Alimlerden Hatıralar |
08-02-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Alimlerden HatıralarUbeydullah-ı Ahrâr Türkistan’ın büyük velîlerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir 1403 (h 806) senesinde Taşkent’te doğdu 1490 (h 895) senesinde Semerkant’ta vefât etti Kabri oradadır Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helal kazanmak için tarımla meşgul oldu Kısa zamanda zengin oldu 1300’den fazla çiftliği vardı Herbirinde üç bin amele çalışırdı BİZİM MALIMIZ FAKİRLER İÇİNDİR Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman (700 ton) zahire uşur verirdi Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu Kendisi bu konuda; “Bizim malımız, fakirler içindir Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyururdu Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu O da sepeti yukarı çekmeye başladı Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri o kimsenin evine geldi “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmazdı” buyurdu ŞEYHLİK YAPSAYDIK “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı Fakat bize başka iş emredildi Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır” “Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları vardır” “İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır” Yûsuf bin Abdurrahmân Hanbelî mezhebi fıkıh ve usûl âlimlerindendir İbn-ül-Cevzî ismiyle tanınmıştır 580 (m 1185)’de Bağdad’da doğdu 656 (m 1258) senesinde vefât etti Ayrıca tefsîr ve hadîs ilminde de âlim, vâiz ve şâirdir Fıkıh, usûl, hılâf ilimlerinde iyi yetişti Daha küçük yaşından itibâren çok nimetlere ve Allahü teâlânın ihsânına kavuştu Babası onunla çok ilgilendi VELÎNİN KIYMETİNİ BİLMEK Buyurdu ki: “Eğer, insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu Çünkü, görünüş itibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de, Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir Velî, şekil ve şemail bakımından, giyinip kuşanma bakımından ve diğer birçok beşeri sıfatlarla, diğer insanlardan farklı olmayan bir kimse gibi görünür Hâlbuki, haddizatında o, diğer insanlardan tamamen farklı, apayrı bir insandır Her ân gönlü Allahü teâlâ iledir ve O’nun muhabbeti ile yanmaktadır İşte velînin asıl hâlini bildiren bu husûsiyetini, ancak onun gibi olanlar anlar Diğer insanlar ise, onu kendileri gibi bir kimse zannederler” “Âbidde (Allahü teâlâya çok ibâdet edende) ve ârifte nefse düşmalık vardır Fakat ikisinin düşmanlıkları farklıdır Âbid, nefsinin yaptıklarının kendisi için zararlı olduğunu bildiği için, nefsin yaptığı işlere düşmandır Ârif ise, işleriyle birlikte, nefsin kendisine de düşmandır Çünkü nefs, Allahü teâlâya düşmandır” ETTEN BİR KANAT “İnsanoğlu dünyâya etten bir kanat ile gelir Üstünde çeşit çeşit nimetlerin bulunduğu yükseklikler, altta ise Cehennem ateşi vardır İnsanoğlu bu kanadını iyi besleyip, damarlarını iyi kuvvetlendirmeli ki, kanat zayıf olup, vazîfesini yapamayacak hâle gelmesin ve sâhibini ateşe düşürmesin” Moğol İmparatoru Hülâgu’nun Bağdad’ı istilâsı sırasında onu da üç oğluyla birlikte şehîd ettiler Muhammed bin Sekrân şöyle anlatmıştır: Vefâtından sonra onu rü’yâmda gördüm “Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı” dedim “Şehîd olarak affedildik” dedi İbn-i Merzûk Mısrî (Sa’d bin Osman) Hadis ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimidir Mısır evliyâ ve ulemâsının meşhurlarından Osman bin Merzûk Kurâşî’nin oğludur Mısır’da doğduğu için Mısrî denildi İbn-i Merzûk diye tanındı 592 (m 1196) yılında Bağdad’da vefât etti Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinin yakınına defnedildi MISIR VE BAĞDAT’TA İLİM ÖĞRENDİ Mısır’da yüksek din bilgilerine temel olan din ve âlet ilimlerini öğrenen İbn-i Merzûk, oradaki âlimlerin ilimlerinden istifâde ettikten sonra Bağdad’a gitti Ebü’l-Feth bin Mûsâ’dan Hanbelî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi Ebû Muhammed bin Hassâb’dan hadîs-i şerif ilmini tahsil etti O sırada Bağdad’da evliyâ sultânı, feyzler menbâı Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri sohbet ediyor, ölü kalbleri diriltiyordu O mübarek zâtın sohbetlerine iştirak etti Kitabında yer alan Hadis-i şeriflerden bazıları: “Lâ ilâhe illallah kelimesini bilen (inanan) kimse Cennete girer” “ Tevhid ehlinden biri Cehenneme girerse, günahı kadar azâb görür (sonra çıkar)” “Güzel bir abdest alanın hatâları (küçük günahları), bedeninden, hattâ tırnaklarının altından dökülür” “Abdest üzerine abdest alan kimseye on hasene yazılır” “Namazı unutan kimse, hatırladığı ânda kılsın” “Namazdan bir rek’ate yetişen kimse, namaza (cemâate) yetişmiştir” “İkindi namazını kaçıran kimse, ailesini ve malını kaybetmiş gibidir” “İkindi namazını terk eden kimsenin amelleri yok olur” “Benim mescidimdeki namaz, Mescid-i Haram müstesna, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır” “Kalbimde (Envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor Bunun için günde yüz kerre tövbe ediyorum” “Îmân, Süreyya yıldızına asılı olsaydı, ona, Fâris’ten birisi erişirdi” (Bu hadîs-i şerif, İmâm-ı a’zam hazretlerini müjdelemektedir) SECDEDE İKEN VEFAT ETTİ Hayâtının sonlarında, insanların fitnesinden kurtulmak için inzivaya çekildi Evinden dışarı çıkmaz oldu Sultanlardan, halktan ve devlet adamlarından bir kuruş kabul etmezdi Birçok talebe yetiştirdi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tekkesinde sohbet ederdi Namaz kıldığı bir sırada, secde hâlinde iken vefât etti Ebû Muhammed Cerîrî Evliyânın büyüklerindendir 311 (m 923)’de vefât etti Fıkıh ilminde imâm ve müftî, edeb ilminde mükemmel, diğer bütün ilimlerde âlim idi Tasavvuftaki derecesi o kadar yüksek idi ki, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri bunun için “Zamanımızın velîsidir“ buyurdu Cüneyd hazretlerine vefât edeceği zaman, “Sizden sonra kimin sohbetlerine devam edelim?” diye sordular “Ebû Muhammed Cerîrî’ye gidin” buyurdu Tasavvufun üstün hâllerine vâkıf olmakta nihâyette olup, mürşid-i kâmil bir zât idi Ebû Muhammed Cerîrî hazretleri buyuruyor ki: “Nefsine aldanan, şehevi duygularına esîr olur Hevâî arzularının zindanına kapatılır ve o kulun kalbi fâideli işlerden zevk alamaz Kur’ân-ı kerîmi hergün hatm etse bile, ilâhi kelâmı okumaktaki esas tadı bulamaz Bunun hâl çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı candan arzu etmekdir” “Allahü teâlânın takdîr ve taksimine râzı olup, Allahü teâlâ ile iktifa edenin iç hâli düzgün, Allahü teâlâyı tanıması kolay olur Allahü teâlânın yasak ettiklerinden sakınanın gidişatı dosdoğru, ahlâkı güzel olur Helâlinden az yiyenin ise, beden sıhhati düzgün olur” “İhlâs, âhıretteki nimet ve azâblara yakînen inanmanın alâmetidir, İbâdetlerdeki riyâ da, âhıretteki nimet ve azâblara inanmakta tereddüt olduğunun alâmetidir” DUA BELA GELMEDEN YAPILIR Dervişlerden birisi şöyle anlatıyor: “Ebû Muhammed Cerîrî’nin vefâtı senesi, Karâmita sapıkları ile yapılan muharebede ben de bulunuyordum Savaş bittikten sonra, müslümanların bulunduğu kâfilenin yanına döndüm Yaralılar arasında Ebû Muhammed Cerîrî’yi gördüm Çok halsiz idi Yüzyirmi yaşlarında idi “Ey efendim Allahü teâlânın bu belâyı üzerimizden def etmesi için duâ etseniz” dedim “Duâ, belâ gelmeden önce yapılır Belâ geldikten sonra râzı olmaktan ve sabretmekten başka bir çâre yoktur” buyurdu KABİRDEKİ HALİ GÖSTERİLDİ Mekke yolunda Karâmita sapıklarının çok zulmedip müslüman kanı döktükleri, Hübeyr vak’ası senesi 311 (m 923)’de Karâmita sapıkları ile yapılan muharebede şehîd oldu Vefâtı için, başka târihler de rivâyet edilmektedir İbn-i Atâ er-Rûzbârî diyor ki: “Vefâtından bir sene sonra, Ebû Muhammed Cerîrî’nin kabrine uğradım Kabirdeki hâli bana gösterildi Dizleri göğsüne dayalı, parmağı ile Allahü teâlânın birliğini gösteren işâreti yapar hâlde oturuyordu” Hâtim-i Esâm Evliyânın büyüklerindendir Belh şehrinde doğdu Doğum târihi kesin belli değildir Hâtim-i Esâm, Şakîk-i Belhî’nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh’in hocasıdır 237 (m 852) senesinde Vaşcer’de vefât etmiştir Kendisine “Esâm” (kulağı duymaz) denilmesinin sebebi şudur: “Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi Hâtim-i Esâm o şahıs utanmasın diye “Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum” dedi Bu yüzden ona Esâm denilmiştir BİRAZ MÜHLET TANI Muhammed Râzî anlatır? “Senelerce Hâtim-i Esâm’ın hizmetinde bulundum Sadece bir kere hariç, hiç kızdığını görmedim O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış, “Malımı alıp yedin, parasını ver” diyordu Hâtim bunu görünce, “Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı” dedi Fakat bakkal, “Olmaz” diye dayattı Bunun üzerine çok sinirlenen Hâtim-i Esâm, yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu Bir anda pazarın ortası altınla doldu Hâtim-i Esâm bakkâla: “Alacağın ne kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin kurur” dedi Bakkal alacağını aldı: Fakat para hırsından biraz daha almaya kalkınca derhal eli kurudu ve çolak oldu Buyurdu ki: “Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya isyân edince, kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın olmayışındandır” NAMAZI GÜZEL KILIYOR MUSUN? Rebâh bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ bin Yûsuf bir mecliste konuşan Hâtim-i Esâm’a uğradı ve şöyle sordu: “Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?” Hâtim, “Evet” dedi O, “Nasıl kılıyorsun?” diye sordu Hâtim şöyle buyurdu: “Emre uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum, tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı Allaha hâs kılarak veriyorum Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum Ölmek kadar onu muhafaza ediciyim” Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf: “Sen namazını güzel kılıyorsun” buyurdu Ebû Bekr-i Şiblî Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, Büyük velîlerdendir 861 senesinde Samarrâ’da doğdu Bağdât’a gelip, buraya yerleşti Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebesidir Aynı zamanda Mâlikî mezhebinin fıkıh âlimlerinden olup, İmâm-ı Mâlik’in Muvattâ’sını ezbere bilirdi Zamanının bir tânesi olan Ebû Bekr-i Şiblî 945 (H334) senesinde Bağdât’ta vefât etti BİR HADİSİ SEÇTİM Şiblî hazretleri buyurdu ki: “Dört yüz hocadan ders okudum Bunlardan dört bin hadîs-i şerîf öğrendim Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım Çünkü, kurtuluşu ve ebedî seâdete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm Seçtiğim hadîs-i şerîf şudur: Peygamber efendimiz bir Sahâbîye buyurdu ki: “Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya muhtâç olduğun kadar itâat et! Cehennem’e dayanabileceğin kadar günâh işle!” Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri güneş batarken güneşin sararmasına, şöyle bir benzetme yapardı: “Tıpkı mümin de böyledir Dünyâdan göçeceği zaman, varacağı makam sâhibinden çekindiği için, nasıl karşılanacağını bilmeyip, böyle sararır” Sonra da ilâve edip: “Gün doğarken de, çok aydın olarak doğar Bu da, bir müminin öldükten sonra kabrinden kalkışına benzer Bir mümin kabrinden kalktığında, yüzü güneşin doğduğu gibi parlar” “Cehennemlik olmanın alâmeti; Allahü teâlânın rızâsı için bir fakire bir parça ekmek vermemek Fakat nefsin isteklerini tatmin etmek için, bir ziyâfette yüz altın harcamaktır Cennetlik olmanın alâmeti ise bunun tam tersidir” Bir âh çekerek vefât etti Bir gün, Ebû Bekr-i Şiblî; “Allah Allah!” deyip duruyordu O sırada bir genç; “Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?” diye sordu Bunun üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek, “(Lâ ilâhe) der de (illallah) diyemeden vefât ederim diye korkuyorum” dedi Bu sözler gence çok dokundu ve orada bir âh çekerek vefât etti Şems-i Tebrîzî Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya’ya gelen büyük velîlerdendir Tebriz’de doğdu Doğum târihi bilinmemektedir Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu 1247 (H645) târihinde Konya’da şehîd edildi Mevlânâ’nın medresesinde defnedildi CAMİDE KİMSE KALMAMIŞTI Şems-i Tebrîzî hazretleri; “Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir” buyururdu Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam’dan Konya’ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: “Burada yatılmaz kalk!” dedi Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: “Benim kimseye bir zararım dokunmaz Garibim, uzak yoldan geliyorum Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok Bırak da burada sabahlıyayım” dedi Görevli; “Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim” diye karşılık verdi Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu Hemen ayağa kalktı Sessizce kapıdan dışarı çıktı Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu Bunun üzerine; “İmdât boğuluyorum!” diye bağırmaya başladı Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; NE OLUR ONU AFFEDİN! “Ne oldu, niye bağırıyorsun?” diye sordu Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti Kendisine; “Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş Ne olur onu affedin!” dedi Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı Üzüntülü bir şekilde: “Onun işi benden çıktı Benim yapabileceğim birşey yoktur Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim” buyurdu Adam biraz sonra can verdi Ali Behçet Efendi Anadolu’da yetişen velîlerden Konya ulemâsından Ebû Bekr Efendinin oğludur 1727 (H1140) senesinde Konya’da doğdu Babası ve dedesinin yanında küçük yaşta tahsîle başladı Derviş tabiatlı bir zât olan babası, Ali Behçet Efendinin tahsil ve terbiyesi için özel îtinâ gösterdi Medreselerde ilk olarak okutulan kitapları bitirdikten sonra, Karamanlı Abdullah Efendi ve meşhûr âlim Abdüssamed Efendinin derslerinde bulundu Onlardan icâzet, diploma aldı Sonra Afyonkarahisar’a gidip orada bir dergâhta talebe yetiştirmeye, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeye çalışan anne tarafından dedesi Alâeddîn Çelebi’den ders aldı Buradaki tahsîlini tamamladıktan sonra kâdı oldu Bu görevle Anadolu’nun çeşitli yerlerine gitti Ankara’daki vazîfesi sırasında kendisinde meydana gelen bâzı mânevî hâller yüzünden görevden istifâ ederek, Afyon’a dedesinin yanına döndü ve Mevleviyye tarîkatına göre çileye başladı Çile müddeti bitiminde çeşitli mânevî faydalara kavuştu DERSİMİZDEN UZAK OLMAYASINIZ! Ali Behçet Efendi Hazretleri’nin bir talebesine yazdığı mektup şöyledir: “Benim sevgili insaniyetli ve iyiliksever oğlum! Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk Ey oğlum! Dersimizden uzak olmayasınız Bir an Allahü tealayı anmak, Süleyman aleyhisselamın mülkünden daha iyidir Bunu aklınızdan çıkarmayınız Oğul! Her zaman talep edenlerden ol Mübarek gecelerde Allahü tealaya yalvarıp yakarmayı fazlaca yaparsanız, isabetli olur Zira Allahü teala kulunun yalvarmasını sever Bu, Allah adamlarının yoludur” İBRAHİM EFENDİYİ VEKİL BIRAKTI Büyük oğlu yetişinceye kadar yerine halife olarak İbrahim Hayranî Hazretleri’ni vekil bıraktı 1822 yılında vefat etti Cenazesi dergahın avlusunda defnedildi Üzerine demirden kubbeli bir türbe yaptırıldı Ali Behçet Efendi vefatına yakın İbrahim Efendi’yi yerine vekil bıraktı Vefat etmeden önce İbrahim Efendi’ye, “Oğlum! Bir zaman gelecek Tahir Ağa Tekkesi şeyhliği boşalacak Size orası teklif edilecek Reddetme, kabul et” buyurmuştu Şâfiî fıkıh âlimi Abdurrahim Abbâsî Abdurrahim Abbâsî hazretleri Şafii fıkıh âlimlerindendir 1462 (H876) senesinde Kahire’de dünyaya geldi ve Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı fethetmesinden sonra İstanbul’a gelerek burada talebe yetiştirmeye devam etti Abdurrahim Abbâsî hazretleri, İstanbul camilerinde, insanlara doğru yolu göstermeye çalıştığı vaazlarında ve sohbetlerinde sık sık buyururdu ki: Allahü teâlâ için sevmek, O’nun için buğzetmek, îmânın en güvenilir ve sağlam kulplarındandır Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, herkese, imkânı nisbetinde lâzımdır BİR GÜN AÇ, BİR GÜN TOK İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmalıdır Kazanç, ticâret ve sanat mubahtır Kişi mecbur kalırsa, başkasından bir şey isteyebilir Zengin kimsenin istemesi doğru değildir Rızâ gösterilen fakirlik, zenginlikten üstündür Bundan dolayı Resûlullah efendimiz fakirliği tercih etti Peygamber efendimize yeryüzünün hazînelerinin anahtarı arz edildiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm fakirliği işâret etti Yine Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize tevâzu etmesini de işâret etti Bu sebeple Resûl-i ekrem; “Yâ Rabbî! Bir gün aç, bir gün tok olmayı istiyorum Acıktığım zaman sana yalvarırım, doyduğum zaman sana hamd eder, seni anarım” diye dua etti NUR ÜZERİNE NUR Abdurrahim Abbâsî hazretleri, 1555 (H963) senesinde İstanbul’da vefat etti Bu sırada Mebsût kitabını şerh ediyordu Vefat ederken şunları söyledi: “Allahü teâlâ nur üzerine nurdur Nefs-i emmare karanlıklar içinde karanlıktır Hamd olsun ben ona dönüyorum Allahü teala nur üzerine nurdur, nefs ise karanlılar kuyusu” Muhammed Emin Erbilî Son asırda Irak’ta ve Mısır’da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir Babasının ismi Fethullah’tır Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Irak’ın Erbil şehrinde doğdu 1914 (H1332) senesinde Kâhire’de vefât etti Kabri, Karafe kabristanındadır TASAVVUF YOLCUSUNUN HALİ Fakir-zengin herkesi ziyârete giden Muhammed Emin Erbilî hazretleri, yemek husûsunda ısrar edenlere; “Tasavvuf yolcusunun yemeği ilim öğrenmek, Allahü teâlânın ismini zikre devâm etmektir O kimsenin düşüncesinin yemek, içmek olması ona yakışmaz” buyururdu Son günlerinde onun yüzünde her zamankinden daha çok nûr parlıyordu 1914 (H1332) senesi Rebîülevvel ayının ikinci Perşembe günü humma hastalığına tutuldu Akşam ve yatsı namazlarını evinde kıldı Mescide gidemedi Ders vermek ve Hatm-i Hâcegân yapmak üzere talebelerinden birini vazîfelendirdi Bu gecede Allahü teâlâya olan aşkı ve Peygamber efendimizden itibaren Nakşibendiyye yolu büyüklerine karşı muhabbeti iyice fazlalaştı Onların rûhâniyetleriyle konuşmaya başladı Onlara olan sevgi ve kavuşma arzusunu bildirdi Bu hâli bir gece boyunca devâm etti Yanına ziyâret için gelenlere; “Hocanızın hâline bakıp ibret alınız Onun öldüğü gibi siz de öleceksiniz Allahü teâlânın ismini çok anın” buyurdu Şeyh Muhammed Yûsuf es-Sekâ’yı yerine ders vermekle vazîfelendirdi Son saatlerinde bile kendisini ziyârete gelen talebelerinin yanına gelmesine mâni olunmamasını istedi Her birisi tek tek girip elini öptüler, helâllaştılar ve duâsını aldılar “BUGÜN BENİM SON GÜNÜMDÜR!” Cumartesi günü hastalığı iyice şiddetlendi ve; “Bugün benim son günümdür” buyurdu İkindi vaktinden sonra tam bir sâkinlik ve sessizlik hâli oldu Pazar gecesi ilaçlarını vermek üzere yanına gelen bir talebesine gülümseyerek buyurdu ki: “Rahat olunuz” Talebesi dedi ki: “Biz, Peygamber efendimizin sünnetiyle tedâvi olmakla emrolunduk” diyerek ilacını verdi O gece sabaha karşı sekerât-ı mevt hâli başladı Yüzünden şimşek gibi nurlar yayıldı Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti |
|