinsen ve kaderen malum bir menfaati malum bir bedel (ivâz) karşılığında satmak''tır İcâreye vermeye icâr, kiralamaya isticâr veya iktirâ; insanlar hakkındaki icâreye müvâcere; birşeyi kiraya verene âcir veya mukri; birşeyi kiralayana müstecir veya müstekir; kiralanana mucir; kiraya verilene mecur, mucer, mustacer, mukra; çalışmaya sa'y, amel veya sınaa; kazanca kesb denilmektedir Amele (işçi) kelimesi de 'amel'den gelmektedir; genel olarak, 'çalışanlar' demektir; özelde el emeğiyle geçinen işçi ve kamu görevlileri için kullanılmıştır Ecr, mükâfat ve ücret demektir Fıkıhta iki kısma ayrılmaktadır: Ecr-i misil *, Ecr-i müsemmâ * Ecir de, ecir-i müşterek ve ecir-i has olarak ikiye ayrılır Ecir-i müşterek, birden fazla kişiye iş yapan kişidir Terzi, marangoz, saatçi, köy çobanı, hammal, ayakkabıcı gibi zanaat erbâbı gibi Bunlar, bilfiil başkalarına değil de sadece bir kişiye çalışsalar da ecir-i müşterek sayılırlar Bunların ücreti hak edişleri verilen işi yaptıktan sonradır (et- Tûrî, Tekmiletü'l Bahru'r-Râik, Mısır 1311, VIII, 30 vd; Şeyhîzâde, Mecmeu'l-Enhur, Matbaa-i Amire 1301, II, 376 vd; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1968, VI, 157) Ecir-i has (özel ücretli) ise, belirlenmiş bir anlaşma süresi içerisinde, belirlenmiş bir ücretle sadece bir işveren için çalışan kişidir Çalışma süresince işverene bağımlıdır, süre içerisinde iş olmasa da ücretini alır Başka bir işte çalışamaz Bir aylığına tutulan hizmetçi, özel tutulan çoban, gündelikli inşaat işçisi gibi Devlet memurları da bu kapsama dahildir Fıkıhta, kira sözleşmesiyle tutulan kimse tarifiyle belirlenen ücretli el emekçisi, emeğini "kiralarken" işveren veya devlet ile bir akit yapar Dolayısıyla icâre, icap ve kabulden ibarettir Yani borç-alacak ilişkisi, tarafların muhayyerliğiyle ortaya konur Ecir, ücret tespit edilmeden çalıştırılamaz, ancak çalışırsa emsal ücrete hak kazanır İslâmî devlet ve toplum düzeninde ecir kavramının bu: emeğin kiraya verilmesi şeklinde belirlenmiş bulunması, aslında günümüzdeki işçi sınıfı, proletarya, patron, burjuvazi kavramlarından tamamen ayrı bir uygulamanın ürünüdür İslâmî sosyal ve iktisâdı düzende sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücâdele sözkonusu değildir Çünkü düzen; kardeşlik, herkesin birer çoban olup, güttüğünden sorumlu olması; din kardeşliği, ahlâk üzerine inşa edilmiştir Bu sebeple ecir, ferdî bir kavramdır Bu bakımdan bu âdil düzende insanlar daimi olarak işçi veya işveren olarak kalmazlar, hem emekçi hem mülk sahibi olabilirler, çalışan herkes çalıştığının karşılığını alır Kasıtsız meydana gelen iş zararlarını ecir-i has ödemez Elindeki eşya bir çeşit emanet hükmünde sayılır ve kendi fiilinden dolayı olmayan bir sebepten telef olan eşyanın karşılığını ödemez Hırsızlık, gasb, su baskını, yangın vs gibi Ancak işi alırken, kiralayan, eğer malı kaybolduğunda ödemesi şartını koyduysa, o zaman telef olan eşya ecire ödetilir Bunun dışında ecirin işinden veya fiilinden dolayı üzerine aldığı bir işte bir zarar meydana getirmesi, meselâ, terzinin kumaşı yırtması, hamalın dikkatsizlikten sırtındaki malları düşürüp telef etmesi, fırtınadan değil de bakımsızlıktan bir geminin batması gibi durumlarda maldaki zararları ecir ödemekle yükümlüdür Yine, geminin batmasında boğulan olsa, onların diyeti ise ecir tarafından ödenmeyecektir, fakat cinayet sebebiyle diyet tazmin ettirilecektir (el-Mavsilî, el-İhtiyâr li Ta'lili'l-muhtâr, İstanbul 1980, II, 54) Ecir-i hass, çalıştığı süre içerisinde müstecire bağımlıdır Kendi hesabına iş yapamaz, yaparsa ücreti düşer (el-Kâsânı, Bedâiu's-Sanâyi' IV, 192) Bir kimse, bir fırın işçisini, şu kadar unu ekmek yapacaksın diye günlüğü bir dirheme kiralasa, bu icare Ebû Hanife'ye göre fâsittir Çünkü adam iş ile zamanı birleştirmiştir Eğer bir gün için anlaşsalardı câiz olurdu (İbn Abidin, XIV, 42) İbadetlerde kiralama sahih değildir, hattâ haramdır Meselâ Kur'ân okuyan (tedavi için hariç) bunun karşılığında bir ücret alamaz, müezzin için de ücret yoktur Bir insanı hizmet için veya bir eşyayı korumak için, bir sanat ve ilmi talim için isticar câizdir Çalıştırmadan önce iş ve süre tâyin edilir Ücretler; hadisin hükmüne göre gündeliktir, haftalık veya aylık da verilebilir Çocuklar çalıştırılamaz, ancak vâli ve vasisinin izniyle bir sanatı öğrenmek için çalışabilirler Ebeveyn, ücret mukabili evlâdını çalıştırabilirken evlât, ebeveynini çalıştıramaz İmâm-ı Âzam'a göre koca, zevcesini bir işyerinde isticâr edebilir Ecir, bizzat çalışır, yerine başkasını çalıştıramaz, fakat bir ustabaşı aldığı bir işte işçi çalıştırabilir Müstecirin ecir'e, bu işi yap demesi ıtlaktır Ecire yemek yedirmesi şart değildir, bu, örfe ve anlaşmaya göre belirlenir Ecir, akitte belirlenen çalışma süresinden -hastalık vb sebepler dışında- az çalışırsa çalıştığı süre kadar ücretini alır İcârede muhayyerlik vardır, pazarlık câizdir Ücret hakkında ihtilâf olursa ecirin sözüne itibar olunur Müstecir, ecire tâkati dışında iş yükleyemez, fazladan çalıştıramaz Ücretin belirlenmesinde devlet ecir hakkında, ailesi ve geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseleri dikkate alarak, yiyecek, giyecek, mesken ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır İslâm düzeninde ecirin emeği kutsaldır, değerlidir Hz Peygamber, "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir" buyurur (es-Suyûti, el-Câmiu's-Sağir, II, 418) Müstecirler için de, "Ecirin ücretini daha alın teri kurumadan veriniz" (Suyûtî, age, I, 150) buyurarak geciktirmenin âdil olmadığına işaret etmiştir (İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, VII, 147; Kasânî, age, IV, 174; Merginânî, el-Hidâye şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî, III, 231) Kur'ân-ı Kerim'de, "çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin" buyruğu ve Hz Musa'nın kıssası anlatılırken onun ücretli olarak çalıştığı zikredilmektedir (el-Kasas, 26/27) Hz Musa, on yıl ecir olarak çalışmıştır (çobanlık yapmıştır) Fukahâ, devlet memurlarının, kadı, âmil, kâtip, polis ve askerlerin de ecir-i has olduğunu belirtmiştir Rasûlullah, akit hakkında, "Kim bir ecri çalıştırırsa verilecek ücretin miktarını hemen ona bildirsin" buyurmuştur (İbn Hümâm, age, 147) Geniş anlamda ecir (ücretli), Allah'ın yeryüzünde insanları halife kıldığı ve kimini kiminden imtihan için üstün tuttuğu (el-Enâm, 55/6) ve amellerin cezâ veya mükâfatının görüleceği âhiret gününün esas olduğu temel İslâm akîdesine göre değerlendirilmelidir Öte yandan İslâm'da çalışma ibadettir ve kişinin geçimi için çalışması kaçınılmazdır Ecirler, toplumsal hayatta müstecirlerden itibar yönüyle aşağıda değildirler Çünkü toplumda üstünlük ilim ve takvâ iledir Keza İslâm toplumunda sosyal sınıflar ve sosyal mücâdeleler görülmez Ecirlerin sömürülmesi mümkün değildir Âdil bir toplum olan böyle bir düzende müstecirlerin müstekbir olmaları, servet ve mal yığmaları, menfaatin yozlaşması engellenmiştir Hz Ebû Bekir bütün servetini İslâm için harcamış, vefât ettiğinde elbisesiyle gömülmüştür Toplumun egemen güçlerinin, büyük sermaye sahipleri ve eşrâfın açgözlülük ve hırsla ecirleri ve köleleri sömürdükleri câhiliye düzenini altüst ederek yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir toplum düzeni oluşturan Hz Peygamber (sas) de gençliğinde bir süre ücretli olarak çobanlık yapmıştır (İbn Mâce, Sünen, II, 5; M Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev: Sait Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul 1966, I, 19-24) Zenginliği ve fakirliği (bir imtihân olarak) kabul eden İslâm Dini, âdeta sınıfsız bir toplumu gerçekleştirmiştir Allah, (Kur'ân'da) cimrileri, mal-mülk çokluğuylâ övünenleri, yetimin ve fakirin hakkını vermeyenleri yermekte, onları azâbıyla korkutmaktadır "Kadın erkek inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağını" vadetmiştir Ecirlerini yâptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğini vâdeden Allahu Teâlâ (en-Nahl, 16/97), ihtiyacındân fazla mala sahip olanları tekrar tekrar infaka çağırmıştır Diğer bir mesele, İslâm hukukunda, hakların şahsîliği ilkesidir Batı ekonomik şartlarının bir sonucu olan işçi sendikalarının ortaya çıkışı ve sosyal siyasetin vaz'ı, İslâm hukukunda yer almamıştır Çünkü sosyal sınıfların meydana gelişi ve sınıf mücâdelesi İslâm'a aykırıdır "Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek anlamıyla inanmış olamazsınız" buyruğuyla yürüyen bir toplumda, herşey, bütün insan ilişkileri tevhid gerçeğinden kaynaklanmaktadır İslâm'da ümmet vardır ve ümmet Allah'â ve Peygâmber'e, emir sahiplerine itâatle yükümlüdür Hz Peygamber şöyle buyurur: "İnsanoğluna, içinde yaşayacağı bir evden, çıplak vücudunu örteceği bir giyecekten, ekmek ve sudan başka bir şeye sahip olma hakkı verilmemiştir " Rızkı veren Allah'tır ve dilediğine artırır, eksiltir"Allah, rızkı dilediğine genişletir ve daraltır'' (er-Ra'd, 13/26) Allah'ın hükmüyle hükmedilmeyen câhili toplumlarda ecirler, devletin ve İslâm'dan haberdar olmayan işverenlerin ve hukuk düzeninin karşısında zavallı ve âciz durumdadırlar Demokratik ülkeler, ecirlere, düzeni sarsmasınlar diye grev, sendika hakkı gibi sosyal siyaset tedbirleri uygulamışlar; sosyalist ülkelerde de ecirler, baskı ve zorla çalıştırılarak maddenin kölesi haline düşürülmüşlerdir O sebeple dâima ücretlilerle sermaye arasında mücâdele ve zıtlaşma sürmektedir Halbuki İslâmî düzende herşeyin mutlak sahibi yalnız Allah'tır Hukuk, Kur'an ve sünnet dışında olmadığından, böyle âdil bir toplumda ecirlerin ezilmesi meydana gelmez Bu arada şu da belirtilmelidir ki, İslâm'da ücret farklılıkları geçerlidir, çünkü Kur'ân'da değişik, farklı amellerin farklı kazançlara yol açacağı husûsu yer almaktadır Bir bakıma herkese yeteneğine göre ücret verilir, eşit işe aynı ücret takdir edilir Asıl olan, amellerin niyetlere ve yeteneğe göre olmasıdır İslâm hukukunda ecirlere âit meseleler "icâre" bâblarında tetkik edilmiştir İbn Teymiyye (1236-1328), İslâm toplumunda fertlerin çalışacak yer ve iş bulamaması durumunda devletin ona iş bulmak zorunda olduğunu belirtir Çalışmayı emreden, dilenmeyi, rüşveti, fâizi, kumarı yasaklayan devlet, herkesi çalıştırmak, iş ve kazanç yolları açmak zorundadır Yoksulların geçimini garanti altına almak devletin vazifesidir Devlet bunu, zekâtı toplayarak, devlet hazinesinden karşılayarak, veya zenginlere zor kullanarak hayır yapmalarını sağlar (Nazif Şahinoğlu, Sa'di-i Şırâzî ve İbn Teymiyye'de Fert ve Cemiyet İlişkileri, 25) İbn Haldun da gelir ve servetin kaynağını emeğin meydana getirdiğini, işbölümü ve üretim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması sonucunda emeğin zorunlu ihtiyaçları aşarak rızık aşamasından kazanç aşamasına fazlası ürünün başkalarınca ele geçirilmesi, Allah yolunda kullanılmaması istismarının ortaya çıktığını, çalışanların kazanmadığı, kazananların çalışmadığı âdil olmayan bir düzenin oluşarak, ecirlerin kıt-kanâat geçinirken, üretim araçlarına sahip olanların mal ve mülk yığdıklarını savunmuştur Böyle bir toplumda ahlâkın bozularak, lüks, israf ve gösterişin yaygınlaşacağını, toplumun yozlaşarak çökeceğini savunan İbn Haldun, İslâmî bir toplumda Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmezse toplumun nasıl bir çöküş sürecine gireceğini de tahlil etmiştir (Bk İbn Haldun, Mukaddime, Çev: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul 1968, 1970) Ecirlerin doğuşu, Allah'ın takdiriyledir Fahruddin Râzı, Şûrâ sûresinin 27 âyetini tefsir ederken, "Eğer bütün insanlar eşit olsaydı, bir kısmı diğer bir kısmına işçi olmaya yanaşmaz, dünya harap olup maslahatlar kaybolur giderdi" demektedir (Fahrüddin er-Razı, Mefatîhu'l-Gayb, V, 538) Rasûlullah, ''Allahu Teâlâ, tuttuğu işçiden tam iş aldığı halde, ücretini vermeyenin öteki hayatta hasmı olacaktır" diye buyurmuştur (Buhâri, İcâre, 10) Hz Peygamber (sas) "köle ecirler" için şu emri ortaya koymuştur: "Kardeşleriniz sizin işlerinizi yapan kimselerdir Allah onları ellerinizin altına verdi Dileseydi sizi onların eli altına sokabilirdi Kardeşi eli altında olanlar, bu ücretlilerine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer teklif ederseniz siz de yardım edin" (Buhârî, İmân, 22; Edeb, 44, Müslim, İmân, 38, 40) Hz Peygamber'in köleler için böyle buyurması, muasır dünyamızda hür ecirlerin durumunun ne olması gerektiğini de ortaya koyar Bütün insanların eşit ücret alması mümkün değildir: "Allah'ın rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? " (ez-Zuhrûf, 43/32) âyeti buna işaret etmektedir Ancak Hz Peygamber'in hadisleri ücretliler hakkında ev, binek, hizmetçi temel ihtiyaçlarının edinilmesini karşılayacak bir maaşın temel alınmasını göstermektedir İslâm'da ücreti, rızık meselesi içerisinde çok geniş kapsamlı bir inanç ve ibadet bağlamında düşünmek gerekmektedir Dar anlamıyla ücretliye (ecire) dâir fıkhı kaideler konulmuşsa da, hukuk kaideleri zaman ve şartların değişmesiyle daha genişletilerek, ecirlerin modern ihtiyaçlarda müstecirlerden geride kalmamaları sağlanacaktır Bu, İslâmî bir devletin temel görevidir Gelirin ve kârın belli bir yüzdesinin maaş yahut ücret olarak, ecirlere verilmesi gibi (Celâl Yeniçeri, İslâm İktisâdının Esasları, İstanbul 1981, s125) Yukarıda değinildiği gibi çalışan-çalıştıran münâsebetlerinin temelleri nasslarda ortaya konmuş, buna mukabil teferruata âit ilkeler fıkha bırakılmıştır Meselâ, Hz Peygamber zamanında (VI ve VII yüzyıl) geçerli olan ticaret hayatı ile yirminci yüzyılda ortaya çıkan sanayi, işbölümü, uzmanlaşma gibi sorunların getirdiği ücretlilere âit sorunlar, fıkhın icâre konusunda uzman kişilerce yapılacak yeni ictihadlarla fıkhı boşluklar doldurulur ve bu sayede müslümanlar nerede yaşarlarsa yaşasınlar, câhilî iş hukuklarının tesiriyle şer'î alanın dışında birtakım hak ve mücâdele yollarına sapmazlar Bu kaidelerin ortaya çıkarılması için bir yerde Dâru'l-İslâm'ın olması da şart değildir Bu arada Hz peygamber (sas) zamanındaki onun gerçekleştirdiği ilk İslâmî devletin âdil prensiplerinin her zaman geçerli olduğu, hattâ bugünkü sözde eşitlik ve insan hakları kavram ve uygulamalarının, doğal hukuktan çıkan doğal haklar uygulamalarının bundan 1400 küsur yıl önce Rasûlullah (sas) tarafından Medine'de uygulandığını söylemek gerekmektedir Dikkat çekici bir husus da, İslâm'a ilk girenlerin büyük çoğunluğunun ezilen köle ve fakir mü'minler oluşudur Bu, İslâm'ın hiçbir zaman sınıf eşitliği ve sınıf sömürüsünü tasvip etmediğinin, ezilen sınıfların haklarına sahip çıktığının bir ifadesidir Çünkü Allah'ın dini, fıtrî, tabii, vasatı bir dindir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #248 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükECR-İ MİSİL Benzerine göre tesbit edilen ücret Ecr, sözlükte sevap, mükâfat, ücret ve karşılık demektir Misil ise, eş, benzer, denk anlamlarına gelir Bir İslâm hukuku terimi olarak ecr-i misil, işçi veya memura çalışması karşılığı verilecek olan ücret, maaş gibi bedellerle menkul veya gayri menkullerin kiraya verilmesinden doğan kira bedellerinde bilirkişinin belirlediği miktarlar demektir Akit sırasında tarafların belirleyeceği ücrete de ecr-i müsemma* adı verilir Ecr-i misil işçinin çalışmasının veya yaptığı işin belli esaslara göre takdir ve tesbit edildiği piyasa değeridir Bir işçinin ecr-i mislinin hesaplanmasında aynı veya benzer işi yapan diğer işçiler, işin yapıldığı yer, zaman ve mevsim gibi unsurlar göz önünde bulunulur (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkam, I, 683) Ecr-i mislin tesbitinde genellikle bilirkişiye başvurulduğu için Mecelle'de: "Bîgaraz ehli vukufun takdir ettikleri ücret" şeklinde târif edilmiştir (Mecelle, Madde: 414) Kira bedelinde ecr-i misli tespitte, kiralanan malla yaklaşık aynı nitelikleri taşıyan benzerlerinin kira bedeli ölçü alınarak tespit yapılır (es-Serahsî, XV, 149; el Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, IV, 218; el-Fetâva'l Hindiyye, IV, 424) Vâkıf, devlet ve yetim mallarının kiraya verilmesi ecr-i misil'le olur Eğer bu mallar fâhiş gabin derecesinden daha az bir bedelle kiraya verilmişse akit geçersizdir Bu durumda kiracıya ya kira bedelini ecr-i misil seviyesine yükseltmesi ya da kiralananı tahliye etmesi bildirilir Bu prensip, adı geçen malların fâhiş gabin (aşırı aldanma) ile alım veya satımında da geçerlidir Çünkü devlet, vâkıf veya yetim adına bunların mallarını kiraya veren veya satan yahut bunlar adına mal alan kimse, kendi malı üzerinde tasarrufta bulunmadığı için menfaat çatışması olabilir Bu yüzden töhmet altındadır Hattâ bu akitlerin geçersiz sayılması için hile veya aldatmanın bulunması da şart değildir (Ali Haydar, age, I, 588, 589; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s151, 152) Fâhiş gabin bilirkişinin değerlendirme alanı dışında kalan ve insanların aldanma saydıkları ücret veya satış bedelleridir Hanefilerden Nusayr b Yahya (ö268/881) fâhiş gabin'i gayri menkullerde yüzde yirmi, hayvanlarda yüzde on ve menkul mallarda yüzde beş olarak belirlemiş, Mecelle'nin 165 maddesinde de bu miktarları ölçü almıştır Ancak bu konuyu çözümleyen bir âyet veya sahih hadis bulunmadığı için, ekonomik şartlara göre çok aldanmanın ölçü ve kriterlerini devirlere göre bir İslâm beldesindeki yöneticilerin belirlemesi mümkündür (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, 169; İbn Âbidin, Reddü'l Muhtar, IV, 159; Ali Haydar, age, I, 247; 588, 589; İbn Hazm, el-Muhalla, Mısır 1389, IX, 454 vd) Sonuç olarak ecr-i misil iş ve kira (icâre) akitlerinin fâsit olması halinde ortaya çıkar Meselâ iş akdinde ücret veya maaş kira akdinde ise kira bedeli belirlenmemişse akit fâsit olur Anlaşmazlık halinde taraflar akdi bozabilirler Ancak akit konusu kabzedilmiş veya yararlanma olmuş yahut yararlanma için gerekli süre geçmişse, iş akdinde işçi, kira akdinde mülk sahibi ecr-i misle hak kazanır Çünkü iş veya kira akdi satım akdine yararlanma da mala (ayn) benzer Hanefiler dışında diğer mezhepler fâsit ve bâtıl akit arasında bir fark görmezler Hanefîlere göre iş veya kira akdi bâtıl olursa ne ecr-i misil ve ne de ecr-i müsemmâ gerekmez Suç işletmek için adam kiralamak gibi (el-Kâsâni, age, IV, 217; İbn Âbidin, age, V, 39; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 331; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 399, el-Mevsûatu'l-Fıkhıyye, Kuveyt 1980, s263 vd) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #249 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükECR-İ MÜSEMMA Belirlenmiş ücret, bedel Ecr; bedel, ücret, ödül, sâlih amele verilen sevap; ecr-i müsemmâ ise; tef'il bâbında ismi mef'ul bir kelime olup konuşulan, belirlenen, tesbit edilen demektir Terim olarak iş veya kira akdinde işe girerken veya akdi yaparken tarafların miktarını belirledikleri ücrete "ecr-i müsemmâ" denir Akit sırasında miktarı belirlenmeyip iş yapıldıktan sonra veya kiralananda oturulduktan sonra emsal ücrete göre bilirkişi tarafından belirlenen ücrete ecr-i misil denir İş akdinin geçerli olması için prensip olarak verilecek ücretin de belirlenmesi gerekir Ücret; işçi, memur, subay gibi bir işveren adına çalışan kimselerin emeğinin günlük, aylık ve benzeri sürelere âit bedelidir Satım akdinde satış bedeli (semen) olmaya elverişli bulunan herşey iş akdinde ücret de olabilir Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir işçiyi çalıştırırsa, ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesâi, el-Eymân ve'n-Nüzur, 44, Zeyd b Ali, Müsned, 654; Zeylâî, Nasbur' Râye, IV, 131) Akit sırasında miktarı belirlenecek ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut sayı ile alınıp satılan standart şeylerden olursa bunun cins, nev, miktar ve sıfatını belirtmek gerekir Ücret veya maaşta anlaşmazlığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fâsit olur Bu durumda işçi çalışmış bulunursa ecr-i misle hak kazanır İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, alım-satımda satış bedeline uygulanan hükümler emeğin bedeli olan işçi ücretlerine de uygulanır (el-Mavsılî, el İhtiyâr, Mısır, ty, 11, 51; el-Fetâva'l Hindiyye, IV, 412; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 327 Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s152, 153) Yukarıdaki hükümler kira akdine, kira ücretine de uygulanır Kira bedeli günlük, aylık veya yıllık gibi belli sürelere belli miktar bedel olarak tesbit edilmiş olursa bu, ecr-i müsemmâ olur Kira bedeli konuşulmadan kiracı oturmuş bulunursa mülk sahibi ecr-i misile hak kazanır Ancak bazen hayvan, araç ve benzeri şeylerin kiralanmasındâ yararlanma şekil, miktar ve yerinin de belirlenmesi gerekir; aksi halde akit fâsit olur Meselâ, on ton yükü bir kamyonla bir dağın zirvesine götürmekle, aynı uzaklıktaki düz bir yola götürmek farklı nakliye bedelini gerektirebilir İşte bedelin, nakliye yerinin ve süresinin önceden konuşulmamış olması, tarafları anlaşmazlığa düşüreceğinden, nakliye sözleşmesini fâsit kılar Yani tarafların ifa edilmeden önce akdi bozma hâkları doğar Ancak bu arada nakliye gerçekleşmiş olursa, kıyasa göre, nakliyeci ecr-i misile, istihsâna göre ise ecr-i müsemmâya hak kazanır Daha önceden hiç ücret konuşulmamışsa, yalnız ecri misil ödenir (İbnü'l Hümâm, Fethu'l Kadir, VII, 166 vd; el-Kasânı, Bedâiu's-Sanâyi', IV, 183, 207; Zeylaî, Tebyînu'l Hakâik, V, 113 vd; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, V, 19, 55) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #250 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEDA Ödeme, yerine getirme, ifa, tarz ve üslûp; soğuk davranış, kurum ve kibir, naz ve işve "Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim ermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisa, 4/58), "Eğer yolculukta olup kâtip bulamazsanız, alınan rehin yeter Şayet birbirinize güvenirseniz güvenilen kimse borcunu ödesin" (el-Bakara, 2/283), "Katil, öldürülenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine (örfe uyarak ve bağışlayana) güzellikle diyet ödemesi gerekir'' (el-Bakara, 2/187) âyetlerinde geçen "teslim etme" ve "ödeme" sözleri, Kur'ân-ı Kerim'de hep "edâ" lâfzıyla ifade edilmiştir Fıkıh ıstılâhı olarak; emir ile farz olmuş bir şeyin bizzat kendisini, müstahak olana teslim etmektir Meselâ muayyen vâkitte kılınması emrolunan bir namazı o vakitte, (istenildiği şekilde) kılmak bir "edâ"dır Gasbedilmiş bir malı, aynen sahibine iâde etmek de bir "edâ"dır (ÖNasuhî Bilmen, Istılâhâtı Fıkhiyye Kamusu, 1, 32) Üç türlü "edâ" vardır: Kâmil edâ, nâfiz edâ, kazâya şebih edâ Kâmil edâ: Emredilen şeyi, her türlü meşrû sıfatlarıyla birlikte tam, eksiksiz ve en iyi şekilde yerine getirmektir Namazı cemaatle kılmak, gasbedilmiş bir malı sahibine aynen geri vermek gibi Nâfiz edâ: Buna geçerli edâ diyebiliriz Emredilen şeyi, vasıflarının bazısıyla teslim etmek, yerine getirmektir Yalnız olarak namaz kılmak, mutlak bey' (satış) ile satılan bir malı ayıplı iken müşteriye teslim etmek gibi Kazâya şebih (kazâya benzeyen) edâ: Namazın başlangıcında imama yetişmiş iken, abdesti bozularak, imamın namazı bitirmesinden sonra yalnız başına namazını tamamlayan kimsenin fiili gibi Başkasına ait bir malı satıp daha sonra o malı, sahibinden alarak müşteriye teslim etmek de kazâya benzeyen edâdır Edâ ile kâzâ, icrâ, ifâ, infâz, te'diye ve tesviye arasında benzerlik olmakla birlikte, bazı farklar da vardır Edâ, ayn; vâcibi (vacibin bizzat kendisini) vaktinde ödemek olduğu halde kazâ, vâcibi vaktinin dışında başka bir zamanda ödemek; icrâ, kararlaştırılmış bir şeyi, tatbik sahasına koymak; îfa, vazifeden sayılan birşeyi yapmak; infâz, bir hükmü icrâ etmek; te'diye, nakit olarak vermek; tesviye, düzeltmek, gidermek demektir Edâ, ehliyet ile birlikte "edâ ehliyeti" şeklinde bir isim tamlaması halinde kullanılırsa, fıkıh usûlü'nde şöyle bir anlam kazanır: Yükümlünün, sözlerinin ve fiillerinin şer'an mûteber sayılma salâhiyetidir Öyle ki, ondan bir akit veya tasarruf çıktığı zamân o, şer'an mûteber olur ve üzerine gerekli hükümleri terettüp eder Namaz kılarsa, oruç tutarsa, hacca giderse veya herhangi bir farzı yaparsa şer'an mûteber olur ve üzerinden farz düşer Bir kimsenin malına, canına veya ırzına karşı bir suç işlerse sorumlu tutulur Beden veya mal bakımından cezalandırılır (Dr Abdulvahap Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi Çev: Hüseyin Atay, 321) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #251 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEDEB MAHALLİ İslâm hükümlerine göre kadın ve erkeğin örtülmesi zorunlu yerleri Avret mahalli de denir Kur'an buyruğunca her müslüman edeb mahâllini örterek gizlemekle yükümlüdür Bununla birlikte kişinin başkasının edeb mâhalline bakması dâ haramdır İslâm, bu hükümleriyle toplumsal bozuluşun en büyük etkenlerinden birisi olan fuhuşa açılan kapıları kapatmış; insanın, özellikle kâdının onurunu güvence altına almıştır Edeb mahallinin örtülmesi (setr-i avret) kuralı, insan ve toplum gerçeğine ters düşen baskıcı bir tutumun ürünü değil, insan yaratılışına uygun bir yönlendirme, insanın ve toplumun korunması doğrultusunda getirilen bir önlemdir Edeb ve hâyâ duygularının yitirildiği modern toplumların içine düştükleri ahlâki bunalım ve açmazlar, örtünme kuralının önemini ve yerindeliğini yeterince ortaya koymaktadır Kur'an, Şeytan'ın iğvasına kapılan Hz Adem ve Havva'nın kuralları çiğneyerek Allah'ın korunmasından uzak düştüklerinde edeb yerlerinin açıldığının bilincine vardıklarını, pişmanlık ve utançla örtünmeye çalıştıklarını anlatır (el-A'râf, 7/20-23) Örtünme, bu doğal güdü ve korunmanın bir sonucudur Buna karşılık Şeytan ve işbirlikçileri, insanı saptırmak amacıyla bu kurala karşı savaş açmışlardır Edeb mahalli, insanın kadın ya da erkek oluşuna, karşısında yeralan insanın niteliğine göre değişir İslâm hukukçularına göre erkeğin edeb mahalli, göbek ile dizkapağı arasıdır Müslüman kadının müslüman kadına karşı edeb mahalli de yine göbek ile dizkapağı arasıdır Kadının erkeğe karşı edeb mahalli, Hanefi, Mâlikî ve İsnaşeriye ekollerine göre yüz ve elleri dışında bütün vücududur Şafii ve Hanbeli ekollerine göre ise kadının bütün vücudu istisnasız edeb mahallidir Müslüman kadınların köleler ile müslüman olmayan kadınlar karşısındaki durumu da fıkıh ekollerine göre değişiklik göstermektedir Hanefi, Hanbeli ve İsnaaşeriye hukukçularına göre müslüman kadınlar için köleler de diğer yabancı erkekler gibidir Bu nedenle müslüman kadın köleler karşısında da tam tesettüre riayet etmesi gerekir Şafii ve Maliki hukukçularına göre ise kölelerin hanımlarının ziynetlerini görmesinde bir sakınca yoktur Selefe göre müslüman kadın için müslüman olmayan kadınlar da erkekler hükmündedir Buna karşılık er-Râzî gibi bazı bilginler müslüman olmayan kadınlarla müslüman kadınlar arasında bir fark kabul etmemektedirler Mevdûdî gibi bazı çağdaş bilginler ise selefin görüşünü tercih etmektedirler Edeb mahallinin örtülmesi namazın da temel şartlarındandır Edeb mahalli tam olarak örtülmeden namaz kılınamaz Edeb mahallini örtse de, vücudun içini gösterecek nitelikteki giysiler namazı bozar, Namaz kılınırken herhangi bir nedenle edeb mahallinin dörtte bir bölümünün açılması durumunda namaz bozulur (Konunun ayrıntıları için ayrıca Avret, Tesettür ve Hicab maddelerine bakınız) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #252 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükDUHÂN Duhân; lügatta, "duman" anlamındadır Terim olarak iki anlamı vardır: 1) Duhân, Kur'ân-ı Kerîm'in 44 sûresinin adıdır Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır 2) Duhân (duman), "Kıyâmet alâmetlerinden biri"dir Hz Peygamber (sas) bir hadiste; "On alâmet zuhur etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl,* Dâbbetü'l-Arz,* Ye'cûc ve Me'cûc*, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur (Müslim, Fiten, 39, 40,128, 129; Ebû Dâvûd Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbn Mâce, Fiten, 25, 28) Duhân sûresinin "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azabdır" (10-11) âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır (Nesefî, Medârik, Beyrut, (ty), IV,128) Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b Ali'nin rivâyetleri bu dumanın kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198) Abdullâh b Mes'ûd'dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (sas), Kureyş'in kendisine şiddetle isyanını görünce: "Yarab! Yusuf'un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek suretiyle bana yardım et" diye dua etmişti Onları bir kıtlık yakaladı Birçokları açlıktan öldü Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu Nihayet Ebû Süfyân Hz Peygamber'e gelerek dedi ki: "Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun Halbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu Allah'a dua et de onlardan bu belâyı kaldırsın" Bunun üzerine Hz Peygamber dua etti, kıtlık geçti Bol yağmura kavuştular Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16 âyetleri indi (Buhârî, İstiskâ, 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn, 39, 40) Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz Peygamber'e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz Peygamber'in duası neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir Veya bu duman, kıyametten önce zuhur edecek olan kıyâmet alâmetlerinden biridir Yahut da, Cehennem'in dumanıdır (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (ty), VII, 29) DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakın, Şam'a beş gecelik mesafede bir yerdir Hz Peygamber Şam'da hristiyan Araplar'ın ve Bizans imparatoru Herakleios'un desteklediği Rum askerlerinin Medîne'ye saldırı için hazırlık yaptıklarını öğrenince, onlardan önce davrandı ve otuz bin kişilik bir İslâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yılında Tebük'e kadar geldi Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu Ayrıca Şam'da bulaşıcı tâûn (veba) hastalığının bulunduğu haberi de gelmişti Allah Rasûlü, ashabı ile istişare ederek bir süre Tebük'te kaldı İşte Hz Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Hâlid b Velid (ö 21/641)'i çağırdı ve yanına dörtyüz atlı asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b Abdilmelik'e gönderdi Ükeydir Kindeliler'den olup, onların kralı idi Ve hristiyandı Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklaştı Ükeydir o sırada bazı adamlariyle birlikte yaban sığırı avlamak amaciyle kale dışına çıkmıştı Hz Hâlid ve adamları Ükeydir'e saldırıp, onu yakaladılar Kardeşi Hassan çarpışmaya devam etmek isteyince öldürüldü Diğerleri kaçıp kaleye girdiler (İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, İstanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196) Hâlid b Velid ile Ükeydir arasında kale halkının durumu ile ilgili olarak yapılan anlaşmaya göre, Hâlid'e, 1) İki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zırh gömlek, 4) Dört yüz mızrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardeşi Mudad, Hz Peygamber'e kadar götürülüp, haklarında orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Meğâzî, III, 1027; İbn Sa'd, Tabakât, II,166) Ükeydir, kardeşi ve ganîmetler Tebük'e getirildi Hz Peygamber ganîmetlerin beşte birini beytü'l-mâl için ayırdıktan sonra, beşte dördünü mücahidler arasında bölüştürdü Rasûlullah (sas) Ükeydir'le kardeşini İslâm'a davet etti Fakat yanaşmadılar, cizye ödemeye razı oldular Kendileri serbest bırakıldı Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazı verildi Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Meğâzî,III,1030; İbn Hişam, Sîre, IV, 170) Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalık ve ekinleri bulunan, büyük bir panayır ve ticaret merkezi idi Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarını görünce, Dûmeliler, Hz Peygamber'den korkmaya başlamışlardı Ancak bu olaydan sonra da İslâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #253 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBABİL KUŞLARI Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir Kelime, Kur'ân-ı Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üstlerine sürü sürü kuşlar gönderdi Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı Nihâyet onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı" (el-Fil, 105/1-5) Bu olay Hz Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir: Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mamud" adlı fili önde olduğu halde Mekke'ye yöneldi MS 570 veya 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille yola çıktı (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442) Ebrehe yolda Yemen kralı Zû Neferi bozguna uğrattı, ardından Has'amlıları yendi ve bunların Nufeyl b Nubeyb adındaki liderinin hayatını bağışlayarak kendisine Mekke'ye gidişte rehber yaptı Taif'teyken Sakif'liler tanrıları Lât'ı korumak uğruna Ebrehe ile işbirliğine yanaşıp Ebû Regal'i ona rehber olarak verdiler Ebrehe'nin fillerin desteğindeki muazzam ordusunun karşısında hiçbir ordu dayanamadı ve Kureyş'liler bu gelişe bakarak Kâbe'nin yıkılacağına kesin olarak inanmaya başladılar Mekke yakınında Mugammes denilen yerde Ebrehe ordusu çadırlarını kurdu ve çevredeki Mekke'lilere âit develeri yağmaladılar Burada, Ebû Regal öldü Develerin içinde Abdülmuttalib'in de iki yüz devesi vardı Ebrehe'nin elçisi Hınata el-Himyeri Mekke'ye giderek Kureyş'lilerin ileri gelenleriyle görüştü ve "Kâbe'yi tavaf etmeyi bıraktıkları takdirde onlara saldırmayacaklarını" söyledi Onlara sadece Kâbe'yi yıkmak için geldiklerini, kendileri ile savaşmayacaklarını bildirdi (İbnü'l-Esir, age, s443) Abdülmuttalib, "Biz onunla savaşmak istemiyoruz, buna gücümüz de yetmez Orası Beytullah'tır, eğer korursa O (Allah) Harem'i korur" dedi; develerini görüşmek üzere Ebrehe'nin yanına vardı Abdülmuttalib'e iyi davranan ve önce onu takdirle karşılayan Ebrehe, Abdülmuttalib develerini isteyince şöyle dedi: "Seni ilk gördüğümde gözüme büyük bir şahsiyet olarak görünmüştün Ama sen Kâbe'nin korunmasını isteyeceğin yerde develerinin peşine düşünce gözümden düştün" Abdülmuttalib, "Ben develerin sahibiyim Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur" dedi Abdülmuttalib develerini alıp Kureyş'lilerin yanına döndü, onlara olup biteni anlattı ve hepsi, muhtemel bir katliâma karşı Mekke'den ayrılıp dağlara çekildiler Sabaha karşı Ebrehe, Mekke'ye ilerledi Mamud denilen büyük fil, şehre yaklâşınca yere çöküverdi; kalkması için çok uğraştıkları halde kalkmadı Öteki fillerin de, Kâbe yönünde sürüldüklerinde yere çöktükleri, başka bir yöne yöneltildiklerinde koşarak kaçmaya çalıştıkları görüldü Bu mucizeyi olayın sıhhati Hz Peygamber (sas)'in Kusva adlı devesinin Mekke yakınlarında çökmesi olayında, Nebi (sas)'in söylediği sözlerle sâbit olmuştur: Devesi çökünce Rasûlullah'ın ashâbı, "Deve çöktü" dediğinde, Rasûlullah; "Hayır, Kusva çökmedi, yalnız onu 'Fili engelleyen' engelledi" buyurmuştur Buhâri ve Müslim'de, Rasûlullah (sas)'in Mekke'nin fethi günü şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alıkoydu Ama Rasûlünü ve mü'minleri oraya gönderdi Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iâde olmuştur Dikkat edin, hazır olan olmayana bildirsin " Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken deniz tarafından, dahâ önce o bölgede hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuş sürüleri bir anda ortaya çıkarak Ebrehe ordusuna saldırdılar Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşları ve çamurdan balçıkları askerlerin üzerine bıraktıklarında onlar, kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi dağıldılar Rehberleri Nufeyl kaçtı, askerler kuş saldırısında telef olup feci şekilde öldüler; yolda kalanlar, geriye dönenler de helâk oldular Mekke'liler bu mucizeyi dağlardan seyrederken Allah'ın irâdesi karşısında hayret ve dehşet içindeydiler Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanmış, çürümüş halde San'aya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak acıklı şekilde öldü (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri) Kuşlar ve attıkları taşlar hakkında çeşitli rivâyetler vardır Bu olay Rasûlullah'ın dünyaya geldiği yılda vukû bulduğundan, Peygamberimizin ilk mucizelerinden sayılmıştır Muhammed b İshak ve İkrime o yıl çiçek hastalığının Mekke'de yaygınlaştığını söylemişlerdir Muhammed Abduh (v 1905) bu rivâyetlerden hareketle Kur'ân'da geçen "Tayran Ebâbile" ifâdesiyle kastedilenin "sinekler" olduğunu ayaklarında salgın hastalık mikrobu taşıyan sinek sürülerini Allah'ın, Ebrehe ordusuna musallat kıldığını belirtmektedir Yeryüzünün en ihtişamlı ordusu ve hayvanları (filleri) ile gelen Ebrehe ve ordusunu Allah, bir ibret olsun diye gözle görülemeyen küçük canlılarla mikroplarla helâk etmiştir Bu görüşü yukarıda zikrettiğimiz gibi daha önce ilk siyercilerden Muhammed b İshak da kaydetmiştir Bu tefsirde önemli olan husus; Muhammed Abduh, Reşid Rıza, ve diğer bazı müfessirlerin, Allah'ın, olağanüstü, fevkalâde, harikulâde mucizesi ile bu Allah düşmanı orduyu helâk edişini dile getirmeleridir Tefsirlerde kuşların mâhiyeti hakkında değişik görüşler bulunmaktadır İbn Abbas ile Dahhak, Ebâbil'i "birbiri arkasından gelenler" diye yorumlamışlardır Hasan-ı Basri ile Katâde, "çok" mânâsına; İbn Zeyd "çeşitli, sağdan soldan gelenler" mânâsına; Mücâhid, "toplu halde arka arkaya gelen" mânâsına geldiğini söylemişlerdir Kuşların, bölük bölük, karışık türde oldukları anlaşılmaktadır Rivâyetlerde kuşlar; kırlangıca, kekliğe, sığırcığa, yarasaya, hatta "zümrüdü anka"ya benzetilmektedir "Siccil" kelimesi, taş ve çamur demektir Yahut, çamurla sıvanmış taş anlamına gelir "Asf" kelimesi, ağaç yaprağı anlamına gelir Haşerelerin ağaç yaprağını yiyip ufalttıklarında yaprak yenik yenik hale gelir ki, sûrede anlatılmak istenen budur Sûrenin anlamı; Allah'ın, Kâbe'nin müdafaasını müşriklere bırakmadığını, saldırganları alışılmadık şekilde helâk ettiğini bize anlatmaktadır Fil olayı, Müzdelife ve Mina arasındaki Muhassab vadisi arasında bulunan Muassıb'da meydana gelmiştir Müslim ile Ebû Dâvûd, Câbir'den rivâyetle onun şöyle dediğini yazarlar: "Rasûlullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettiği zaman Muassıb vadisin de hızlanmıştı" İmam Nevevî bunu şöyle izah etmiştir: "Ashâb-ı Fil olayı burada cereyan etmiştir Onun için, sünnet olan, hacıların buradan hızla geçmesidir" (Mevdûdî, Tefhimul Kur'an Trc: Muhammed Han Kayanı ve diğerleri, İstanbul 1988, VII, 238) İmam Mâlik de Hz Peygamber'den, "Müzdelife durma yeridir, ama Muassıb vadisinde durulmamalıdır" hadisini nakleder Müşrik Kureyşlileri bu olay o kadar etkilemiştir ki, üç yüz altmıştan fazla Kâbe putunu unutup yedi yahut on sene Allah'a tapmışlardır Fil sûresin de Allah, Ashâb-ı Fil'in acı âkıbetinin fecâatine sadece ana hatlarıyla değinmiş ve müşriklere, Hz Muhammed (sas)'in dâvetine karşı çıktıklarında, onların başlarına gelebilecek acıklı azabı hatırlatmıştır EBCED Cümel, Cifr, Sayı sembolizmi Ebced veya Ebûced, Arap alfabesindeki harflerin kolaylıkla hatırda kalması için düzenlenen bir hârf dizisi ile bu harf dizisinin her birine tekabül eden bir rakam değeri sistemi ve diziyi oluşturan sekiz kelimenin ilkinin adıdır Harflerin her birine 1'den 1000'e kadar matematik değerler verilmiştir Bu sekiz temel kelime şöyledir: "Ebced, Hevvez, Huttiy, Kelemen, Se'fes, Karaşet, Sehaz, Dazığ" Bu kelimeler aslında İbrânî, Ârâmî Süryâni alfabelerinin harfleriyle -sessiz harfleri dikkate alınarak aynıdır Alfabe Araplara Nebatîler yoluyla gelmiştir Sâmi alfabelerinin hemen tamamında bir rakam değeri olan harfler sistemi kullanılmıştır Eski Ön Asya dillerinden Akadça ve Asurca'da bile bu değerler kullanılmıştır Yalnız başlarına hiçbir anlamı olmayan ve sadece ezberleme işini kolaylaştıran bu sembolik sekiz kelimeden başka harflerin sırası ve bunların sayıları göstermekte kullanılmaları bakımından İbrânî ve Ârâmî dillerindekiyle aynıdır Hemze'den, K'ya kadar olan harfler 1-100, son dokuzu da 200-1000 sayılarına delâlet eder Yine bir başka eski sistemde aynı yazı şeklinde olan harfler biraraya getirilip her grubun ilk harfinden sonra o harfe benzeyen diğer harfler sıralanır Meselâ, "Te", "Se", harfleri "Be"den sonra konulmuştur Yalnız "Lam", "Vav", ve "Ye", harfleri sona bırakılmıştır Bu sıra Mağrib alfabesinde bugüne kadar muhafaza edilmiştir: Elif, Be, Te, Se, Ha, Cim, Hı, Dal, Zel, Rı, Ze, Tı, Zı, Kef, Lam, Mim, Nun, Sad, Dat, Ayın, Gayın, Fe, Kaf, Sin, Şın, Lam, Vav, Ye Rakam değerli harf sistemi, çivi yazısının kullanıldığı döneme kadar inen bir tarihi kökene sahiptir Bu da vahiyle ilgisi olmayan bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir Cürhümî alfabesi temeline dayanan Arapça harfler diğer Sâmi dillerinden farklı olarak sıralanmaktadır Bu sıra İsmail (as) zamanında ilk kez Arapça'ya uygulanmıştır Sekiz kelimeden ibâret Ebced alfabesi yirmi sekiz harftir Bunlara kolaylıkla öğrenilsin diye "İslâmî" bir kılıf giydirilmiştir Meselâ: 1 Ebced'in ilk altı kelimesi olan Ebced, Hevvez, Huttiy, Kelemen, Se'fes, Karaşet; Şuayb (as)'ın kavminden altı askerin adıdır Bunlar Medyen ülkesinin şahları olup, Kelemen, hepsinin büyüğüydü ve harfleri bu şahlar düzenlemişlerdi Onlar, Medyen ve Eyke halkıyla birlikte helâk oldular 2 Harfler altı şeytanın adına göre düzenlenmiştir Bu şeytanlardan korunmak için kelimelerin sonuna "Fetebârekallahu bi ahseni'l Hâlikın" ibaresi eklenmiştir 3 Ebced kelimeleri haftanın günlerinin adıdır Harflerin sırası gün adlarındaki sıraya göre düzenlenmiştir Bu iddiaların hepsi de İsrailiyattan ibârettir ve uydurmadır Ebced hesabını İslâm tarihinde ilk kez yahudiler yapmışlardır Rasûlullah'a gelen bir grup yahudi Kur'an-ı Kerim'deki hurûf-ı mukattaa adı verilen Elif, Lâm, Mim, vb harflerini Ebced'e göre değerlendirip, "İslâm ümmetinin ömrü, "Elif: 1, Lâm: 30, Mim: 40" olarak toplam 70 veya 71 yıldır" demişler; kendilerine hurûf-u mukattaa ile başlayan "Kef, He, Ye, Ayn, Sad, gibi diğer ayetler hatırlatılınca önce hesap etmeye başlamışlar, sonra bu işin altından çıkamamış, zihinleri karışmış, rezil olmuşlardır Ashab ve Rasûlullah (sas) onların bu çocukça hesap işine gülmüşlerdir Bazı âlimlerin de yalnız fonetik fizyolojisi ilkelerine göre tanzim edilmiş bir alfabe sistemi vardır Bu sistemde gırtlak sesleri ile arka damak sesleri başta gelir ve ağız önünden çıkarılan sesler ile dudak sesleri sona bırakılmıştır Halil b Ahmed'in "Kitâbü'l Âyn'ında sıra şöyledir: (ayn-ha-lamelif-gayn-gaf-kef-şın-sad-dad-sin-ra-tı-dal-te-zı-zel-se-ra-lam-nun-fe-be-mim-vav-elif-ye) Bu sıra el-Ezherî'nin "Tehzib"inde ve İbn Sîde'nin " el-Muhkem"inde de aynıdır Hvaş erbâbı harflerin âdedlere delâlet etmek özelliğine dayânarak eski devirlerde Ebced vb kelimeleri büyü ve sihirde kullanmışlardır Bu sistemde Elif'ten Ğayın'a kadar her harfe bir tanrı adı ile tabii kuvvetler tekâbül eder Bir taraftan aded ile harf arasındaki bu ilişkiler diğer yandan bunlara tekâbül eden timsaller sayesinde amelî bir sır sistemi geliştirdiklerine inanmışlardır Meselâ, efsun ve muskacılıkta, harflerin adedi değerlerine göre toplanır ve bu toplamın "cinler âlemi" ile ilişkisi bulunduğu kabul edilir Bütün bunlar boş, şeytani uğraşıdan başka birşey değildir Ebced hesabı Fars ve eski Türk edebiyatında tarih düşürmede de kullanılmıştır Meselâ İstanbul'un Fetih tarihi için Kur'ân-ı Kerîm'den "Âherûn" kelimesi düşürülmüştür Bunların toplamı (elif+gayn+ra+vav+nun)=1+600+200+6+50=857 çıkmaktadır ve bu tarih Hicri 857 (M 1453) yılı olan fetih tarihidir Aynı şekilde Elmalılı M Hamdi Yazır, tefsirinde Molla Câmi'den naklederek Sebe sûresinin onbeşinci âyetindeki "Beldetün Tayyibetün" (iyi bir belde) ifadesi ile İstanbul'un fethinin kastedildiğini ve İstanbul'un fetih tarihinin (857 H yılının) bu cümlenin ebcedi ile haber verildiğini yazmaktadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, V, 3956) Ayrıca şâir Fuzûli, Kanunî Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı fetih tarihi olan 941 H yılı için; "Geldi burc-i evliyaya padişah-ı namdâr" mısraını tarih düşmüştür Yine Sultan Abdülmecid'in saltanata geçişine de "Bir iki iki delik Abdülmecid oldu Melik" mısrası ile tarih düşmüşlerdir Hatta bazen halk arasında dolaşan ve Kur'an-ı Kerim'in şifa ile ilgili âyetlerinin ebced hesabına göre rakamların yazılıp bunlarla yapılan muskalar bulunmaktadır ki, bu rakamların şifa vereceğine inanmak küfürdür Bu gibi hususlar Hz Peygamber'in sünnetinde olmadığı gibi ashab, tâbiîn ve büyük imamların böyle bir şeye başvurmadıkları ilmen ve tarihen bilinen bir husustur Ebced hesabına dayanarak ortaya çıkan Hurûfilik, bu işi Kur'ân ile fal bakmaya kadar götürmüştür Bir devlet kuruluşu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, devletin dinî anlayışını yansıtmak üzere 1960'larda yayımlanan ''Allah Bizimle" adlı bir kitapçıkta Ebced hesabı ile Hz Peygamber (sas) ile ilgili olan bir âyeti, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine tarih düşürmeye çalışmıştır Oysa bu hesaplar, bir İsrailiyyat uydurması olup İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır Bütün hurûf-û hecâ denilen yirmi sekiz harfi içine alan Ebced harf tertibinde harflerin sayısal değerleri şöyledir: Ebced: Elif : 1, Ba : 2, Cim:3, Dal:4 Hevvez: He : 5, Vav : 6, Ze : 7 Hutti: Ha : 8, Tı : 9, Ya : 10 Kelemen: Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nun : 50 Se'fes: Sin : 60, Âyn : 70, Fe : 80, Sad : 90 Karaset: Kaf : 100, Rı : 200, Şın : 3002 Te : 400 Sehaz: Se 500, Hı: 600, Zel : 700, Dazığ: Dad : 800, Zı : 900, Ğaym 1000 Bugün ancak eski kitâbelerde ebced hesaplarına rastlanmaktadır Arap harflerinin kutsal ve bâtıni bir ilim olan "Cifr" ile ilgili olan sayı sembolizminin Hz Ali (ks) tarafından kodlandığı iddia edilir (S Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, İstanbul 1988, Çev: İlhan Kutluer, s77) Bunun uydurmadan başka birşey olmadığı açıktır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #254 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBEDÎ Sonu olmamak, daima var olmak Bu ancak Allah'a mahsustur Kelâm ilminde Allah'ın ebediliği, Bekâ sıfatıyla açıklanmaktadır Kıdemi sâbit olanın ademi mümtenidir Kıdemi zâtı ile kadîm olan zât, bâki ve ebedi olur Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi vücudunun evveli ve âhiri yoktur Herşey, bütün varlıklar biter, helâk olur, ancak Allah kalır Bu, kelime-i tevhidde de ifade edilir: Ancak Allah vardır O'nun varlığının önü, sonu yoktur O'nun önceliğine başlangıç, sonluğuna sonluluk yoktur "O Evvel'dir, Âhir'dir" (el-Hadid, 57/3) ve "Kâinattaki herşey fânidir, yalnız Rabbin bâkidir, ebedidir"(er-Rahman, 55/26-27; Tâhâ, 20/73) Müminler için ebedi hayat cennettedir: "onlar orada ebedî kalacaklardır" (el-Bakara, 2/25) Felsefe ve bilim, her cismin sonlu olduğunu kanıtlamıştır Hiçbir cisim sonsuz olarak var olamaz Âlem, tümüyle sonludur Âlemin sonu kıyamettir Allah'tan başka hiçbir şey ezelî ve ebedi olmadığından, herşeyin yaratıcısı Allah'tır, bütün cisimler hudustur (sonradan yaratılmıştır), onları Allah yoktan var etmiştir ve tekrar yok edecek ve tekrar diriltecektir Allah'ın varlığına asla yokluk ârız olmaz; O ezelîdir, daima vardı, var kalacaktır Rasûlullah şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Sen Evvel'sin ki, senden önce birşey yoktur Âhir'sin ki, senden sonra birşey olamaz " (Müslim, Zikr, 61: Tirmizî, Daavât, 19) Hakikatte "O evveldir, âhirdir" (el-Hadid, 57/3) âyeti, şöyle tefsir edilmiştir: Evvellik sonluk, sonluk evvellik; zâhirlik bâtınlık, bâtınlık zâhirliktir Kezâ evvellik ebedîlik, ebedilik ezeliliktir Aralarında bir perde yoktur O her evvelden evvel, her âhirden âhirdir; O ezel, ebed bütün vecihleri kuşatır, gâye ve münteha O'nadır Evveldir, evveli yoktur; âhirdir âhiri yoktur denilmelidir Bütün sıfatlar O'nunla vasıflanır, O sıfatlarla vasıflanmaz (Ayrıca bk Ezeli, Bekâ, el-Bâki EBRÂR Özü, sözü doğru olanlar Sâdıklar İyiler "Bârr" kelimesinin çoğuludur Kelimenin aslı "berr" olup kara anlamındadır "Birr"* sözcüğü buradan alınmış olup çok iyilik etmek anlamındadır (Rağıb el-İsfahânı, el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Beyrut (ty), 40) Buna göre "bârr", çok iyilik eden; "ebrâr" da çok iyilik edenler, anlamındadır Ayrıca "birr" sözcüğünde "şuurlu ve delillere dayalı iyilik etme" anlamı mevcuttur Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir Asıl birr o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah 'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi Antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır" (el-Bakara, 2/177) Kıble değişikliğinden sonra ehl-i kitap bu mesele hakkında ileri-geri birçok şey söylediler Kudüs'e yönelmek mi, yoksa Kâ'be'ye yönelmek mi daha hayırlı gibi sırf şekli meseleler konusunda uzun uzadıya tartışmalara giriştiler Bunun üzerine yukarıya aldığımız âyet-i kerime indi (Ebû's-Suud, İrşâdü'l-Akli's-Selim, I, 193) Bu âyetle yüce Allah, şeklî meselelerden önce şirkten arınmış temiz ve sağlam bir itikadın gerekli olduğunu; şeklî meselelerin ise bundan sonra geldiğini anlatmaktadır Bu âyet ışığında "Ebrâr"ı değerlendirdiğimizde; onlar, önce sağlam her türlü şâibeden uzak bir inanca sahip olup sonra da kalplerine yerleşmiş, taklitten uzak ve bu itikadla birlikte salih amel işleyen kimselerdir Kur'ân'ın kendine has terimlerinden birisi olan ebrâr kelimesi "Mutaffifin" ve "Füccâr" kelimelerinin karşıtıdır Her üç kelime de birer sembol, birer fikrî terim olarak Kur'ân'da kullanılmıştır Mutaffifin kelimesi, ölçüde ve tartıda noksanlık edenleri anlatan bir terim ve onlar için kullanılan bir sembol kelimedir Füccâr kelimesi de "Allah'ın emrinden dışarı çıkarılan" anlatan bir terim ve onlar için kullanılan bir sembol kelimedir Bu iki kelimenin tanımladığı davranışla kelimeleri kendilerine sıfat olarak almış bulunanlar "Rablerinden mahrum olacak ve cehenneme gireceklerdir" Ya bu iki kelimenin zıddı olan ebrâr kelimesini sıfat olarak kendilerine seçmiş bulunan ve bu kelimenin ifâde ettiği davranışta bulunanlar: Bunlar kimlerdir ve herhangi davranışta bulunurlar? Ebrâr; doğru sözlü, faziletli, Allah'ın iyi kullarının tamamını içine alan bir kelimedir Bunlar, ahde vefa gösterirler; yeminlerinde dururlar; amelî ve itikadı noktalardan kusur işlememeğe gayret ederler; isteyerek ve karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine kendi ihtiyaçlarından fazlasını bağışlarlar; fakiri ve yoksulu gözetirler; esire hürriyetini bağışlarlar; Allah'u Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimetlere devamlı şükrederler ve her durumda Allah'a bağlı ve itaat * halindedirler Onların "Amel defterleri" * meleklerin gözetimi altında ve "İlliyyîn" * denen şerefli bir mevkidedir Kendileri de şerefli bir taht üzerinde diledikleri yere bakarlar Onlar cennettedirler Bolluk ve cennet nimetleri içinde rûhen ve cismen nurlanmışlardır Bu nur, yüzlerinden ve etraflarından taşar Bunu onlara bakan herkes görür Mutaffifin Sûresi 24, 25, 26nci âyetlerinde şöyle buyurulur: "Onları yüzlerindeki nimet pırıltısından tanırsın", "Sonunda misk kokusu kalan, mühürlenmiş saf bir içecekten içerler", "İyi şeylere imrenenler, buna imrensinler" Bu vasıflarla vasıflanmış kimseleri Cenâb-ı Hak, ebrâr olarak adlandırmıştır Bunlar Allah'u Teâlâ'ya yakın olanlardır Bu yakınlığı, dünyayı âhiretin tarlası hükmünde görerek çalışmak ve âhiret ölçüsü ile dünyaya bağlanmakla kazanmışlar böylece ebrâr sıfatını haketmişlerdir Kur'an-ı Kerfin'de melekler hakkında "ebrâr" ile aynı kökten gelen "berere" sözcüğü kullanılmaktadır ki "ebrâr" sözünden mânâca daha kuvvetlidir Anlamı; "Çok çok iyilik edenler"dir (el-İsfahânı, age, s41) "Ebrâr", bütün iyi hasletleri kendilerinde toplayan, sağlam bir itikada sahip olan, doğru sözlü, ibâdetlerinde samimi kimseler hakkında kullanılır Onlar bu iyiliklerine karşılık olarak cennet'te bol nimetler içerisinde olacaklardır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #255 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEBU CEHÎL İslâm'ın ilk döneminde Peygamber efendimizin en azılı düşmanı ve Kureyş'in ileri gelenlerinden biri Asıl adı Amr b Hişâm el-Muğira olup önceleri Ebû'l-Hakem künyesiyle anılırken, müslümanlar tarafından Ebû Cehil (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır Mekke'deki Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup olup Mekkeliler arasında büyük bir itibâra sahip idi Peygamber efendimizle aynı yaşlarda olan Ebû Cehil, ilk anlarından itibâren İslâm'a hep karşı çıkmış, Peygamber efendimize ve özellikle güçsüz müslümanlara var gücüyle düşmanlık gösterip ezâ ve cefâlarda bulunmuştur İslâm'ın ilk iki şehidinden biri olan Ammâr b Yâsir*'in annesi Sümeyye, İslâm düşmanı Ebû Cehil tarafından hunharca öldürülmüştür Hayatı boyunca İslâm'a karşı tüm faâliyetlerde başı çeken Ebû Cehil, müslümanların açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya kaldıkları boykot uygulamasını şiddetle takip etmiş, boykotun kaldırılmasına karşı çıkmış; Hz Peygamber'in hicretinden kısa bir süre önce Dâru'n-Nedve* 'de yapılan müzâkerede her sülaleden seçilecek birer temsilcinin oluşturduğu bir fedâi grubu tarafından Peygamber efendimizin öldürülmesini teklif etmiştir Müslümanların, dinleri uğruna ev ve barklarını mal ve mülklerini, yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmelerinden sonra dahi her fırsatta İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan Ebû Cehil, Bedir Savaşı* 'nın çıkmasına da sebep olmuştur Ebû Süfyân'ın yönettiği Kureyş'e Sut bir kervanın müslümanların eline düşmesini önlemek maksadıyla Mekke'den büyük bir orduyla çıkan Ebû Cehil, kervanın kurtularak Mekke yolunu tuttuğunu öğrenmesine rağmen sırf İslâm'a düşmanlığı sebebiyle harbetmek üzere yoluna devam etmiş, Bedir'e vardığı zaman Hz Peygamber'in sulh teklifini reddettiği gibi bizzat kendi ordusunda ileri gelen bazı kimselerin harbi önleme düşüncelerine şiddetle karşı çıkarak onları korkaklıkla itham etmiş ve harbi başlatmıştır Ancak çarpışmalarda iki Medine'li müslümanın ağır darbelerine uğrayan Ebû Cehil, hareketsiz bir şekilde savaş alanına düşmüş, ölmeden az önce de meşhur sahâbî Abdullah b Mes'ûd* tarafından kafası kesilerek Hz Peygamber'e götürülmüş, cesedi Bedir'de müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya (Kalîbu Bedr) atılmıştır Böylece "bu ümmetin Firavun'u" olarak kabul edilen Ebû Cehil, Rabbim Allah'tır diyen insanlara İslâm'a ve tevhid akîdesine karşı insaf ve insanlığa sığmayan asın düşmanlığının bedelini H 624 yılında hayatıyla ödemiştir EBU DÂVUD Kütüb-i Sitte adı verilen büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi olan büyük muhaddis "İmam", "Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve "Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de Sicistan'da doğdu Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b El-Eş'as b İshak b Beşir b Şeddad b Amr b İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir Büyük dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz Ali'nin yanında şehid düşmüştür Oğlu Ebû Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir Ebû Dâvûd, hadis ilimlerinin altın çağında, III asırda yaşadı İlim tahsilinde Irak, Şam, Mısır, Cezretü'l-Arap okulları, Horasan, Rey, Herat, Kûfe, Bağdad, Tarsus, Basra gibi yerleri dolaşmıştır Hocaları arasında Ahmed b Hanbel (241/855), Kuteybe b Saîd (240/854), Yahyâ b Maîn (233/847), Halef b Hişâm (227/841) gibi büyük ilim sahibi kimseler görülmektedir O günün ilim çevrelerinin en mûteber kişileri Ebû Dâvûd'un bu saydığımız hocaları idi Ebû Dâvûd hadis ilminde taklide karşı olmuş, tahkike yönelmiştir İslâm dünyasında yüzyıllarca okutulan "Kitâbü's-Sünen" onun araştırmacılığına, münekkidliğine en güzel örnektir Kitâbü's-Sünen, hadis ilimlerinde en çok sözü edilen Kütüb-i Sitte'nin üçüncüsüdür Tirmizî ve Nesâî onun talebeleri arasında yer alır Ebû Dâvûd'u, Şâfii veya Hanbeli mezhebine tâbi gösterilmesine rağmen, müstakil bir muhaddis olarak görmek daha doğru olur (Mübârekruri, Mukaddimetu Tuhfetu'l-Ahvezî, I, 352), Sünen'ini gerçekte Ahmed b Hanbel okumuş ve onaylamıştır; ama bu onun Hanbeli olduğunu göstermez Ebû Dâvud dâima hadisle uğraşmış, mezhebî bir mensubiyeti îmâ eden beyânına rastlanmamıştır Sünen'i, beşyüzbin hadis arasından seçtiği dörtbinsekizyüz hadisi ihtiva eder Eserini takdim ederken, "müslümanın din; hayatı için dört hadisin yeterli olduğunu" söyleyebilmiştir O dört hadis şunlardır: 1 "Ameller, niyetlere göredir " 2 "Mâlâyâniyi (boş, gereksiz şeyler) terketmesi kişinin olgun mü'min olduğunu gösterir" 3 "Kendisi için istediğini mü'min kardeşi için de istemedikçe kişi kâmil mü'min olamaz" 4 "Helâl belli, haram bellidir Aralarında şüpheli bazı işler de vardır" Gerçekten tam bir İslâmî hayat için temel ilke olabilecek ve bir toplumu ayakta tutabilecek özelliklere sahip olan bu hadis ölçüsü daha sonraları "İslâm ahkâmının üzerinde dönüp durduğu" başlıca esasları teşkil etmiştir (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XIII, 210) Ebû Dâvûd 275/888 tarihinde, arkasında on dokuz eser bırakarak Basra'da yetmişüç yaşında vefât etmiştir Eserlerinden dördü basılmıştır (Sünen, 1, I-3; eş-Şemseddın Sâmî, Kâmûsü'l-A'lâm I 714) Eserleri: 1 Kitâbü's-Sünen: III asırda muhaddisler, Sünenleri yazarak, sadece ahkâm hadislerini ortaya çıkardılar Sünen, fıkıh bâblarına göre düzenlenmiş ahkâm hadislerini toplamaktadır Ebû Dâvûd'a kadar, Câmi' ve Müsned diye isimlendirilen hadis kitapları, hadisleri; ahbâr, kıssalar, mevâiz, âdâb, ahkâm konularında topluca veriyorlardı Sünenin ilk kez ahkâm hadislerini toplaması ve kırk yıl Ebû Dâvûd'un onu okutması, nüshalarının arasında görülen farkların bu fıkhî özelliği dolayısıyla zaman içinde çıkarma-eklemelerin yapıldığını göstermektedir Ebû Dâvûd eseri için mukaddime yazmamasına rağmen, Mekkelilere yazdığı "Risâletün ilâ ehli Mekke" adlı mektubunda eserinden şöyle söz etmektedir: "Eserin tamamının bildiğim en sahih hadislerden müteşekkil olduğuna emin olabilirsiniz Kitabın hacmi büyümesin diye bir konudaki birçok sahih hadisten bir veya iki hadis verdim Kitapta bir hadisi iki veya üç değişik senedle tekrar etmişsem, sebebi, farklı ve fazla bilgi ihtivâ etmesindendir Çoğu kez uzun hadisleri kısalttım Bir mevzûda mürsel hadisin zıddına bir müsned hadisin mevcud olmadığı veya müsned hadis olmadığı yerde, her ne kadar kuvvet bakımından müsned hadis gibi olmasa da mürsel hadisle ihticâc olunur Kitabımda, hadisi terkedilmiş râviden alınma herhangi bir rivâyet yoktur Aynı konuda kendisinden başka ona benzer herhangi bir hadis bulamadığımdan dolayı münker bir hadise yer vermişsem onun münker olduğunu mutlaka açıkladım Kılı kırk yararcasına hadis toplayan benden başka biri yoktur herhalde Bu öyle bir kitaptır ki, Nebi (sas)'den sahih isnadla vârid olan her sünnet onda mevcuttur Kur'ân-ı Kerîm'in dışında insanların öğrenimine bundan daha çok ihtiyaç duyacakları bir başka kitap bilemiyorum Fıkhı meseleler, Süfyân es-Sevrî, Mâlik ve Şafii'nin meseleleridir Topladığım hadisler de bu meselelerin nassını teşkil etmektedir Sünen'e aldığım hadislerin büyük çoğunluğu meşhur hadislerdir Meşhur, muttasıl ve sahîh olan hadîsi reddetmek kimsenin haddi ve hakkı değildir Sünen'e sadece ahkâm hadislerini aldım Eserde mevcut dört bin sekiz yüz, hadisin tamamı ahkâma âittir" (Adva'us-Şeria, V 1394) Concordance'd a Sünen, kırk kitap ve bin sekiz yüz seksen dokuz babtan meydana gelmektedir Bu bölümler şöyledir: et-Tahâre, es-Salât, Salâtu'l İstiska, Salâtü's-Sefer, Salâtu't-Tatavvu, Şehru Ramazan, Sucûdu'l Kur'ân, Vitr, ez-Zekât, el-Lukata, el-Menâsik, en-Nikâh, et-Talâk, es-Savm, el-Cihad, el-Edâhî, es-Sayd, el-Vasâya, el-Ferâiz, el-Harac ve'l İmâre ve'l Fev el-Cenâiz, el-Eymân ve'n-Nuzûr, el-Büyû', el-Buyû' ve'l-İcâre, el-Akdiye, el-İlm, el-Eşribe, el-Et'ime, et-Tıbb, el-İtâk, el-Hurûf ve'l-Kırâe, el-Hammâm, el-Libâs, et-Tereccül, el-Hâtem, el-Fiten, el-Mehdî, el-Melâhim, el-Hudûd, ed-Diyât, es-Sünne, el-Edeb Sünen'de sülâsi rivâyet yeralmaz Onaltı tane kutsî hadis bulunmaktadır Hadisleri altı gruptur: Sahih lizâtihi, sahihe benzer, sahihe yakın, şiddetli vehn olan hadisler, 'hakkında birşey söylemediklerim sahihtir' dedikleri, hasen li gayrihi olabilecek hadisler (Kâtip Çelebi, Keşfü'z-Zunûn, II, 1005) Buhâri ve Müslim'in birlikte tahric ettiği hadisler kitabın yarısını teşkil eder Ebû Dâvûd kitabına sahih, hasen, leyyin ve amel edilebilir hadisleri almıştır Ona göre aşırı derecede zayıf olmayan hadis rey ve kıyastan evlâdır Sünen'de yeralan bazı sahih hadisler Sahihayn'da bulunmaz Şüpheli hadisleri ise, illetlerini açıklayarak almıştır Sünen, hadis kitaplarının ikinci tabakasına dahildir (ed-Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliğa, I, 283) Talebelerinden yedisi tarafından rivâyet edilmiştir ki, en sahih ve yaygın rivâyet el-Lu'luî'nin eseridir (JRobson, Sünen-i Ebû Dâvud Nüshalarının Rivâyeti, Trc: Talat Koçyiğit, A ÜİFD, 1956, V, 1-4, 175) Sünen-i Ebû Dâvûd Kahire (1280), Delhi (1283), Luknov (1840-1888) Haydarabad (1321) Mısır (1935-1950), gibi merkezlerde bir kaç kez basılmıştır Türkçe'de Ebû Dâvûd'un Sünen'i 1983'de yayınlanmıştır 1987 yılında eserin, tercüme ve şerhi yayınlanmaya başlanmıştır Sünen'in ilk şerhini "Meâlim Es-Sünen" adıyla Ebû Süleyman Hattâbî (388/998) yapmıştır Ebû Dâvûd'un diğer eserleri şunlardır: 2 Risâletuhu fi Vasfı Kitâbü's-Sünen: Eseri Kitâbu's-Sünen ile ilgili olarak yazdığı ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz mektuptur 3 el-Merâsil: Mürsel hadislerle ilgili eseri 4 Mesâiiu'l-İmam Ahmed: Fıkıh konularına göre tasnif edilen ve Ahmed b Hanbel'e sorulan soru ve cevapları kapsar Diğer önemli eserleri de şunlardır: el-Mesâil, en-Nâsih ve'l-Mensuh, Kitâbu'z-Zühd, Kitâbu'l-Kader, Kitâbu'l-Ba's ve'n-Nüşûr, Delâilu'n-Nübüvve, et-Teferrüd fi's-Sünen, Fedâilu'l-Ensâr, Müsned-u Mâlik, ed-Dua, İbtidâu 'l- Vahy, Ahbâru'l-Havâric EBU HANİFE İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b Sâbit b Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır Dedesi Zûta, Teym b Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi Ben de, 'Çarşı pazara' dedim O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu" Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev: Osman Keskioğlu İstanbul 1970 43) Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir Mantığı çok kuvvetli olan Numân b Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333) Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111) Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133) Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53) Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b Ebî Süleyman (ö120/737)'ın derslerine devam etti Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz Ömer fıkhı, Abdullah b Mes'ud fıkhı, Abdullah b Abbâs fıkhı Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132) Hocası Hammâd b Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu Abdullah b Mes'ud ve Hz Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b Kays, Mesruk b el-Ecda'ın fıkhından faydalandı Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146) Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir Atâ b Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b el-Hasen, Mısır) Kendisi şöyle der: "Hz Ömer'in fıkhını, Hz Ali'nin fıkhını, Abdullah b Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44) Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, age, 39) Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi O, fiyatını sordu Kadın yüz dirhem istedi Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218) Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b Amr (190), Hasan b Ziyâd (204), Kasım b Maan (175), Ali b Mushir (168), Hibban b Ali (171)'dir Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran" Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559) İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi Hattâ o, Zeyd b Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti Hz Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır 145 yılında Hz Ali (ra)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170) Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk Hanefi mezhebi) Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204) Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, age, 21) Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz" O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127) Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ Hakkı, age 127) Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (sas)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız" "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd) İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (sas)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M Zâhidü'l Kevserî, age, 152) İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96) Bazı hadisleri Hz Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd) Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir (İbn Hazm el-İhkâm 929) Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir (ibn Abdilber, age, II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A Emin, age, II, 187) Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır" Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508) İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272) İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42) "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s137) İstihsanın iki anlamı vardır: 1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi 2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95) İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd) İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler: 1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor: -Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz? -Çünkü Rasûlullah (sas)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir -Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (sas)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi -Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi -Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun? -Hammâd b Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir el-Esved'in birçok meziyetleri vardır Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır! Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, age, 138-139) Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir 2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd) Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır 3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, age, 41-42) 4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir" Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, age, 73) İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b Enes (179) ve Sufyân b Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232) Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür Dâvûd b el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15) Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b Atâ vs büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım Dedeniz Muhammed (sas)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67) Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir Maslahat dışında bu mutlâka şarttır Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb) Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur Yine Hz Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim" Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz |
|