08-21-2006 | #151 |
dehşet
|
İzlenim Oluşumu Kişiler arası ilişkiler, büyük ölçüde, kişilerin birbirine ilişkin algısına dayanır Yeni biriyle karşılaştığımızda, onu iyi tanımasak dahi, onunla ilgili bir dizi veri ya da enformasyona sahip oluruz Onun neye benzediği, nasıl göründüğü, nasıl tepkide bulunduğu ve ardından ona yönelik sorularımıza nasıl cevap verdiği, ortadaki bir sorun karşısında ne tür tavır takındığı, nasıl hareket ettiği gibi konularda hemen enformasyonlar toplarız Tüm bunların ardından, hatta bunlarla eş zamanlı olarak karşımızdaki kişi hakkında bir fikir oluştururuz Bu süreç, 'izlenim oluşumu' (impression formation) ya da 'izlenim oluşturma' sürecidir Dolayısıyla izlenim oluşturma, kişisel özelliklerini bir bütün halinde örgütleyerek belirli bir kişiyi nitelendirme sürecidir Diğerleri hakkındaki algılarımız, sosyal yaşamımızın önemli bir parçasıdır Onlar hakkındaki fikrimiz ya da izlenimimiz, onlarla etkileşimlerimizi anlamayı, öngörmeyi ve denetlemeyi sağlarlar Bu izlenimlere dayanarak on!an birbirinden farklılaştırır ve davranışlarımızı ayarlarız Diğerleri hakkındaki izlenimlerimizin bu denli önemli sonuçlar vermesi, sosyal psikologları, konuyla ilgilenmeye yöneltmiş ve izlenim oluşumunun çeşitli yanlarını aydınlatan farklı model ve açıklamalar ortaya konmuştur Bunlar arasında Geştaltçı İzlenim Modeli (Asch), Matematiksel İzlenim Modeli (Asch, Anderson, vb), Pozitif İzlenim Eğilimi (Sears, vb), İzlenimde Siireçsel Süreklilik Modeli (Fiske ve Neuberg, Pavelchak, vb), Bilişsel Aktiftik ya da Meşguliyet Etkisi (Gilbert, Pelham ve Krull, vb), Motivasyonel İzlenim Modeli (Fiske ve Taylor), Durumsal İzlenim Modeli (Berscheid ve ark, Neuberg ve ark, Tetlock, Freund, Kruglanski, Swann, vb) sayılabilir (Kaynak; Vallerand & ark 1994 |
08-21-2006 | #152 |
dehşet
|
İzlenimde Polyanna İlkesi Diğerlerine ilişkin yargılarımızda gözlenen pozitiflik yanlılığının açıklanmasına getirilen cevaplardan biridir Polyanna ilkesine göre, insanlar, kendilerinin iyi şeylerle, hoş kişilerle birlikte bulunduklarını, güzel deneyimler yaşadıklarını düşündüklerinde, kendilerini daha iyi hissederler Olumsuz bazı yaşantılar veya durumlarda bulunmak da (hasta olma, komşularıyla anlaşamama, vb), bu eğilimi fazla değiştirmemektedir Ayrıca, olayların çoğu, karşılaştırılabilir oldukları tüm olaylara kıyasla daha olumlu görülmektedir Ancak pozitiflik, şeyler ya da objelerin söz konusu olmasına kıyasla, kişiler söz konusu olduğunda daha yüksek düzeyde gerçekleşmektedir |
08-21-2006 | #153 |
dehşet
|
Zevk-Gerçeklik İlkesi / Kavramlar Freud tarafından önerilen bu iki ilke (pleasure principle- principle of reality), psişik İşleyişi yöneten iki ilkedir Birinci ilke, sınırsız ve engelsiz olarak zevk sağlama ve acıdan kaçınmayı (örneğin bebeğin anne memesini emme durumu), ikincisi ise zevk ilkesine, dış gerçekliğe uyum açısından zorunlu bir takım sınırlar getirmeyi öngörmektedir |
08-21-2006 | #154 |
dehşet
|
Zihniyet Zihniyet kavramı, bir toplumda, bireyler arası farklılıklar bir yana bırakıldığında geride kalan istikrarlı psikolojik yapı ve tüm bireylerde ortak olan bir takım inançlar, yargılar ve temsiller bütünü olarak tanımlanabilir; zihniyet, toplum veya kültürlere özgü bir zihinsel yapıdır Bu yapı bireysel planda, birbiriyle mantık veya inanç bağlarıyla bütünleşmiş entelektüel eğilimler ve fikirler bütünü olarak ortaya çıkmaktadır Zihniyet kavramını irdeleyen yazarlara göre (Bouthoul, 1966) zihniyet, bir toplum veya kültürün üyelerinde ortaktır; bir başka deyişle toplum, benzer zihniyete sahip bireyler topluluğudur Bireyi toplumuna bağlayan en sağlam ve dış etkilere en dirençli bağdır Zihniyetlerin bir diğer özelliği son derece istikrarlı ve kalıcı olmalarıdır; zihniyetler, kişilerin isteğine bağlı olarak değiştirilemezler Öte yandan zihniyet, sosyal yaşamın içselleştirilmiş yoğun bir özü gibidir, insanla dış dünya arasında yer alan bir prizmadır, Kant anlamında insan bilgisinin a priori biçimidir Nihayet zihniyetler ile kişilerin refleksleri, temel tepkileri arasında bir bağ vardır; bir toplumda yaşamak, onun coşkularını, objelere ilişkin çekim duygularını, nefretlerini paylaşmak demektir, vb Zihniyet konusundaki literatür, zihniyet kavramının çerçeveleri (kozmoloji, moral, din, teknik, sosyal yaşamın kategorileri, yani değerler, kutsal inançlar, hiyerarşiler, dostluk ve düşmanlıklar, vb); zihniyetin içeriği ya da bileşenleri; zihniyet tipleri (dogmatik zihniyet-pozitif zihniyet; ilkel zihniyet-modern zihniyet, vb) gibi hususlar üstünde odaklaşmaktadır |
08-21-2006 | #155 |
dehşet
|
Zoraki Kabul Sosyal psikoloji araştırmalarında önemli bir paradigma oluşturan zoraki kabul ya da uyma (forced compliance), bir bireyin çeşitli dış etkenlerin etkisiyle, görüş, inanç ve tutumlarına zıt davranışta bulunmasıdır Örneğin, Milgram'ın itaat deneyine katılan denekler, bu tür bir durumda bulunmaktadırlar Bunun diğer bazı klasik Örnekleri, araştırmacının isteğiyle, deneklerin inançlarına aykırı fikirleri savunan bir dilekçeye imza atmaları, çekici bir oyuncakla oynamamaları veya kendilerini yiyecek veya içecekten mahrum etmeleridir Zoraki uyma paradigması, ilk bilişsel çelişki deneylerinin temel paradigmasıdır Bu tür deneylerde denek, inançlarına aykırı bir davranış yapma durumuna sokulmakta ve daha sonra tutum veya motivasyonlarını bu davranışla bağdaşacak şekilde değiştirmektedir Bu çalışmalarda, çelişkiyi giderme (azaltma veya indirgeme) süreci, davranış sonrasında yer alır ve çelişkiyi ortadan kaldırma çabası, tek bir davranışa dayanmaktadır Daha sonraki bazı çalışmalarda, deneklerin tutumları veya motivasyonlarıyla çelişen bir yerine iki davranış öngörülmüş ve bu düzenek, 'ikili zoraki uyma' olarak nitelendirilmiştir Örneğin T tutumuna sahip bir denek, bu tutumla uyuşan (+) veya uyuşmayan (-) A ve B davranışlarını yapmış olabilir Bilişsel çelişkinin söz konusu olabilmesi için bunlardan bir tekinin, sözgelimi A davranışının, deneğin T tutum veya motivasyonuyla çelişkili olması yeterlidir Buna ek olarak B davranışını alalım B için iki ilişki dikkate alınmalıdır, B'nin hem A, hem de T ile ilişkisi Nötr ilişkiler dikkate alınmazsa, iki davranış aralarında uyuşabilir ve bu durumda her ikisi de T ile çelişkilidirler (A ile B aralarında + ilişkili, T ile - ilişkili): Deneycinin isteği üzerine hoş olmayan bir iş yapmak (A) ve sonra bu işin hoş olduğu yönünde görüş belirtmek (B) Diğer durumda B davranışı A ile çelişkili olup T ile uyuşabilir (T ile B aralarında + ilişkili, A ile - ilişkili): A'yı yapmakla birlikte, bunun hoş olmadığı yönünde görüş belirtmek (B) Bu tür deney düzeneklerinde, ikili zoraki uyma durumu söz konusudur ve bu deney koşulları, bilişsel çelişki teorisinin radikal versiyonlarının revizyonu bakımından önemli sonuçlar vermektedir Nitekim bu çerçevede yapılan bir çalışmada (Joule, 1993), deneklerin çelişkisinin L koşulda daha büyük, II koşulda ise daha az olacağı öngörülmekle birlikte, sonuçlar aksi yönde çıkmıştır Buna göre çelişki oranının saptanmasında I koşulda A ile T ilişkisinin, II koşulda ise B ile T ilişkisinin dikkate alınmaması gerekmektedir Girandola da (1996, 1997), Festinger ve Carlsmith'in ünlü araştırmasının repliğini yaparak bu araştırmayı çelişki yaratan iki davranışla tekrarlamış ve tutumlarına aykırı iki davranış yapanların, bir davranış yapanlara kıyasla, daha az çelişki yaşadıklarını saptamıştır (Kaynak: Beauvois, Joule & Monteil, 1993) |
08-21-2006 | #156 |
dehşet
|
Öğrenilmiş Çaresizlik Seligman ve arkadaşları (1967, 1971, 1975) tarafından ortaya atılan Öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness) kavramı, hayvan veya insanlarda, başlarına gelen şeyler üzerinde hiçbir denetimleri olmadığını gördükleri zaman ortaya çıkan apati durumunu ifade etmektedir İnsanlar, içinde bulundukları durumda olumsuz veya stres yaratıcı bir olay meydana geldiğinde, olayın kontrol edilebilirliği konusundaki beklentilerine bağlı olarak kontrol kaybı duygusunu benzeri durumlara genelleştirebilmektedirler Seligman, kontrol kaybının, motivasyon, duygu ve biliş düzeylerinde çeşitli sonuçlan olduğuna işaret etmektedir Örneğin; � Motivasyonel düzeyde: Çevreyi kontrol isteği yok oluyor, pasifliğe düşülüyor � Duygusal düzeyde: Kontrol kaybı, umutsuzluk, depresyon gibi olgulara yol açıyor � Bilişsel düzeyde: İnsan, eylemleri ile eylemlerinin sonuçları arasında bağ kuramıyor Ne yaptığında ne olacağını öngöremiyor Öğrenilmiş çaresizlik teorisine yönelik eleştiriler, teorinin kişinin bilişsel kapasitesini dikkate almayıp özellikle duruma ağırlık vermesi hususunda odaklaşmıştır Teorinin bu eleştirileri dikkate alan yeni versiyonuna göre, belirli bir durumun kontrol edilemezliğinin birey tarafından algılanması yeterli değildir Bireyin, söz konusu durumun olağan dişiliğim açıklamak için oluşturduğu atıflar önemlidir Atıflar içsel veya dışsal, istikrarlı veya istikrarsız, genel (global) veya özgül olabilir Atıfların içsel, istikrarlı ve genel olması halinde, öğrenilmiş çaresizlik duygusu daha güçlü olmakta ve gelecek durumlara yansıtılmaktadır |
08-21-2006 | #157 |
dehşet
|
Öncelik Etkisi Öncelik etkisi (primacy effeci) ya da bir diğer deyişle ilk izlenim etkisi kavramı, izlenim oluşumu alanında yapılan çalışmalarda, belirli bir kişiyi betimleyen sıfatlar listesi içersinde, en önce sunulanların bu kişiye ilişkin yargılarımızı daha çok etkilediğini; iletişim alanında ise bir dizi mesaj içersinde en önce sunulanların, kişilerin algıları ve kanaatleri üzerinde daha ağırlıklı bir rol oynadığını ifade etmektedir Araştırmalar etkileşimdeki bireylerin birbirleri hakkında sahip oldukları ilk enformasyonların daha etkili olduğunu göstermektedir Goffman'ın üzerinde önemle durduğu dış görünüş ya da cephe görüntüsü bilgileri, bu enformasyonlar arasında sayılabilir |
08-21-2006 | #158 |
dehşet
|
Öyküsel Kimlik Descartes'ın Cogito'sunun etkisiyle sosyal bilimler alanında uzunca bir süre bütünsel bir bilinç ya da bir 'birleşik Ben' paradigması hakim olmuştur Psikanaliz, bu 'yekvücut' ego anlayışını kırarak, id-ego-süper ego'dan oluşan üç boyutlu bir Ben anlayışı geliştirmiştir İnsan psişizminin tekliğini, bütünlüğünü kaybettiği bu bölünme, daha doğru bir deyişle psişizmin parçalı bir biçimde temsil edilmesi, Paul Ricoeur tarafından 'parçalanmış Cogito' olarak adlandırılmıştır Ancak Ricoeur, insanın, varoluşuna bir bütünlük, bir birlik vermek ihtiyacında olduğunu, bunun da (birliğin) insanın kendisi hakkında oluşturacağı bir hikaye şeklinde gerçekleşebileceğini, bir başka deyişle bir anlatı tarzında sağlanabileceğini vurgulamıştır Buna 'öyküsel kimlik' (narratif kimlik) demiştir Öyküsel (ya da anlatısal) kimlik terimi, bireyin kendini başkalarına, kendi kendine anlattığı kişisel bir hikaye biçiminde sunduğunu ifade etmektedir; terim, bireyler kadar, kimliklerini büyük anlatılar ya da öyküler (recits) içersinde inşa eden sosyal gruplar için de kullanılmaktadır |
08-21-2006 | #159 |
dehşet
|
Öz Farkındalık Öz farkındalık (şelf awareness), kişinin dikkatinin kendisi üzerine toplanması ve benliğin, onun bilincinin objesi haline gelme durumudur Kişinin dikkati, diğerleri tarafından görülen yanları (fiziksel görüntü, davranış, vb) üstünde odaklandığında genel ya da kamusal öz farkındalık; diğerlerine görünmeyen yanlar üstünde odaklandığı zaman ise özel öz farkındalık söz konusudur Öz farkındalık, bir bakıma kişinin kendisinin bilincinde olmasını ifade etmesi bakımından benlik-bilincine benzemektedir; ancak öz farkındalık, bir tür kendi üstüne odaklaşma hali, belirli bir durum içindeki bir bilinçlilik hali iken, benlik bilinci kavramı (self-consciousness), daha ziyade bireysel bir dispozisyonu ifade etmektedir |
08-21-2006 | #160 |
dehşet
|
Öz Saygı Bir kişinin kendisini algılamasına ilişkin bir kavram olan öz saygı (self-esteem), kişinin kendisine bir birey olarak yüklediği değeri ifade etmektedir Öz saygı, benliğin duygusal öğesidir Rosenberg'in klasik tanımına göre, her insanın bir kişi olarak değeri hakkındaki duygusudur Bu duygu, öz saygı araştırmalarının temeli olmuştur, zira öz saygı araştırmaları, kişilerin kendilerini değerlendirebileceği ve bunu tutumları, eylemleri ve sözleri vasıtasıyla ifade edebileceği varsayımına dayanmaktadır Bir birey kendini değerlendirmeye çalıştığında, ya salt kişisel özelliklerini dikkate alır ya da mensup olduğu gruplara referansla değerlendirme yapar Bireyin, kendi kişisel özelliklerinin sübjektif değerlendirmesi, kişisel öz saygıyı; bireyin özdeşleştiği grupların özelliklerinin sübjektif değerlendirmesi ise kolektif öz saygıyı oluşturur Öte yandan öz saygı, kişinin içinde bulunduğu durumlardan da etkilenir Yaşanan olaylar ve alınan enformasyonlar, kişinin kendine ilişkin imajlarını değiştirebilir Bu nedenle dispozisyonel öz saygı ile durumsal ya da bağlamsal öz saygıdan söz edilebilir Tarihsel olarak, öz saygının kavramsallaştırılmasında iki teorisyen James ve Cooley'in çalışmaları önemli bir yer tut-maktadır (Bolognini ve ark, 1998) James, öz saygı (self love) kavramında, kişinin başarıları ile özlemleri arasındaki oranı öne çıkarmıştır (öz saygı=başarılar/özlemler) Cooley, diğerlerinin kişiye ilişkin görüşlerinin, diğerlerinin aynasında yansıyan imajının (looking glass şelf) belirleyici olduğunu vurgulamıştır Öz saygı, modern Batı toplumlarının bir özelliği olan bireyselci bir insan ideolojisi içinde kök salan bir kimlik boyutudur Bu toplumlarda bireyler kendilerini, özel bir kişi anlayışına dayalı bir sembolik alanda inşa ederler İçinde yaşadığımız kitle iletişim ve serbest rekabet uygarlığı, bireylerin olumlu bir imaja sahip olmalarını, temel bir değer haline getirmiştir, öylesine ki öz saygının kazanılması, sosyalleşmenin başarısının göstergesi olarak görülmeye başlamıştır Bu kültür, çocukların, hareketlerinden sorumlu bir kişi olarak görülmesi gerektiğini vurgulamış ve kendini ifade etme ve gerçekleştirmeyi bir hedef olarak göstermiştir Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en üst katında yer alan kendini gerçekleştirme hedefi, hümanist düşünce geleneğinden gelmektedir Başlangıçta, çocuğun içinde yaşadığı toplumun inanç ve değerlerini, duygu, düşünce ve davranış tarzlarını, sosyal rolleri ve normlarını içselleştirmiş bir üyesi haline gelmesini ifade eden sosyalleşme, günümüzde çocuğun kendini geliştirmesi, kişiselleştirmesi ve yüceltmesi hedeflerine doğru kaymıştır Öz saygı, son çeyrek yüzyılda, önemli bir araştırma alanı olmaktan öte, geniş bir kitlenin ilgi odağı haline gelmiştir Bir yanda psikologlar, eğitimciler ve ruh sağlığı uzmanları, öte yanda gittikçe genişleyen bir halk kitlesi, öz saygı terimi altında toplanan olgulara ve sorunlara ilgi duymuştur Çeşitli yaşam alanlarındaki performans düşüklükleri, depresyonlar, İntiharlar, ergenlik ve gençlik sapmaları, okul başarısızlıkları ve uyumsuzlukları, erken hamilelik ve benzeri sorunlar, öz saygı düzeyiyle ilişkilendirilerek anlaşılmaya çalışılmıştır Günümüzde, çeşitli araştırmacılar öz saygının, insanların yaşamında önemli bir rol oynadığı, onların düşünceleri, duyguları ve davranışlarında etkili olduğu konusunda görüş birliği içindedirler Yapılan araştırmalarda, öz saygı düzeyinin, kendine güven, iç tutarlılık, zamanda istikrarlılık, kararlı tepkiler gösterme, kendini yücelterek sunma gibi değişkenlerle ilişkili olduğu yönünde bulgular elde edilmiştir Öz saygının yapısı konusunda, bazı yazarlar genel bir duygudan (Coopersmith, 1967) söz ederken, bazıları (Bracken, 1996; Harter, 1982; Marsh, 1989) çok boyutlu bir yaklaşım sergilemektedirler Faktör analizi temelinde yapılan çalışmalar (Harter ve Pike, 1984), insanın kendini değerlendirmesinin çok boyutlu bir nitelik gösterdiği tezine ağırlık vermektedir Kendini değerlendirmenin, çocukluktan itibaren gelişim dönemlerine bağlı olarak, alanlara göre farklı bir seyir izlemesi de bu tezi desteklemektedir Öz saygının boyutları sayılabilecek bu temel alanlar arasında, okul başarısı, atletik yetenek, ilişkisel yetenek, fiziksel görünüm, davranışlar ve bunlara ek olarak yakın dostluklar, duygusal ilişkiler ve mesleki başarılar sayılmaktadır Fakat farklı alanlar da olsa, Öz saygının faktör yapısında özellikle iki faktör öne çıkmaktadır: Kapasite veya yeteneklerin değerlendirilmesi ile kişisel uygunluğun (sosyal kabul açısından) değerlendirilmesi Bazı yazarlar, iki yaklaşım arasında bir çelişki bulunmadığını, her ikisinin de insanın kendini değerlendirmesinin bir parçası olduğunu, yani kendimiz hakkında bazen genel (global öz saygı), bazen da alanlara göre (özgül öz saygı) bir değerlendirme yaptığımız fikrini savunmaktadırlar Buradan hareketle, iki değerlendirme tipini birbirine göre hiyerarşik bir tarzda konumlayan farklı modeller geliştirilmiştir (Hattie ve Marsh, 1996) Öz saygı düzeyinin ölçülmesi, öz saygının kavramsallaştırılmasında temel alınan yaklaşımlara göre farklı yöntem ve ölçeklerle yapılmaktadır Ancak pratikte, çok boyutlu ve çok-skorlu ölçekler daha çok tercih edilmektedir Bu tür ölçekler, Özel bir sorun konusunda, yani belirli bir alanda değerlendirme yapılacağında daha uygun düşmektedir Örneğin okul başarısı veya fiziksel görünüm konusundaki öz saygı düzeyi araştırılmak istendiğinde, çok boyutlu bir ölçeğin, sadece bir tek (veya birkaç) alt ölçeğini kullanma imkanı vardır ve bu da, önemli bir tasarruf kaynağıdır (Harter, 1998) |
08-21-2006 | #161 |
dehşet
|
Öz Saygı İyimserliği Pyszczynski, Greenberg ve Solomon (1987) tarafından ortaya konan bu olgu, insanların öz saygı yoluyla tehditle başa çıkmaya çalışmalarını ifade etmektedir Bu teoriye göre insanlar, çeşitli kaygı kaynaklarıyla ve özellikle de ölüm korkusuyla başa çıkmak için yüksek öz saygı düzeyini korumaya çalışmaktadırlar |
08-21-2006 | #162 |
dehşet
|
Öz Sevgi XVIII ve XIX yüzyıl demokrasi teorilerinin ve liberal felsefenin bir erdem ve ideal olarak önerdiği öz sevgi (amour de soi, bîr tür selflove) her bireyi sadece kendisini düşünmeye, kendisinden kaygılanmaya sevkeden duygu olarak tanımlanmıştır Bu duygunun, bireyin bir objeyi, göreceli değil (görecelilik, karşılaştırmaya dayanır), mutlak bir ihtiyaca cevap vermesi halinde sahiplenmeye götüren bir duygu olması gerektiği vurgulanmıştır Bu tanımda, Ben, kendi üstüne dönen, kendi kendine yeterli bir bütünsellik gibi görülmektedir Her insan, kendi kendinin gözlemcisi, dıştan hiç bir şeyin rahatsız etmediği bir kendinde mevcudiyet içinde bulunmaktadır Demokrasi teorisinde öz sevgiyi (amour de soi), izzet-i nefisle (amour propre) karşılaştıran Rousseau, 'sivil durum'da, tek tek bireylerin iradesinin genel iradeye göre durumunu, 'doğa durumu'nda, izzet-i nefsin öz sevgiye göre durumuna benzetmektedir Ona göre insan öz sevgi güdüsüyle hareket ettiği için, özünde iyidir; izzet-i nefis tarafından bastan çıkarıldığı içindir ki toplum tarafından bozulur, insanlar birbirini yolsuzluğa iter İnsanın doğal olarak 'iyi' olmasına karşılık, toplumun 'kötü' olması, paradoksaldır; bunun kaynağı, öz sevginin yapısal olarak değişken olmasındandır; ancak bu değişkenlik, sosyal kontratı mümkün kılmaktadır Öz sevgi ya da kişinin kendini sevmesi, nihai analizde diğerlerinin onu sevgisiyle bir olmaktadır; zira sempati, kendi kopyasını, çiftini, ikizini yaratmaktadır, ikizini yaratma, seyircisini taklitle eşdeğerlidir, burada karşılıklı sevmenin zevkini arama, kendi üstüne dönüşümlü (refleksif) sempati ilkesi işlemektedir |
08-21-2006 | #163 |
dehşet
|
Özdeşleşme Başlangıçta Freud'un hastalarıyla ilişkilerinden hareketle hipotetik olarak oluşturduğu bu kavram (Identification), bireyin erken yaşlardan itibaren bir başkasını model alarak kendi kişiliğini oluşturma sürecini ifade etmektedir Erken yaşlardan itibaren diğerleriyle bazı ortak yanları olduğunu farkeden çocuk, ya kendini onlara, ya da diğerlerini kendisinin bir parçasına benzeterek özdeşleşme sürecine girmekte ve onlar tarafından aktarılan değerlere göre 'ideal ben'ini oluşturmaktadır Özdeşleşme, çocuğun model olarak aldığı ayrıcalıklı bazı kişilerle (anne-baba, öğretmenler, otorite figürleri, vb) etkileşime girerek kendi kimliğini inşa etme eğilimidir Özdeşleşme kavramı sosyal etki araştırmalarında, konformizm ya da uymanın belirli bir tipine işaret etmektedir Sosyal etkiye maruz kalan bireyin tepkilerini itaat, özdeşleşme ve benimseme olarak üç farklı tipe ayıran Kelman (1958), özdeşleşmeyi şu şekilde tanımlamaktadır Özdeşleşme durumunda birey, grubun görüşlerini değil, gruptaki kişilerle ilişkilerini dikkate alır; onun için önemli olan gruptaki beğendiği, değer verdiği kişilerle ilişkileridir ve tepkilerinde onları örnek alır; onlarla ilişki kurmak veya ilişkilerini korumak, geliştirmek ister (dolayısıyla grubun görüşünü benimsemesi söz konusu değildir; yalnız kaldığında terk edebilir) Özdeşleşme kavramı, daha yakın yıllarda grupların oluşumunu açıklamada kullanılmıştır Turner ve arkadaşlarının (1982, 1988), ortaya attıkları sosyal özdeşleşme modelinde, kişiler için önemli olanın 'ben kimim?" sorusu olduğu vurgulanır; bu soruya verilen kategorisel cevaplara göre sosyal özdeşleşme mekanizması işler ve kişiler aralarında bir çekim veya dostluk ilişkisi olmasa da, kategori benzerliği temelinde gruplar oluştururlar |
08-21-2006 | #164 |
dehşet
|
Özel Muamele Stratejisi Manipülasyon tekniklerinden biri olan bu strateji, belirli bir davranışa angaje edilmek (bir şeye katmak, bir ürün satmak, vb) istenen kişiye, şu veya bu sebepten dolayı özel bir kişi olduğunun söylenmesine dayanmaktadır (Burger, 1986) Örneğin bir mağazaya giren müşteriye n'inci müşteri olduğunun ve onun için X malından aldığı takdirde bir hediye öngörüldüğünün veya o günün özel bir gün olduğunun ve bu nedenle indirim yapıldığının veya bir çekiliş yapılacağının belirtilmesi gibi |
08-21-2006 | #165 |
dehşet
|
Özel-İlişkisel Benlik Özerk-ilişkisel benlik kavramı, Kağıtçıbaşı (1996) tarafından ortaya atılmıştır Kağıtçıbaşı'na göre insanlar arası ilişkilerde birbirinden farklı iki boyut söz konusudur; bunlardan birisi kişiler arası mesafe temelinde oluşan ayrışmışlık - ilişkililik boyutu (separateness-relatedness), diğeri etkinlik temelinde oluşan özerklik-dışa bağımlılık boyutudur Bu boyutların kesişmesinden, özerk-ilişkisel benlik, ilişkisel benlik (ilişkililik-dışa bağlılık), ayrışmış benlik (özerklik-ayrışmışlık) ve marjinal benlik (aynşmışhk-dışa bağlılık) gibi benlik tipleri doğmaktadır Literatürde ilişkililik ve özerklik genellikle, birbirine zıt düşen kavramlar olarak tanımlanmıştır, yani özerkliğe, başkalarından ayrışmışlık, uzaklaşma anlamı yüklenmiştir Bu durumda, doğaldır ki, bir kişinin hem Özerk, hem de diğerleriyle çok ilişkili olması mümkün görülmemiştir Oysa Kağıtçıbaşı, bu iki özelliğin, birbirinden bağımsız farklı boyutlara (kişiler arası mesafe boyutu ile etkinlik boyutu) ait olduğunu, dolayısıyla bu boyutların birer özelliği olan özerklik ile ilişkililiğin bir arada var olmalarının mümkün olduğunu öne sürmüştür Örneğin aile yapısıyla özerklik ilişkisine bakıldığında modernleşme teorisine göre modernleşme arttıkça ilişkililiğin azaldığı yönünde genel bir kabul vardır Bu noktada benliğin özerk-ilişkisel modelini öneren Kağıtçıbaşı, modernleşme teorisine alternatif bir yaklaşım ortaya koymuştur Ona göre, eğer bu iki boyut ayrı ve bağımsız ise ikisinin zıt kutuplarının bir arada görülmesi mümkündür Özerk - ilişkisel benliğin gelişimi, en iyi bağlamsal-işlevsel bir bakış açısından anlaşılabilir Bütünleştirici bu tür bir sentez, karşılıklı bağımlılık veya bağımsızlık aile modellerinden çok duygusal bağıntılılık aile modelinde ortaya çıkar Bunun nedeni, bu modelde hem özerkliğin hem de yakınlık ve bağlılığın işlevsel olmasıdır Bu durum, geleneksel toplumdan çok, bağlılık kültürü içeren toplulukçu toplumların gelişmiş (kentlileşmiş, eğitimli) kesimlerinde tipik olarak görülür Kağıtçıbaşı'na göre, özerk-ilişkisel benlik bir ideal olabilir, ama ütopik olmaktan çok ulaşılabilir bir hedeftir Psikoloji bu ideali gerçekleştirmede önemli bir rol oynayabilir |
|