Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
arabi, ibn, özü, özün

Özün Özü (İbn Arabi)

Eski 08-06-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Özün Özü (İbn Arabi)




Özün Özü (İbn Arabi)



ÖZÜN ÖZÜ ve SIRRIN SIRRI

(RİSALE-İ LÜBB'ÜL-LÜBB ve SIRR’ÜS SIRR)


GİRİŞ

Hazret-i Şeyh'in Fütuhat-ı Mekkiye’sinde anlatmak istediği husustan bir tanesi şudur:
“İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı
Bu cümleyi açıklayalım; şöyle ki:
Bir irfan sahibi, zâtındaki varlığı, tam mânâsı ile anlar olsa, bir inanç içinde kısılıp kalmaz
İman çerçevesini daraltmaz
O bir heyula gibi olur; hangi şekil verilse, kabul eder
Bu şekiller dışta olur ; iç âlemine, özüne değişiklik gelmez
Kendi sınırında ârif-i billah, aslı ne ise, öyle kalır
Her türlü itikadı kabul eder; ama, dışta çizilen, hiçbir itikadla bağlı kalmaz
Zâtî olan ilim, yani: İlâhî bilgide yeri ne ise öyle kalır
Cümle itikadın özüne vâkıf olur; dışını değil içini görür
Özünü bildiği şey, dıştan hangi libasa bürünürse bürünsün; onu tanır
Bu bâbdaki çerçevesi geniştir
O itikadların dışta giydiği kisvelere bakmadan, aslına bizzât erer ve her yüzden müşahedeye koyulur

Bir şiir:

Tecelliyât-ı Hûda İledir, her İki cihan;
Hak Cemâle nazar eyle, istediğin yandan

Bir Hadis-i Şerifte şöyle anlatılır;
"Cennetlik kimseler, makamlarına kavuştukları zaman; Yüce Hakk, azametini ve kibriyâsını gizleyen perdeyi aralar ve:
“Ben sizin, Yüceler Yücesi Rabbinizim!” buyurur
Daha açık mânâsı ile şöyle buyurur:
"Yıllarca ah görsem, diye arzulayıp sızlandığınız, Pek Yüce Rabbinizim!” buyurur
Hakk’ın bu tecellisi, olmaz iş gibi gelir; inkâr ederler:
“Hâşâ ki, sen bize Rabb olasın!” diyerek feryada başlarlar
O anda tecelli üç defa değişir; her defasında onlar, yine inkâr ederler
Sonra, Yüce Hakk onlara:
“Rabbinize dair aranızda bir işaret var mı?” diye hitap eder
“Evet var” cevabını, hep bir ağızdan verirler
Artık bundan sonra; herkese zannı, itikadı, anlayış kabiliyetini nisbetinde tecelli olur
Bu tecelli sonunda:
“Sen bizim Yüceler Yücesi Rabbimizsin!” deyip kabul ederler

Bu müşahede için şu Hadis-î Şerif vardır:
''Siz, Rabbınıza mehtaba bakar gibi, bakıp seyre dalacaksınız"
Hâl böyle olmasına rağmen, ehl-i irfan, Yüce Hakkı ilk tecellide tasdik ederler
Çünkü onlar, cümle itikadı benimsemiş; her tecelli için yetenek kazanmışlardır
Bir şiir:

Bugün her kim görür yârin,
Gören onlardır yarın
Orda ne anlar sevgiliden,
Onlar, burada körlerden

Bu mânâyı biraz daha açalım
Evet
Hazret-i Kur'ân'da şöyle buyuruldu:
"Bu âlemde âmâ olan, Öbür âlemde dahi âmâ olur" (17/72)
Yani:
Her kim ki burada, mânâ gözünü açamadı: öbür âleme göçünce, aynı şekilde âmâ olur
Dolayısiyle ilâhî tecelliyi görmek ona nasip olmaz

Hak Tealâ Hazretlerinden beklediğimiz şudur ki:
Cümle kullarını, taklitten, gösterişten öteye geçemeyen itikattan saklaya; bu gibi şeylere bağlı kalmaktan koruya

Burada şöyle bir soru sorulabilir:
“Marifet hâline yeteneği olana, kendi hakikatini anlamak ne şekilde olur?”
Bu soruyu şöyle cevaplandırmak mümkündür:
“Ona gerektir ki, kendi hakikatına vâkıf bir ârif bula Onu bulduktan sonra, candan, gönülden bağlanıp huylarını huy edine
İrfan sahibinin aslını bulabilmesi için, bu yolu tutması gereklidir

Şu Âyet-i Kerime, bu mânayı anlatır:
"Ona götürecek vesileyi arayınız" (5/35)
Bunun tefsiri şöyle olabilir:
“Beni bulmuş kullarım vardır: bana varmak dilerseniz, onları izleyiniz Onlar, size bir vesile olur, bana ulaştırırlar

Hâl böyle olduğuna göre, o zâtlara hizmetle, kişi zâtına ârif olur Nereden gelip, nereye gittiğini anlar, bulunduğu makamı da sezer

Bu âleme gelmekteki gayeyi şu Kudsî Hadis, bize anlatır:
“Bir gizli hazine idim, bilinmek istedim; Halkı da bilinmem için yarattım
Bu emir böyle, ama, Hakkı bilmek kolay İş değildir; ta, kişi nefsine ârif oluncaya kadar
Bunu da şu Hadis-i Şerif bize anlatır:
“Kim nefsini (kendini) bilirse yaradanını bilen o olur
Aksi dahi böyledir; ehli anlar
Bu Hadis-i Şerife havas ve avamdan bir çokları akılları yettiği kadar, mânâ vermişlerdir
Havas katında bir mânâ inşaallah beyan olunacaktır
Yalnız bu makamda yedi şekil müşahede edilmiştir
Aşağıda bunlar açıklanacaktır

__________________________________________________ _______________________

İtikad : İnanmak İnanç Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak Gönülden tasdik ederek
inanmak Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak (Bak: İltizam)

Heyula : Zihinde tasarlanan korkunç hayal * Gösteriş ve iriliği olduğu hâlde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı Madde (Bak: Esir)

Ârif-i billah : Mürşid, ermiş, evliyâ Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen Âlemi, hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli

Zâtî : (Zâtiyye) Zâta mensub Kendisine âit, ile alâkalı, hususi Özel

Vâkıf : Bilen, haber sahibi Aşina Bir işten iyi haberi olan * Vakfeden * Duran, ayakta duran

Libas : Giyilecek şey Elbise * Karı ve koca * Mc: İctima' * Şübhe kabul eden söz

Kisve : Elbise Kılık Hususi kıyafet Küsve Kisbet

Bâb : Kapı * Kısım * Mevzu * Fasıl Bölüm Parça Kitab * Hususi madde * Sığınacak yer * İş * Şekil * Tövbe

Avam : Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse Okuyup yazması az olan Fakirler sınıfından * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan * Halkın ekseriyeti

Havas : Havâs (Hâss - Hâssa C) Hâslar Hâssalar Keyfiyetler Hususlar * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zâtlar * Zenginler sınıfı * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah Herkesin hürmet ettiği büyük zevât * Manevî te'sir için okunan duâlar

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” buyurmuştur (Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Cerir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:
"Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek) Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin)"
Cerir der ki: "Resulullah, sonra şu âyeti okudu: "Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et!" (Tâ Hâ 130)
(Buhârî, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554))


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler” (A’raf 7/172)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ya eyyühellezine amenüttekullahe vebteğu ileyhil vesilete ve cahidu fi sebilihi lealleküm tüflihun : Ey iman edenler! Allah'tan korkun O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz” (Mâide 5/35)

وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً
“Ve men kane fi hazihi a'ma fe hüve fil ahirati a'ma ve edallü sebila : Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır” (İsrâ 17/72)

KENDİNİ BİLMEK


I
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bir kimse, kendi cisminde, cesedinde olan cüz'i ruhunu anlarsa; ki buna:
“Konuşan Nefis” dense de olur
Hâli böyle olan:
Birinci mânâ şekli içindedir
Bu makama:
“Terakki” adı verilir

Vahdet ehline göre; nefs, kalb, ruh, akıl ve sır hep birden, tek şeydir
Ancak, değişik şekil aldıkça ayrı ayrı itibar edilir, birer isim verilir
O konuşan nefsin, cismi ve canı yoktur
Cesedin dışında ve içinde bir yönetici olur; tasarruf eder
Fakat ne mekânı, ne de bir nişanı vardır
Hiçbir özel yere sahip olmadan, nereye parmak basılsa, külli olarak orada var olur
Ayrıca bölünme, parçalanma gibi şeyler onun için yerinde sayılmaz
Şahsın elinde tutan, gözünde bakan, dilinde söyleyen, ayağında yürüyen, kulağında işiten ve her duygusunda tasarruf eden odur
Beden parçalarının her parçasında bizâtihi tümüyle mevcuttur Bütün bedeni kuşatmış olarak her şeyden münezzeh ve müberradır
Bir parmak, el ve ayak kesilecek olsa, ona ne noksanlık gelir; ne de bir eksilme
Her hâlde o, eskiden olduğu gibi merkezinde dâim ve kaim durur Cesedin cümlesine fenâ gelse, ona ne yokluk olur, ne de zeval
Bunu anlatabilmek için, had ve hesaba sığmayan mânâlar vardır


II
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu ikinci şekilde olan kimse, ufuklara bakmalı
Yani, afakta olan Küllî Nefs’e (bütüne) nazar eyleye
Buna:
“Akıl, izafî olan küllî ruh” dahi derler
Allah-ü Teâlâ'nın halifesidir
Bu, cisim ve cisme bürünmüş değildir
Yerin ve semanın dışında dahi değildir
Bütün mevcudatı kuşatır; onlarda tedbir ve tasarruf eder
Ona nisbetle, üstünlüğün en üstü ile, altın en altı eşittir
Her mertebede Zâtı ile mevcut olur
Parçalanmaya ve bölünmeye gelmez
Gök yıkılsa, yer çökse onda bir hasar olmaz

Meselâ:
Dünyayı aydınlatan güneşe, ne zarar gelir ki: âlemde ne kadar evler, saraylar yapılsa, hepsine ondan ışık hâsıl olur
Ancak her ev bacasına ve her saray penceresine göre ışık alır
O evlerin çökmesi, sarayların yıkılması ile güneşe bir şey olacağı akla gelmeyeceği gibi, ona da bir şey olmaz
Hakk Teâlâ, her ne kadar insan ve hayvan yaratsa, o cümlesinde tedbir ve tasarruf edebilir
Canlılardan ne kadarı ölürse ölsün, o izafî ruh, ne hâlde ise, o hâlde daim ve kaim olur
İşte o ruha sahip olan, afâka nazar eyledikçe, bu hâlleri bilirse, ikinci şeklin ne olduğunu anlar


III
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu makamda olan dahi; yükseliş elde ettikten sonra gerekir ki:
“Cüz’i” tâbir edilen ruhunu, Küllî Ruh’ta fâni ve yok görmek sûretiyle, İzafî Ruh’ta zinde ola
Yani: Ruhun, Küllî Ruh; aklın küllî akıl olduğunu hakke’l- yakîn müşahede ede; sonra:
“Cüz’i” deyimleri ata
Her şeyin bütüne bağlı olduğunu anlaya
İşte üçüncü şekil de budur


IV
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Sonra o kimse bu makamda yükselmeye devam ede; kendi ruhunu İzafi Ruh’ta yok olmuş bula
İzafi Ruh’u ise, Hakk’ın Zât’ında mahvolmuş göre
Parçalardan ve bütünden dahi halâs ola
Bunlar olunca bütün işleri Hakk’ın fiilînde; bütün isim ve sıfatı, Hakk’ın isim ve sıfatında, ayrıca bütün zâtları da Hakk’ın Zât’ında fenâ bulmuş ve yok olmuş göre
Bu görüşünde sağlam olunca, ilme’l- yakîn tabir edilen, tam müşahede hâline erer
“Ondan başka varlık yoktur!”
“Varlık cübbesinde ondan başkası yoktur!”
Mânâlarını da hâl edinerek, tadarak anlar

Ayrıca:
“Bugün mülk kimin? Vâhidü’l- Kahhar olan Allah'ın” (40/16)
Mealini taşıyan âyet-i kerimedeki mânâya da anlayış peyda ettikten sonra, dışta Hakk'tan gayri şeylerin mevcut olmadığını irfan yolu ile sezer ve anlar

Buraya kadar dört şekil anlatıldı,
Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
Zikri geçen şekillerden biri:
a) Enfüs : İç varlık
b) Afak : Dış varlık
c) Enfüs ve afakin bir olması
d) Anlatılanların hepsi, Yüce Hakk’ın Zât’ında eridi ve yok olup gitti


V
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Burası öyle bir makamdır ki, buraya kadar anlatılan dereceleri birleştirip, hepsini bir görüp müşahede etmek gerekir
Bu dereceye erene:
“İbnü’l-Vakit” tâbiri kullanılır


VI
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLÎ

Bu makamı bulan zât, her şeye ayna olur
Bu makamın yolcusu, yolunda zâtından gayrını göremez ve her şeyi kendine bağlı bulur
Ve:
“Cübbemin içinde Hakk'tan gayrı yok! İki cihanda O'ndan başkası olabilir mi?” der
Yani:
Her şey O'na ve her şeye O, bir ayna olur
Belki, ayna ve aynadaki boya, yansıma dahi kendi olur
Bundan önce, “İbnü’l-Vakit” makamında idi:
“Lâ mevcudâ İllâllah : Allah'tan gayri mevcut yok” diyordu

Bu makamı bulduktan sonra:
“Yalnız "Ben" var”der
Şimdi buna:
“Ebü’l-Vakit” tâbir olunur


VII
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu devrede sâlik, tam bir fenâ hâli ile yokluğa kavuşur ve sade bir hiçliğe erer
Bundan sonra bekâ içinde bekâya varır
Artık onun için, hâl ve makam lâfı edilmez
Orada ne müşahede, ne de mârifet kalır
Bunların tâbiri ve izahı da mümkün olmaz
Zira burası, tam bir yokluk makamı sayılır
Hattâ:
“Makamı” kelimesi dahi, anlatmak içindir
Zira bu hâlin sahibi ne makam, ne de nişan bilir
Ancak ehl-i zevk, tadış yoluyla anlar
Allahım bu hâli, bizim için de kolay eyle!

Ârif bu makama erince, Cem -birlik- Âlemine geçmiş olur
Ayrılma gerekirse ilâhî bir varlıkla süslenir
Kendi hakikatini bilir ve dolayısiyle Hakk’ı anlar
Bundan sonra, zâhirde anladığımız itikadların herhangi biriyle, bağlanıp kalmaz
Anlatılmak istenilen mânâ da budur

Bir şiir:

O olmayınca bulamadım yolu Hakk’a;
Orada oldum Hakk’la diri, buldum, bekâ
Kendimi, kendim yitirdim; yine bulam kendimi;
“Hep” olursun, “Hiç” edince, kendi kendini…

Artık, ârif anlar ki, gerek enfüs'te, gerekse afakta; tecellî eden tek Zât, tek hakikattir; başkası yok
Varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir
Ama, hakikatın aslı, ne bölünmüş; ne de parçalanmıştır
Zâhirde görünen cümle şeyler, onun tecellîgâhı ve âletidir
Kâinatta bulunan cümle varlığın zerresinden, en büyüğüne kadar, hepsinde El Hakk (cc) esma ve sıfatı ile tecellî eder
Bu tecellî herkesin itikadına ve anlayışına göre olur
Her mahalde ve her makamda bir yüz gösterir
İçte, dışta, varlığını gösterebilen; her şeyde sûret olan, her akılda makul, her gönülde mânâ, her kulakta işitilen, her gözde gören O’dur
Bir yüzde tecellî ederse, öbüründen de bakar
Bunların mânâsı, yine başta söylenen cümleye gider
Taleb edilenle edilenin; âşıkla mâşukun; itikad edenle edilenin tek şey olduğunu bilen için mânâ şudur:
“Aslında, irfan sahibi itikadın tek olduğunu bilince; kendisini özel bir itikada bağlamaz

Üstteki mânâlara ışık tutan bir hikâye şöyle anlatıldı:
Birkaç âmâ bîr yerde otururlar
Aralarında bir konuşma geçer;
“Biz, fili görebilir miyiz?” derler
Sonra, fil çobanı bunları alır, filin yanına götürür
Her biri filin bir yanını bulur; tutar
Kimi, kulağına; kimi, ayağına; kimi, karnına; kimi, hortumuna yapışır
Fili böylece bilip geçtikten sonra, kavgaya başlarlar
Filin ayağına yapışan, direk gibi olduğunu, söyler
Kulağına yapışan, sofra bezine; karnına yapışan da küpe benzetir
Hâsılı hangi organa yapıştılarsa, onu bildiler, itikadları öyle oldu

İşte taklid sûretiyle itikad sahibi olanların hâli budur
Muayyen bir şeye saplanıp kalırlar
O ölçülü hâlde mahpus olup dururlar

Bir şiir:

Belli ölçüde kim kalırsa bugün mahpus;
Toprağa serildikte tümden olur me’yus

Ne olursa olsun; irfan sahibi, kendini muayyen bir itikada kaptırmaz
Çünkü o, kendi zâtına âriftir
Bunu yukarıda da anlatmış bulunuyoruz
Bahis açıldığı için yine tekrar ettik
İrfan sahibinin; kendi hakıkatına da ârif olması, yani:
Kendi gerçeğini anlaması, özünü bilmesi için, saygı ile dinlemesi icap eden beş şeye ihtiyacı vardır
İrfan sahibinin ermesi için bunların bilinmesi, bir zarurettir
Bu sebeple onları sırası ile alıyoruz
Onlara:
“Hazarat-ı Hamse” derler


يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

“Yevme hüm barizun la yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar : O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır” (Mü’min 40/16)


Tasarruf : İdare ile kullanmak Sarfetmek Tutum Sâhib olmak İdare etmek Sâhiblik Kullanma hakkı * (Para veya mal) artırma * Bir şeye karışıp müdahale etme

Bizâtihi : Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından

Müberra : Beri Müstesnâ Fenalıktan uzak kalmış Münezzeh Temiz Noksansız

Münezzeh : (Nezahet den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak Hiç bir şeye muhtaç olmayan Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen

Tâbir : Ta’bir (Tâbir) İfade, anlatma Söz Mânası olan söz Deyim * Terim * Rüya yorma (Ubur dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak

İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir Ona bağlamak suretiyle Alâkalı göstererek

Afak : Ufuklar Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire * Etraf Cihetler * Mc: Görüş ve dönüş sınırları (Zıddı: Enfüs'dür)
Zinde : f Dinç, diri, canlı * Güçlü, kuvvetli

Cüz’i : Azdan olan Parçaya âit olan Biraz Pek az Kıymetsiz Mühim olmayan Esasa ait olmayan Cüz'e âit olan Külli olmayan

Küllî : Külle mensub Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan Umumi, bütün * Çok, ziyade, fazla * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz Küll, cüz'lerden meydana geliyor

Halâs : Kurtulma, kurtuluş Selâmete ermek

İbnü’l-Vakit : Vaktin oğlu Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi

Ebü’l-Vakit : vaktin babası Vakit ve hâlin te'siri altında kalmıyanlar

Sade : f Basit, karışık olmayan, katıksız * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan * Tek katlı * Ancak, yalnız * Süssüz * Derin düşünemiyen, saf adam

Bekâ : Devamlılık Evvelki hâl üzere kalma Dâim ve sâbit olma * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır * Bâki olmak Ebedîlik

Enfüs : (Nefs C) Nefsler, ruhlar, canlar Yaşayanlar İç âlem

Mârifet : Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek * Hüner Üstadlık San'at * Tuhaflık, garib hareket * Vasıta, tavassut * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat İrfan kazanmak (Bak: İrfân)

Tecellî : Görünme Bilinme * Kader * Allah'ın (CC) lütfuna uğrama * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi

Makul : Ma’kul Akla yakın, aklın kabul edeceği

Taklid : Takma, asma, kuşatma * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak Benzerini yapmak Birine benzemeğe çalışarak alay etmek Sahte Bir şeyin sahtesini yapmak

Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış

Mahpus : Hapsedilmiş olan

Me’yus : Ümidsiz Kederli Ye'se düşmüş Ümidi kesik

İrfan : Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal * İkrar * Mücazat * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet

Hazarat-ı Hamse : Beş önemli değer yargısı

HAZARAT-I HAMSE

(BEŞ MAKAM)

Şunun bilinmesi gerekir ki, Allah-ü Teâlâ'nın zâtına ve sıfatına bir son olmadığı gibi, âlemlerin dahi, sonu yoktur
Zira âlemler, isim ve sıfatların zuhur yeridir
Zuhur eden, sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması gerekir
"O her an, bir şan alır" (55/29)
Âyet-i kerimesindeki mânâ icabı, Hakk’ın tecellîsine son yoktur
Yüce Hakk’ın kudreti, tam, mükemmel hâldedir
Bu yüzden, bir kula bir tecellîyi iki defa eylemez
O, daima, yeni yeni tecellî eder
Ve aynı tecellî şimdiye kadar, iki kula olmadığı gibi; bundan sonra da olmaz
Onun kudreti yüce; şanı büyük ve ondan başka ilâh yoktur

Hakk’ın tecellîsi için son bir nokta, tecellî yerleri içinde de bir bitiş olmamakla beraber; derler kî:
“Bütün olarak on sekiz; parça olarak da, on sekiz bin âlem var
Bu görüşlerini, İbn-i Abbas Hazretlerinden (Allah ondan razı olsun) rivayet edilen şu Hadisi Şerife istinad ettirirler :
"Allah-ü Teâlâ’nın on sekiz bin âlemi var; sizin şu dünyanız o âlemin ancak biri sayılır"
Bu âlemlerin cümlesi anlatacağımız:
“Hazarat-ı Hamse” tâbir edilen, beş bölümde toplanır


I
GAYB-I MUTLAK

Bu makama:
“Mutlak Gayb
Lâhut Âlemi
Lâtaayyün Âlemi (hiçbir ölçüye, şekle sığmayan)
İtlak Âlemi
Mutlak Âmâ
Yalnız Vücud
Mutlak Varlık
Sırf Zât
Ümmü’l-Kitap
Mutlak Beyan
Engin Bir Nokta
Gayblerin Gaybi…” de derler

Nitekim, Kur’ân-ı Kerim de buyuruldu:
"Gayb'ın anahtarları onun katında olup onları ancak o bilir" (6/59)

Yukarıda zikredilen isimler, yalnız bir mertebenin adıdır Dolayısiyle Yüce Hakk bu makamda tam bir izzet ve her şeye karşı istiğna ile anılır
Aslında bu makama: İsim, şekil, sıfat ve sıfatlanan sözleri yaramaz
Ne var ki, maksadı anlatabilmek için, bazı tâbirleri kullanmak icap ediyor
Zira, bu makamda Zâtı İlâhî, her şeyden tenzih edilir
Çünkü henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir
Bütün isimler, Yüce Hakk’ın Zâtında yokluğa gömülmüş ve istihlâk hâline geçmiştir

Sunacağımız âyet-i kerimeler, bu mânâyı anlatır:
"Gerçekten Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur" (3/97)
"İnsan üzerinden bir zaman geçmedi mi ki; o devirde insan, anılan şey hiç değildi" (76/1)
"Rabbin noksan sıfatlardan münezzehtir; vasfını ettikleri her şeye karşı bir izzete sahiptir" (37/180)

Gelelim Hadis-i Şeriflere:
"Allah-ü Teâlâ öyle bir hâlde idi ki onunla beraber olan şey yoktu"
"Gizli bir hazine idim…"

Bu âyet ve hadislerdeki cümleler, anlattığımız makamın plânını çizer
Ne olursa olsun; Yüce Hakk’ın zâtına arif, yani:
Anlayış sahibi olana değişen bir şey yoktur
Evvel zaman ne idiyse, şimdi de öyledir

Hazret-i Alî (kv):
"Allah-ü Teâlâ, öyle bir hâlde idi ki, onunla beraber olan şey yoktu"
Hadis-i Şerifi işitince:
“Şu anda dahi öyledir” dedi
Hazret, zikri geçen Hadis-i Şerifi âdeta tasdik eder gibi konuşmuş ve Hadis-i Şerifin bir başka yüzünü açıklamış ve şerhini yapmıştır Allah ondan razı olsun


II
ÂLEMİ CEBERUT

Bu makama:
“Ceberut Âlemi
Birinci Taayyün
Birinci Tecellî
İlk Cevher
Hakikat-ı Muhammediyye
İzafî Ruh,
Külli Ruh
Muzaf Olan Gayb
Kitabü’l-Mübin…” de derler

Ümmü’l-Kitapta, her şey toplu görüldüğü hâlde,
Kitabü’l-Mübinde tafsilata geçilir
Ümmü’l-Kitap, Zâttır

Bu makama:
İsimler Âlemi
Ayan-ı Sabite
Mahiyet Âlemi
Büyük Berzah… dahi, derler

Bunların hepsi birinci mertebenin ismidir
Ama hepsi birer itibarla söylenir
Ehli için gizli sayılmaz


III
ÂLEMİ MELEKÛT

Burası melekût âlemidir:
“Misal âlemi
Hayâl Âlemi
Birincilik
İkinci Taayyün
İkinci Tecellî
Sidre-i Müntehâ
Emir Âlemi
Küçük Berzah
Tafsil Âlemi…” dedikleri dahi vakidir

Özetle şu mânâ dahi verilebilir:
Ruhlara nefislere has olan gizli âlem


IV
ŞÜHUD-U MUTLAK

Buraya:
“Şahadet Âlemi
Mülk Âlemi
Nâsut Âlemi
Halk Âlemi
His Âlemi
Unsurlar âlemi
Felekler Âlemi
Yıldızlar Âlemi
Mevaiid Âlemi…” de derler

Bunlardan murad, madenler, bitkiler ve hayvanattır
Arş-ı Azimi de bu makamdan sayarlar
Cisimler âleminin hepsini bu makam kuşatır
Bunlar, Şehâdet Âlemine ait tâbirlerdir

Bu âlemlerin dışında kalanların cümlesine:
“Gayb Âlemi veya Emir Âlemi” olarak, iki isim verildiği de olur

Ayrıca:
“Gayb ve Şehâdet tâbiri kullanırlar ve:
“Dünya işi, Âhiret işi” olarak da anlatılabilir

Aşağıda anlatılacak olan, dört âlem, dört derya mesabesindedir Onlar şudur:
Mülk Âlemi
Melekût Âlemi
Ceberut Âlemi
Lahut Âlemi

Bu dört derya, ezelî ve ebedî olup evveli ve âhiri yoktur
Söze, işin başından başlayalım
O, Zât Deryasıdır ve buna:
“Lâhut” tâbiri kullanılır

"Gizli bir hazine idim; bilinmemi istedim"
Düsturuna göre; Zât-ı İlahî coşarak, Ceberut Âlemini zuhura getirdi; buna:
“İzafî Ruh” dahi denir
Âlem-i Ceberut coşunca da, melekûtu zuhura getirdi
Melekût âleminin coşmasiyle mülk zuhur etti
Burada coşmadan kasd, zâtî meyildir ve o zâtın iktizasıdır

Bu anlatılan işler, göz açıp kapayacak kadar az bir zaman içinde olur; belki daha da tez olur
Şu âyet-i kerime bu mânâyı daha güzel anlatır:
“İşlerimizin oluşu, bir göz işareti kadar az bir zamandadır; belki daha kısa bir zamanda” (16/77)
Bu bir emir işidir
Buna:
“ Kûn! : Ol!” emri denir
Kainata, göz işareti anı gibi, az zamanda:
“Ol!” dedi
O anda (feyekûn) her şey oldu
Olan işlerin hiç biri, yoktan zuhura gelmedi
Hepsi bir zâtî inkılâbtan ibarettir
“Yoktan oldu!” demeden kasd:
“Zâtı, zâtında saklı iken, isteği ile açığa çıktı” demektir
Zira ne var yok olabilir; ne de yok var olabilir
Zât Deryasında meydana gelen inkılâb sayesinde âlemler zuhur etti
Meselâ:
Denizleri düşünelim; birinin akıttığı su ile ikinci, ondan akanla, üçüncü sonrası da, dördüncü olur; böylece dört derya zuhur eder
Hava, suya; su da soğuğa nasıl inkılâb ederse, bu hâller böylece olup gider

Bu anlatılanlar bir nûrdur
Her inkılâbında bir yeni şekil olur
Ârifler katında öncesi ne idiyse, şu anda yine öyle
Anlatılan âlemlerin cümlesi, bir nûr denizidir; daima dalgalanır ve yeni, yeni tecellîler olur
"O her an bir şan alır" (55/29)
Düsturuna göre, o ilâhî dalga Zât’tan gelir; yine Zât’a gider
Şu cümledeki mânâ da önemlidir:
“Her şey ondan geldi; yine ona gider
Bundan başka:
"İşlerin hepsi ona döner" (11/123)
"Allah, yerin ve semâların nûrudur" (24/35)
Âyet-i kerimelerindeki mânâ, maksadı anlatmak için kâfi gelir

Bir şiir:

Cümle âlem Zâtmış;
Hikmet Deryasıymış;
Hakk’a vuslat imiş;
Allah var, ilâh yok

Bir başka şiir:

Mutlak varlık, denizinde çıkınca dalga;
Gizli açık:
“Hak Ben
Sırrını söyler halka

İşte bu denizin dalgasına:
“Masivâ” denir
Derya için de:
“Ezelî ve Ebedî Varlık” denilmiş
Dalgalar için de:
“Sonradan zuhura gelen hadiseler” adı verilmiş
Evvel âhir varlık, Yüce Hakk’ındır
Var görünen masivâ ise, mutlak olan varlıkta sayılır
Bütün mevcut şeyler, Mutlak Zât’tan zuhura gelir
O varlığa can olan tecellî bir an kesilse, o anda hepsi yokluğa gömülür


V
İNSAN-İ KÂMİL

Burada İnsan-ı Kâmil anlatılacaktır
Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar
İnsan-ı Kâmil, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır
İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İnsan-ı Kamil de onun gibi, Mülk, Melekût, Ceberut ve Lâhût Âlemlerini toplar Zâhirde olsun, bâtında olsun, İnsan-ı Kâmil’in kuşatmadığı hiçbir makam yoktur
Zâtî olan bir sirayetle, hepsinde hükmünü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder

Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
“Sen kendini sandın bir parça, küçük;
Halbukî sende âlem var, en büyük
Yani, sen kendini ufak bir şey sanırsın; hâlbuki sende en büyük âlem saklı ve gizli
Bir mürşide gider özüne karşı anlayış alırsan her şeyi sende ve seni her şeyde var görür; yakinen bilirsin
İnsan-ı Kâmil’in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin:
On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur hâline gelse, terkibi İnsan-ı Kâmil olur
Bu İnsan; on sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreder
Her âleme, o âleme has olan bir gözle bakar
Duygular âlemini, duygu gözüyle; akılla sezilenleri akıl gözüyle, mânâları da kalb gözüyle seyreder
Öbürlerini de buna kıyas et!
Duygu (madde) gözüyle, mânâları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir
Bu hâl ehline malûmdur

Bir şiir:

Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle

Gayb Âlemini, seyredebilmek için, Hakkanî bir göz gerek
Âlemleri, on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur:
Küllî akıl, küllî nefis -bunlara levh ve kalem de denir
Arş, kürsî, yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bütün olarak on sekiz eden teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur
Bir çok büyükler böyle der
Gerçek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir…

__________________________________________________ ________________________

İtlak : Itlak Salıvermek Bırakmak Koyuvermek Serbest bırakmak Serbest olup her tarafta bulunmak Cezadan kurtarmak * Boşama Boşanma Afvetmek

Sırf : Sadece, yalnızca * Sâfi ve hâlis şey Karışık olmayan

Daire : Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal

İstihlâk : Boş yere harcamak * Yeyip bitirmek * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak

Tafsilat : (Tafsil C) Açıklamalar, izahlar

Âma : Kör Gözü görmeyen * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik * Yağmur bulutları Tasavvufta bilinemezlik âlemi

Melekût : Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti * Hükümdarlık Saltanat * Ruhlar âlemi

Has : Hâss (C: Havass) Hususi Hâlis Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan Umumi olmayıp mahsus olan * Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan Tek, münferid * Saf

Mevaiid : (Mev'ud ve Miad C) Söz verilmiş vakitler Vaad edilen muayyen, belli zamanlar

Düstur : f Umumi kaide Kanun, nizam * Örnek, nümune * Üslub İzin, müsaade * Mu'teber ve mu'temed kimse * Destur

İktiza : Lâzım gelme, gerekme * Lâzım, ihtiyaç Gerek * İşe yarama

İnkılâb : Başka tarza değişme Bir hâlden diğer hâle geçme Başka türlü olma * Altüst olma

Masivâ : Ondan gayrısı (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler

Mevâlid : (Mevlid C) Doğulan yerler Mevlidler Doğma vakitleri Milâdlar

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
“Ve indehu mefatihul ğaybi la ya'lemüha illa hu ve ya'lemü ma fil berri vel bahr ve ma teskutu miv verakatin illa ya'lemüha ve la habbetin fi zulümatil erdi ve la ratbiv ve la yavisin illa fi kitabim mübin : Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır” (En’âm 6/59)

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
“Fihi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahim, ve men dehalehu kane amina, ve lillahi alen nasi hiccül beyti menistetaa ileyhi sebila, ve men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemin : Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir” (Âl-i İmrân 3/97)

هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا
“Hel eta alel'insani hiynüm mined dehri lem yekun şey'en mezkura : İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (İnsân 76/1)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesfun : Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir” (Sâffât 37/180)

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Ve lillahi ğaybüs semavati vel ard ve ma emrus saati illa ke lemhil besari ev hüve akrab innellahe ala külli şey'in kadir : Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir” (Nahl 16/77)

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
“Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin : Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister O, her an yaratma halindedir” (Rahmân 55/29)
وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَن نَّفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
“Ve ravedethülleti hüve fi beytiha an nefsihi ve ğallekatil ebvabe ve kalet heyte lek kale meazellahi innehu rabbi ahsene mesvay innehu la yüflihuz zalimun : Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve «Haydi gel!» dedi O da «(Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!» dedi” (Yusuf 11/123)

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim : Allah, göklerin ve yerin nûrudur O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir (Bu,) nûr üstüne nûrdur Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir Allah her şeyi bilir” (Nûr 24/35)

Kudsî Hadis :

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hadis-i kudsi: “ALLAH (celle celâluhu): “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden âlemi yarattım” buyurmuştur (Aclunî II, 132)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kânellahu ve lem yekûn mâahu şey’un: ALLAH vardı ve O’nunla birlikte hiçbirşey yoktu!” buyurmuştur (Buhârî, Bedü’l-Halk1; El Hindî, Kenzu’l-Ummâl X-29850)


Azîz Efendim İmâmı Alî (keremullahi veche):
“Eyâ insan cirmike cirmis-sâgirun, ve fike intavâ âlemü’l-ekber” buyurmuştur
Tavâ kökü: elbiseyi, yatağı vs dürüp katlamaktır
Mündemic: (dümûc’dan) indimâc eden, dürülüp sarılan, içine yerleşen, içine sokulması olup aynı anlamdadır
“Ey insanoğlu! Cirmin (cisim, hacim) çok küçüktür, fakat âlemü’l-ekber sende intevadır, mündemictir İçine sokulmuştur (o kadar da değerin var) !” buyurması ne hârikadır

FAYDALI BİLGİLER

Konumuza dair birkaç faydalı bilgi verelim
Şöyle ki :
Yer yüzünde bulunan cümle yaratılmışlar
Sular da yaşayanlar olanların ancak onda biri sayılır
Yerde ve sularda yaşayanlar bir arada sayılsa, havadakilerin ancak onda biri olabilir
Yerde, sularda, havada bulunan varlıklar bir arada sayılsa, birinci kat gökte yaşayan meleklerin ancak onda birini teşkil eder
Yerde, sularda, havada ve birinci kat gökte yaratılmışlar toplansa; ikinci kat gökte olanların onda birini tutabilir
Bu kıyas yedinci kat göğe kadar aynı şekilde devam eder

Ve yedi kat yer derinliğinde, yedi kat gökte yaşayan melekler ve mahlukât ancak Kürsî’de olan meleklerin onda bir sayısını tutar Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
"Onun Kürsî’si yeri gökleri içine aldı" (2/255)
Kürsî’de, yedi kat yerde, yedi kat gökte ve denizlerde bulunanlar, Arş’ın bir köşesine sığınan meleklerin onda biridir

Ve bu sayılanların cümlesi, Müheymin Melâikenin onda biri olabilir
Müheymin melâike; yaratıldığı günden bu yana, Hakk cemâlinin hoşluğunu seyirden bir an bile ayrılmamış, o cemâlin seyrinde hayran olmuşlardır
Ne kendilerini bilirler, ne de başkalarını
Henüz âlemlerin yaratıldığından ve Âdem peygamberin yaratıldığından haberleri yoktur
İblisin varlığını da bilmezler; bunlardan asla haberdâr değillerdir


RUH ADLI MELEK

Sonra Yüce Hakk’ın ulu bir meleği vardır; başında hesapsız saç bulunur
Ona nisbetle anlatılan melekler, arş, ferş; bir insanın eline veya saçının teline takılan inci gibidir
Eğer Hakk Teâlâ, ona bir emir verseydi, cümle varlığı bir lokmada yutar ve boğazından zerre kadar bir şey geçtiğini bilmezdi
Bunun adı şudur: Ruh


İNSAN-I KÂMİL

İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve felek İnsan-ı Kâmil’in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez
Hazret-i Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
“Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve ârifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsîye sığmayan, Yüce Hakk’ın azamet ve celâlinin, cümle zât ve sıfatının tecellî yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?

Bunu, şu Kudsî Hadis de teyid eder:
"Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım"
Burada müminden murad, İnsan-ı Kâmil’dir
Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hakk Teâlâ cemâline ayna olmasıdır
İşte şu Hadis-i Şerif bunu anlatır:
"Mümin, müminin aynasıdır"
Birinci müminden, İnsan-ı Kâmil; ikincisinden de, Yüce Hakk’ın Zâtı kasd edilir
Açık mânâsı:
“İnsan-ı Kâmil Hakk’ın aynasıdır” cümlesi olur

Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hznin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir:
“Onun açıkladığı mânâ, ârifin, cisimlere nisbetle büyüklüğüdür” Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur
İşbu hâli ile anlatılan varlık, İnsan-ı Kâmilin kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir
O, zevke dayanır
Allah-ü Teâlâ o zevkleri cümlemize nasip eyleye Hû!

Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:

Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım

Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir
Bu şiiriyle Hazret, kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur
Tefsir gerekirse, şöyle denir:
“Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve feyizlerine mazhar oldu, İlâhî feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil

Bunları anlatmaktan gaye, İnsan-ı Kâmil’in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle Yüce Hakk’ın yüceliğini
Bir şiir:

İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra;
Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah’ a vara!

Cümle ağaçlar kalem, denizler, mürekkep, insanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip olsa, İnsan-ı Kâmil'in hâllerini anlatıp bitiremezler
Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlar
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
"Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir" (18/109)
İnsan-ı Kâmil’in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir
Nitekim, Kur’ân-ı Kerim'in başında
"Elif-Lam-Mim şu kitap var ya, onda şüphe yoktur" (2/1) buyurulur

Bir hadisi şerifte:
"İnsan ve Kur an ikizdir" buyurulur
Burada insandan murad, İnsan-ı Kâmil’dir
Burada ikizden kasd, aynı batında doğan ikiz kardeş mânâsına gelir
Hâsılı
Yukarıdan beri ne anlatıldıysa, hepsi birbirinin aynasıdır
Lahût'un aynası ceberut;
Ceberûtun aynası melekût;
Melekûtun aynası mülktür
Bunların hepsine ayna, însan-ı Kâmil’dir

İnsan-ı Kâmil, Allah-ü Teâlâ'nın halifesidir
Ve kendini gösteren bir aynadır
İlâhî varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır
İnsan-ı Kâmil’in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur

Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede gelelim
Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
“İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı
İnsanın anlatılan hâle gelmesi, İnsan-ı Kâmil olması sayılır
Buraya kadar saydığımız şeyler İnsan-ı Kâmil’in binde bir vasfını teşkil eder
İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakk’ın tecellîgâhı olur; ki, o hangi yönden kendisine tecellî ederse, kabullenir
Bu mertebeyi bulana:
“İnsan-ı Kâmil” denir
Hakk Teâlâ, bu mertebeye ermeyi cümlemize ihsan eylesin!
Amin! Hû!

Ey kardeş, insafla düşün!
Hakk Teâlâ bize büyük istidat vermiş
Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?
"Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın" (7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derecesine kendimizi indiriyoruz
Bize hayıf oluyor; bize yazık oluyor
İnsan-ı Kâmil olmak kolay değil; ancak kâmil bir zâtı bulup elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur
Yüce Hakk o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt dereceye düşürür; istidadını yitirir
Kendini bir kâmil mürşide teslim et!
Sen dahi bir insan ol!
Asıl kemâl, insanlığı, belli bir itikada bağlı bilmemektir
Ama sanılmaya ki: İnsan-ı Kâmil mezhebsiz ve İtikadsız bir kişidir Zira, onun mezhebi ve itikadı İlâhî dilekte ve İlâhî emrin varlığındandır
Onların inanışı, mecazî mezheb ve itikad değildir
Hak erenlerinden bazısına:
“Hangi mezhebtensin?” denince:
“Huda mezhebindenim!” derlerdi

Bir şiir:

Bütün mezhepler kaydından beri ol!
Tüm yolcuların başta gideni ol!

Bazı büyüklere şöyle sordular:
“Anlatıldığına göre, irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar
Çünkü:
"İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz" buyurulmuştur
Eğer kalbindekini açığa vurursa, onu hemen öldürürler
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?”

Cevap şu oldu:
“Olmaz!
Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder
Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir
Ârif odur ki, hem izhar ettiği itikad Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir
İrfan sahibinin çerçevesi geniştir
Onda iki zıt dahi birleşir
Bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahi, ona göre zıt olmaz
En İyi bilen Allah'tır

__________________________________________________ ________________________

Müheymin : Mü'min * Hazır Sâdık * Hâfız Hıfz edici Koruyucu

Arş : Bağ çardağı * Gölgelik * Kürsü, taht, yüce makam En yüksek gök Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri (Arş kâinatı kaplar Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar) * Fevkiyyet, ulviyyet * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir

Ferş : Yer Yeryüzü * Döşeme Döşeyiş Yaymak Yayılmak Döşenmiş şey * Küçük develer

Feyiz : Feyz (C: Füyuz) Bolluk, bereket * İlim, irfan Mübareklik * Şan, şöhret * İhsan, fazıl, kerem Yüksek rütbe almak * Suyun çoğalıp çay gibi taşması Çok akar su * Bir haberi fâş etmek * İçindeki düşüncesini izhar etmek

Saded : Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir * Niyet, kasıd Teşebbüs * Yakınlık, civar

Tecellîgâh : f Tecelli yeri İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer


اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
“Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum, la te'huzühu sinetüv vela nevm, lehu ma fis semavati ve ma fil ard, men zellezi yeşfeu indehu illa bi iznih, ya'lemü ma beyne eydihim ve ma halfehüm, ve al yühiytune bi şey'im min ilmihi illa bi ma şa', vesia kürsiyyühüs semavati vel ard, ve la yeudühu hifzuhüma, ve hüvel aliyyül aziym : Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir (O'na hiçbir şey gizli kalmaz) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez O, yücedir, büyüktür” (Bakara 2/255)

قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“Kul lev kanel bahru midadel li kelimati rabi le nefidel bahru kable en tenfede kelimatü rabbi ve lev ci'na bi mislihi mededa : De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir” (Kehf 18/109)

الم
“Elif lam mim : Elif Lâm Mîm” (Bakara 2/1)

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera'na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a'yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en'ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun : Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar İşte asıl gafiller onlardır” (A’raf 7/179)

MANEVİ YOLCULUKLAR

(SEFERLER FASLI)

Şimdi, bilinmesi gereken bir şey var
O da; irfan sahibinin başlangıcını ve dönüş yerini anlayıp nereden gelip ve nereye gittiğini bilmesidir
Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere, yani; Yolculuğa bağlıdır
Dolayısıyle o seferleri, yani: Yolculukları anlatacağız Buradaki sefer:
“İnsanın manevî yolculuğu” demektir

Bu yolculuğun önü sonu yoktur
Ancak seçtiğimiz bu üç sefer hepsini toplamıştır
İnsan bu üç seferi, bitirmedikten sonra nefsini anlayamaz ve Yaradanına karşı irfan duygusunu bulamaz
Ne kendisi olgunlaşır; ne de başkasına önder olabilir


I
SEFER-YOLCULUK

Bilinsin ki, her şahsın, zât-ı ilâhîde bir gerçek yeri var
O gerçeğin, Hakk Teâlâ şu duygu ve şehâdet âlemine gelmesini ve zuhurunu dilese, ilk şeklini Akl-ı Külde çizer; ki orası İlâhî Aynadır
Ve Allah-ü Teâlâ’nın bilgi âlemidir
O şekil; Hakk’ın dilediği kadar orada kalır; sonra Küllî Nefsi, sonra Arş ve Kürsî’yi aşar; gökleri, tabaka tabaka geçer, ateş küresine iner
Sonra havayı, suyu geçer toprağa düşer
Bundan sonra, madenlere, bitkilere, meleklere, insanlara ve cinlere uğrar
İnsan mertebesine gelinceye kadar hayli vartalar atlatır
Her mertebede hayli güçlükle karşılaşır
Gâh yükselir, gâh alçalır
Düşe kalka gelip insanda yerleşince, yarım daire, tamam olur
Ki, buna:
“Esfel-i safilin” tâbir edilir
Sonra burası, Akl-ı Küll, Âla-i İlliyyin mertebesidir
Anlatılan işin başı şu âyet-i kerime ile tesbit edilmiştir:
"Biz insanı, yaratılışın bütün güzelliğine sahip olarak yarattık; sonra, esfel-i safiline indirdik " (93/4-5)

Anlatılan bu mertebelerin hepsi; insanlık mertebesine ulaşıncaya kadar birinci seferi teşkil eder
Eğer insan, geldiği ve döneceği yeri anlamadan bu yolculuğa katılır, sadece seyir ve sülukla meşgul olur, yalnız başlangıç noktasını bulursa Cem Âlemi’ni bulmaktan uzak kalır, ayrılıkta sayılır
Buna işaret olarak:
“Cem Âlemi’ni bulmadan ayrılık, şirktir!” diye anlatıldı
Şu âyet-i kerimede buyurulan:
"Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın" (7/179)
Zümreye dahil olup öyle haşr olur


II
SEFER-YOLCULUK

Bunun için:
“Müşahede ve Terbiye Seferi” tâbir edilir
Bu ikinci seferde, bir Kâmil Mürşid’e yapışıp, Aklı Küll’e uçmak ve manevî bir yolculuğa girmek gerek…
Ki buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” dahi denir
Pirlerin himmeti ve gayreti ile buna ulaşmak gerek

Bu, özel bir vuslattır
Ancak gerçek durumu ile insan; oyalayıcı şeylerden birer birer geçerken, kendi mertebesine gelinceye kadar, uğradığı her şeyden bir renk almıştı
Her birinden yaramaz bir sıfat takınmıştı
Bu yüzden:
"Onlar hayvan sürüleri gibidir, belki daha şaşkın" (7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümreye karışmıştı

İşte mürşid-i kâmile erince, o yaramaz ahlâk ve yaramaz huyların hepsini bir yana attı
İlk hâli ne idiyse, yine öyle oldu Esasen bu şekilde pak ve temiz olmadıktan sonra, küllî akla varmak kolay olmaz
Bir Sâlik düşünelim, küllî aklı bulmadıktan sonra, Hakk Ehli katında yetişkin değildir
Yetişkin olmak için, daha yolda iken Küllî Akla erişmek gerek:

İşte “Ve’l-…” Mertebesi bu makamdır

Bir şiir:

Delile erenler, ergin olurlar;
Delili olmayanlar çirkin olurlar

Sâlik, Külli Akl’ı bulunca Erler Mertebesi’ne erişir
Buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” denir

"Allah, ilk önce aklımı yarattı"
Buyurulan Hadis-i Şerif cümlesindeki mânâ budur Sâlik yine bu makamda, renksiz olur ve vahdet bulur

Bu mânâda güzel bir şiir:

Renksiz, rengi de esir eder,
Musa, Musa ile cenk eder
Renge girmeyen hoş yol bulur,
Musa-Firavun hep dost olur


Bu makamda Sâlikin;
Aklı, akıl bütünlüğünü bulur
Nefsi, külli Nefs’e geçer
Ruhu Mukaddes Ruh olur

Bu makama:
“Ayrılıktan sonra birleşme” derler
Burası Hakk’a meczub olanların makamıdır
Hayret, heyhat, vehim ve akıl burada olur
Birçokları bu makamda sapıtır
Nitekim, bu mânâda:
“Ayrılık olmadan birliği aramak sapıklık olur!” denilmiştir
Hakk yolcusu bu makamda kalır
İleri geçemez ise bir başkasını kemâle erdirmeye, irşad etmeye nail olamaz

Haddizâtında bu makam son derece tatlı bir makamdır
Hakk’ta ve Hakk’la yolculuk mertebesidir
Çünkü, Hakk yolcusu Sâlik, burada varlık zerresini ummana atıp dağılmıştır
Artık ne kendinden, ne de âlemden haberi vardır
Ne de başkasından
Bundan sonra her hangi bir şeyden zühd yolu ile kaçınamaz
Şer'i emirlerle herhangi bir kayda giremez
Ama, bu makamı da bırakıp geçmek gerek
Allah'ın yardımı ile bu makamda Hakk’la yok olma hâlini bulup sonra da onunla Bekâ Âlemi’ne ermek gerektir


III
SEFER-YOLCULUK

Bu yolculuk Hakk’tan başlar, aynı zamanda Hakk'la Bekâ Makamı’dır
Yani, Hakk'tan halka yolculuktur
Birlik Âlemi’ni bulduktan sonra, ayrılık hâline geçiştir

Açıkçası:
Bu yolun yolcusu, irşad için, manevî bir inişle, beşeriyet kisvesine bürünüp bulunduğu makamdan halk arasına karışır
Nitekim peygamberimiz;
"Ben de sizin gibi beşerim" buyurdu

Bu makamda yemek, içmek, uyumak, nikâhla kadın alıp evlenmek vardır
Ama hiçbirinde ifrat veya tefrit olmaz, tam itidal ve istikamet vardır

Bir şiir:

Ne ifrat, ne tefrit olanda;
Doğru yol odur bu meyanda

Bu mertebeye eren, iffet ve istikamet sahibi olur
Dinî hükümlere zâhiren de bağlıdır; onlara tamamen uyar
Ancak farz ibadetler dışında, bazı çeşitli ibadetlere bağlanıp durmaz
Hem Kesret Âlemi’nde hem de Vahdet Âlemi’nde daimî salât içinde bulunur
Dış alemi, halka yanaşık; iç âlemi ise, Hakk’a yapışıktır
Bu zâtı anlamak, halk için hayli güçtür
Zira bu halk, zâhirde kimin ibadeti çoksa, zâhirî zühdü ve takvâsı çoksa onu Kâmil bilir
Hâlbuki Kâmil İnsan’ın olgunluğu, bu zâhirdeki duygu gözü ile görünmez
Onu görmek için Hakk’a ulaşmış göz gerek
Hasılı:
Kâmil olanı, yine kemâle eren görür ve bilir

Bu daire, Cem Âlemi’nden sonra hâsıl olan fark dairesidir
Hazret-i Ali (kv) şöyle anlattı:
“Cem âlemi olmadan fark, şirk;
Cem âlemi sonunda fark olmazsa zındıklık;
Cem'i, fark'ı bir bulmak da tevhid sayılır” (1)
____________________________
(1) Hz Ali (kv) bu cümlesi ile kanaatımızca şöyle demek istiyor:
-Birlik Âlemi’ni bulup hiçlik hâline ermeden, varlık iddiası ile irşad yolunu tutmak şirktir
Bu âleme inişi kabul etmeyip Hiçlik Âlemi’nde kalmayı arzu, zındıklık;
Hiçlik ile varlığı birleştirmek tevhid olur (Sadeleştiren)
_________________________________

Bu üç makam, anlatmak istediğimiz şeyin mânâsıdır
Ayrıca ayrıntılara girmeye gerek yok
Kâmil zâtın bu fark makamına inişi terakki sayılır
Bu makama gelince, nefsine ârif olur
Açıkçası: Kendini bilir
Esas varlığa bağlı okluğu için, her hangi hususî bir itikada bağlı olmaz
En iyisini Allah bilir

Hâl böyle olmasına rağmen, Hz Şeyhin anlattığı gibi, hiç kimseyi; beslediği itikad dolayısı ile sorguya çekmez, karışmaz, inkâr da etmez
Çünkü, cümle inanışı benliğine sindirmiştir
Açıkçası, İrfan sahibi, toplayıcı bir gözeyi anladı
Bu yüzden toplayıcı hakikatin, her itikad bölümünde bir yüzü vardır
Zira mutlak bir göze dedikleri o âriftir
Kayıtlı bir yönü bulunmayan, hiçbir mutlak yoktur
Bu sebeple, her neye ibadet edilse, mutlak o yüze çıkar
Bu durumu, itikad sahibi ve ibadet eden bilse de, bilmese de böyledir

Şeyh İrakî şöyle der:

“Hakk Teâlâ cümle eşyayı, Zâtının aynı kıldı
Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya, başkası sevilmeye
İlâhî gayret (kıskançlık) bunu gerektirdi

Bir şiir:

Gayreti, yabana komadı Hakk’ın,
Şüphesiz O, aynı oldu eşyanın

Bir başka şiir:

Hakk diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır

Yukarıda arz edilen hususlar, şu Âyet-i Kerimenin bilinen mealidir
"Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrısına kulluk etmeyesiniz" (17/23)
Daha açık mânâsı ile ifade edilen mânâ şudur :
“Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki :
Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın
Zâten, ondan başkasına ibadet, mümkün değildir
Hatta puta tapanın tapışı bile sonuçta Hakk’a varır
Çünkü onun varlığı da Hakk’ındır
Bunu anlamak için cümle varlık, Hakk’ın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir
Sözümüz onlara aynadır
İşte irfan sahibi, bu mânâyı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder
Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı Mevcut, yalnız O…
Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeblerini yerli yerinde gördü

Bir şiir:

Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa;
Alem harap olurdu, baştan ayağa

İrfan sahibine:
"Her ne yana dönerseniz, Hakk’ın (tecelli) yüzü o yandadır" (3/115)
Âyet-i kerimesinin mânâsı zâhir olur
Yani, zâhirde ve bâtında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakk’a çıkan bir yol vardır
Gerçekte:
"O, her an, bir şe’n alır" (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir
Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır

Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zâtlar çeşitli hâllere düşerler
Gâh, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar
Gâh, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar
Gâh naza, gâh niyaza kapılırlar
Bu sıfatlar, âşıkın nazarında türlü türlü hâller alır; fakat o âşık, hiçbirini itmez

Hâl böyle olunca, ârif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin!
Âşıkın sevdiği mahbub, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyetle gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz
Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür
Dairesi geniştir
İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder
Nitekim izzet sahibi Yüce Hakk şu âyetinde şöyle buyurdu:
"Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hakk onun nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sırat-i müstakim üzeredir " (12/6)
Bu âyet-i kerime, Hud Nebi’nin dilinden anlatılır

Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur
Celâl, Cemâl, Hâdî, Mudillü, bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur
İtikad bahsinde de aynıdır
Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur
Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır Şaşkınlık, Hakk’ın Mudilli ismine göre doğrudur
Hâdî ismi onu, eğri bilse de, yine doğru sayılır
İşte, ârif kişi, bu mânâya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz

Burada bir soru akla gelir
O sorunun cevabını kader sırrına âşinâ olmayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır
Sual şudur:
“Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor
Bundan da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur
Bu da cebre girer ve zülüm olur?”

Cevabı şöyle olabilir:
“Yukarıda sorulan sorunun tahkik neticesinde
iki durum hâsıl olur
Bir defa Mâhiyetler, önceden yapılmış değildir
İkincisi ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır
Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydah olur
Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder
Onlara vukuf peydah olunca, Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur
Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir

Yukarıda:
“Mâhiyetler” diye arz edilen kelimenin mânâsı şudur:
“Eşyanın İlâhî Bilgi Denizi’nde mevcut olan suretleri
Ama ilimle sınırlı suretleri
Mâhiyetlerin bir adı da ayan-ı sabite, olarak anlatılır Orada Hakk’ın ilmi Zâtının aynıdır
Bu hâl, İnsan-ı Kâmil için dahi böyledir
Diğer bir itibarla da, ilim Zâta aynadır
O Mâhiyetlere Hakk’tan gelen feyz; yine onların Zâtında mevcut olan, istidat ve kabiliyete göre gelir
İtikad ve diğer hâllerde, onun dışına çıkamaz
İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o Mâhiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir
İstidadı nisbetinde Hakk'tan ne diledi ise o verilmiştir

Meselâ:
Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı
Diğerlerini de var buna kıyas eyle…
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
“Beni niçin buğday yapmadın?” dese, ekinciden alacağı cevap:
“Senin istidadın, kabiliyetin buydu” olur
Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır
Bu anlatılanlara göre, herkesin Mâhiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hâl ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir
Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur
İlâhî bilginin ona bir tesiri yoktur
"İşleri yerli yerince yapıcılara yemin olsun" (79/5)
Mânâsını taşıyan âyetteki kurala göre, ârif olanlar bu sırra vâkıftır
Haddizâtında, malûm olan bir şey ne hâlde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir
Ve:
“Bilgi bilinene bağlıdır
Demekten maksat da, bunu ifade etmektir



Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Evvelü mâ halakallahu nurî, evvelü mâ halakallahu kâlemü, evvelü mâ halakallahu’l-akl: ALLAH’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur, ALLAH’ın ilk yarattığı şey kâlemdir, ALLAH’ın ilk yarattığı şey akıldır
Ahmed V/317; Keşfül Hâfâ I/311 (823,824,827); Hilyetül Evliyâ III-318)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (Abdullah olarak): “Ben de bir beşerim, sıradan bir insanın sevindiği gibi sevinir ve gelişigüzel bir insanın gazablandığı gibi de gazablanırım” buyuruyor (Müslim, IV-2008; İmâm-ı Ahmed II-243; Ebu Dâvud, IV-298)


وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
“Ve lel'ahiretü hayrün leke minel'ula Ve lesevfe yu'tiyke rabbüke feterda :
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın” (Duhâ 93/4-5)

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera'na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a'yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en'ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun :
Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar İşte asıl gafiller onlardır” (A’raf 7/179)

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta'büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima :
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle (İsrâ 17/23)

وَمَا يَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلَن يُكْفَرُوْهُ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
“Ve ma yef'alu min hayrin fe ley yükferuh, vallahü alimüm bil müttekiyn :
Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir” (Âl-i İmrân 3/115)

يَخْرُجُ مِنْهُمَا اللُّؤْلُؤُ وَالْمَرْجَانُ
“Yahrucu minhumellu'lu velmercanu : İkisinden de inci ve mercan çıkar” (Rahmân 55/22)

وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِن قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Ve kezalike yectebike rabbüke ve yüallimüke min te'vilil ehadisi ve yütimmü ni'metehu aleyke ve ala ali ya'kube kema etemmeha ala ebeveyke min kablü ibrahime ishak inne rabbeke alimün hakim :
İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir” (Yusuf 12/6)

فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا
“Felmudebbirati emren : (1-5) Söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzdükçe yüzenlere, yarıştıkça yarışanlara, iş düzenleyenlere andolsun;” (Nâziât 79/5)


__________________________________________________ ________________________

Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf Cins

Müşahede : Gözle görmek Seyrederek anlamak Seyretmek * Muayene, kontrol

Sâlik : (Sülûk dan) Bir yolda giden Belli bir yol tutup giden * Bir tarikat yolunda olan

Hadd-i zât : Aslında Yaradılışında

Nail : Muradına eren, nâil olan, ele geçiren Erişmiş

İfrat : Haddinden geçmek Pek ileri gitmek * Takatinden ziyade iş vermek (Tefrit'in zıddı)

Tefrit : Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak Normalden aşağı olmak (İfratın zıddı)

Meyan : f Orta, ara, vasat, meyan

İffet : Namus Temizlik Perhizkârlık Nefsi behimî temayüllerden men etmek Helâla razı olup haramdan kaçınmak

Terakki : İlerleme Yukarı çıkma, yükselme * Artma, çoğalma * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş

Binâen : den dolayı, bu sebepten Mebni ve müstenid olarak Dayanarak

Peydah : Peyda f Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan

Varta : Her çukur yer Uçurum * Kurtuluşun zor olduğu yer Tehlike Muhatara

Göze : Göz, kaynak, pınar

Mazhar : Sahib olma, nâil olma Şereflenme * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer Çıktığı yer

Şe’n : İş, yeni olan hal * Şan * Tavır * Hâdise * Vâkıa * Kasdetmek * Emr ü hal

Şûun : (Şe'n C) İşler, fiiller Havadis

Şuûnat : Şuunlar Keyfiyetler, haller * Emirler Kasıtlar Talepler

Müptelâ : Dertli Hasta Başı sıkıntılı Rahatsız Belâlı Düşkün Tutkun Tutulmuş

Mahbub : Muhabbet edilen Sevilen

Mazur : Ma’zur Özürlü Özrü olan

Âşinâ : f Mâlumatlı, haberli olan Arif Bilgili Mâlik Tanıdık Yabancı olmayan * Yüzücü

Cebir : Zabtetmek Zor Kuvvet * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek * Bâtıl bir fırka * Mat: Harflerle yapılan hesab * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar

Tahkik : Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak İncelemek İçyüzünü araştırmak * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır

KAZA-KADER BAHSİ

Kazanın mânâsı şudur: Bütün eşya, Hakk bilgisinde, ne hâlde olmuşsa; toptan, o oluşan hâllerine göre verilen hüküm

Kaderin mânâsı şudur: Her varlığın; istidadı nisbetinde parça parça, sonra yapılacak tafsil üzere his ve şehâdet âlemine zuhur ederek gelmesi
O şeylerin zuhura gelmesi de, niçin ve kimde zuhur ediyorsa, onun istidadı nisbetinde olur

Şöyle bir soru sorulabilir:
“Buraya kadar yapılan beyanlardan anlaşıldığına göre; olan her şey kişinin istidadına göre oluyor
Olan hâller; küfür, iman, itikad, hayır, şer ve diğer çeşitlerdendir
Bunların cümlesi; kimde zuhura gelecekse, onun hâl dili ile, Hakk'tan talebine bağlı oluyor
Zâtında mevcut istidat ve kabiliyete göre zuhur ediyor
Hatta söylediklerimiz dahi, Hakk’ın yarattığı ve yaptığı oluyor
İstidadı veren dahi Hak'tır, bu da bir mecburiyet olmaz mı?”

Üstteki sorunun cevabı şöyle olabilir:
Bütün itikad faslını inceleyen zâtlar katında; istidat, yapılmış ve yaratılmış değildir
Zira, bir şeyin mahiyetini yapma olmadığına göre onun zâtında var olan istidat ve kabiliyeti de yapma olmaması gerekir
Mahiyet, ilâhî sûretlerine derler ki; onlarda, henüz
yapma ve yaratma faslı yoktur
Herkesin, sabit durumu ne gerektirirse, onu yapmaya mecburdur
İlâhî kaderin sırrı böyle iktiza eder
Her şey istidada bağlı ve merbut olduğunu bilerek sabit olan durumu ne ise işlerini ona göre yapar
Hâline muhalefet edemez
Kendinde peşpeşe, zamanı geldikçe, olacak şeyler olur
O zât, bu yoldaki istidadının noksan olduğunu sezerse sadece elem çeker
Bu oluşma, kendi sınırı içindedir ve hiç cebir yoktur

CEBİR

Cebir iki kısımdır
Şöyle ki:

a) Makbul

b) Merdud

Birinci cebir :
İman sahibi, İlâhî emirlerin cümlesine yapışıp yasakları terk ettikten sonra, zâtına has bir kudret isbat etmeden cümle işleri Hakk'tan bilmeli ki bu iyidir

İkinci cebir ise;
Kul, bütün hataları yapar, ne yasak bilir, ne emir tanır
Bundan başka yaptığı bütün fesat işleri Hakk’a atarsa; bu, edep dışı bir hareket olur
Bu türlü cebir gayet kötüdür

Bu makamda, hayli sual ve cevap vardır; onlar da ehline malûm
Bir eren kişiye:
“Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?” diye sormuşlar; şu cevabı almışlar:
“Hakk’ın mülkünde zâtından başkasını bırakmadım
Cümle mülk, onun olduğuna göre, zulmü kime yapar?
Herkes mülkünü arzu ettiği gibi kullanır

Bu mevzuda söylenenler kâfi, geçelim

Enes b Malik (ra) bir rivayete göre on sene Peygambere (sav) hizmet etti
Bunu Enes (ra) anlatırken şöyle diyor:
“Hz Peygambere on yıl geceli gündüzlü hizmet ettim
Yaptığım işler için bir kere olsun:
“Niçin yaptın? veya niçin yapmadın?” gibi, bir söz işitmedim

Bu hâl, Hz Resul’ün (sav) kader sırrına vükufu olduğundan ileri geliyor
Üstteki mânâda Hazret-i Şeyh Muhiddin-i Arabî Nefahat’ında şöyle der:
“Hakk Teâlâ, peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı esrarı saklı tutar; bunlardan biri de kader sırrıdır
Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin yararı olmadığına vükuf hâsıl olunca, davet edemez; âciz ve mütehayyir olur
Peygamberlere kader sırrı ancak davet son bulup kâfir, mümin, münafık, sâlih kişiler belli olduktan sonra bildirilmiştir

İrfan sahibi daima hâl değiştirir
Bunu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin şu sözleriyle anlatabiliriz:
“Sonra, irfan sahibi bütün itikadı câmi’ olan bir hâlde kalırsa, Rabb’la mukayyed bir hâl almasından korkulur
Daima renk değiştirerek yürüyen ve bu hâle tam vâkıf olan kimse muayyen bir hâlde kalamaz
Kalacak olursa mutlak Rabb ile olduğunu tahayyül eder
Hâlbuki hayal hakikat değildir
İçinde bulunduğu kendi zannıdır
Yani, kendi tasavvurunda meydana getirdiği Rabb’ı ile olur
Cümle Rabb’ların Rabb’ı ile olamaz

İrfan sahibi;
Her şeyin açık mânâsına vardığında,
İtlâk ve kayıtsızlığa geçtiğinde,
Hakk’ı o zannı olarak kabul edip ibadet ederek mukayyed'e geçebilir ki;
Bunda korku vardır
Zira, itlâk hâline bağlanıp kalırsa korkudan emin olamaz
Bu korkulu hâl, taa, Yakîn gelinceye kadar devam eder
Yakîn ise, Zâtı ile, Sıfatı ile Hakk Teâlâ'dır


YAKÎN

Burada bir mikdar yakîn hâli üzerine bilgi verdim
Bilinmeli ki, Ehl-i Yakîn olanlar, Yakîn hâlini üçe ayırmışlardır
Şöyle ki:
Bilgi ile yakîn hâlini bulmak
Görerek yakîn hâlini bulmak
Gerçek yüzünü bularak, yakîn hâlini bulmak,

Bunları örneklerle anlatalım, şöyle ki:
Bir kahramanlığın varlığını bilmek, o kahramanlığa bilgi ile varmak olur
Bir başkasının kahramanlığını görmek ise, görme ile ona varmak kabul edilir
Aynı kahramanlığı kendisi yaparsa, bizzât tadar; ne olduğunu gerçek mânâsı ile bilir

İlâhî mârifet dahi bu usul üzerine devam eder; anlayan anlar
Burada, her şeyi özüne alan hakikatin; itlâkının, takyidinin nasıl olduğunu anlatmak gerekiyor
Korkudan kurtulup yakîn hâlini bulmak için ne gibi bir itikada sahip olmak icâb ettiğini de anlatacağız
Ama önce bir mukaddime sunalım
Bilinmeli ki, her şeyi özünde toplayan hakikat;
Hz, Şeyh Muhiddin-i Arabi’nin de yukarıda anlattığı gibi buna:
“Hakikat-ı Cam’ia” derler ki,
Bu çok isimle anılan müsammâdır

Bazı ârifler bunu:
“Aşk” olarak yorumladılar
Şeyh Irakî'yi ve ona tabi olanları bu yorumu yapanlar arasında sayabiliriz

Diğer bazı büyükler ise:
“Ezelî Kuvvet ve Nutuk” olarak yorumladılar
Bu yorumu yapanlar da;
Muhiddin-i Arabi, Sadreddin-i Konevî ve bunları izleyen zâtlardır
Gerek Muhiddin-i Arabi, gerek Sadreddin-i Kunevî, gerek diğer zâtların bir muradı vardır; o da:
Tek Zât ve tek hakikattir

Bir şiir:

Hüsnün tek, ama ibadetler çeşit çeşit,
Her şeyin o cemale işareti sabit

Bahsedilen hakikatin;
Arapçada tâbiri şudur: Vücud
Türkçe tâbiri şudur: Varlık
Farsça tâbiri şudur: Hestî

Ama, hakikatte, o varlık hepsinden mü*nezzehtir
Şu var ki, anlatmak için:
“Vücud, Aşk, Nûr, Nefs, Rahmân” derler;
Hepsinden murad bir Zâtın ismidir,
O da şudur: Hakk Teâlâ

Varlığı:
“Mutlak (bağımsız)” diye yorumlayanlara gelince, onu bir kayda bağlamış olurlar
İtlâktan ve itlâkla takyidin birleşmesinden o varlığın mânâsını çıkarmışlardır
Ama, bu cümleden ve tenzihten, bir başka mutlak itibar etmişlerdir
Ve tenzihten dahi tenzih etmişlerdir
Hatta:
“O varlığı bir kayda iletirken bile yeni, tenzih gerektir” demişlerdir;
çünkü bu, zevke dayanan bir iştir

Bu duruma göre öyle bir zât mülâhaza olunmalı ki:
Vüs’atı en geniş ve her şeyi muhit ola;
Ayrıca bütün mertebeleri benliğinde birleştire;
Bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola;
Hem de onların cümlesinden münezzeh ola;
Bu takdirce hem mukayyed, hem mutlak, hem cami, hem münezzeh olur
İtlak hasebiyle izzet ve istiğna ile aziz ve her şeyden müs*tağni olur; ona ne naz, ne de niyaz erişir

İşte bu mânâya delâlet eden âyetler:
"Allah, âlemlere muhtaç değildin" (3/97)
"Rabbın, onların yakıştırmaya çalıştırdıkları şeylerden yana tam bir üstünlük sahibi ve temizdir” (37/180)

Şu da aynı mânâları açıklayan bir Hadis-i Şeriftir
"Allah, Allah idi; onunla eş olan ayrı bir şey yoktu"
Bu makamda ne isim, ne resim, ne naat, ne de sıfat vardır
O, cümleden münezzeh, beri -ari itibar olunur
Cümle mertebelerde seyreden ve tecellî eden odur; her mertebenin aynıdır
Hepsini toplayı*cı bir vasıfta olması itibariyle; her isimle çağrılan, re*simle çizilen, çeşitli ad ve sıfatla anılan mevsuf odur
O, her mertebeye tenezzül eder; onun tenezzülü dahi bir olgunluk nişanıdır
Onun tenezzülünü şu kudsî hadis açıklar:
"Hasta oldum gelip sormadın; aç oldum, beni doyurmadın"

Hakk; sıfat, tenezzül ve mertebelerde zıdları ka*bul eder
Çünkü ona göre zıd diye bir şey yoktur
Hakk’ın hiçbir sıfatı yoktur ki, zıd ile karışmış olma*ya
Bu mânâyı hastan da has olanlar anlar
Burada anlatılanlar, irfan sahipleri için bir tenbih olur ki; bu kadarı onlara yeter

İşte anlatılan mânâları daha açık ifade eden bir âyet-i kerime:
"Evveli O, Âhiri O, Zâhiri O, Bâtını O O her şeyi Zâtı ile bilir" (57/3)

İtlak ve takyidin ne olduğunu, mümkün olduğu kadar beyan ettik
Bilinsin ki, ıtlakla bağlı kalınırsa; bu itlak, takyid gibi olur; hâlbuki onu; hiç bir hâle bağlamamak gerekir
Çünkü Hakk, her mertebeyi kuşatmıştır
İşte bunu beyan eden bir âyet-i kerime:
"Ne yana dönerseniz, Hakk’ın o yönde bir tecellî yüzü vardır" (21/15)
Bu hükme göre her mertebede bir tecellî yüzü vardır
Birine inanıp, öbürünü inkâr etmekle, Hakk örtülmüş olur; bu da küfür sayılır
Meselâ:
Puta ibadet eden ibadetini ona tahsis ettiği ve hâlini ona bağladığı için başkasını inkâr eder; dolayısıyle kafirlerden sayılır
Bir müslüman,
Hakk’ın zuhur etmekte olduğu varlıklardan birini in*kâr ederse;
Din, ona: “Müslüman” demez

Bir şiir:

Küfr-ü batıl; mutlak Hakk’ı örtmüştür;
Küfr-ü hak, kendini Hakla örtmüştür

Ey oğul, anlatılan mânâ:

"Rabbın hükmü şu ki; ancak ona ibadet edesiniz'' (17/23)
Âyetinde saklıdır

Bir şiir:

Cihanın yücesi, engini sensin:
Yerler ne bilmem, madem varlık sensin

İtlak hâlinin özüne erene:
“Ârif, Velî ve Hak Ehli” denir
Bunlar için şu âyet-i kerime vardır:
"Ayık olunuz ki, Hakk’ın velî kullarına korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olamazlar," (10/62)
İrfan sahipleri, velî kullar, bu zümreye dahil olunca, korkudan ve tehlikeden halâs olurlar
Allahım!
Bize o hâlleri nasip eyle!

Muhiddin-i Arabî şöyle yazmıştır:
“İşte kendini yaratıcı tanıtanların da Rabb’ı olan Hakk Teâlâ'ya karşı irfan duygusu elde edenlerin son hâli budur
Yani, mutlak Hakk’a ibadettir
Muayyen ve mukayyed bir varlığa ibadet edenler, kendi zihinlerinde can verdikleri bir puta taparlar
Onların taptığı, çeşitli ilâhlardır

Bu mânâda bir âyet-i kerime şöyledir:
"O çeşitli ilâhlar mı hayırlı; yoksa, Vahîd Kah*har Allah mı?" (12/29)
Elbette bir ve Kahhar olan Allah hayırlıdır
Mülkünde zâtından gayrı kimse yoktur
Onun suâline cevap veren yoktur
Kendisi sorar, cevabını yine kendisi verir
Gerçekten bunda önemli bir imâ ve işaret vardır ki;
O, Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecellî eylese, onun gözünde cümle eşya helak olur

Sonra:
"Onun yüzünden gayrı her şey yokluğa dönük" (28/88)

“Yeryüzünde olan her şey, fenâ bulacak; celâl ve İkram sahibi olan Rabb’ın yüzü kalacak" (55/26)

Meâline gelen bu âyet-i kerimelere göre, bu gün, peşinen ölmek gerek
Bu ölüm, irade ile olmalıdır
Bu ölüm hâli, kimde meydana gelirse
Hakk'tan gayrı cümle eşyanın helakini görür ve kendisi de yok olur
Bu yokluk , tam bir yokluktur
Fenâfillah makamıdır
Orada Hakk’ın cemâlinden baş*ka bir şey kalmaz
Anlatılan makama çıkan kul, bu makamda hayli zaman kalır, büyük cezbeye kapılır
Orada ne za*man vardır; ne mekân
Ne felek olur, ne melek
O zaman yalnız Hakk kalır
İşte o zaman, Allah-ü Teâlâ, varlığında şöyle seslenir:
"Bu gün mülk kimin?" (40/16)
Bu hitap karşısında cevap veren kimse çıkmaz
Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
"Vâhidü’l -Kahhar olan Allah'ın" (40/16)
Bu hitap karşısında da cevap veren kimse çıkmaz

Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
İrfan sahibi, bu olan işlerde, yokluğa gömülüp gitmiştir
Hâl böyle iken, Hakk kendi varlığından, ona bir varlık ihsan eder; ilâhî renge boyar
İçinde ve dışında olan bütün vasıflar değişir
Ve:
"O gün yer bir başka olur; semalar da öyle Hepsi Vâhid ve Kahhar Allah'ın varlığı için meydana çıkarlar" (14/48)
Âyetin asıl mânâsı belli olur

Bundan sonra Hakk Teâlâ o irfan sahibine ilâhî bir göz, kulak, dil verir; sual ve cevaba başlatır
Böylece kul, yokluk hâlinden geçip, varlık âlemine erdikten sonra, Hakk varlığı ile var olur
Asıl bilişi, anlayışı bundan sonra başlar
Ama, o ilk tecellî anında ne ilim, ne mârifet, ne de şuur vardır
Orası tam Yokluk Âlemi’dir
Zikri geçen âyet-i kerime hâlle daha iyi anlaşılır
Onun derin mânâsını bundan daha fazla dile getirmek doğru değildir; izin yoktur
Onu okuyanlar; dil*siz, gönülsüz okur ve kulaksız işitirler
Buna:
“İlme’l-Yakîn” denmez
Çünkü bunda: “Ayne’l-Yakîn, Hakke’l-Yakîn” hâli vardır
Kul bu makama vardıktan sonra, korkudan ve ümitten halâs olur İlham hâlini veren O;
İrşad eden, hidayete erdiren Yine O
Artık onun için hangi sıfatı dilersen söyle

Muhiddin-i Arabî, devamla şöyle anlatıyor:

Ehli Keşfin bütün mezheplere ve makamlara karşı anlayışı vardır
Onlar gerek ilâhî makamlara, gerekse yaratılmış ahvale karşı anlayış sahibidir
Hiçbir şeye karşı bilgi yoksunu değildir
Onların bilgisi her şeyi kuşatır
Allah-ü Teâlâ hakkında ve yaratılmış hakkında, keşif sahipleri boş söz etmezler
Sözünü ettikleri şeye karşı tam keşfe sahip olur; sonra söylerler
O sözü eden, ne mertebeden ve ne makamdan söz ettiğini hangi kaynaktan aldığını bilir
Sonra onlar herhangi bir yanlış söz edeni de ayıplamazlar
Ma’zur görür, boşuna yaratılmış da saymazlar
Zira, Hakk Teâlâ, boşuna bir şey yaratmamıştır

İrfan sahibinin bu hâle gelmesi, birçok sebeplere dayanır
Onların başta geleni, Hakk’ın cümle es*masına olan bilgisidir
O bilir ki:
Cümle makamlar ve mertebeler, ilâhî İsimlerin gereğidir;
Cümle eşya ilâhî isimlerin mazharlarıdır
Yine bilir ki:
İlâhî isim*lerin herhangi bir yerde zuhuru, o yerin istidat ve kabiliyetine göredir

Hakk Teâlâ o irfan sahibine isimlerin derinliğinde saklı olan mânâların tefsir usulünü ihsan etmiştir
Okur, anlar, açıklar, açıklar
Dolayısı ile her şeyi varlığına alabilir
Çerçevesi geniştir her şeyi kuşatır

Resûlullah (sav) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Bana ilk verilen, cevâm-ı kelimdir"
Bunun mânâsı şudur:
Az sözle çok şey anlatmak

O irfan sahibi ise Hazret-i Resul'ün (sav) varisidir
O Büyük Peygamber'in hakikatına vasıl olmuştur
Hakk Teâlâ'nın dileğine uygun olarak bu söylenen şeyleri anla

Muhiddin-i Arabî devamla şöyle anlatıyor:
İrfan sahibi ve kemâle eren olgun bir zât:
“O” dediği zaman, o olur
Ve bu sözü kemâl hafinde sarf ederse, kendisi arada kalmaz; O olur
Şunu bilesiniz ki; burada anlatılan, mârifet hâlini bulma sırlarındandır
Herkes bunu anlayamaz
Hakk ehlinden, buna işaret eden dahi olmamıştır
Sebebi: Ya bir çekimserlik, yahut bir korkudur
Çünkü bunda tehlikeye düşme ihtimali mevcuttur
Zira, bu ma*kamda kuldan tekvin sıfatı zâhir olur
Çünkü:
“O” dediği zamanda; kulun dilinden söyleyen, ilâhî kuvvet ve kudrettir
Üstteki mânâ üzerinde biraz duralım
Çünkü burada tekvin meselesi vardır ve o kulda bizzât Allahü Teâlâ'nın tekvin sıfatı tecellî etmektedir
Sözlerin derinliğindeki mânâ budur
Ama, bu makamda sözü biraz daha gerçeğe iletmek ve meramı açıklamak gerekir
Her ne zaman kemâl derecesini bulan bir şahıs:

“O” dese; bütün varlığını ifna etmesi yokluğa göm*mesi beklenir
Bu bir ölümdür; ama:
"Ölmeden evvel ölünüz"
Hadis-i Şerifindeki mânâda bir ölümdür
Kemâl sahibi; bunu yaptığı an, iradeye dayanan bir ölümle, zâhir ve bâtın varlığından eser kalma*dan, başsız ve ayaksız kendini:

“O” dediğinin deryasına atar
Boğulur, mahvolur; namı nişanı kalmaz
Kendi de O olur
Çünkü damla, deryaya düştü; aynı derya oldu

Burada:
“O
Tâbiri ile anlatılan deryadan murad Vahdet Âlemi’dir, Aşktır, Mutlak Varlıktır, Nûr Deryasıdır
Hazret-i Peygamber (sav) bizleri irşad için, duasında daima:
"Allahım beni nûr eyle" dileğini sunardı
Şüphesiz o nûrdu
Duanın, bu şekilde olması bize öğretmek içindir; çünkü, kendini ona veren nûr olur

Bu mânâda bîr şiir:

Varlığını Hakk’a ver; varlık Hakk’ın olsun hemin;
Sen çık aradan kalan yar ola; olasın emin

Varlığını ona veren zâtın O olmasına, hayret mi edilir ki?
Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse tuz olur; tuzda pak olur
Buna göre, ifadeye dayanan bir ölümle onun tuz deryası misâli varlığına düşerler ve benliğini bırakanlar O olur, Nûr olur, temiz olurlar
Bu oluş uzak görülmez ki; burada:
“O” dediğimiz “Hû” dur
“Hû” nun mânâsı:
“O kimse” demektir
Ama, bizim kastımız Hakk’ın Zâtıdır

Açıkçası, irfan sahibi şöyle mülahaza eder:
Cümle varlık Hakk’ın; bende olan varlık dahi Hakk’ın
Sonra cümle varlığı ve özünü Hakk’ın Zât Deryası’na salar ve Zâttan gayrı bir tek şey kalmaz; gerekli olan budur
Burada “Hû” ismine devam edelim; bundan kasdın, müsemma olduğunu bilmesi gerekir
Yani:
“Hû” dediği zaman, arada: İsim, resim, zaman, mekân, nişan bırakmadan; o varlığın zâtında, yani müsemmada cümle varlığı ve kendini hiç bilmeli
“Hû” diyenin, tam varlığa karışıp “Hû” olması gerekir

Bir şiir:

Evvel Âhir ne ki var “Hû” imiş;
Bâtın, Zâhir ne ki var, “Hû” imiş

Anlatmak istediğimiz mânâ hâsıl olduktan son*ra, kul ister:
“O” desin; ister:
“Ben” desin; ister:
“Biz” desin; ister:
“Onlar” desin ve isterse:
“Siz”desin; hepsinden murad O’nun Zâtı olur

Muhiddin-i Arabî Hz şöyle yazıyor:
“Anlatılması İstenen bu mânâya çoğu ârifler işaret bile etmemişlerdir; çünkü böyle icap eder
Cümlesine şöyle devam ediyor:
“Burada tehlike vardır
En büyüğü kulun, Hakk’ı tekvin ihtimalidir
“O” dediği zamanda, halk tekvini, bunu takip eder
Bazı yeri olmayan lâfızlar araya girer
Sözün ger*çeği şudur ki:
“O” diyen kimse, kâmil mürşide yetişip olgun olmuş değilse, burada bir hataya düşebilir

Daha açık mânâsı ile anlatalım:
Gerçek sâki mürşid elinden aşk badesini içip Hakk’ın Zâtında fenâ bulmuş değilse:
“O” dediği zaman, kendi zannı, tasavvuru, anlayışı ve takyidine göre söyler
Hakk’ın varlığını hayale getirir ve ona bir nevi sûret verir
Çünkü varlıktan soyunup itlaka varmamıştır
Bu yüzden zannına, tasavvuruna göre Hakk’ı kayıt altına alır ve muayyen bir hudut çizer; dolayısiyle onu tekvin, yani: icâd etmiş olur
Bunun sonunda kendi kendine peyda et*tiği yaratıcıya tapmış olur
Gerçi:
"Ben kulumun zannına göreyim''
Cümlesinin delâlet ettiği mânâya göre, o Yüce Zât, kulunun icâdında dahi, bir yüz sahibidir; lâkin, kulun tekvini ile zannına girmiş ve zuhur etmiştir
Ancak, ne de olsa bir gerçek tarafı yok değildir
Zira, hiç bir mukayyed yoktur ki, onda mutlakın bir yüzü olmaya
Burada, belki kendini tekvin ve icâd eden yine kendidir
Ama, hüküm kulun itikadına göredir
Zira, bu mâbud mukayyeddir; mutlak mâbud değildir
“Bu hâlde tehlike vardır” denilmesinden hikmeti, işte budur


Asıl olgunluk şudur ki, kul:
“O” dediği zaman; tamamen varlığından soyunup mahve ve fenâya ere
Sonra; itikad, zan, kayıt tahsisi ile kendini bir şeye bağlamaya
Yönlerinden hiç bir özel yöne dönmeye
İşte bundan sonradır ki:
Mutlak İlâh’a, bütün ilâhlardan yüce olan Rabb’a tapmış, O’na ibadet etmiş olur
Aksi hâlde, kendi zannında hayal etmiş olduğu mâbuda köle olur
"Kendi hevesini ilâh tutanı gördün mü?" (45/23)
Âyet-i kerimesinin tehdidi altına girer ve teh*likeye düşer

__________________________________________________ ________________________

Beyan : İzah Açıklama Anlatma Açık söyleme * Öğretme * Fesahat ve belâgat

Fasl : (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri Mafsal * Hak söz Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza

İsti’dad : Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil * Kabiliyet Akıllılık Anlayışlılık Allah Teâlâ Hazretlerinin (CC) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri

Mahiyet : Bir şeyin içyüzü, aslı, esası Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı

Merdud : Reddolunmuş Kabul edilmemiş Geri döndürülmüş Kovulmuş

Vükuf : Bir şeyi bilme Öğrenmiş olma * Bir hâlde kalma * Durma, duruş

Tahayyül : (C: Tahayyülât) Hayale getirmek Hayalde canlandırmak Fikir kurmak (Bak: Dimağ)

Mukayyed : Kayıtlı Serbest olmayan Sınırlı Bağlı * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan Bağlanmış El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan Mevkuf olan * Bir işe ehemmiyet veren İşine önem verip bakan

Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek

Vüs’at : Genişlik Bolluk * Fırsat * Boş meydan * Kuvvet, güç, tâkat * Varlık, zenginlik * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer


Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) : “Mütü kable en temutü: Ölmeden önce ölünüz!” buyurmuştur (Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Allah’ım!
Kalbimde bir nûr kıl!
Dilimde bir nûr kıl!
Kulağımda bir nûr kıl!
Gözümde bir nûr kıl!
Arkamda bir nûr kıl!
Önümde bir nûr kıl!
Üstümde bir nûr kıl!
Altımda bir nûr kıl!
Allah’ım! Bana bir nûr ver!
(Müslim, 765(191))

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah Teâlâ şöyle buyuracak:
"Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın!"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum Sen ki Alemlerin Rabbisin?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Benim falan kulum senden yiyecek istedi Sen onu doyurmadın Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım"
Rab Teâlâ diyecek:
"Ey ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!"
Rab Teâlâ diyecek:
"Kulum falan senden su istedi Sen ona su vermedin Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın bunu benim yanımda bulacaktın!"
(Müslim, Birr 43, (2569))

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Cevâmi’a’l-Kelime (az lâfız çok mânâlı konuşma) gönderildim
Korku vermekle yardım olundum (düşman kalblere)
Ben uyurken yeryüzünün hazinelerinin anahtarı getirildi önüme konuldu” buyurmuştur
(Ebu Hureyre (ra) dan; Buhârî, Müslim, Nesâî)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamberlere altı şeyle üstün kılındım;
Bana Cevami’a’l-Kelime (az sözle çok şey anlatma) verildi
Düşman kalbine korku salmakla zafere kavuşturuldum
Bana ganimetler helâl kılındı
Yeryüzü benim için hem temiz hem de mescid kılındı
Bütün insanlığa gönderildim, Peygamberlerin sonuncusu oldum” buyurmuştur
(Ebu Hureyre (ra) dan; Müslim, Tirmizî)



فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
“Fihi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahim, ve men dehalehu kane amina, ve lillahi alen nasi hiccül beyti menistetaa ileyhi sebila, ve men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemin :
Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir” (Âl-i İmrân 3/97)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesfun :
Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir” ( Saffât 37/180)

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Huvel'evvelu vel'ahiru vezzâhiru velbatinu ve huve bikulli şey'in 'aliymun :
O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır O, her şeyi bilendir” (Hadîd 57/3)

فَمَا زَالَت تِّلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّى جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ
“Fe ma zalet tilke da'vahüm hatta cealnahüm hasiyden haidin :
Biz kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu feryatları sürüp gider” (Enbiyâ 21/15)

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta'büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle” (İsrâ17/23)

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun :
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” (Yûnus10/62)

يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَـذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ
“Yusüfü a'rid an haza vestağfiri li zembik inneki künti minel hatiin : «Ey Yusuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun» (Yusuf 12/29)

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Ve la ted'u meallahi ilahen ahar la ilahe illa hüve küllü şey'in halikün illa vecheh lehül hukmü ve ileyhi türceun :
Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz” (Kasas 28/88)

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
“Kullu men 'aleyha famin : Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak” (Rahmân 55/26)

يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
“Yevme hüm barizun la yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar :
O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır” (Mü’min 40/16)

يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
“Yevme tübeddelül erdu ğayral erdi ve semavatü ve berazu lillahil vahidil kahhar :
Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir)” (İbrâhim 14/48)

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“Feraeyte menittehaze ilahehu hevahü ve edallehüllahü ala ilmiv ve hateme ala sem'ihi ve kalbihi ve ceale ala besarihi ğişaveh fe mey yehdihi mim ba'dillah e fe la tezekkerun :
Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye 45/23)

Alıntı Yaparak Cevapla

Özün Özü (İbn Arabi)

Eski 08-06-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Özün Özü (İbn Arabi)



TEKVİN HAKKINDA

Burada, bilinmesi gerekir ki:
“Tekvin” Tâbirinin kısa anlamı şudur:
Olayları ortaya çıkaran tecellîler

Kâmil kişi odur ki:
Nefeslerine dikkat ederek, âdeta gönül hazinesine bir bekçi ola
Orada durup yabancı kimseyi içeri koymaya
Gönül hazinesi Hakk’ın kütüphanesidir:
Oraya Hakk'tan gayrı fikirlerin girmesine yol vermeye

“Allah'a giden yollar yaratılmışların nefes sayısı kadardır
Hükmü uyarınca: Her nefeste Hakk’a çıkan bir yol bulunur
Buna göre irfan sahibine gereken; her aldığı nefesi bizzât Hak'tan alıp yine ona vermektir
-Bu nefesi, nefis olarak, yorumlamak da caizdir-
Buna göre insandan nefes -veya nefis- çıksa aslına döner
Onda renk yoktur
Kulun ameli, fikri ne ise nefes -veya nefis- o renge boyanır; o libasla açılır
Herhâlde gönlü, Hakk’ın rızasına uymayan şeylerden temiz tutmak gerekir; kötü hatıradan pak eylemek icap eder
Zira; kulun kalbi, Hakk’ın hazinesi ve kütüphanesidir
İnsan dahi onun hazinedarıdır
Hakk'tan gayrı her fikir ve düşünce hırsız ve çetedir
Onlara gönül yolunu kapamak gerekir

Nitekim, Hadis-i Şeriflerde şöyle anlatılmıştır:
"Müminin kalbi, Allah'ın tecellî yeridir
Müminin kalbi, Allah'ın arşıdır
Müminin kalbi, Allah'ın hazinelerindendir
Müminin kalbi, Allah'ın aynasıdır "

Buna göre; bir kimse Hakk’ın hazînesini çetelere kaptırır ve hırsızlara çaldırırsa hâli müşkül olur
Zira, hain sayılır
Hainlerin hükmünü de Allah-ü Teâlâ'nın onları sevmediğini şu âyet-i kerime bildirdi:
"Kesinlikle, Allah hainleri sevmez" (8/58)

Bir şiir:

Yarımca gönülde, Hakk’ın ışığı;
Kesilir ondan, hırsızın ayağı

Hak yakınlığına ermiş kimselerde zihne gelen hatıralar; o hâli bulmamış olanlarda açık cereyan eden söz ve işler gibidir
Hakk yakınlığına ermiş kimseler yersiz düşüncelerden de sorumludurlar
Bir Hadis-i Şerifte beyan buyrulduğu gibi en ince konuyu dahi hatıra getiren kimse, aynı incelikle sorguya çekilir
Bu yüzden iyilik yapan zâtların yaptığı birçok iyi iş, Hakk yakınlığına erenlere göre hata sayılır
Gerçekten Allah-ü Teâlâ, kulunun gönlüne Zâtından gayrının girmesine razı olmaz
Zira, orası İlâhî tecellînin yeridir

Bunu izâh eden bîr Hadis-i Şerif şöyledir:
"Gönül ilâhî bir Kâbedir Her kim oraya Hakk'tan gayrı düşüncelere yol verirse, kalbini putlarla doldurmuş olur"

Her ne kadar düşünceleri yaratan Allah-ü Teâlâ ise de, kul gafleti sebebiyle sorguya maruz kalır
Bu bahsin tafsili şu âyeti kerimenin mânâsında da saklıdır:
"O her an bir başka iştedir" (55/29)

Bu kurala göre; Yüce Hakk, daima ve her zaman yeni yeni tecellîler gösterir
Her tecellîden kullar üzerine Hakk’ın emri nazil olur, kullarına iner
Onların kalblerini ziyarete gelir
Hakk’ın emri, yani: Tecellîsi gizli bir misafirdir
Hakk'tan gelir, müminin kalbine konuk olur
O geldiği anda kulun kalbi Hakk’la dolu ise, o misafir gönülde Hakk’la karşılaşır; kalbde mevcut hakikatle birleşir
Bu bahsi daha açık anlatan bir Kudsî Hadis alalım:
"Beni ne yerim, ne semam aldı Lâkin mü’min kulumun, kalbi beni aldı"
Bu kudsî bir hadistir; mânâsını yorumlayan bir âşık şöyle bir dörtlük sunmuştur:

Hakk’a bakan parlak incidir gönül;
İsme, musemmâya mazhardır gönül
Bir şahin, bir anka kuşudur gönül;
Zât-ı Hakk’ın varlığıdır gönül

O ilâhî emrin, kalbdeki hoş mânâ ile birleşmesinden kudsî bir güzellik meydana gelir
Mikdarsız ve şekilsiz, geldiği gibi Zât-ı Hakk’a gider
Sözlerindeki hikmet yine Hakk’a döner ve vâsıl olur
"Ondan geldi ve yine ona döner!" emri, anlatılan mânâyı ifade eder
Bu geliş sadece ruh yolu ile değildir
Her şeyden münezzeh bir inişle olur
Gidiş dahi aynı şekilde olur
Münezzeh bir geri dönüşle olur
Bu geliş ve dönüşe ne feleğin aklı erer, ne de meleğin
Ancak, görürlerse her şeyden münezzeh bir nur görürler, ötesini bilmezler

Hakk’ın gizli misafiri olan tecellî geldiği anda kul kalbini zikir ve fikirle meşgul eder; yüce Hakk’ı düşünürse; o misafiri ağırlamış olur

Şayet o tecellî geldikte, Hak fikrini orada bulamaz da, oradaki bir melekle karşılaşırsa, onların birleşmesinden meleklere has bir sûret hâsıl olur
Ruhların geçtiği yoldan geçer, sidreye kadar uçar ve orada karar kılar

Şayet, o Hak misafiri geldiğinde, kalbde şeytanî şeylerle karşılaşırsa bu sefer ateşli ruhanî sûrete benzeyen bir hâl ortaya çıkar
Âdeta siyah kuş şeklinde şeytanların geçtiği yoldan gider; ancak ay altına kadar varır
Onun için oradan öte yol yoktur
Kıyamete kadar orada bekler

Şayet, o gizli misafir geldiği anda bir güzelliği bulursa, o anda iyi bir şekil alır, sûret alır; iyi bir uçuşla uçar ve cennete varır
Girdiği sûretin mizacına has nimet bulur ve orada sahibi gelinceye kadar kalır

Tafsile lüzum olmayan daha birçok şeyler vardır
Nüzul eden her tecellî kalbde ne ile aşılanırsa iyi veya kötü bir şekil alır ve gereken yere gider
Bu sebepten insan, o tecellîyi iyi karşılaması ve iyi uğurlaması için daima iyi düşünceleri beslemesi gerekir
İnsan, haddizâtında ilâhî bir iş evidir
Hakk’ın Zâtı daima tecellî eder ve gerçek emirler kula iner
Onun inişi, şekilsiz ve renksiz olduğu gibi, kendisi de öyledir
Ancak, Hakk Teâlâ tecellîyi insan rengine, itikadına, içine ve düşüncesine göre çeşit çeşit, renk renk, sûret yaratır
Bunları yapmaktan maksat, Hakk’ın tekvin sıfatı tecellîsini beyandır

Olgun insan, her hâlde gafil olmamalı, O ilâhî tecellî, kendine nasıl şekilsiz ve tartısız geldi ise, yine geldiği gibi renksiz ve şekilsiz göndermeye gayret etmelidir
Asıl mesele, onun hukukuna riayet edip geldiği gibi gönderebilmektir
İnsanın gerek içinde, gerek dışında olan bütün işler, düşünceler, hareketler, inanışlar, tasavvurların, hatta bütün nefeslerin, bir zerresi dahi boşa gitmez
İyi veya kötü olan her davranışın, kendine göre bir kabiliyeti ve istidadı vardır, onlar o hâllerine göre türlü türlü şekiller alır; öbür âlemde ise, burada aldıkları sûretle meydana çıkarlar
O hareketlerin ve işlerin sahibi onlara verdiği sûret gereğince:
Ya nimet bulur hoşluğa dalar; yahut incinir azap çeker
Burada saklı olan, orada aşikâr olur
"Bir kimse, zerre kadar hayır yapsa, onu görecek; bir kimse, zerre kadar şer yapsa onu görecek" (99/7-8)
Mealine gelen âyet-i kerimeler bunu anlatır

Muhiddin-i Arabî Hz devamla der ki:
“Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hakk Teâlâ kendi varlığını yarattı"
Ama bu mânâyı akıllar idrak edemediler, reddettiler
Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi
Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerin anlayışında kusurludur
Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir

Haddizâtında:
"Hak Teâlâ varlığını yarattı" demek; dış bakımdan iyi görülmez
Ama, mânâ cihetiyle gerçektir ve her şeyi âciz hâle getiren bir hâldir
Bize gereken ise budur, yani mânâdır
Akılların almadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hakk Teâlâ Hakk’ında bir kelâm etse, ona sûret vermiş olur
İbadet dahi etse, o sûret verdiği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Teâlâ'nın kendisidir, başkası değildir
Hak Teâlâ kulun tasavvuruna, itikadına ve anlayışına göre kalb aynasında yüz göstermiştir

Asıl meseleye geliyoruz
Şöyle ki:
Bu tasavvurda ve düşüncede Hakk’ı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hakk Teâlâ kendi varlığını yaratmış oldu
Her şeyi yaratan, Allah-ü Teâlâ'dır; ondan başka yaratıcı yoktur
O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakk’ın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hakk yaratmıştır
"Hakk Teâlâ, kendi varlığını yarattı"
Cümlesinin derin mânâlarından biri de budur

Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
“Halk, Câal, İcâd, Sun' ve Tekvin” kelimelerinin her biri bir başka mânâya delâlet eder
Şöyle ki:
Halk'ın mânâsı yaratmak;
Câal’ın mânâsı kılmak;
İcâd’ın mânâsı var etmek;
Sun’un mânâsı kudret eseri göstermek
Tekvin’in mânâsı görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır
Az, çok ayrı mânâ taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar
Hepsinden gaye Hakk’ın zuhuru ve tecelîsidir

"Hakk Teâlâ kendi varlığını yarattı"
Cümlesine verilecek bir başka mânâ ise şudur:
“Düşünen kulun zannına ve düşüncesine göre varlığını izhar eder
Şöyle bir misal var:
Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir
İnsanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safha vardır
Bu sebepten Hakk Teâlâ bu Âlemi ve Âdem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı
Şu mühimdir ki:
Âlem aynasında kendi yaşayışını, Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder
Burada Âdem'den murad, İnsandır

“O âlemi ve Âdem'i yarattı, varlığına ayna kıldı
Demekten murad ise, şudur:
“Zâtını ayna sûretinde izhar etti
Cemâlini o aynada zâtına arzetti
Bu yüzden bakar oldu
Kendi güzelliğini görüp aşka düştü
Hayran oldu, niyaza kapıldı
Diğer yüzden maşuk oldu naz ve işveye girdi
Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecellî etti
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir
Bu İnsan-ı Kâmil, öyle saf, öyle temiz mutlak aynıdır ki, mutlak cemâl olan Hakk, zâtını kayıtsız orada müşahede eder
İnsan-ı Kâmil'in aynası, Hakk’ın tecellîsine göredir
Diğerlerinde olan tecellî, kulun zannına, kabulüne ve istidadına göredir
Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir

__________________________________________________ ________________________

Tekvin : Var etmek Meydana getirmek Yaratmak * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir

Tecelli : Görünme Bilinme * Kader * Allah'ın (CC) lütfuna uğrama * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi

Sidreyü’l- Müneha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam

Riayet : İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek * Uymak, tâbi olmak * Otlamak veya otlatmak * Hıfzetmek, korumak

Nüzul : İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak * Nüzül, felç hastalığı * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları

Taalluk : Bağlılık Münasebet Alâkalı oluş Ait olma * Dünya alâkası * Sevme


وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِن قَوْمٍ خِيَانَةً فَانبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاء إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الخَائِنِينَ
“Ve imma tehafenne min kavmin hiyaneten fembiz ileyhim ala seva' innellahe la yühibbül hainin :
(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir Çünkü Allah, hainleri sevmez” (Enfâl 8/58)

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
“Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin : Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister O, her an yaratma hâlindedir” (Rahmân 55/29)

فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Ve mey ya'mel miskale zerratin hayray yerah Ve mey ya'mel miskale zerratin şerray yerah :
Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür” ( Zilzâl 99/7-8)

HATİME - SONUÇ

Muhiddin-i Arabî Hz Füsus'un son kısmında, önce anlatılan mânâalara uygun şeyler söylemiştir
Anlattığımız mevzu ile ilgili olduğu için, buraya kısmen alıyoruz

Hazret, özetle söyle diyor:
Varlığına itikad edilen Allah, kulun zannına göre yapılan ilâhtır
Bu bir sıfattır ki:
Kulun kendiliğinden yaptığı bir ilâh olup övgülerini de, ona göre yapar; Hakkı kendi dar çerçevesine sokmuş olur
Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler
Sebep: Hakk’ın arzusuna değil, kendi zannına uymayışıdır
Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı
O kul, böyle yapmakla kendine özel bir ma’bud yapmış olur ve kendine uymayan herkesi kötüler; çünkü câhildir
Şayet Bağdadlı Cüneyd'in -Allah ona rahmet eylesin- dediği:
"Suyun rengi kabının rengidir"
Cümlesindeki mânâyı anlamış olsaydı; hiç kimse ile çekişme yolunu tutmazdı
Her itîkad sahibine, itikadını teslim eden bir irfan sahibi olurdu
Hakk Teâlâ'nın her sûrette tecellisini görür ve bilirdi
O kendine özel bir ma’bud tasavvur eden kişi, sadece bir zan sahibidir
Ne âlimdir, ne de ârif

Bu sebepten Allah-ü Teâlâ:
"Ben kulumun zannına göreyim" buyurdu
Bunun mânâsı şudur:
“Kulum, beni ne şekilde düşünürse ona göre öyle var olurum
Bu, ister itlak, isterse takyîd olsun; değişmez
Hakkında çeşitli itikad beslenen ilâh muayyen, mahdut ve sayılıdır
Kulun kalbine sığan ilâh da odur
Yani: Hakkın bir tecelli yüzüdür; başka ilâh değildir
Ama, mutlak olan ilâh;
Celâl sahibidir ve ondan başkası bulunmaz; hiç bir yere de sığmaz, hatta gönüle bile sığmaz
Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır
Zâtından gayrisi yoktur, hatta gönülün dahi aynıdır
Hatta:
“Kendi varlığına sığar veya sığmaz” demek de caiz olmaz
İş buna göre düşün ve anla

Yukarıda anlattıklarımızın, kolay anlaşılması için, bir misal getirmek isteriz;
Şöyle ki:
Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafına yüz bin ayna konsa o sevgili kaç yüz bin görünür, ama aslında bir tanedir
Öyle iken, aynaların kabiliyetine ve istidadına göre; kiminde parlak; kiminde kederli görülür
Kiminde doğru, kiminde eğri büğrü olur
Bu hâle göre bir kimse sevgilisinin bir aynada yüzünü görüp geri kalanları inkâr etse ârif olmamış olur
Ârif olan, cümlesini ikrar eder
Hangi aynada görürse tasdik eder; hatta aynasız olarak dahi görür

Bir şiir:

Nice yüz bin göze gelen hurf sûretmiş aşikâr;
Kendi hüsnüne, yine kendisi olmuş talebkâr

Bu gibi misalleri, fazla açıklamak gerekmez
İrfan sahibi ne kadar düşünürse ve ne kadar zevk alırsa o kadar misal bulur
Bir misal daha beyan edelim
Şöyle ki:
Bir kimse güneşin ziyasını görmeden, hayli zaman karanlık bir yerde kalsa, günün birinde o yerin etrafı renkli ve çeşitli camlarla açılsa, sabah güneşi doğunca, o camların her birine ayrı bir ışık vurur
Bu ışığın dokunduğu her cama göre içeriye bir renk düşer
O zât ise:
“Güneşin rengi yeşildir; kırmızıdır” diye türlü iddialara düşer Hayal ve tasavvura kapılır
Ama, irfan sahibi işin hakikatini bilir ve ona göre davranır
O bilir ki: Suyun rengi, kabının rengidir
Yine bilir ki: Eşyanın cümlesine ışık tutan Hakkın nurudur:
"Allah, yerin ve semaların nurudur" (24/35)
Ayet-i kerimesi bu durumu pek güzel anlatır
İrfan sahibine göre, iki cihanın aynasından görünen tek yüzdür
Hâl böyle iken, her ârif bir başka kemâle ermiştir
Bir kısmı şöyle der:
“Sonunda, Allah zâtını görmediğim hiçbir şey yok
Bir kısmı da şöyle der:
“Allah'ın zâtını içinde görmediğim şey yok
Bir kısmı da:
“Her şeyden evvel onu görürüm” der
Bir kısmı da:
“Ancak Allah” der
Bir kısım ârifler ise:
“Allah'ı ancak, Allah görür” der
Bu görüş meselesinden beş şekil hâsıl olur
İrfan sahibi bu beş hâli bulup varlığında topladıktan sonra, beş şekil daha hâsıl olur ki, onun ayrıntılarına girmek uygun değildir; keşfi dahi haramdır
Arzu eden kimse Kâmil İnsanın eteğine yapışıp ondan talep etsin Zira:
“Tatmayan bilmez
Kaidesi esastır, yazı ile olmaz; vesselam
Yardımcı Hak'tır
Allahü Teâlâ'nın yardımı ile eser tamam oldu


Hatime : Son Nihayet Son söz

İnsaf : Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket Hakikatı kabul ve itiraf

İtîkad : İnanmak İnanç Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak Gönülden tasdik ederek inanmak Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak (Bak: İltizam)

Takyîd : (Kayd dan) Kayıt ve şarta bağlanma Şart koşma Bağlama Deftere yazmak * Harfe nokta ve hareke koyma

Huruf : (Harf C) Harfler İsim ve fiil olmayan kelimeler (Bak: Harf)

Talebkâr : f İstekli, talebli, arzulu


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

“Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim :
Allah, göklerin ve yerin nûrudur O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir (Bu,) nûr üstüne nûrdur Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir Allah her şeyi bilir” ( Nûr 24/35)

Tercüme : İSMAİL HAKKI BURSEVÎ (KS) (1652-1728)

Şeyh ül Ekber Muhyiddin İbn Arabi (ks)

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.