Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
anısına‏, fatih, han, lerinin, mehmed, sultan, vefatının, yıldönümü

Fâtih Sultan Mehmed Han Hz. Lerinin Vefatının Yıldönümü Anısına..!‏

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Fâtih Sultan Mehmed Han Hz. Lerinin Vefatının Yıldönümü Anısına..!‏



Fâtih Sultan Mehmed Han Hz
âtih Sultan Mehmed Han Hz lerinin Vefatının Yıldönümü Anısına!‏[/url]
(1432-1481)

Yedinci Osmanlı sultanıdır

Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in iltifâtına mazhar olmuştur O, sultanlığının yanısıra dîn ve fen ilimlerini de ikmâl etmiş bir âlim, aynı zamanda ince rûhlu bir şâir ve derin bir gönle sahip, derviş rûhlu hassas bir insandı

1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu 1453 yılında İstanbul Fâtihi oldu 1481 yılında vefât etti Cenâze namazı Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından kıldırıldı İnşâ ettirdiği Fâtih Câmî’nin kıble tarafındaki türbesine defnolundu

Otuz yıllık saltanatı müddeti içerisinde i’lâ-yı kelimetullâh yolundaki üstün gayretleriyle iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prenslik ortadan kaldırmıştır Babasından 880000 km2 olarak aldığı vatan topraklarını 2214000 km2’ye çıkarmıştır

Daha küçük yaşlardan itibaren titiz bir eğitimden geçen Fâtih, gönül eğitimini Akşemseddîn -kuddise sirruh- Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde ikmâl etmiştir Bu terbiyenin başlayışı şöyle olmuştur:

Hacı Bayrâm-ı Velî, Sultan II Murâd’ı ziyarete gelmişti Yanında talebesi ve mânevî evlâdı Akşemseddîn de vardı Sultan Murâd Han, bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzâde Mehmed’in istifâde etmesini istedi Her cengâver sultan gibi Murâd Han da İstanbul’un fethini hayâl ediyordu Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’ne:

“–Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?” diye sorunca, O da:

“–Feth-i mübîni görmek şu şehzâde ile Akşemseddîn’e nasîb olacak!” cevabını verdi

Bu açık kerâmet ile duygulanan Murâd Han, oğlunu Akşemseddîn’in terbiyesine vermek için Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nden izin istedi Bu vesîle ile Akşemseddîn, Şehzâde Mehmed’in mânevî terbiyesini üzerine alarak, O’nu feth-i mübîne mânen hazırladı

Fâtih Sultan Mehmed Han, ashâb-ı kirâm zamanından beri devam edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şerâresi hâlindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu Yaradılışındaki istîdâdlar, almış olduğu maddî ve kalbî eğitimle birleşerek, O’nu “feth-i mübîn”e çoktan hazırlamış bulunuyordu Şuuraltında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, dâimâ fetih projeleri ile meşgul olmuştu Vird hâlinde:

“–Ya Bizans bizi alır, veya biz Bizans’ı alırız! diyordu

Yirmibir yaşında pâdişâh olduktan hemen sonra ulemâ ve ümerâyı toplayıp İstanbul’un fethini istişâre etti Ancak toplantıya katılanların ekserîsi:

“–Kostantiniyye’nin fethi, ancak Mehdî’nin işidir!” dediler ve bu işe râzı olmadılar

Bunu işiten Akşemseddîn Hazretleri, ortaya çıkan neticeye hemen müdâhale etti ve:

“–Hayır! Sultanımız Mehmed Han, Kostantiniyye’yi fethedecektir!” diyerek kararın fethe müteallık olmasını sağladı Yüreği, çocukluğundan beri İstanbul fethinin hasretiyle yanan Sultan Mehmed Han da, bundan ziyâdesiyle memnûn kaldı Derhal fetih hazırlıklarının yapılmasını emretti

Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in 900 sene evvelki müjdesini gerçekleştirerek,

«Kostantiniyye elbette fethedilecektir! Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir!»

O’nun müjdesindeki iltifâtlarına nâil olmak için asker, kumandan, sultan, âlim ve evliyânın gönülleri, heyecan ve istiğrâk çağlayanı hâline gelmiş bulunuyordu

Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbîr sadâlarıyla birleşerek Fâtih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu

Sultan Fâtih Hazretleri’nin ve ordusunun bu hücûm heyecanını Yahyâ Kemâl ne güzel ifâdelendirir:

Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

“(Ey yiğit! Allâh’ın arslanı olan) Hazret-i Alî’nin pençesindeki (zülfikâr isimli) kılıç aşkına; gülbangi, (Allâh Allâh sesleri tâ) semâyı kaplayan pîr aşkına vur!

Ey leşker-î müfettihu’l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebşîr aşkına

“Ey kapılar açan kahraman asker! Bugün, (içinde) feth-i mübîni gizleyen o (ulvî ve şerefli) müjde (ye nâil olmak) aşkına vur!

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihângîr aşkına

“Küfrün kilisesinin (husûsiyle Ayasofya’nın) üstüne (İslâm’ın) hilâli (ni) dikmek için gelmiş bu at üstündeki cihangir (Fâtih Sultan Mehmed Han) aşkına vur!

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

“Türk’ü gönderen (yüce) takdîrin kudreti aşkına (öyle) vur (ki), (hem) Rum’un taktığı sorguç (kafasıyla birlikte yere) düşsün; (hem de) Firenk’in (yâni kâfir Avrupalı’nın da) başı eğilsin!

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına

“(Haydi, ey yiğit!) Hücûm sabahının içindeki (yeri göğü kaplayan) Tekbîr aşkına, bütün gücünle ve son şiddetli hücûm olacak (zaferi müyesser kılacak) şekilde vur ki, (yıllardır fethedilememiş olan ve Peygamber müjdesine nâiliyyeti engelleyen) şu (zâlim) surlar, (nihâyet sana mukâvemet edemeyip, artık) açılsın (ve aşılsın! Böylece feth-i mübîn nasîb olsun! Böylece sen de Hazret-i Peygamber’in methettiği asker ol; kumandanın da O’nun methettiği kumandan olsun; haydi vur bugün!)”

Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücûmla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı Artık Kostantiniyye fethedilmişti Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gâzî Sultan Mehmed Han’a nasîb olmuştu

Cihangir Hünkâr, fetihten sonra âlimler, ârifler, ve paşalarla berâber -hattâ sonradan kendisini muhâkeme edecek olan- kadı Hızır Bey’le de yanyana, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi

Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi:

“–Gâzîlerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki İstanbul’un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ganîmetlerden alınız!
O’nun insan hakları beyânnâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî târihimizin en şerefli vesîkalarından biridir Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı Fâtih, onu ayağa kaldırarak:

Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iâde ediyorum Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahânemden korkmayınız! Patrikhane, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak târih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir…” dedi

Fâtih Sultan Mehmed Han, düşmanlar tarafından bile takdîr edilen bir pâdişâhdı Yegâne gâyesi İslâm bayrağını bütün cihana hâkim kılmaktıAvrupa haritasını yanından ayırmazdı

Hassas, ince ruhlu, müşfik bir pâdişâh olan Fâtih, zâhirî âlemdeki yükselişini, mâneviyat âleminde, yâni tasavvuf vâdîsinde de gerçekleştirmiş, zülcenâhayn (iki kanatlı, iki vecheli) dev bir şahsiyetti Kısacası O, zâhirde de bâtında da emsâlsiz bir sultandı Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve mânevî babası idi Bir merhamet âbidesi olan Fâtih, ümmete sayısız vakıflar te’sîsi ile devrini, sosyal adâlet anlayışının zirvesine yükseltmiştir Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvî yüreğinin inceliklerini sergiler:

Bir vakfiyesinde şöyle demektedir:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd âilelerine ve yetimlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!

Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkât ölçülerini aksettiren bu ulvî kaideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu

Şehîd âilelerine olan ihtimâmı, kâ’bına varılmaz bir vefâ örneğidir Bilhassa, zamanımız insanına bir nezâket, bir vicdân, bir merhamet ve bir edeb dersidir

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adâlet, hak ve hukûk hâkim durumda idi Kanun önünde bütün insanlar eşitti Sanki:

“Adâlet, mülkün temelidirifâdesi, O’nun için vârid olmuştu

Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullâh, yâni devlete Allâh tarafından emânet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riâyet edilirdi Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi Osmanlı’nın bu adâletini gören hıristiyanlar, onlara âdetâ âşık oldular Bilhassa Rumeli’deki fütûhâtın sür’atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adâleti pek müessir olmuştur O derecede ki, İstanbul muhâsara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklîfine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu târihte pek meşhurdur:

“–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!

İşte bu yüce adâlet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle birçok râhibe, müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü Zulüm içinde yaşayan hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adâlete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar Osmanlılar da, bir vefâ borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükâfâtlandırdılar Onların gönüllerini hoş tuttular

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir afv îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı Bunlar arasında iki âlim filozof papaz kimse vardı Fâtih, onlara cezâlarının sebebini sordu Onlar da:

Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attı dediler

Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu Onlar da, ancak bir müddet sonra kanâatlerini bildireceklerini ifâde ettiler

Papazlar, ellerindeki berâatla her yere girip çıktılar Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler Bakkal onlara:

“–Ben siftah yaptım Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi

En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar Herkesle sohbet ettiler Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sahneleyen hâllerini müşâhede ettiler

Bir çarşıya girdiler ki, o esnâda ezân okunuyordu Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmîye gidiyordu Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu Sanki herkes, birbirinin te’minâtı altında idi Namazı, huzur içinde ve âdetâ son namazlarını kılıyormuş gibi ikâme ediyorlardı

Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu İstisnâsız herkes, Allâh rızâsını düşünüyor, Allâh rızâsı için konuşuyor, Allâh rızâsı için yaşıyordu Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı Cemiyet, ince rûhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu

Papazlar, bu halleri görüp şaşkına döndüler Kaç şehir dolaştıkları halde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar Hırsızlık, katil, ırza tecâvüz, dolandırıcılık -âdetâ- meçhûldü Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti Hayret içinde kaldılar

Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti Dâvâcı, şöyle bir mes’ele arzetti:

“–Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm:

«–Buyur, bu senindir; al!» dedim

O da:

«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım! Artık bana helâl olmaz!» deyip kabul etmedi Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı

Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi O da:

“–Durum aynen kardeşimin arzettiği gibi vâkî oldu Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim Nasıl üstündeki mahsûlden bir hakkım yoksa, altındakinden de öyledir!” dedi

Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hâdise idi İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir hâldi
Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı

Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adâleti sergileniyordu

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler Kızlar, kapıyı açan gençlere:

Hava karardı, yolumuzu kaybettik Bizi bu gece misâfir eder misiniz? Çaresizizdediler

Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar Sabahleyin de kızları yolcu ettiler

Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular Onlar da, olan hâdiseyi şöyle anlattılar:

Kendi yerlerini bize terk ettiler Kendileri odanın ucuna çekildiler Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:
«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun! Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!» diyorlardı

Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile

Bu misâl, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların te’mînât altında olduğunu sergilemektedir Lâkin böyle misâller çoktur Meselâ Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermânında:

“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!demesi de, imparatorluktaki iffet ve nâmûs te’mînâtının diğer bir tezâhürüdür

Fâtih bu fermânı ile, hem askerlerini, hem de te’mînâtı altındaki hıristiyan teb’anın kızlarının iffetini muhâfaza etmiş oluyordu Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazîfeli papazlar, hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler Fener semtine doğru gezintiye çıktılar Hıristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyâsen değişmiş, sokaklardaki pislik dahî azalmıştı Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nârâ atarak sarhoş olamıyordu Fakir hıristiyan âilelere bile ev dağıtılmıştı

Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar Müşâhedelerini bir bir arz edip:

“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette hak dînidirdediler

Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular

Fâtih’in devrine âid olmak üzere daha sonraları da öyle hâdiseler cereyan etti ki, bunlar, adâlet târihinde eşi, emsâli olmayan vak’alardır Bunlardan biri de şudur:

Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazîfesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mîmârın kolunu kestirmişti İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tâyin etmişti

Eli kesilen hıristiyan mîmâr, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dâvâ etti Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzî Ebu’l-Feth MUHAMMED HAN-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitâbla:

«Murâd oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi

Fâtih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzî bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir surette mahkemeye gitti Maznûn sandalyesine oturdu Hızır Bey, yerini aldı Ve muhâkeme başladı

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifâde verirdi Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:

“–Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtâr etti

Bu îkâz üzerine Fâtih, ifâde için ayağa kalktı Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hıristiyan mîmârı mazlûm buldu Kısas âyetini okudu Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi

Bütün dünyâyı dize getiren cihan pâdişâhı Fâtih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak:

“–Hüküm şer’-i şerîfindir! dedi

Hıristiyan mîmâr, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde:

“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!dedi

İş, bu suretle tatlıya bağlandıktan sonra Fâtih, Hızır Bey’e:

Benden değil de Allâh’dan korktuğun için seni tebrik ederim! dedi

Kadı Hızır Bey de, oturduğu minderin altından bir topuz çıkardı:

“–Eğer verdiğim hükmü kabûl etmeseydin, bununla kafana vuracaktım” dedi

Fâtih de, buna cevaben kaftanının altında sakladığı kılıcı gösterdi ve:

“–Sen de eğer adâlet üzre hükmetmeseydin, bununla kafanı vuracaktım…” dedi

Ayrıca Fâtih, şahsî malından hıristiyan mîmâra bir ev bağışladı Bunun üzerine hıristiyan mîmâr:

“–Dünyâda böyle bir adâletin eşi yoktur Ben artık bu andan itibaren müslümânım…” diyerek kelime-i şehâdet getirdi

Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz etmesi için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu
Bu husustaki şu misâl çok ibretlidir:

Devrin ricâlinden Dâvûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti Kadı efendi, Dâvûd Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkâz etti O’na alacağı cezâyı bildirdi Aralarında bir münâkaşa çıktı Bu münâkaşada ileri giden Dâvûd Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı

Bunu haber alan Fâtih:

“Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harâb etmiş olur…” diyerek, Dâvûd Paşa’yı ağır şekilde cezâlandırdı

Dâvûd Paşa, maddî ve mânevî ızdırâbından yataklara düştü Nihâyet tevbe edip pişman oldu Allâh’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusûr etmeyeceğine dâir söz verdi Bundan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peydâ olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi II Bâyezîd zamanında ise, vezîr-i âzam oldu

Bütün bunlar, Fâtih’in rûhî olgunluğunu gösterdiği gibi; «Halk, idârecilerinin üslûbu üzeredirler» hadîs-i şerîfinde ifâde edilmiş olan gerçek üzere milletinin de, aynı liyâkati gösterdiğine delâlet eder O’nun devri, bütünüyle İslâm’ın emânete, insana, mahlûkâta bakış tarzının hassas, ince ve en mükemmel örneğidir Nesline ve bütün insanlığa bir istikâmet mîrâsıdır Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir

Şimdi bize ne oldu ki; o hâlden bu hâle sürüklendik?! Rûhî yapımız harâbeye döndüBir mîrâsyedi hoyratlığının hazin âkıbetine uğradık!

Bugünün hod-gâm, maddeye esir olan merhamet mahrûmu insanına, acabâ Fâtih’in maddî ve mânevî şahsiyeti ne mesaj vermektedir?Öz benliğimizi kaybettik! Onu aramanın çırpınışları içinde bunalıyoruz!

Fâtih’i rü’yâmızda görsek; bize:

Maddî ve mânevî emânetimi ne yaptınız? İstanbul’dan sonra «kızılelma» olan Roma’ya da ulaşabildiniz mi? Ayasofya’m ne âlemde?” diye sorsa, acabâ utançtan aynaları çatlatacak olan bu muhâsebe, bizim yüzümüzü kızartır mı? Yoksa, vurdum-duymazlıkta ber-devam mı oluruz?! Herkes ayrı ayrı kendini yoklasın!

Hünkâr’ın Ayasofya ile alâkalı bedduâsının hışmına mı uğradık? O’nun vasıyet-nâmesindeki şu bedduâyı hatırlamak, acabâ bizi bir uyanış ve silkinişe kavuşturabilir mi:

“Benim bu câmîmi, câmîlikten çıkaranlar, Allâh’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasınlar! Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azâb içinde bulunsunlar! Yüzlerine bakan ve kendilerine şefâat eden hiçbir kimse bulunmasın!

Bu bedduânın muhâtabı, elbette sadece Ayasofya’yı câmîlikten çıkaranlar değildir Elinde imkân olduğu halde, burasının câmî olarak açılmasına yardımcı olmayanlar da bu bedduânın muhâtabıdırlar

Şâir, bugünkü hazin manzarayı ne içli olarak ifâde eder:

Mahvoldu hayâlim bu nasıl korkulu rü’yâ?
Şaşdım; neyi temsîl ediyorsun Ayasofya?!

Ne mutlu, nice yıllardır aslından koparılmış olan milletimizi, tekrar ve yeniden Fâtih’in izlerine avdet ettirme yolunda himmet ve gayret sarf etmenin azim ve dirâyetine sahip olan genç mücâhidlere!

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ömrü muazzam ideallerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük gayretlerle geçmiştir O, bizzat katıldığı 25 harbin yanında her türlü îmâr faâliyetlerinden ve ilmî gayretlerden de geri kalmamış, bu sahalarda da dâimâ en zirveyi yakalamıştır Husûsiyle İstanbul’un îmârına ehemmiyet veren Fâtih, saray, câmîler, medreseler, imâretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde dörtbin dükkân yaptırarak vakfetmiştir Büyük câmîlerin yanındaki medreseler hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sîsleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fâtih devri eserlerindendir Fâtih, bunlara ilâveten Bursa’da 37, Edirne’de 28, diğer şehirlerde de 60 câmî inşâ ettirmiştir
O’nun en son seferi, kendisinin her zaman söylediği:

“–Nereye gittiğimi sakalımın bir kılı bile bilecek olsa, onu koparıp atardım!” ifâdesi üzere herkesten gizli idi

Üçyüzbin kişilik muhteşem bir ordu ile yola çıkmıştı Ancak henüz yolun başındayken zehirlendi ve Gebze’de şehîden vefat eyledi Daha evvel de ondört defa Venedikliler tarafından zehirlenmek istenmiş, fakat hepsi de bertaraf edilmişti En sonuncu zehirlenme ise, takdîr-i ilâhî olarak farkedilemedi ve koca Sultan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in müjdesine ilâveten bir de şehâdet rütbesine nâil olarak şehîden Rabbine kavuştu

Rahmetullâhi Aleyh!

Fâtih’in vefâtı, bütün İslâm âleminde derin teessürlere sebep olurken hıristiyan âlemini son derece sevindirdi Papa, bütün kilise çanlarını, bir ay müddetle çaldırttı Zîrâ İstanbul’u fethedip hıristiyanlığın bir kanadını kendisine bağlayan Fâtih’in ikinci planı Roma’yı fethedip papayı da kendi emri altına almaktı ki, bu yolda ciddî adımlar atmıştı Otranto’yu fethetmiş, İtalya’yı düzenli bir şekilde kıskaca almış ve tek hamle ile ele geçebilecek şartları oluşturmuştu Diğer taraftan Fâtih’in kudret ve kuvvetini bilen diğer Avrupalı hıristiyan devletler, Osmanlı’yla harbe girmeyi gözlerine kestiremeyerek İtalya’yı -yardım taleplerine rağmen- yalnız bırakmak mecbûriyetinde kalmışlardı Böylece hemen hemen bütün fetih şartları hazırlanmıştı Bu bakımdan Fâtih’in son seferi Rodos üzerine idi şeklinde tahmînler yapılmıştır ki, İtalya’nın telaşı ve Sultan’ın her ne pahasına olursa olsun sefer üzereyken zehirlenmesi, bu fikri kuvvetlendirmektedir Çünkü Venedik’in elinde bulunan Rodos’un fethi, İtalya’nın fethini bir kat daha kolaylaştıracaktı

Fakat bu hamleyi tamamlamak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in İstanbul fethiyle alâkalı müjdesine nâiliyyete ilâveten Roma’nın fethiyle alâkalı müjde-i Peygamberî’ye de nâil olabilmek iştiyâk ve arzusu ile dolu olan Fâtih Sultan Mehmed Han’a, ömrü kifâyet etmediği için nasîb olmadı Ancak nasıl ki hadîs-i şerîf muktezâsı olarak İstanbul’un fethi gerçekleştiyse, Roma’nın fethi de bir mûcize-i Peygamberî olarak mü’minlere müyesser olup muhakkak gerçekleşecektir Bu fetih de, diğerleri gibi sadece takdîr edilmiş olan vaktini beklemektedir…

Eğer Fâtih Sultan Mehmed Han, çıkmış olduğu son seferini tamamlayabilseydi, Avrupa haritası o günden baştanbaşa değişecekti Belki de İslâm, Avrupa’nın son noktasına kadar yayılacaktı…

Yâ Rabb! Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in müjdesine nâil olmuş o büyük cihangir Fâtih Sultan Mehmed Han’ın rûhundaki ulvî hasletlerden, husûsiyle dîn gayretinden ve fetih hamlesinden şu son asırlarda sahipsiz kalan nesline de bir nasîb ihsân ve ikrâm eyleyip onlar eliyle İslâm’ı ve müslümanları yeniden azîz eyle!

Âmîn!


ABİDE ŞAHSİYETLERİ VE MÜESSESELERİYLE OSMANLI / Osman Nuri Topbaş

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.