İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya GörüşüİSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ İslâm dünya görüşü, insan müfekkiresi için akla gelebilen, her suale cevabı olan görüş demektir Her suali cevaplaması da yetmez, bir de bu cevapların, kendi içinde tezatsız, mantıkî bir teselsül hâlinde, sistemli, ahenkli olması lâzımdır Yoksa izahlarında kendi temel prensiplerine sadık kalmayan bir görüş, dünya görüşü olamaz Dünya görüşü, insan ve kâinât için mevzubahis olan hiçbir mes’eleyi hâriçte bırakmamalı, hepsi hakkında bir görüş ve îzâh getirmelidir Müşâhede edilen ve edilemeyen âlemlere ait, insan aklına gelebilen her suale cevap vermelidir Meselâ “Müşâhede edemediğimiz âleme âit olan bir melek hakkında da dünya görüşümüz vardır ve şöyledir” diye bir mütâlaasının bulunması lâzım gelir Dünya görüşü, bütün dünyaya yayılmış olan, dünyada pek çok taraftarı bulunan bir görüş mânâsına gelmez Zîrâ birtakım bâtıl telakkîler ve hurâfeler bile âlem-şümûldür ama bir dünya görüşü değildir Meselâ, uğursuzluk inancı bütün insanlık âleminde vardır Bir Rus da İngiliz de, herhangi bir uğursuzluktan, şeâmetten bahsederken yere vurur, “Şeytan kulağına kurşun” der Bir insanın Müslüman olmak haysiyetiyle İslâm’ı bir dünya görüşü olarak kavraması zarûrîdir İslâm’ın ana prensipleri itibarı ile hayat, kainat ve insanın mâhiyetini nasıl îzâh ettiğini bilmesi gerekir İslâm’ı öğrenmekte en ehemmiyetli mes’ele budur Bir çocuk, etrafında cereyan eden hadiseleri henüz kavramaya başladığı anda babasına basit kelimelerle mücerred ve hikemî sualler sorar “Namaz nasıl kılınır, abdest nasıl alınır?” demez; “Allâh kimdir, nerdedir, nasıldır?” der Çünkü insan müfekkiresi bir takım mücerred suallere alâka duyar Düşünmeye başladığı anda bir çocuk aklı çoğu ana-babaları âciz bırakan sualler sorar Bu bakımdan öncelikle, hayat ve kainat ile ona hakim olan, onun içinde meknûz bulunan mücerred hakikatlerin kavranması daha çocuk yaşta insan beyninin tatmin edilmesi için lâzım gelen ehemmiyetli bir mesele olarak karşımıza çıkar Baba veya anne kendine göre bir izahatta bulunur, çocuk da kavramış görünür Söylenenlerle o mes’elenin mücerred hakikati arasında fersah fersah mesafe olsa da bu îzâh hoş görülür Ama münevver bir adam eğer bu meseleleri çocuk seviyesinde biliyorsa, bu hiç de hoş karşılanmaz Esâsen, münevverin dimağı tatmin olmaz Hele İslâm’ı dâvâ eden bir münevverse karşısına seviyeli bir münkir çıktığı zaman onu ilzâm edip, iknâ edecek seviyede bu meselelere vâkıf olması gerekir Tüm bu faâliyetler İslâm dâvâsını felsefî bir zemîne oturtma ve felsefî dayanaklarla izâh etme arayışı şeklinde anlaşılmamalıdır Zîrâ İslâm’da felsefe yoktur Çünkü felsefe akla, İslâm ise nakle dayanır Naklî olandaysa felsefe yoktur “İslâm felsefesi” sözü ile İslâm âleminde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş filozoflar kastedilir Yoksa İslâm felsefeye müsâittir mânâsında değildir Meselâ İslâm da rasyonalisttir, yâni akılcıdır Fakat İslâm’ın akılcılığı rasyonalistlerin aklı mâbud yapan, onun hudutsuz kudretine inanan görüşten farklıdır İslâm’ın felsefî prensipleri derken, mücerred prensipleri mânâsı kastedilir Yâni amelî, tatbikî değil; mücerred ve nazarî prensiplerdir Felsefeye sırf akıl hakimdir Fakat İslâm aklı son noktasına kadar kabul etmenin yanında aklın istiâb edemeyeceği âlemleri de kabul ettiğinden onu yegâne hâkim görmez Sırf akıl, tüm hâdisât ve mevcudâtı idrâk ve izâhta noksan kabul edilir Nitekim bu hakîkati şâir şöyle nazmeder: İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez Zirâ bu terâzû bu kadar sıkleti çekmez Bir Müslüman öncelikle İslâm’ı anlamalıdır Zîrâ İslâm’ın en mühim umdelerinden biri olan tebliğ yolunda dâimî bir sûrette anti-tezle yürünemez Her dâvâ, taraftarlarını, müntesiplerini kendi tezini bilmekle mükellef addeder Bir sistem olarak İslâm da, sisteminin tatbikâtından Müslümanları mes’ûl tutar Bu bilginin îfâsı için de îlân ve tebliği zarûrîdir Bu vazîfeyi icrâ edecek olanların mutlak sûrette şu üç unsura hâkim olmaları gerekir: Din: Neyi müdâfaa edeceğimizi bilmek için lüzûmludur Dini doğru olarak bilmek, temel ilmî esaslarıyla kavramak, müdâfaa edeceğimiz şeyin muhtevâsını bilmek için lüzûmludur Târih: Müdâfaa ettiğimiz şeyi târihten idrâk edeceğimiz kıssadan hisselerle doğru olarak vaz’ edebilmek için “târih ilmi”ne ihtiyaç vardır Yeni bir ictimâî görüş getiren her düşünce târihi kendine göre tefsîr etmiş, kendine göre zuhûrunun haklı sebeplerini târihten çıkarmaya çalışmıştır Bu da yeni görüş getirmek isteyip de hemen herkesin başvurduğu bir metoddur Hiçbir sistem bundan müstağni kalamaz Nitekim rehberimiz olan Kurân-ı Kerim de geçmiş peygamberlerin ümmetlerinden misaller vererek, doğru yoldan yürüyenlerin nasıl seâdete nâil olduklarını, yanlış prensipler tatbîk edenlerin de nasıl felâkete dûçâr olduklarını bize bir ders-i ibret olarak sunmaktadır Bu esbâb-ı mûcibeye Kurân’da da rastlıyoruz Kur'ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası târihî kıssalara âittir O da yeni bir görüş getirdiği için Cenâb-ı Allâh, aynı metodu kullanarak geçmiş ümmetlerin hayatlarından bize misaller vermiştir Biz de aynı metodu tâkib ederek târihi bir malzeme olarak inancımızın müdâfaasında ve tatbikâtında kullanmalıyız Onun için târih bilmenin lüzûmu âşikârdır Dil: İşte bunca esbâb-ı mûcibeyi güzel ifâde edebilmek için de edebiyât ve dile hâkimiyet son derece mühimdir Zîrâ kabiliyetsiz bir satıcının elinde çok güzel bir malın hakîkî kıymetinin takdir edilebilmesi mümkün değildir ` Bir dünya görüşü hayatı ve kainatı izah etmeli, hayat ve kainatı izah ederken yalnız şâhid olduğumuz âlemle bağlı kalmayıp, insan aklına gelebilen her suale cevap verebilmeli, bu cevaplar da kendisine temel aldığı prensiplerle mizan edildiğinde tezatsız olmalıdır İşte böyle olan dünya görüşleri arasında İslâm’ı diğerlerinden farklı ve mümtaz kılan sıfatlar nelerdir? İslâm’ın genel prensipleri nelerdir? Komünizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi bütün beşerî sistemlerin bir takım umdeleri olduğu gibi; Budizm, Brahmanizm, Yahudîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi her dînin de kendisine mahsus birtakım gerçekleri vardır Biz burada İslâm’ın diğer din ve sistemlerden ayrılan yanlarını, genel umdelerini, dünya görüşünü, insan, hayat ve kâinâtı nasıl târif ettiğini göreceğiz Bir târif, kendisinin târifi vechile, “Efrâdını câmî, ağyârını mânî” olmalıdır Yani târif kendisine ait tüm unsurları içine almalı, kendisine ait olmayanları dışarıda bırakmalıdır Mânâyı öyle bir hudutlandırmalıdır ki, kendisine ait olmayan bir şeyi içine almamalı, kendisine ait olan bir şeyi de dışında bırakmamalı, mutlakâ ifade etmelidir Buna göre İslâm dünya görüşünün tam, kâmil bir tarifine ulaşmak için onu başka dünya görüşlerinden ayırdeden, onlardan farklı kılan husûsiyetlerinin neler olduğunu bilmek gerekir İslâm’ın, başka dünya görüşlerinde bulunmayan, temel iki umdesi olduğunu kabul ediyoruz Bunlar, “İlâhîlik” ve “iki taraflı oluş” (dualizm)’dir İLÂHÎLİK İslâm dünya görüşü, İlâhî bir dünya görüşüdür Bu dünya görüşünü ortaya koyan, bir beşer değildir Allâhu Azimüşşan’dır İslâm dünya görüşü semâvîdir, ilâhîdir Dünya görüşleri içinde bu sıfat yalnız İslâm’a mahsustur Onlardan farklı olarak ihtiva eylediği bir hususiyettir Birinci vasıf budur Kaynağı bakımından Yahudilik ve Hıristiyanlık da İlâhîdir Halbuki İslâm’ın, başka dünya görüşlerinden farklı, kendisine münhasır husûsiyetlerini sayarken ilk olarak İlâhîlik kâidesini zikrediyoruz Fakat “Yahudilik ve Hıristiyanlık da İlâhîdir, bu, sadece İslâm’a mahsus bir hususiyet değildir” denirse, deriz ki; Hıristiyanlık ve Yahudîlik semavî birer din oldukları halde bir dünya görüşü değildir Sebebi hayat ve kainatın tamamını îzah dâvâsı gütmemesidir Meselâ hayat-ı ictimâiyyeyi nizamlandırmak, tanzim etmek veya izah etmekle kendini mükellef addetmez Ahlâk kâideleri dışında, İncilin aslında da hukuk ve muâmelât yoktur Çünkü her peygamberin vazîfe ve selâhiyetleri eşit değildir Bazen mekan itibariyle bazen de mevzu itibariyle tahdîde uğrar Mekan itibariyle tahdîde uğrayan peygamberler muayyen bir kavme gelmişlerdir Mevzu itibariyle tahdîde uğrarsa bütün bir kainâtı îzah eden bir görüş getirmezler İnanca ait ahkâm aynı olmakla beraber muamelâta ait ahkâm eksik veya farklı olur Hıristiyanlıkta ahlak kaideleri dışında ictimâî, sosyal kaide yoktur Bu itibarla sahâsı dardır İlâhîlik vasfını taşısa dahî bugün mensuhtur Hükmü kaldırılmıştır Menşe’ bakımından ilâhî olma meziyetini kaybetmiş, tahrîfata uğramıştır Bugünkü mer‘î ilmin vaz‘ ettiği konular bakımından tezat teşkîl etmektedir Bu bakımdan nâkıstır Yahudiler, Hıristiyanlığa Hazret-i Îsâ’dan 500 sene sonra müdâhale ederek, onu ifsad ve iptal edip öz mahiyetinden, vahdaniyetten uzaklaştırmışlardır Asrımızda da Hıristiyanlığa ikinci bir büyük oyun daha oynamaktadırlar ki o da Yahova Şâhitliği’dir Yahova Şahitliği İncil’i Tevrat’a göre îzah eden bir harekettir Yahova Şahitliği ile Hıristiyanlığın muhtevasını bir kere daha bozmaktadırlar Ancak Tevrat’la İncil’i bir mütâlaa etsek dahi gene Hıristiyanlığın bir dünya görüşü olmadığı neticesi ortaya çıkar Çünkü Tevrat da hayatın tamamını tanzim edecek keyfiyeti hâiz değildir Peygamberlerin maksatları özde aynı olmasına rağmen vazifelerinin şümûlü itibâriyle hepsi aynı vasıfta değildir Hepsi zaman itibariyle tahdit edildiği halde, bazıları mekan itibariyle hattâ mevzuu itibâriyle de tahdit edilmiştir Bütün Peygamberlere belli bir zaman dilimi verilmiştir Bu bakımdan zaman itibariyle hepsi mahduttur Ama bunun dışında bazıları mekan itibariyle de tahdide uğramıştır Bazıları da ilâveten mevzu itibariyle tahdide uğrar Meselâ Hazret-i Îsa’nın şeriatında ana gâye rûhâniyeti ikâme ve kalbi tasfiyedir Onun için Hıristiyanlık âleminde ruhçu (spritualist) bir görüş hakimdir İslâm’da ise zaman itibariyle Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamber olarak gönderilişinden kıyamete kadar devamı mukadder bulunduğu için böyle bir tahdit mevcutsa da mevzuu ve hitâb ettiği mekan itibariyle tahdit yoktur Peygamber efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Rasûlü’s-sekaleyn”dir Yâni ins ü cinnin peygamberidir İnsanlar ve cinlere şâmil bir nübüvvet ve risalet sahibidir Ne insanlardan ne de cinlerden ona muhatab olmakta istisna edilmiş hiçbir varlık yoktur Bundan dolayı bütün zî-şuur olan ins ü cinn, ümmet-i Muhammed’dir Ama avam lisânında “Ümmet-i Muhammed” tâbirinden anlaşılan, Rasûlullâhın davetini kabul edenlerdir Halbuki ilmî olarak bütün beşeriyet ve bütün cinn âlemi ümmet-i Muhammed’dir Ancak dâvete icabet edenlere “ümmet-i icâbet”, davete icâbet etmeyenlere “ümmet-i gayri icâbet” veya “ümmet-i dâvet” denir Bütün ins ü cinn ümmet-i Muhammed’dir Çünkü dâvete muhatabdır Mekan itibariyle de zî-şuur varlıkların yaşadığı bütün mekanı şümûlüne alır Ekvatordan kutuplara kadar tüm insanlığa hitâb eder Risâlet-i Muhammediyye, mevzuu itibariyle de hudutlandırıl-mamıştır Öteki dinlerin hiç birinde -semâvî olsalar bile- bu mükemmellik ve muhtevâ yoktur Çünkü, beşeriyyetin katettiği ictimâî gelişme seyrine tâbî olarak Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn, Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren başlamış olan tebliğâtını şümûllendir-miş ve mükemmelleştirmiştir Bu yönden Hıristiyanlar, Allâh’ın fiilinde kemâl olur mu, diyerek itiraz etmişlerdir İslâm, mevzûu itibariyle de bir tahdide tâbi değildir Hayat ve kâinâtın her alanında bir fikir ve prensibi vardır İşte İslâm’ı dünya görüşü yapan husus, mevzuu itibariyle bir tahdide tabi kılınmamış olması keyfiyetidir Mevzuu itibariyle tahdid edilmiş olmamasının neticesidir ki, insan beyni için akla gelebilen her suale cevabı vardır ve bu cevaplar da kendisine temel aldığı prensiplerle gâyet ahenklidir, hiçbir tenâkuz arz etmez Bazı dünya görüşleri, hatta dünya görüşü olmayıp da hayatın bir parçasını tahlil ve tanzim eden bazı felsefî görüşler, her şeyi bir tek sebeble îzâh ederler Bunlar monist teorilerdir İslâm ise, kâinât ve hâdisâtın îzâhında dualist bir tavırla hareket eder İslâm’ı diğer dünyâ görüşlerinden ayırmaya medâr olan ve kendine has fârik vasıfların “İlâhîlik”ten sonra ikincisi de işte bu “Dualizm”dir DUALİZM (İKİLİK) İslâm, bu âlemi zıtlar üzerine halk edilmiş kabul eder ve onu bu esas keyfiyyet nokta-i nazarından îzah eder Hak, batıl; fânî, bâkî vb halinde bu âlemde her şeyi zıddı ile kâim telakkî eder Allâhu Azimüşşân’ın esmâ-i ilâhîsinin tecellîsiyle vücut bulan kainatta bu zıtlıkların, bertaraf edilmesi imkansız, ilâhî tâyinle tahakkuk etmiş temel bir vasıf olduğunu kabul eder Âyette: “Biz herşeyi çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız” (Zâriyat, 49) buyurulur Erkek-dişi, soğuk-sıcak, güzel-çirkin, vs Velhâsıl bu âlemde zıtlık ebedîdir Bir dünya görüşü, idrâk sahibi olanları kendisine muhâtab alır İslâm’ın mes’ûliyet teklif ettiği idrâk sahibi varlıklar insanlar ve cinlerdir İnsan ve cinlerin idrâki de zıtları kavramak vasfıyla yaratılmıştır Zıtlık (kontrast) ne kadar netse idrâk o kadar güçlü olur Siyah bir tahtanın üzerine biri beyaz, biri gri iki şerit çekilse, zeminle tezadı daha güçlü olan beyaz şerit tabiîdir ki daha net görülür Karda yürüyen beyaz tavşanı ise en keskin gözler bile idrâk edemeyebilir Zîrâ her şey zıddıyla kâimdir İslâm, ikâme ettiği sistemin ve getirdiği dünyâ görüşünün îzâhını yaparken bu realiteyi dikkate alır ve îzâhlarını zıtlar üzerine binâ eder Çünkü mes’ûl tuttuklarının idrâki bu dilden anlamaktadır İslâm, kâinâtın var oluş hikmetini ve insan davranışlarının altında yatan sebebleri sadece bir âmile hasretmeyip, tek vecheyle îzâh etmez O dâireye giren tüm unsurları göz önünde bulundurur Bu âmillerin hepsine ehemmiyeti derecesinde bir kıymet takdîr eder Mesela Freud, cinsiyet sevk-ı tabiîsini keşfetmiş, bunun insan şahsiyetindeki tesirini, değerini kavramış ve insan hayatını sadece bu sebebe istinaden izah etmeye kalkışmıştır Freud’un bu tesbiti asgarî hadde yanlış olmamakla beraber onu şümûllendirmekteki hadsiz, hududsuz tavrı sebebiyle başlangıcında doğru olan görüş nihayette yanlış bir muhtevaya dönüşmüştür O derecede ki ferdî davranışların da ictimâî davranışların da altında yatan yegâne müessirin, tek ve nihâî sebebinin cinsiyet sevk-ı tabiîsi olduğunu iddiâ etmeye kadar gider Anasından süt emen bir çocuktan, topluluklar arasındaki harplere kadar her vâkıayı cinsiyet sevk-i tabiîsinin tatmîni îcabı ve ihtiyacı ile izah edecek kadar saçmalamıştır Freud, bu yönden beşeriyeti alçaltan, insanın haysiyetini hayvan seviyesinin altına düşüren, insanı sadece biyolojik bir yapı olarak gören ve bu biyolojik yapıya yegâne hâkim unsur olarak da cinsî tatmin sevk-i tabiîsini gören bir nâkıs görüşün sahibidir İslâm ise bütün bunlardan berîdir Bu faktörleri hayatın bir parçası kabul eder ve lâyık olduğu had ile tahdid eder Ona îcab edenden daha fazla bir ehemmiyet atfetmez Bu misal, diğer benzer ideolojilerin de mahiyetini kavrayabilmemiz için yeterlidir O derecede ki İslâm, evliliği kadının kadınlığından, erkeğin istifadesini tazammun eden, zımnen ifade eden bir akit olarak tarif ettiği ve böylece cinsî tatmin sevk-i tabiîsine bu kadar ağırlık vermiş olduğu halde, hayatın tamamını bununla îzah etmez Beşere hakim olan bunun gibi fıtrî başka faktör ve temâyülleri de hesaba katar İslâm dışındaki tüm sistemler dünyevîdir Kapitalizm ve komünizm gibi sistemler insanın rûhî tarafını görmezler, insanı bir eşya gibi telâkkî ederler Dualist bir din olarak İslâm ise, rûh ve cesedi beraber mütâlaa eder Günümüzde Yahudilik ve Hıristiyanlığın da bütün plan ve programları dünyaya ait işlere yönelmiştir Ahirete yönelik bir çalışma ve çabaları yoktur İslâm ise, hayatı hem dünya hem de âhiret vecheleriyle dikkate almıştır Demek ki İslâm, insana dualist bir perspektif getirir Bir mü’min, hayatı, ilâhî tâyinle zıtlıklar üzere kâim kabul eder Burada İslâm, insanı hak ve hayrın galebesi için çalışmak mükellefiyetiyle vazîfelendirir Zıtlıklardan menfîlikleri yok etmekle mükellef tutmaz Çünkü yok olmayacağı, bunun bir hilkat vâkıası ve fıtrat îcâbı olduğu İslâm’da mâlum bir hakîkattir İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN PRENSİPLERİ İslâm, diğer dünyâ görüşlerine benzeyen husûsiyetlerine ilâveten, İlâhîlik ve Dualizm gibi hâiz olduğu iki temel husûsiyet ile diğerlerinden tamamen ayrılır Başka dünya görüşlerinden bu iki temel prensiple ayrılan İslâm dünya görüşünün muhtevasına hâkim olan ve diğer dünyâ görüşleriyle müşterek olan ana esasları iki kısımda mütâlaa edilebilir Biri mücerred, felsefî, hikemî mâhiyetteki prensipler; diğeri de müşahhas, amelî, tatbikî mâhiyetteki prensiplerdir İslâm dünya görüşünün hikemî, felsefî, mücerred prensiplerini şu şekilde sıralayabiliriz: 1-Âlem-şümûllük (Üniversalizm) Prensibi: Yani bütün kainata şâmil bir izâhat getirmiş olması, dar bir çerçeve ve mekânla kendisini tahdid etmemesidir 2-Tecrid (İdealizm) Prensibi: Bu prensib İslâm’ın muşahhası değil, mücerredi esas aldığını ifâde eder 3-İnsaniyetçilik (Hümanizm) Prensibi: İslâm, hümanisttir 4-Gerçekçilik (Realizm) Prensibi: İslâm, realisttir, hayalden hareket etmez 5-İradecilik (Volantarizm) Prensibi: İnsan ve cinleri ezelden bir irâde sahibi kabul eder İnsan ve cinnin mes’ûl addedilmesi de irade sebebiyledir ve hareketlerinde otomat değillerdir İslâm dünya görüşünün müşahhas, amelî ve ahlâkî prensipleri de kısaca şunlardır: 1-İyimserlik (Optimizm) Prensibi: İslâm dünya nizamı iyimserdir İnsana bir bardağın boş kısmını değil, dolu kısmını görecek anlayış kazandırır Hayır ve güzel tarafına ağırlık vererek mütâlaa eder Bakışına ve değerlendirişine bu prensip hakimdir 2-Murâkabe Prensibi: 3-Teaddîlik (Dinamizm) Prensibi: İslâm müteaddîdir Hareket dînidir Çin felsefeleri gibi miskinlik değildir Hristiyanlıktaki gibi; “Bir tokat vurdular mı, öteki yanağını da uzat!” tarzında bir miskinliği de tasvîb etmez 4-İctimâîlik (Sosyal Adâlet) Prensibi: İslâm ictimâî bir dindir Hükümlerinde dâima cemiyeti ön plana alır 5-Nizam Prensibi: İslâm, anarşiyi kabul etmez, ferdi ve cemiyeti dakik bir sûrette tanzim eder Nizamın ihmâline müsâadesi yoktur 6-Adâlet Prensibi: Adâleti insanın huzur ve saâdeti için temel bir esas kabul eden bir dünya görüşüdür 7-Hürriyet Prensibi: İslâm, mes’ûl tuttuğu insanı hür kabul eder ve mes’ûliyetin bir gereği de irâdeyle birlikte hürriyettir 8-Fiilî kıstas Prensibi: Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ef’âlini esas alarak, fiilî ve müşahhas örnek kabul ederek hayatı, ferdî ve ictimâî planda tanzim etmek demektir Kendi prensiplerinin mükemmel örneklerini Peygamber -aleyhissalâtü vesselam-’ın tatbikâtından alır Amelî olarak doğruyu, güzeli, “işte böyle olur” diye de gösterir Tatbiki olmayan bir nazariye değildir |
İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü1-İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜCERRED VEYA FELSEFÎ PRENSİPLERİ A-ÂLEMŞÜMÛLLÜK (ÜNİVERSALİZM) PRENSİBİ Dünyâ görüşü, insan müfekkiresi için hatıra gelebilen her suale kendi içinde tezada düşmeksizin cevap verebilen, hayâtın tamâmını îzâh edebilen bir görüş demektir İslâm’ın âlemşümûllüğü, hiç kimseyi hâriçte bırakmamak kaydıyla bütün âlemi, bütün beşeriyyeti şâmil bir dâvâ olması yâni bütün insanlığı içine alıp kapsaması demektir İslâm, sadece bir mekanı, bir zamanı veya bir topluluğu dikkate alarak kâide koymaz İndirildiği andan itibâren bütün zamanlara, bütün mekanlara ve bütün insanlara hatta cinlere şâmil olmak üzere, hükümlerini onların hepsi için ortaya koyan bir sistemdir Allâhu Azîmuşşân’ın merhameti umûmî ve şâmildir Bütün ictimâî görüşler ve hâssaten İslâm, insan içindir İnsanın Rabbiyle, insanla, hayvanla ve eşyâ ile münâsebetlerini tanzim eder İslâm, beşikten mezara kadar insanın ibâdet, muâmelât ve ahlâkî davranışlarını tanzîm eden bir sistemdir Bu bakımdan insana vaz‘ edilmiş olan, insanı yönlendirip mes’ûd kılmak isteyen İslâm dünyâ görüşü, sâir sistemlerde olduğu gibi muayyen insanları muhâtab alıp, bâzılarını hâriçte bırakmak gibi bir nakîseden berîdir Meselâ Yahudîler, aslı İlâhî olmak itibâriyle mutlaka âlemşümûl olması gereken dinlerini, ırklarına tahsîs etmişlerdir Benî İsrail kavminden olmayan biri Mûsevî şeriatına kabul olunmaz Dindeki bu tahriften önce Benî İsrâil’den olmayıp da Musevî olan topluluklar vardır Yahûdîler bunları kendilerinden saymazlar Türk boylarından biri olan Hazarlar da Mûsevî şeriatındandır Bunların bugün otuz ile elli bin civârında oldukları tahmin ediliyor Dünyânın her yanından Yahûdîler İsrâil’e göç etmekteyken Hazar Mûsevîleri “Biz de sizdeniz ve İsrâil’e göç etmek istiyoruz” deseler kabul edilmezler Çünkü onlara göre bir insanın Yahûdi olması Benî İsrâil soyundan olma şartına bağlıdır Aslı hak olan dinlerin hepsi, meselâ bir Hıristiyanlık dahi âlemşümûl olduğu, herkesi kendi dinlerine çekmeye çalıştığı halde Yahûdîler böyle yapmazlar Bu sebeple Yahûdîliğin cihan-şümûl bir din olması mümkün değildir Mûsevîler, dinsiz bile olsa Benî İsrâil’den olanı kabul ederler Irkları dinlerine eşittir Aynı ırktan değilse aynı dinden olamazlar Irklar içinde Benî İsrâil’in seçkin ve üstün bir yeri olduğunu düşünürler Yahudî olmayanı ikinci dereceden insan sayarlar Bir Yahûdî’nin ırkdaşına yapması yasak olan şeylerin bir başkasına karşı yapılmasını zarûrette helâl görürler “Diğer insanların dine ihtiyâcı yoktur Çünkü Allâh onları biz kullanalım diye yarattı ve emrimize tahsis etti” derler Nasıl ki hayvanlar insanlığın istifâdesine sunulmuşsa, Yahûdî olmayanların da Yahûdîlerin istifâdesine sunulduğunu düşünürler Irkçılığın temelinde de bu Yahûdî mantığı vardır Yeryüzündeki en eski ırkçılar bunlardır Tevrat’ta Peygamber Efendimiz’in geleceği müjdelendiği için onu bekleyen Yahudîler, sırf Benî İsrâil soyundan gelmediği için Risâlet-i Muhammedî’yi kabûle yanaşmamak bahtsızlığını gösterdiler Benî İsrâil’den olan peygamberleri kabul edip diğerlerini inkâr ettiler Allâh tarafından beşerin seâdet ve selâmetini temîne medâr olmak üzere gönderilmiş bir görüşün yeryüzünde bir avuç insana ait olması onun dışındakilerin bu nimetten hariç tutulması aslâ mantıkî olamaz Bu vaziyet Allâh’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla da bağdaşır bir hâl değildir Yahûdîlikteki ilâh anlayışı tamamen millî bir tanrıya müteallıktır Yâni Allâh, Yahova başka kimseyi değil sadece Yahûdî ırkından olanı alâkadar eder Evet, diğer milletleri de Allâh yaratmıştır ama onu bir karınca ne kadar alâkadar ederse bunlar da o kadar alâkadar eder Yahûdî’nin dışındakiler hizmetkâr varlıklardır Dünya Yahûdî’ye âittir Mülk Yahûdîye, hattâ Allâh Yahûdî’ye mahsustur Onlarda telâkkî budur Bugün Yahudîlikte, kâmil bir dünyâ görüşünün, semâvî bir dînin cihânşümûl mesajına mahal bulmak muhaldir Bu durum Yahûdîlerin tahrîfi netîcesidir Ama İslâm böyle değildir Hangi ırk ve kavimden olursa olsun, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bütün beşeriyet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğine muhâtabdır, bütün beşeriyet ümmet-i Muhammed’dir Irkların üstünlüğü iddiâsını ortaya atan Kont de Gobina adında bir Fransız’dır ve bir iddiâya göre de Yahudî’dir Bu Fransız mütefekkiri, “Milletlerin üstünlüğü ya da süflîliği, şan ve şerefleri kavimlerinden gelir” der Menşei itibâriyle ilâhî olan âlemşümûl bir dîni kendi kavmine tahsis etmiş olan Yahudîler beynelmilelciliğe aykırı bir şekilde ırkçılığa, kavmiyetçiliğe haksız bir değer vermişlerdir İslâm’ın kavimlere bakış açısı, hadd-i lâyığında bir ehemmiyet atfetmek şeklindedir Hangi ırktan olursa olsun insanın değişmeyen husûsiyetleri vardır: Çingene de âşık olur, İngiliz de âşık olur Afrikalı bir zenci de nefret duyar, Fransız asili de nefret duyar Bütün bir beşeriyetin müşterek olduğu husûsiyetler vardır Tüm insanlığı kucaklayan İslâm, temel kâidelerini, bir kavimde mevcûd olan ârızî, geçici veya kısmî husûsiyetlere göre değil, bütün beşeriyette mevcûd olan aslî, fıtrî, yaradılıştan gelen temâyül ve ihtiyaçlara göre tâyin eder Bundan dolayı da İslâm bir fıtrat dînidir ve eskimez Kâmil mânâda büyük nizâm yalnız İslâm’dır İslâm kavmiyeti ihmal etmez, görmezden gelmez Bir realite olarak kabul eder Fakat, o değerin bir ölçüsünü koyar Irklar iki müessirle meydana gelir Birisi coğrafî âmiller, diğeri de beslenmedir Buna tarihî tecrübeler diye bir üçüncüsünü de ilâve edenler vardır Bu tarihî tecrübeler sosyal verâset denilen bir hususta müessir olurlar Meselâ ırkçı olmadığı halde bir Çingene tarafından gelip kızı istenen hiç kimse kızını bir Çingene’ye vermek istemez Zîrâ Çingene de, sosyal verâset yoluyla anasından, babasından gördüğünün tesiri altında kalır Orada göreceği de basitlik ve süfliyyâttır Asırlar içinden gelen birikim, sosyal ve târihî tecrübeler de coğrafî âmiller gibi insanın biyolojisine, genlerine kadar intikâl eder Bunun için hiç kimse kızını bir Çingene’ye vermek istemez Bu Çingene’nin Allâh’ın yaratışı itibâriyle kötü olduğu mânâsına gelmez İnsan doğumundan itibâren içinde yetiştiği çevrenin, âilesinde aldığı görgü ve terbiyenin te’sîri altındadır Bu te’sîr Çingene’lerde menfî olarak geldiği için onunla imtizâc zordur Şer‘î bir kâide olarak evlenenler arasında küfüvv, yâni denklik şartı aranır Bu denklik, ahlâkî, iktisâdî, ictimâî bakımdan olacağı gibi bir de görgü bakımından gereklidir Kibar, fevkalâde ince bir adamla, kaba saba, dağ kültürüyle yetişmiş bir kadının anlaşmaları çok zordur Kadın bir çay getirse, adamın önüne “Pat!” diye koyar Bu ona göre çok tabiîdir Fakat bu tavır kibar bir adama, kafasına vurulmuş gibi gelir İşte bu fark, sosyal verâset sebebiyledir Yoksa insanın ırkından gelen bir vaziyet değildir Sosyal verâset genlere kadar intikâl ettiği için bunun tezâhürleri çocukta tecellî eder “Dedesi koruk yemiş, torununun ağzı kamaşmış” tâbirinin işâret ettiği mânâ da budur Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde “Tohumunuzu bıraktığınız rahme dikkat edin” buyurur Asâletsiz, sosyal verâset itibâriyle menfî olan, bozuk bir nesilden gelen insanların genlerine kadar işlenen bu husûsiyetler itibâriyle, şuur altında soyunun tesirlerine mâruz kalacağı ve bunun insan hal ve tavırları üzerinde belli derecede müessir olacağı bir hakîkattir Fakat bu te’sir yüzde yüz değildir Soyu dürüst ve temiz olanlar da onun müsbet tesirinin altındadırlar “Asâlet mücbir sebeptir” darb-ı meseli bu hakîkate dayanır Namuslu bir âilenin çocuğu kötü yola giderken “Bu yaptıklarımı annem babam görse ve bilse, üzüntüden felc olurlar vs” şeklinde kalbine doğan asîl duyguların müsbet tesirinin avantajına sahip olur Komünistler bu sebeple âileye, asâlete düşmandırlar İnsanın böyle hiçbir kayıt ve endişesi olmasın, bu sâyede her edepsizlik ve süflîliği tabiî saysın diye âile ve asâleti yıkmaya çalışırlar Irk bir vâkıadır, sosyal verâset ve asâlet bir realitedir İslâmiyet bunları yok saymaz, fakat lüzûmu kadar ehemmiyet vererek bir nizâm altına alır İslâmiyet ırka, kavimlere ve onların husûsiyetlerine değer atfeder ve onu kâle almazlık etmez Âlemşümûl bir din olan İslâmiyet’i dünya görüşü yapan temel esaslardan birisi mevzuu itibariyle tahdide uğramamasıdır, demiştik Bazı meseleleri tanzim edip de, bazı meseleleri, bunlar beni alakadar etmez diyerek dışarıda bırakır gibi bir keyfiyet İslâm için mevzu bahis değildir Bu hâl, mekan itibariyle de mevzu bahistir İslâm, “Beşeriyetin falan kısmı bana muhâtap değildir, ne yapıyorlarsa yapsınlar” anlayışını reddeder Kutuplarda Eskimo mu yaşıyor, o da tebliğât-ı Muhammediyye’ye muhâtaptır Pek çok âyet-i kerîme “insâne” hitâbıyla gelir Ağırlık insanda olmakla beraber cinler de zî-şuur yani irade sahibi olduklarından bu tebliğâta muhâtaptırlar İslâm bütün âlemi şâmil bir dünya görüşüdür Efendimizin nübüvvetinden itibâren gelmiş, gelecek tüm insanlar hiç biri hariçte kalmamak üzere, bu tebligât-ı Muhammediyye’ye muhataptır İslâm’da “Falan topluluk beni alâkadar etmez, bir Çingene ne yaparsa yapsın, bizim sahâmız dışındadır, biz ona karışmayız” şeklinde bir düşünceye mahal yoktur Bütünüyle insan ve cin bu dâvete muhâtaptır Âlemde yaşayan zî-şuur bütün varlıklar İslâm’ın muhâtabıdır İslâm, onların hayatını ferdî ve içtimâî planda tanzim eder Koyduğu kâidelerde dâimâ bütün ins ü cinni ve onların hayat husûsiyetlerini dikkate alır Âlemşümûl bir sistem olan İslâm, Kitap ve Sünnete dayanır Kitap ve sünnet kıyamete kadar devâm edeceği için İslâm’da ictihadların çok büyük bir yeri vardır İctihadlar sâyesinde ekvatordaki insanın da kutuplardaki insanın da dînî ihtiyacı karşılanır Bunun için İslâm, müctehidden hâsıl olacak ictihâd, hatalı dahî olsa ona bir sevâb atfetmekle ictihâdı teşvîk etmiştir Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona; “–Ne ile hükmedeceksin” diye sorar Sahâbî de; “–Kur’ân ve sünnet ile” der Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “–Onda bulamazsan” diye sorunca sahâbî: “-İctihâdımla” diye cevap verir Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aldığı bu cevaptan memnûn olur ve bu usûlü tensib buyururlardı Bugün iktisâdî durumlar değişmiş, deniz hukûku, hava hukûku çıkmıştır Bu gelişmeye paralel olarak ictihâdlar da değişiklik gösterir Bunun için de İslâm hukûku kazustik, yani mes’ele halledici bir metod benimser ` Bazı dinler muayyen bir topluluğa gelmiştir Peygamberlerin bazılarının vazifeleri böylece tahdide uğradığı halde bizim peygamberimizin vazifesi mekân ve mevzu itibariyle tahdide uğramayıp bütün âlemi şâmildir İşte bu onun bünyesindeki âlemşümûl olmak keyfiyetini ifâde eder Mekân ve mevzûu itibariyle tahdide uğramayıp bütün âlemi muhâtap aldığı için, ins ü cin bütün beşeriyet İslâm’ın dâvetine icâbet etse de, etmese de ümmet-i Muhammed’dir Çünkü Peygamberlere periyodlar halinde dünyânın ömrü taksim edilmiş, Efendimizin risâlet vazifesiyle gönderilişinden kıyamete kadarki zaman da O’na tahsis edilmiştir Bugün bütün beşeriyyet O’nun ümmetidir O’nun sulta-i nübüvveti altındadır Ancak kimi bunu kabul, kimisi de inkâr etmiştir Kabûl edenlere “ümmet-i icâbe”, inkâr edenlere de “ümmet-i gayr-i icâbe” yahut “ümmet-i dâvet” denir Ümmet-i dâvet de Hazret-i Muhammed ümmetidir Fakat bir âsî evlad hükmünde olup, dâvete icâbet etmemiştir Günümüzde Hıristiyan’ın îmânı, hükümden kaldırılmış bir kânuna tâbî olmakta inad eden birine benzer Hâlâ eski bir cumhurbaşkanının devr-i iktidârını tahayyül edip de yeni cumhurbaşkanını reddederek, “Ben bunu tanımıyorum” diyen biri ne kadar mantıkî bir iş yapmış olursa işte onların bu inadı da o kadar mantıkîdir Halbuki reis-i cumhurluk devri biten biri, tedâvülden kalkmış para gibidir Hükümden düşmüş bir kânunu, devri bitmiş bir peygamberi kabul etmek îmân ve kabulleniş değildir Bu sebeple onlar ümmet-i gayr-i icâbedirler Ümmet-i icâbe olanlar “Lâ ilâhe illâllâh Muhammedü’r-rasûlullâh” diyenlerdir Üniversal bir prensiple beşeriyyeti tanzim eden İslâm nazarında insanlar, bir babanın evlâtları gibidir Bunun için insanları ancak inananlar ve inanmayanlar olarak taksim eder Bunları birer millet addeder ve bunun dışındaki bölünmeleri kabul etmez Hadîs-i Şerîfte “Küfür tek millettir” buyurulur ki hadîsin mefhûm-ı muhâlifinden, küfre mukâbil îmânın da tek millet olduğu anlaşılır Bu sınıflandırmaların dışındaki taksimâtın hepsi sun’îdir Bütün beşeriyyetin sadece iki kısma ayrılmasından da anlaşılmalıdır ki müslümanlar bir bayrak altında, yek vücûd olmak mecbûriyetindedir Bugünkü dağınık vaziyet, İslâm’ın rûhuna muhâliftir Çünkü Peygamber -aleyhissalâtu vesselâm- kıyamete kadar gelecek bütün inananların reisidir Kıyamete kadar onların vekîli ve halîfesi odur Bütün inananların bu halîfenin siyâsî ve dînî otoritesi altında toplanması mecbûrîdir Bu hususta serbestlik yoktur İslâm, devlete temel esâs olarak ırk ve coğrafya mefkûresini değil îmânı alan bir sistem getirir Bugün siyâsî bloklaşmalar, hayâtî bir zarûretle ırka veya coğrafyaya dayanan parçalanmaların geçersizliği karşısında fikrî, ideolojik temellere dayanan, onların birlikteliklerini gerçekleştirmek sûretiyle bu vâkıayı kabule doğru yönelmiştir Nato, belli bir fikrî gâye için çeşitli kavimler hâlinde yâhut coğrafî îcâblara göre bölünmüş devletlerin bir birliğidir Rusya da komünizm hesâbına aynı şeyi yapıyordu Avrupa da tek bir kavim olmadığı halde tek bir siyâsî vâkıa hâline gelmek istemektedir Zîrâ artık coğrafî îcâblar ve ırkî esasların, temel ittihâz edilmesinin devlet teşkîl etmede bir kuvvet olmaya yetmediği gerçeği fiilen kabul edilmektedir Yâni tekrar başa dönülmüştür Halbuki İslâm nazarında siyâsî teşkilatlanmanın temeli dindir, îmândır İnananlar bir millet, inanmayanlar bir millettir Beşeriyyete getirdiği kanunlar itibâriyle İslâmiyet’in inananlar ve inanmayanlar tefrîkı dışında bir başka taksîmi mevcûd değildir İnananların veya inanmayanların hukûkunu tayin etmiştir Beşeriyyeti mükellefiyetler ve haklar itibâriyle tanzim eden İslâm dünyâ görüşünde ancak ve ancak inananlar ve inanmayanlar olarak iki çeşit esas, hüküm kabul edilmiştir Onun dışında bir üçüncü şekil, grup ve üslûb mevzubahis değildir |
İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya GörüşüB-TECRİD VEYA İDEALİZM PRENSİBİ İslâm, en muşahhas ve nefsânî hâdiseleri bile mücerret bir gâyeye yön-ledirir İnsan haysiyet, şeref ve seviyesinin îcâbı olmak üzere onu hayvanat ve sâir mahlukattan tefrîk ile fikrî, hikemî bir muhtevâ içinde beşeriyyete takdîm eder Namaz, sûret-i zâhirede bir şekildir Ama içinde mücerred bir tefekkür âlemi vardır Kişinin namazı ona yaklaşabildiği ölçüde gerçek namaz olur Namaz beşerî faaliyetler içinde ilâhî tecrîde en yakın olan bir amel olarak bilinir Nitekim hadîs-i şerîfte “Namaz mü’minin mîrâcıdır” buyurulur Bedenî ve şeklî bir ibâdet olan namaza yüce bir rûh yükleyen İslâm, en nefsânî bir fiil olan cinsî münâsebeti bile mücerred ve ideal ölçülere göre tanzim eder Başta nikah akdini şart koşar ve ona besmeleyle başlatır Nefsânîliğin kadd-i bâlâsında olup guslü gerektiren bu fiili dahi idealize eder İşlenen fiilin, bir zâninin irtikâb ettiği cürümle belki hiçbir farkı olmamasına rağmen akdettirdiği nikâh ile buna bir meşrûiyet kazandırır Bu fiilin sırf nefsânî duyguların tatmini için olmadığını düşündürerek, insan neslinden Allâh -celle celâlühû-’nun varlığı ve birliği dâvâsının devâmına medâr olacak ve Allâh’ın varlıkları içinde en mükemmel bir varlık olan insan vücûda geleceği hikmetine bağlamak sûretiyle onu ulvîleştirir ve o fiile bir ideal rapteder Her cismânî arzûnun fiil safhasına geçişinde besmeleyi emrederek onu idealize etmekle kudsî bir muhtevâ kazandırır İnsanı o işteki hikmet ve ibrete götürür İnsana bu fiili yapmakla Allâh’ın bu âlemi yaratmaktaki murâdının gerçekleşmesi yolunda bir vazîfe îfâ ettiği şuurunu verir Yaptığı işin asıl gâye değil, bir netîce olduğu düşüncesini kazandırır En nefsânî bir fiili bile idealin emrine verir Oltadaki bir yem gibi de buna bir câzibe katar Zîrâ hiçbir balık gidip de çıplak bir kancaya takılmaz Cenâb-ı Hak, gâyesiz icrâ edildiğinde en süflî bir fiil olan cinsî münâsebete, ondan kaçılmaması, ona tehâlik gösterilmemesi için munzam bir vasıf olarak bu lezzeti ilâve etmiştir Gâye, lezzet ve nefsin tatmini değildir O lezzeti, beşerî ve dünyevî tatminlerin içinde hadd-i âzamîye Cenâb-ı Hak çıkarmıştır Onu hadd-ı âzamîye çıkarmakla neslin devâmını şansa bırakmamayı murâd etmiştir Aksi taktirde kadın, çocuk doğurmanın sıkıntısından; erkek, çocuk beslemenin külfetinden dolayı bundan ictinâb edebilirdi Ama o dehşetli lezzetin, rûhu da te’sîri altına alarak Allâh’tan gâfil hâle getirmesinden dolayı da gusül emredilmiştir Rûh, küllî bir sûrette Allâh’tan gâfil kaldığı için küllî bir arınmayı ve yeniden doğuşu temsîlen küllî bir yıkanış emredilmiştir İnsan rûhu yalnız bu dehşetli lezzet hâlinde Allâh’tan gâfildir Çünkü rûhun Allâh’a âid idrâki inkıtâa uğramıştır Ancak nikahlı âilesiyle bunu yapan Allâh’ın emriyle bu işi yaptığı için o anki gafleti mâzur görülür Çünkü emr-i ilâhîye ittibâendir Tıpkı Allâh’tan gayra secde etmek küfür olduğu halde meleklerin Âdem’e secde etmekle, kâfir olmamaları gibi Zîrâ bu da Allâh’ın emriyledir Yemek de nefsânî bir arzudur Fakat yemeğe her başlayışta besmele çekilerek Allâh hatırlanmalıdır Allâh’ın Rahmân ve Rahîm olduğu, sonsuz merhametiyle ikrâm ettiği nîmetlere mukâbil şükretmenin bir vazîfe olduğu şuuru müslümana telkîn edilmiştir İslâm, her fiile bu tarzla yaklaşır Kulun Rabbe dünyâ şartlarında en yakın olduğu kabul edilen secde, şeklî bir hâldir Ama her musîbetten en ziyâde muhâfaza edilen alnın, Allâh’ın huzûrunda en alçak seviyeye, ayak seviyesine indirilmesi bir ruh ifâdesidir Onun temsil ettiği bir psikoloji vardır Kulluk heyecân ve tevâzuunu temsil eder “Sen Rab’sin, ben kulum Sen Hâlık’sın ben mahlûkum!” mânâsınadır O şeklin yüklendiği bir ruh vardır Binâenaleyh bütün şekilleri İslâm idealize eder İdealize ederken de onlara sırrî, derûnî, ilâhî bir psikolojik maksat katar Ayrıca hakîkati maddeye hapsetmiş olan materyalistlerin görüşlerinin aksine maddeyi bile sırrî bir îzaha götürür ki bugün modern fizik ve kimya da bu îzâha yaklaşmıştır Madde denilen şeyin enerjinin muayyen bir kalıpta hapsedilmesinden ibâret olduğu ortaya çıkmış, maddenin asıl olmadığı, ârızî bir sûret olduğu vuzûha kavuşmuştur Böylece 19 yy materyalistlerinin görüşleri tamamen iflâs etmiştir Materyalistlere karşı ilk aksü’l-amel Bergson tarafından verilmiştir Hakîkat kaynağının laboratuar olmadığı, mâverâî bir tecrübe içindeki insanın sunuhât-ı kalbiyyesinin de hakîkat olduğu fikrini ortaya atmıştır İslâm âleminde ehl-i keşfin asırlardan beri yaşamakta olduğu “keşif” vâkıasının beş çeşidinden birini kavrayan Bergson, “sezgi” denilen bu gerçekle materyalistlere karşı bayrak açmıştır Halbuki İslâm, asırlar öncesinden sezgiyi hakîkat kaynağı olarak görmüş ve bunun yanında dört tane daha ayrı entivisyon ortaya koymuştur Mücerred ve ideali tervîc eden İslâm, insanı mânevî cepheye çekmeye çalışır Bunun için resim ve heykele aslâ müsâmaha etmez Bir resim insanın cesedi hakkında bize bilgi verir Heykelin yasaklanışı da sadece tapınmaya sebebiyet vermesinden değildir Rûhu bertaraf edip insanı sadece maddeden ibâret bir cisim gibi takdîm etmekle insanın hakîkatini nâkıs bir şekilde aksettirmesinden dolayı merduttur Çünkü cesed çürüyecektir Yaşayacak olan ruhtur Cesed rûha bir kılıftır Bunun için zarfa değil mazrûfa bakmak gerekir ` Tecrîd, insanın mâsivâdan uzaklaştırılarak her an Allâh’ın istediği şekilde istikâmetlendirilmesini de ifâde eder Her şeye bir ruh ve ideal mânâ vererek kişinin niyetini bunlara yönlendirmektir Meselâ; gâzi ile kâtil, ticâretten elde edilen kâr ile fâiz arasında vâkıa olarak fark yoktur Fakat biri rızâ-yı ilâhîye muvâfık iken, diğeri ise Allâh’ın yasakladığı yoldan vukû bulur İslâm, insanın rûhunu yüceltecek kanunlar koymuştur Serveti mânevîleştirmiştir Zekat vermeyi emretmiştir Kişiye malın tasarrufunda hadsiz hudutsuz selâhiyet vermemiş, tasarruf selâhiyetini hudutlandırıp hayra kanalize etmiştir “Mülk Allâh’ındır”, şuurunu ikâme ederek mal sâhibinin servetinden dolayı şımarmasına mâni olmayı hedeflemiştir İnsan rûhunun mücerrede akışı fıtrîdir ve bu bir ihtiyaç olarak tâ çocukluktan itibâren tatmini gereken bir açlık gibi karşımıza çıkar Meselâ, babasını namaz kılarken gören bir çocuk namazın keyfiyetine dâir sorular sormaz Allâh’ın büyüklüğünü mücerred olarak idrâk edemediği için muşahhas olarak ifâde etmeye çalışır Ölünün nereye gittiğini merak eder, cennet ve cehennemin nasıl bir yer olduğunu öğrenmek ister Dâimâ mücerred bir arayış içersindedir Çünkü insanın derûnunda mânevîyât meknûzdur Meknûz olan bu istidâd şuura çıktığı zaman insan mü’min olur; şuura çıkmadığı zaman ise kâfir olur Tıpkı kafese kapatılmış bir kuş gibi Uzun bir kafes hayatından sonra kuş kafesten salınsa uçamaz Çünkü kanatları kireçlenmiştir İşte îmân hissi şuura çıkmadığı zaman da böyle körelir ` İslâm idealizminin, realist telâkkî ile tezat teşkil ettiği zannedilebilir Halbuki İslâm, her şeyin mükemmelini gerçekleştirmek istemesiyle idealisttir Realizm prensibinin mânâsı, İslâm’ın realiteyi ihmal etmeyip dikkate almasıdır İdealizm ise dikkate alınıp kabûl edilen realiteyi mükemmele ircâ etmek istemektir Yoksa gerçekleri olduğu gibi kabul edip “Ne yapalım bu böyledir, böyle kalsın” görüşünü reddeder Var olanı kabul eder ama onu kendi hâlinde bırakmayıp ideal şekline ulaştırmak ister İdealistliği buradan ileri gelir Yoksa realiteyi kabul ettikten sonra onu ıslah ve ikmâl edip, mükemmele ulaştırmak hususunda bir dâvâsı olmasaydı, realist olmasının da bir mânâsı kalmazdı Mükemmele ulaştırmanın en parlak tezahürü, mü’minin dâvâsının “vâsıl-ı ilâllâh olmak” gâyesine mâtuf bulunmasıdır[url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusuhtm#_ftn1] Bu da, Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’i müteâl yani “ideal ötesi mükemmel” olarak vasf ettikten sonra O yüce varlığa kavuşmak, O’na vâsıl olacak derecede menfîlikleri tasfiye ve bertaraf etmek sûretiyle güzellikten, haktan ve hayırdan ibâret bir hâle gelmektir Seven, sevgisi ölçüsünde sevdiğinin hâliyle hallenir Sevdiğini taklit eder Hakikî sevgi için kalbin mümâresesi lâzımdır Bu sebeple insan arkadaşlarını, âilesini, evladını velhâsıl sevilmeye lâyık olan her şeyi sevmeli, onlara sevgi nazarıyla bir bakmalıdır Bu sâyede mecâzî sevgilerden hakîkî sevgiye ulaşmada rehber olacak bir üstada idmanlı olarak çıkmak mümkün olur Aşk da, iki gönül arasındaki bir cereyan hattıdır Güzel mü’min olabilmek için, kalbe bu istîdât ve hürriyeti kazandırmak şarttır Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar kalpteki bu istîdatların kullanılamamasından ileri geliyor Kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor Aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye doğru kalplerin irtifâ kazanması, Mecnûn’un Leylâ’dan başlayan seyâhatini Mevlâ’da noktalaması, ham bir yüreğin geçtiği temrinler neticesinde büyümesiyle ve ideal aşka, hakîkî aşka istîdât kazanmasıyladır Bu devirde insanlar aşkı kaybetmişlerdir Aşk hakkında bir fikirleri ve nasipleri yoktur Tüm bu cinâyetler, kötülükler, hamlıklar ve terör hep aşksızlıktandır Sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı hissini taşımaz Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahatlıkla canını verir Aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan, kemâle erme yoluna girmemiştir Nefsiyle yaşıyor demektir İnsanda melekiyet ve hayvâniyet olmak üzere iki veche vardır Hakîkî sevgiyi tatmamış olanlar, hayvâniyet çerçevesini kırıp da melekiyet sahasına adım atamamış demektir Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibi olur Mârifet sevmektedir Çünkü varlığın sebebi muhabbettir Allâh kendi zâtına muhabbetinden bilinmeyi murâd etti ve bu âlemi yarattı İnsan sabahleyin başını kaldırıp doğan güneşe doğru şöyle bir bakmalıdır Ufukta çizilen rengârenk ve çeşit çeşit tabloları görmelidir Bir ressamın tablosuna hayran kalırız Tasvirdeki gerçekçiliğini tebrîk ederiz Hâl böyleyken gerçek sûretlerin mutlak “Musavvir”inin gözümüzün önünde çizdiklerine, kâinât tualinde oynattığı kudret fırçalarına, renk renk nakışlarına ne buyrulur Bir menekşeye bakalım Bu beyazı kara toprağın neresinden bulur Ya o kırmızı dut Güneşin ışığında rüzgarla beraber oynaşan şu çiçeğin mavisini bir görelim Şu kainatın ibret nazarıyla seyrine çıkan gözler, hayret nazarıyla geri dönerler Görebilen için ortalık harikalarla doludur Bir çiçeğin işvesine, arının-kelebeğin raksına, pervanenin yanışına, bülbülün feryadına ve bir de kendimize şöyle ibretle bir bakalım Fakat akıl ve mantığımız, çoğu zaman bu harikalar önünden, kayaların üzerinden yuvarlanan yağmur damlaları gibi bir hisse almaksızın geçip gidiyor Bastığımız kaldırımın üzerinden kim bilir kaç kişi geçti ve bugün neredeler… Bir tefekkür ve muhâsebe hâli her ânımızı kuşattığı anda bakışlar ve görüşler irtifâ kazanır, kâinât sayfalarındaki esrâr satırlarını gerçek anlamıyla okumak nasîb olur Bu hâli elde etmek isteyenler de pek tabiî ki bir bilenin kılavuzluğuna muhtâcdır Îmandan sonra belki en büyük tâlih, insanın rûhunu yoğurup ona yön verecek sağlam bir mürebbîye ulaşmaktır Tâ ki hikmetlerin hikmetini göstersin, yolu yordamı anlatsın… ` İslâm, beşerin önüne bitip tükenmesi mümkün olmayan en azametli davayı koymuştur Meselâ bir komünizmi alınız Komünizmin gâyesi iktisâdî müsâvâtı sağlamaktır Fertler arasında iktisâdî müsâvâtı sağlamak, hayâtın tamamı iktisattan ibâret olmadığına göre gerçekleşir veya gerçekleşmez Fakat gerçekleştiği anda komünizm yerinde saymaya başlar Zîrâ artık bitmiştir Yâni belli bir maksadı vardır ve o maksada ulaşıldığı anda biter İslâm’ın, insanlığın önüne koyduğu dâvânın ise, -değil insan ömrüyle- insanlığın ömrüyle dahî tükenmesi mümkün değildir Düşünün ki her salât ü selâm, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı Allâhu Teâlâya bir merhale daha yaklaştırmaktadır 1400 seneden beri bütün ümmet-i Muhammed, Peygamber efendimize salât ü selâm getiriyor Her salât ü selâm da Peygamber efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allâhu Teâlâ’ya giden yolda bir merhale daha yükselmesini temin ediyor Azamet-i ilâhiyyenin ihtişâmındandır ki ümmet-i Muhammed’in bunca salât u selâmı daha trilyon sene devâm etse Peygamber ile Allâh arasındaki mesâfe bitmez Azamet-i ilâhiyyeyi kavramak için şu misali de verebiliriz ki yeryüzüne her yağmur ve kar tânesini bir melek indirir Her melek bu işi ömründe bir defâ yapar Allâh’ın mahlukâtının azametini ve bu azametten kudret-i İlâhiyyenin ihtişâmını hayal etmelidir Bir kar yağışında trilyonlarca kar, bir yağmur yağışında trilyonlarca yağmur tanesi yeryüzüne iner Bunların her bir tanesini bir melek indirir ve aynı melek bu işi ikinci defâ yapmaz Bu, “ganiyyun ale’l-âlemîn” «âlemlerden zengin» telâkkî ettiğimiz Allâh’ın gınâsının büyüklüğünü gösterir Mahluk ile Hâlık arasındaki mesâfenin, hayat trilyonlarca sene devâm etse dahi tükenmek ihtimâli olmadığı bir hakîkattir Dünyâda hiçbir sistemin dâvâsı bu kadar azametli olamaz İnsan idrâki için Allâh’ın zâtını telâkkî edebilmek kâbil değildir ve insan ancak sıfât-ı ilâhiyyeler üzerinde düşünebilir Rasûlullâh Efendimiz, Zât-ı İlâhîyi düşünmekten men etmiştir Çünkü insan gözü 5000 wolt yüksekliğindeki bir ışıkta kör olur Dengesi bozulduğu için bir daha vasatı dahi göremez Kulak zarı çok yüksek bir sesi idrâke müsâit olmadığı için yırtılır Sağır olur Beyin de aynıdır Zât-ı İlâhî’yi idrâk istikâmetinde yüründüğü zaman, kavramak mümkün olmayan ihtişamla karşılaşıldığında beyin infilâk eder Azamet-i ilâhiyyenin ihtişâmını Kur’ânî hakîkatlerden biriyle de şöyle kavrayabiliriz: Mûsâ -aleyhisselâm- zât-ı ilâhiyyeyi müşâhede talebiyle niyâz etti Allâhu Azîmu’ş-Şân ona “Len terânî” «Beni göremezsin» hitâbıyla mukâbelede bulundu Musâ -aleyhisselâm- ısrar etti Cenâb-ı Hak, “Öyleyse şu dağa bak Yâ Mûsâ!” dedi Mûsâ -aleyhisselâm- dağa bakınca düştü bayıldı Bayılmasa Mûsâ -aleyhisselâm-’da hayat eseri kalmazdı Voltajı yüksek bir cereyana fişi soktuğumuz zaman âletin yanması gibi çıldırır, beyni infilâk ederdi İşte Peygamber -aley-hisselâm-’a Cebrâil’in “buradan bir adım ileri geçersem yanarım” dediği gerçek budur Azamet-i ilâhiyyeyi hakkıyla idrâk mümkün değildir Bir sinek seni görebilir mi? Görse senden ne anlar? Kör bir insan filden ne anlarsa onu anlar Ancak uzviyyetinden bir parçayı tanıyabilir Sinek başa konsa orman sanar, dudağına konsa, ağzını kuyu sanar Bizim de idrâk ve müşâhedelerimizde kendi tâkatimizle tahdid edilmiş olmamız, İlâhî kânunlar muktezâsıdır Azamet-i İlâhiyye’yi, Zât-ı İlâhîyi kavramak mümkün değildir Sıfattan, eserden müessire intikâl kabilinden sıfatlardan yola çıkabiliriz Sıfât-ı ilâhiyye’yi düşünmekte, tahlil ve terkib etmekte mâzûruz Kudret-i İlâhiyye’yi O’nun sıfatlarının bu âlemdeki tecellîlerini müşâhede sâyesinde îmâna sâhip oluruz O da ancak bu sâyede elde ettiğimiz bir netîcedir Tahkîkî îman da budur Lâkin bu tahkîk müşâhede sâhamızla hudutludur Müşâhede sâhasının ötesini tahkîk iktidârımız yoktur Orada acze mahkûmuz İsbat keyfiyeti bakımından ikrâr ile inkâr aynı durumdadır Bir şeyi var diyenin, var dediğini ispat ile mükellef olduğu kadar, yok diyenin de yokluğunu ispat etmesi lâzımdır Yok demekle işin içinden çıkılamaz Binâenaleyh îmânın sahip olduğu şunca delîle, velev ki hakîkatler o delilleri çok da aşsa ve beşer aklı îtibâriyle hakîkatleri müşâhede edebildiği ile müşâhede edemediği arasında sonsuz derecede fark mevcûd olsa bile az çok elde edebildiği delillerle hükmedebilmekte, bir şey kavrayabilmekte, Allâh’ın varlığını kabûl edebilmekte ama inkar edenler bu kadar bir imkâna bile mâlik bulunmamaktadırlar Zîrâ zihnî faâliyeti tâtil etmekle inkâra cür’et etmektedirler Yoksa îmân sahiplerinin mükellef oldukları ispat külfeti aynı derecede inkar sahipleri için de mevzu-bahis olduğu halde onlar îmân sahiplerinin vâsıl olduğu delil kadar bir delile vâsıl olamazlar Çünkü eğer zihnî faâliyeti tâtil etmeseler, felsefî tâbirle “apoxa” düşmeseler onların küfürden kurtulma şansları vardır Çünkü hakîkati taharrî yolunda aksine delillerle karşılaşırlar Ve bu taktirde belki reybî (şüpheci) olabilirler Mutlak mânâsıyla münkir olmak düşünen bir beyin için mümkün değildir Zihnî faâliyet tâtile girmedikçe inkâr, aklen ve mantıken mümkün değildir Öyleyse imânsız, aklen ve zihnen muhtel değil de nedir? Bugün Müslümanları geri zekâlılıkla ithâm eden kimileri aslında kendi geri zekâlılık vasfını îlân etmiş oluyor Allâh’ın şu azametli dâvâsı varken niye beşerî ve nâkıs bir telâkkînin adamı olunur? Halbuki bu davânın %1’inin bir kırıntısını onların davâları gibi trilyon dâvâyla değişmek mümkün değildir İnsan, hayat ve kâinattan hangi muammâyı çözmüştür ki inkâra cür’et eder Allâh’a inanmayan ateistler bile kendisine mezar hazırlatıyor Münkir bir akıl ölümden sonrası düşüncesinde kitlenir kalır İnkâr, hiçbir muammâyı hall u fasl edemez İnsan beyni çocuk yaşta metafizik suâller sormaya başlar İnsan beyni bu hakîkatlere müştâktır Kendini tatmin etmek ihtiyâcındadır Bu ancak zihnî faâliyeti tâtil etmekle, bir uzvu felc etmek gibi şartlanmayla durdurulabilir Hasta olan adam mîdesinin açlığını duymaz Beyninin açlığını duymayan, beyin hücrelerinden biri muattal olan adam da bu kabildendir İşte geri zekâlılık budur Zîrâ hakîkat arayışı durdurulamaz İslâm, Allâh’ın azametini müteâl olarak, idrâk ötesi mükemmel olarak tavsîf ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmayı beşere bir vazîfe olarak yükler İnsan şuuru daimî bir sûrette Allâh’tan âgâhtır, gâfil değildir O’nu bilecek bir vasıftadır Fakat insan şuurunun, şuur altı ve şuur üstü olmak üzere iki kademesi vardır İnsanların mü’min olanlarında bu meleke, şuur üstüne çıkmıştır Allâh’ın birliğini ikrar edememiş olan kâfirde ise bilinç altında kalmıştır Bu, aydınlık bir idrak değildir Ama insanda dâimî bir sûrette Allâh’a dâir bir bilinç mevcuttur Rûhânî âlemleri itibâriyle ins ü cinnin kâffesi Allâh’ı müdriktir Fakat bu idrâk, îman mânâsında değildir Hem Allâh’ı müdrik olup hem de mü’min olmamak nasıl mümkün oluyor denirse: Mü’min bu idrâki şuur üstüne çıkarandır Şuur altında kalanlar Allâh’ı müdrik değildir veyâ hakîkatine uygun bir şekilde müdrik değildir İnsan beyni ilâhî şartlandırılış ile bu ihtiyâc ile mütehallîdir Mîdenin acıkması gibi beynin tefekkür ihtiyâcı onun selîm yapısı, yani ilâhî nizâmı bozulmadığı müddetçe devâm eder Her canlı varlığın mîdesi kazınır, bir şey yemek ihtiyâcı fıtrîdir Her erkek ve dişideki cinsî temâyül gibi acıkma ve kendini muhâfaza, meyl-i tabiîdir ve ebedîdir Çünkü Allâh o şekilde şartlandırmıştır Canlının hayatını idâmesi bir şeyler bulup yemeğe bağlı olduğundan her canlı varlıkta nefsini tahaffuz sevk-i tabiîsi ve neslin devâmı için cinsiyyet sevk-i tabiîsi gibi, neslin idâmesini temin eden gıdalanma sevk-i tabiîsi de ebedîdir Selîm yapı yani ilâhî nizamlayış bozulmadıysa, yani mekanizma fabrikadan çıktığı gibi mükemmel işliyorsa bu ebedî ve tabiî olarak mevcuttur İnsan beyninin de kâinattaki muammâyı çözme ihtiyâcı; mîdenin acıkması, cinsî tatmin ihtiyâcı gibi derin muhâkemeye bağlı olarak fıtrî, tabiî ve ezelîdir Bu selîm muhâkeme; selîm yapıyı, ilâhî nizâmı bozduğumuz anda değişebilir Vücûd hasta olur, beyinde bir hücre bozulur, cinsiyet sevk-i tabiîsi dumûra uğrar Gayr-i cinse ihtiyaç hissetmez Aynen bunun gibi de Allâh’ın nizamlandırışıyla çocuğun daha çocuk yaşta metafizik suâlleri babasına sorması misâlinde müşâhede edildiği gibi insanın bu âlemdeki muammâları çözmek istikâmetinde bir temâyülü vardır Çünkü beyin, o ihtiyaç ile mütehallîdir İlâhî tâyinle buna muvaffak olanlar yâni şuur altında Allâh’ı müdrik olan insan ve cin bunu kendini tatmin edecek bir îzâha ulaştırarak şuur üstüne çıkarabildiği zaman mü’min olur Şuur üstüne çıkaramayıp da bu bilgi şuur altında kaldığı zaman kâfir olur Bunun mânâsı şudur İnanmayanın da rûhu Allâh’ı müdriktir de şuur altında kalmıştır Şuur üstüne çıkıp kavranmış hâle gelememiştir Görülüp de hatırlanamayan rü’yâlar gibidir Şuur altında mevcud olan bu idrâkin şuur üstüne çıkmak temâyülü de fıtrîdir Kol veya bacağın hareket etmek kâbiliyeti gibi Allâh onu o kabiliyetle muttasıf kılmıştır Şâyet bir kol alçıya konur da hareket kâbiliyyeti dondurulursa kireçlenir ve rahatsız olur Şartlandırılış da böyledir Çünkü beyin tabiî fonksiyonunu îfâ edememiştir Nasıl ki hareket kâbiliyeti olan bir kolu alçıya koymakla tabiî fonksiyonunu îfâ edemez hâle getirmek onu hastalandırırsa kâfirin beyni de aynı bunun gibi hastadır Çünkü selîm yapıyı bozmuştur Acıkmayan mîde gibi, uyanmayan şehevî ihtiyaçlar gibi hareket kâbiliyyeti iptâl edilmiş, harekete müheyyâ bir uzviyyet gibi Bundan dolayı her kâfir muzdariptir Kâfirin rûhu kafesteki kuş gibidir Kuş için kafes asıl bir mekân değildir O gönlünce istediği gibi fezâda tayarân etmek, uçmak istîdat, iktidâr ve iştihâsıyla mütehallî olduğu halde bir kafese hapsedildiği takdîrde bu kafes içinde çırpınır durur İşte kâfirin rûhu beden kafesinin içinde böyle çırpınmaktadır Îmân, şuur altında olan Allâh inancı ve kâinâttaki şu muammâyı kavrayarak kendini tatmin etmektir ki, kalp huzûruna ulaştırır Çünkü acıkan bir mîde ağrı, sızı, sıkıntı, baş ağrısı yapar da doyduğu zaman bünye o ârâzdan, sıkıntıdan kurtulur Beyin de aynen böyledir Mîde gibidir Aç bir adam asabî olur Oruçluyken asabî oluyoruz Yediğimiz zaman keyfimiz yerine geliyor Çünkü Allâh bu mîdeyi yemekle şartlandırmıştır Otomatik olarak acıkıyor ve tatmin edildiği zaman rahata eriyor Çünkü selîm bünye böyle yapılandırılmıştır Tıpkı balığın sudaki oksijene göre bünyevî olarak şartlandırılması gibi Havada daha çok oksijen olduğu halde balık, sudan çıkınca ölüyor Çünkü o oksijeni alamıyor İşte bunun gibi uzviyetlerin de şartlandırılışı vardır Rûhun da beynin de böyle şartlandırılışı vardır Eğer bir kuşu onun tabiatına zıt bir şekilde kafeste doğdurursan, o kuş boşluğu bilmezse onun cevelân istîdâd ve iktidârı rûhunda hapis kalır O sükûnetle kafeste durabilir Ama yaradılış gâyesine göre hareket şansı, tatmin olma şansı ona verilmediği için o kuş, gene muzdariptir de ızdırâbını idrâk melekesi şartlanma ile iptâl edilmiştir Felc olmuş, sinirleri kopmuş bir adam düşünün Onun koluna bir çivi sokulsa duymaz Halbuki vücûda bir iğne batsa acır Aynı el, idrâk melekesi, sinir sistemi iptâl edildiği takdirde aynı hâdise karşısında o idrâki kaybeder İşte kafesteki kuşun kendi tabiatına aykırı bir şekilde tayarân, cevelân istîdât ve iktidârı felc edilmiş bir sinir sisteminden sonra ona bağlı uzviyyete acıması tabiî olduğu halde çivi batırdığı zaman duymadığı gibi onu kör ve sağır hâle getirir İşte “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir Bu sebeple onlar geri dönemezler” (Bakara, 18) âyetindeki nükte budur Bu şuur altında olan bilgi, şuur üstüne çıkıp da uzviyyetin şartlandırılmasıyla mîde gibi cinsiyyet arzuları gibi dimâğın da tabiî ihtiyâcı tatmin edildiği zaman insan huzûra erer İşte “Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur” sırrı budur Allâh’ı zikretmek, “Allâh” lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamak değil, Allâh idrâkiyle mütehallî olmaktır Kalbi ancak bu tatmin eder Burada zikredilen kalbe “şuur” da diyebiliriz Çünkü kalb, maddî bir vâkıâ değildir Kalp, tehassüs istidat ve iktidarının merkezi mânâsınadır Allâh’a ulaşmanın insana verdiği saâdet, işte bu sûretle tezâhür eder Ama münkir, kafeste doğup kafeste ölen kuş gibi olduğu için bu saâdeti de tanımıyor Onun mahrûmiyetinden bir ezâ ve cefâ duymuyor İşte bu, narkoze edilmiş hastanın sinirleri iptal edildiği için tabiî olarak acıması lâzım geldiği halde cerrahın kesip doğradığı anda acı duymaması veyâ sarhoştaki gibi bir bünyevî sağırlaşmanın netîcesindedir Fakat bu, acıma hususundaki insan bünyesine âit gerçeği değiştirmez Ârızî bir sebebin netîcesidir Eğer bir kâfir hâlinden memnûn ise idrâki böyle iptâl edilmiş olduğu için, narkoze edilmiş bir hasta durumuna düşerek ızdırâbının farkında olmaz İnkârın ızdırabını müdrik değildir Reybîler yâni şüphe safhasında olanlar henüz idrâki narkoze edilmiş bir hasta gibi tam iptal edilmediğinden, inkâr ile ikrar arasında bocaladığından dehşetli bir ızdırap içindedir Biz şüpheci olanların ızdırabını görürüz Hiçbir şüpheci ızdıraptan kurtulamaz Çünkü idrak iptal olmuş değildir Onun için şüphecilik (septisizm) mutlak bir hüsran ve ızdırap mevzuu olduğu halde mutlak inkâr bir ızdırap olarak karşımıza çıkmıyor Çıkmaması idraklerinin narkoze edilmiş bir hasta gibi olmasından doğmaktadır Bütün bunların netîcesi şudur ki, Allâhu Azîmuşşân’ın azametini ve mâhiyetini kavramak husûsunda insan beyni tabiî bir meyille, İlâhî şartlandırma ile mütehallîdir Bu temin olunmadıkça beşer huzur ve sükûna kavuşmaz Ancak idrâkin iptâl edilmesi hâlinde bunun ızdırabı hissedilmez O da narkoze edilmiş bir bedene benzer Hayâtî ve tabiî fonksiyonlarını îfâ edemez İslâm idealist bir dünya görüşü olmak itibâriyle kâinâta bakış ve onu anlayış tarzında insana ideal bir perspektif getirir Kâinât, âdetullâh dediğimiz son derece kompleks ve mükemmel bir kurallar sistemiyle örülmüştür Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden gerek fizik ve gerekse metafizik âlemlere müteallık kânunlardır Bu kânunlardaki değişmeyen ortak husûsiyetler bu kânunların vaz’ edicisinin tek ve bir varlık olduğuna, bu kâinâtın tek elden çıktığına şehâdet eden birer âyettirler İslâm, insanı tıpkı Kur’ân âyetlerini okur gibi kâinât kitabındaki bu delilleri görmeye dâvet eder Cenâb-ı Allâh Kur’ân’da yıldızın doğduğu ve öldüğü yere yemin eder Kur’ân’daki azamete bakınız 1400 sene evvelki insanın mantığı ile hiç yıldız ölür mü, doğar mı? Çağlar öncesinden gelen bu işâretler ancak bugün whitehouse, blackhouse denilen kara ve beyaz deliklerin keşfedilmesiyle idrâk sahamıza girmiştir Beyaz delikten futbol topu büyüklüğünde belki milyonla cisim âniden çıkmaktadır ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyon katı büyümektedir Allâh da bu âlemi her an genişletmekte olduğunu bize âyetle bildirmektedir Astronomi âlimleri bunu ancak bugün tespit edebiliyor Kur’ân, bir astronomi veya ilim kitâbı olmadığı ve câmiu’l-kelâm olduğu için ilim ve tekniği tefsîr etmek vazîfesinden berîdir Ancak ilim ve teknoloji alanındaki her yeni buluş, Kur’ân’ı tefsîr ederek ilâhî mesajların her geçen gün daha vâzıh bir hâle gelmesine hizmet etmektedir Cenâb-ı Allâh bekâ sıfatını yalnızca kendisine tahsis etmiştir Kürre-i arzdan belki trilyonlarca kat daha büyük olan yıldız da ölüyor Güneş de ölecek “İzeşşemsü küvvirat” «güneş dağılıp parçalandığı zaman» (Tekvîr, 1) şeklindeki işâret âyetle sâbittir O yıldız bir karadeliğin önüne gelmekte, sıkışıp bir futbol topu büyüklüğüne inip oradan girmekte ve kaybolmaktadır Bu da onun mezarıdır Oradan ötesi nedir? “Aman Yâ Rabbî!” deyip secdeye kapanmaktan başka çâre yoktur Havada milyonlarca toz yüzüyor Saltanât-ı ilâhiyye yanında kâinât havada yüzen milyonlarca tozdan biri gibidir Gözlerimiz vasatı görebildiği için çok büyük bir şeyi de çok küçük bir şeyi de göremeyiz Şu koskoca kâinat da bir odanın havasında yüzen bir toz kabilindendir Ya insan bu zerrenin içinde nedir? Kâinât yaratılalı ne kadar zaman oldu bilinemez Fakat kâinatta dünyanın vücûda gelmesi, çeşitli nazariyelerle tahmin ediliyor Tabî ki nazariyenin de bir dâiresi var Onun dışında da hakîkatler olabilir Dünya hayat bulalı nazarî olarak 50 milyon yıl olduğu kabûl ediliyor Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan beri de 10 bin yıl kabul ediliyor Elli milyon senenin yanında Hazret-i Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişi on bin sene 50 milyon senenin yanında on bin seneyi düşünün Bir soğanın kütlesine nazaran bir zar hükmündedir Belki o kadar bile değildir Tahminen kabul edilen bu on bin senenin hesap hatâsıyla yirmi bin; kâinâtın yaşı olarak tahmin edilen elli milyonun da, on milyon olduğunu farzedersek bile gene bir şey değişmez Daha ötesini bu beden elbisesinden çıktıktan sonra bilecek salâhiyetle techîz olunursan, bilebilirsin Burada insana düşen, aczini kabûldür Dünya -tahmînen- elli milyon seneden beri bu âlemde görülmüştür ve hâlen dünyâya ışığı gelmekte olan göremediğimiz yıldızlar vardır Saniyede 300 bin km hızla yolda olmasına rağmen hâlen gelememiştir Bugün gökyüzünde yıldız diye gördüğümüz cisimlerin bâzıları da sönmüştür Lâkin sular kesildiği anda kaynağından kesilmiş olmasına rağmen boruda kalanların bir müddet daha gelmesi gibi bâzı yıldızların sönmeden evvel bize gönderdiği ışıkları hâlen görüyoruz Belki daha milyonlarca yıl göreceğiz Milyonlarca yıl önce sönmüş olan yıldızın ışıklarını görmekle biz o yıldızı sönmemiş sanıyoruz Kâinâtın hacmi hakkında bize bir fikir veren bu ibret-âmiz misâller, azamet ve kudret-i ilâhiyye’nin birer delîli değil de nedir? Bir cisme verilecek hareket, ışık hızından süratli olamaz Bu, Allâh’ın âleme rekzettiği bir fizik kuralıdır Işık bir maddedir Saniyede 300 bin km mesâfe kat eder Bir cisme hareket enerjisini tatbik ettiğiniz zaman bu hareket enerjisinin bir kısmı yüksek seviyedeki harekette bir kütleye dönüşür Meselâ bir kglık bir cisim saatte 30 bin km hareket edecek şekilde hareket enerjisi tatbik ederseniz, o cismin ağırlığı 1030 gr olur Düşen bir cismin de ağırlığı artar Bir cismi ışık hızında hareket ettirebilirsiniz Meselâ bir gözlüğü saniyede 300 bin km hızla hareket ettirebilirsiniz Fizik kanunları buna müsâittir Ama hız saniyede 301 bin km olduğu anda bu enerjinin tamâmı kütleye dönüşür ve hareket sıfırlanır Yani ışık sürati maddenin hareket kâbiliyetinde bir üst sınırdır Bunun mânâsı, azamet-i ilâhiyyeyi kavramak için Allâh’ın kâinâtını seyre çıksanız, ilminiz ve istîdâdınız müsâid olsa da ışık süratinde hareket eden bir fezâ gemisi yapabilseniz, ışık süratinden ileri geçemeyeceğinize göre saniyede 300 bin km sürat yapabilirsiniz, demektir Bundan fazlası mümkün değildir Saniyede 300 bin km’den sonra hareket enerjisi topyekûn kütle hâlini alır Ağırlık artar ve hareket sıfırlanır Beşer için hareket kâbiliyeti ışık hızıyla sınırlandırılmıştır Bu gemiyi yaptığınızı kabul edin -ki ilmen mümkündür-, böyle bir gemiyle bize en yakın yıldıza 150 senede gidebilirsiniz Yüz elli sene de dönüşüyle bu seyahat 300 senede tamamlanır Fakat yüz elli sene yaşayan bir insan yoktur O yıldızın kütlesi de ateştir ve gemiyi daha kendisine yaklaştırmadan mat eder Giden geminin de geri gelmesi mümkün değildir Bu, azamet-i ilâhiyenin önünde mahlûkun aczinin tescîli demektir İnsana böyle azametli bir dâvâ takdîm eden başka bir sistem hayâl bile edilemez Bu nükteyi kavradığınızda Müslüman yaratılmış olmanın heyecânını duyarsınız İslâm mücerred ve idealist bir sistem olarak âlemde mücerred hakîkatlere ve vâsıl-ı ilâllâh olmak gibi bir dâvâ ile de idealizme ağırlık vermiş olan bir dünyâ görüşüdür İslâm’da tecrîd ve ideal fikri, bir bedene hâkim olan ruh misâli müşahhas hâdiselere ilkâ edilmiştir |
İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya GörüşüC-İNSANİYETÇİLİK VEYA HÜMANİZM PRENSİBİ İslâm, insanı insan olmak itibâriyle dikkate alır İnsana vasıfları cihetiyle değil, insan olmak haysiyetiyle bir nizam getirir ve insana hiçbir sistemin veremeyeceği değeri atfeder Zîrâ Allâh’ın zâtı hakkındaki şunca kemâl ve ihtişâmın yanında Allâh’ın insanı -sadece mü’mini değil, insanı- kendisine “halîfe” olarak yaratmasındaki tekrîm ve taltîfi ne büyüktür Peygamber efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ihtiyar bir Yahudî geçerken sahâbîlere: “–Îtibar gösterin, bu bir zamanlar kavminin efendisiydi” demiştir Bir cenâze geçerken de Peygamberimiz, ayağa kalkınca ashâb, cenâzenin bir Yahûdî olduğunu söylediklerinde, “Olsun, o da bir insandır” buyurur Cenâb-ı Hak insana kendinden bir vasıf ikrâm ederek kıymet vermiştir Âyet-i kerîme’de: “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman” (Hicr, 29) buyurur İnsanı eşref-i mahlukât olarak yaratmış ve bütün mahlûkâtı , her şey insana hizmet etmektedir Ârifler, sıfât-ı ilâhiyyeyi üç bin adet kabûl ederler Üç bin sıfât-ı ilâhiyyenin tecellisi ile bu âlem vucûda gelmiştir İnsanın eşref-i mahlukât olması sâir varlıklar, esmâ-i ilâhiyyenin bir veya bir kaçından nasîb almışken insanın Allâhu Azîmuşşân’ın sâhib olduğu üç bin sıfât-ı ilâhiyyenin hepsinden nasîb almasındandır Her insanda iki veche vardır Zîrâ her insan için Mudill sıfatından da, Hâdî sıfâtından da bir nasîb vardır Kimi insan mü’min olur kimisi de sapıtarak kâfir olur İnsanda hangi esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîsi gâlipse o, mizâcı meydana getirir Hâdî esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi gâlipse mü’min olur Mudill esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi gâlip ise kâfir olur Ama kâfirde de Hâdî esmâ-yı ilâhiyyesinin tecellîsi zincirli ve asgarî halde de olsa vardır Zayıf da olsa onu destekleyen bir müessir ortaya çıktığında mü’min olma ihtimâli vardır En şiddetli mü’minde de Mudill sıfât-ı ilâhiyyesinin tecellîsi vardır Asgarîde de olsa kâfir olma ihtimâli vardır Bunun mânâsı, bir adam mutlak kâfirdir, îmâna gelmez, diye kesin bir hüküm verilemeyeceğidir Bir adam mü’mindir, asla ayağı kaymaz, kâfir olmaz diye bir garantinin olmadığıdır İnsanda hayır ve şer meknûzdur Bunun için hiçbir insana iflâh olmaz gözüyle bakılamaz Kâide “beyne’l-havfi ve’r-recâ”dır Korku ile ümid arasında bulunmaktır Onun da hikmeti, en şiddetli mü’minde bile küfre istîdat bulunmasıdır “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ” sırrı burada yatmaktadır İnsan bir kere hidâyete erdi mi öyle kalacağına dâir bir garantisi yoktur Çünkü Mudill esmâ-yı ilâhiyyesinin de onda tecellîsi vardır Bir müessir gelir rûhun derinliklerinde hapsolmuş olan bu esmâ-yı ilâhiyyeyi tahrik eder ve insanın îmân yolunda ayağı kayıverir İnsan Allâh’ın bütün esmâ-yı ilâhiyyesinden tecellî almakta, nasîb almakta bu âlemde tektir Bundan dolayı eşref-i mahlukâttır İnsanı bu kadar yücelten başka bir sistem de tahayyül olunamazİslâm bu derecede tekrîm ettiği insana hedef olarak da Rabb’e yaklaşmayı gösterir Bunun için gereken terbiyeyi emreder Zâten ıstılahta terbiye, “Rabb” kökünden gelmektedir İnsana bu iktidârı, bu liyâkatı verdiği için bu hedefi insana teklîf eder Hangi sistem insanın önüne bu derecede ulvî bir gâye koyar? İşte insan, İslâm nokta-i nazarında eşref-i mahlûkattır İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, ins ve cinnin yaradılış gâyesini bildiren âyetteki yaradılışın sebeb-i hikmetini beyân eden “li-ya‘budûn” kelimesini “li-ya‘rifûn” olarak tefsîr etmiştir İnsan beyni zaman ve mekanla sınırlandırılmıştır Âlem-i şuhûdun kanunlarına tâbî olarak zaman ve mekan dâhilinde düşünen insan beyni için zamandan ve mekandan münezzeh olan Allâh’ı ve âlem-i gaybı kabul etmek beşeriyete ilk farz-ı ilâhîdir Allâh’ın insanlardan beklediği ilk iş kendisinin kabûl edilmesidir Zât-ı İlâhiyyeyi kabûl mümkün olmasaydı, Cenâb-ı Hak hiçbir varlığa takat getiremeyeceği yükü yüklemediği için, bizlere de böyle bir emir vâkî olmazdı Kendisinin varlığını tasdîk mecbûriyetinde bırakıldığımıza göre bunun da imkânı var demektir Bu da doğrudan doğruya Zât-ı İlâhiyyeden değil sıfatlardan yürüyerek aklî ve mantıkî zarûrete teslîm olmakla tahakkuk eder Âlem-i gaybtan âlem-i şuhûda geçiş kademe kademe gerçekleşmiştir Buna kavs-ı nuzûl denir Tekrar kademe kademe yükseliş vardır En aşağıda cemâdât vardır Onların üstünde nebâtât vardır, nebâtâtın üstünde hayvânât vardır En üstte ise insanlar vardır Her bir varlık ayrıca kendi içersinde sınıflanır Hiç biri aynı değildir Hayvanların en üst tabakasında deve vardır Nebâtâtın en üst tabakasında hurma vardır Çünkü hurma hayvana en yakın nebâttır ve erkeği dişisine meylederek döllenir Devenin de kemâlinin bir çok sebebi vardır Allâh’ın deveyle hikmete mebnî misaller vermesinin bir çok incelikleri vardır Hiçbir varlık midesine indirdiği gıdayı buzdolabındaki gibi tutamaz Deve midesinde gıdayı 55 gün tâze olarak tutabilir İnsan da kendi âleminde mertebeleniyor Sâlik, mürid, mürşid, kutub, kutbu’l-aktâb ve sonunda “Bekâ billâh” makâmı geliyor Yani insan geldiği yere aslına dönüyor Buna da kavs-ı urûc denir Bekâ billâha ulaşan insan oradan tekrar halkın arasına geri dönmek sûretiyle kendisini insanların hizmetine vakfeder Bu da İslâm tasavvufunu sâir mistik görüşlerden ayıran bâriz bir keyfiyetdir İnsanın bu urûcu bir mürşidin kalbine dâhil olmakla gerçekleşir Hakîkî mü’minin bastığı çimen bile bahtiyardır Zîrâ secde etmiş olur Fakat gerçek secde “Fenâ fillâh” makamında yapılan secdedir ki bütün bu mertebeleri aşabilmek seyr-i sülûkla mümkündür ` Bir buğday tanesinde buğday cinsinin tüm husûsiyetlerinin mevcûdiyeti gibi bir nev’in tohumunda da o nev’in bütün husûsiyetleri mevcuttur Bunun gibi kâinatta var olan her şeyin hakikati insanda mevcuttur İnsan kâinâtın, içinde dürüldüğü bir öz, bir tohum gibidir Nitekim bu hakîkati beyân sadedinde Şeyh Gâlib’in insanı târif eden bir beyti şöyledir: Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen “Kendine ibret gözüyle şöyle bir bak! Sen, âlemin özü ve kâinâtın gözbebeği olan Âdem’sin” İslâm bize Kurân’ı, Cenâb-ı Hak’da mevcût bütün hakîkatlerin, âlem-i gayb hakîkatlerinin kelâm sûretindeki kâmil bir tecellîsi olarak takdîm etmektedir Kur’ân, insan ve kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerinin tecellî ettiği üç ayrı kitâbdır “Men arafe nefsehû fekad arafe Rabbehû” «Nefsini bilen Rabb’ini de bilir» sözü bu sırra işâret eder Bundan dolayı insan ve Kur’ân eş mânâlı kabul edilmiştir Zîrâ insan, canlı bir Kur’ân’dır Bu âlemde yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitâb olan Kur’ân’da mevcûddur ve bir canlı kitâb olan insanda da bütün hakîkatler meknûzdur Bu nükteyi ifâde etmek üzere Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “el-İnsanu ve’l Kur’ânu tev’emân” «Kurân ve insan ikiz kardeştir» buyuruyor Yani insan da bir Kur’ân’dır Şu yüceltmeye bakınız ki, sâdece Mü’min için değil mücerred olarak insanla Kur’ân ikiz addediliyor Yani insan canlı bir Kur’ân olabilir Cenâb-ı Hak kâinâttaki nakışları, yağmurun gelişini, topraktan nebâtın çıkışını, uykuya dalmayı ve bunun ölümden bir misâl olduğunu, sabah kalkışını bildirir “(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gâşiye, 17-20) Velhâsıl kâinâttaki fiilleriyle, eserleriyle, sanatıyla sanatkâra, asıl müessire ulaşmaya çağırır Bu, Allâh’ın sıfâtlarıyla ile bilinişidir Bir de zâtın bilinişi vardır Ehli tasavvuf, baştan müsebbibi, sanatkarı görür ve sonra sebeplere, sanata bakar Bunun için sıfâtullâh ikinci sıradadır Onların nazarında tuzlu yemek ile tuzsuz yemek arasında fark yoktur Güzel manzara ile çirkin manzara arasında da fark yoktur Zîrâ o basamakları aşmıştır Baştan Hâlık’ı görüp sonra mahlukâta bakar Yaradandan ötürü yaradılanı sever Kur’ân-ı Kerîm, insana inmiştir Onu istikâmetlendirmek için devamlı ona hitâb eder Sık sık insanın maddî yapısına atıfta bulunur: “İnsan görmez mi ki, biz onu bir damla sudan yarattık Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş” (Yâsin, 77) Onun bir atılmış sudan yaratıldığını hatırlatır Gözyaşı gibi kıymetli bir sudan değil de atılmış bir damla sudan yaratıldığını ifâde ile insanın enâniyetini, gurur ve kibrini kırmayı murâd eder Bir insan ölüsünün kokusu en ağır ve en pis kokudur Hayvan leşi bu bakımdan daha hafiftir Halbuki hangi hayvan yıkanır ki Fil, aslan cesed kuvveti yönüyle insandan daha üstündür Bir tavus kuşu, bir kuğu belki insandan daha zariftir Fakat büyük tekrîme insan nâil olmuştur Demek ki insanı kıymetli kılan cesedi değil, onun aslî yönü olan rûhudur Cenâb-ı Hak insanı kendisine halîfe yapmış, ona günahsız melekleri secde ettirmiştir Bütün bu tekrîme karşılık insandan Rabb’ini bilmesi ve kulluk etmesi emredilmiştir Cenâb-ı Hak Kur’ân’a, “oku” emriyle başlar Kur’ân okurken aynı zamanda kendimizi, kendimizde kâinâtı, kâinâtta esmâ ve sıfâtı ile Rabb’imizi de okumalıyız ` Bugünkü beşeriyyet hümanizmi gâye edinmiştir İnsana insan olarak değer vermektedir Lâkin İslâm dışı sistemlerin insana atfettiği değer ile İslâm’ın insana atfettiği kıymet aslâ kâbil-i kıyâs değildir Fransa komünist partisinin eski genel sekreteri ve sonradan Müslüman olan Roger Garudy, Marks’ın tüm kitapları yakılsa tekrar yazabilecek kadar bu sistemi bilen ve güçlü bir mütefekkirdir Garudy, Yıldız Sarayı’nda bir konferans verirken gazetecinin biri: “-Sizi daha önceleri Hıristiyan, sonra da komünist olarak görüyoruz Şimdi ise Müslümansınız Bu atlama doğuya doğru devâm edecek mi? Yani ileride Budist, Brahmanist, Şintoist olacak mısınız?” diye sorar Garudy ise; “–Ben Amerika’da tahsil gördüm O zamanlar açlık vardı fakat tröstler ve karteller piyasayı ellerinde tutmak için tonlarca buğdayı yakıyor, tonlarca sütü döküyorlardı Bu merhametsizlik, şefkatsizlik ve insaniyetsizlik beni komünizme itti Fakat inceledikten sonra gördüm ki, komünizmde insan rûhunu dolduracak mânevî hiçbir taraf yok ve tamamen materyalist Ben de Hıristiyanlıkla komünizmi te’lîf etmeye çalıştım Bir gün benim hakkımda bir Fransız subayı vur emri çıkarttı Bir Müslüman Cezayirli asker beni gördüğü halde vurmadı Ben de kaçtım Teorisyen olduğum için, “Bu Cezâyirli beni niçin vurmadı?” diye düşünmeye başladım Çünkü bana vur emrini çıkartan bir Fransız olmasına rağmen beni vurmayan Cezâyirli bir Müslüman’dı Bir müddet sonra bu eri buldum ve beni niçin vurmadığını sordum O da: “Ben bir Müslüman’ım Allâh’ın verdiği bir câna kıyamam Sana niçin vur emri verildiğini bilmiyorum Şayet vurmuş olsaydım Allâh kıyâmet gününde bana sorar, beni hesâba çekerdi” dedi Bu erin ifâdeleri beni İslâm’ı tedkîk etmeye sevketti Ben İslâm’ı o âna kadar bir aşîret dîni zannediyordum” “–Tedkîkimin netîcesinde şunları gördüm Liberallerle komünistler arasında hiçbir fark yok Her ikisi de materyalist ikisi de maddenin kavgasını yapıyor Biri şurada olsun, biri de hayır burada olsun diyor İkisi de istismarcı İnsanı bir dişliden ibâret sayıyor ve hiçbir mânevî taraf görmüyor İslâm’da ise her şey insandan başlıyor Yerin göğün sâhibi Allâh olduğu gibi malın sâhibi de Allâh’tır, insan ise yalnızca O’nun adına bir mutasarrıftır İnsan bu tasarrufunda İslâm’ın hududları dışına çıkamaz, malını ve gücünü insan aleyhine kullanamaz İşte bu insaniyetçilik beni İslâm’a götürdü” diyor İslâm’ın hümanizmi de realisttir İnsan tabiatı îtibâriyle Paris’te ve Erzurum’da meydana gelen iki ayrı depremlerden aynı derecede müteessir olmaz Fransız da, Türk de bunların her ikisini aynı alâkayla karşılamaz Zîrâ vicdân ve hissiyât buna müsâit değildir İslâm bu realiteyi gördüğü için de hümanizme, beynelmilelciliğe tahditler koyar İslâmiyet realist bir sistem olduğu için alâka göstermeye en lâyık olan insanı yakınındaki olarak telâkkî eder Bir zekâtı verirken önce kendi âilesinden başlatır, sonra yakınlık derecesine göre mahalle, şehir, bölge şeklinde dâireyi genişletir Çünkü bu insan tabiatının gereğidir Fakat bu iki millete aynı mesâfede duranların Paris’tekilere yardım edip Erzurum’dakilere yardım etmeyi iptidâîlik olarak telakkî etmeleri insaniyetle bağdaşan bir vaziyet değildir Hadsiz hudutsuz bir şekilde beynelmilelcilik İslâm’da merduttur Zîrâ hudutsuz beynelmilelcilik, kozmopolitliktir Bazıları İslâm’ı kozmopolit görürler ki bu son derece yanlıştır Kozmopolitlik, realiteden kat‘an-nazar hümanist olmaktır İslâm, insana insan olmak itibâriyle değer verir Allâhu Azîmuşşân, Rabbü’l-âlemîn’dir Cenâb-ı Hak, kendine inana da inanmayana da hayat, rızık ve sıhhat verir Fakat İslâm’daki beynelmilelcilik insan tabiatına dayanan fiilî gerçekleri dikkate alarak, realitenin îcâbına göre hareket eden bir görüştür Bundan dolayı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ben evvelâ Kureyş’ten olanlara şefaat edeceğim” buyurmuştur Çünkü kendi yakınlarıdır İşte bu insan tabiatını, realiteyi kâle almanın bir tezâhürüdür Bu beynelmilelciliğe mânî değildir Hangi kavimden, hangi ırktan, hangi kabîleden olursa olsun, İslâm’a dahil olan insan müslümanın kardeşidir Çünkü “inneme’l mü’minûne ihvetün” beyânı bir kavim tayin etmiyor Hangi kavimden olursa olsun müslüman müslümanın kardeşidir Ama aynı ana-babadan doğmuş kardeşlerin bile birbirlerine karşı münâsebetlerindeki yakınlık ve muhabbet bir değildir Bir kardeş serseri olur o fazla sevilmez, diğer kardeş ahlâklı, dürüst, istikâmet sahibi biridir, o daha çok sevilir İşte bunun gibi müslüman kardeşler arasında böyle realiteden doğan farkları kabullenmek İslâm’a muhâlif ve onun beynelmilel bir keyfiyete sahip oluşuna mânî değildir Ancak meziyet veyâ kusurları tayin ederken miyar olarak İslâm’ı almak mecbûrîdir Kusur sayılan şey İslâm nazarında da kusur olmalı ki kişinin ona kusur demesi meşrû olsun Meziyetler için de aynı şey geçerlidir Kişi kavminin husûsiyetleriyle övünürken bu husûsiyetlerin şeriat nazarında da medhe değer olmasına dikkat etmelidir Peygamber Efendimiz “Kişi kavmini sevmekle ayıplanmaz” buyurur Sevgide ölçü İslâm olduktan sonra kişi kavmini de sevebilir Ancak İslâm önünde meziyet sayılan husûsiyetleriyle övünmek meşrûdur Kusur olan husûsiyetleriyle övünmek merdûd olan kavmiyetçiliktir, ırkçılıktır Irkların üstünlüğü fikrini ortaya atan Kont de Gobino’nun bu görüşü, büyük devletleri, otoriter idâreleri parçalamak ve Yahudîlerin tezgahını kolayca kurup o milletleri daha rahat istismâr etmelerini sağlamak gâyesine hizmet eden maksatlı bir görüştür Ancak bu, İslâmiyet önünde aslâ ve kat’â kâbil-i müdâfaa bir dâvâ değildir Çünkü Cenâb-ı Allâh sadece bir kavimden olmak dolayısıyla bir insanı makbul addetmeyi reddeder Ama sen aynı derecede mü’min olan iki insandan birini tercih mevkiinde kalırsan kendi kavminden olanı, hemşehrini yakın addedebilirsin İleri gitmemek şartıyla bunun bir mahzuru yoktur Allâh’ın insanları değerlendirmede ölçüsü takvâ olduğu için bizim de bir insanı üstün saymamız ancak takvâdaki üstünlüğü sebebiyle olmalıdır Bunun dışında bir ölçü kullanmak, İslâm’a ters düşmek olur Yahûdîler, îtikâd olarak Hazret-i Âdem’den geldiklerini kabul etmiyorlar Bütün beşeriyet kabul etmesine rağmen, Yahûdîler kendilerinin şeytanın soyundan geldiklerini iddia ediyorlar -Hâşâ- şeytanla Hazret-i Havvâ’nın münâsebetinden dünyaya geldiklerini ileri sürüyorlar İnsanlığın babası ve ilk peygamberi Hazret-i Âdem onlara göre -hâşâ- saf biriydi, biraz uzaklaşınca şeytan yaklaştı, Kâbil oldu, derler Mantığa bakın ki sulblerini dünyanın ilk cânisine dayandırıyorlar Ceddimiz Kâbil’dir, diyorlar Yahûdîler, kendilerini şeytanla Havva’nın münâsebetinden geldiğini, diğer insanların Âdem’le Havva’nın münâsebetinden geldiğini iddia ediyorlar Soylarının ortaya çıkışını da çirkin bir iftirâ ile başlatıyorlar ve buradan şöyle neticeler çıkartıyorlar: a) Aslolan kadındır Aileyi kadın kurar, erkek kadının açtığı eve gider ve kadının soyadını alır Yahudî kadının doğurduğu her çocuk -babası kim olursa olsun- Yahudî’dir b) Yahudîler, bizim gibi şeytanı melûn ve cin soyundan addetmezler Şeytanı melek addederler Onların literatüründe şeytan, nûr-i ziyâdır, Yahûdîlerin cedd-i ekberidir Beyoğlu’nda masonların merkezinin bulunduğu sokağa masonların te’sîriyle “Nûr-i Ziyâ” adı verilmiştir c) Allâh nasıl ki bizim istifâde etmemiz için hayvanları yaratmışsa Yahûdîlere göre -şeytandan dûn mevkîde olduğu için- Âdem’i, sâir insanları da Yahûdîye hizmet için yaratmıştır Bunun için sâir insanları kullanabilmeyi dinî esas addederler Yahûdîye göre Yahudî olmayan bir kadınla nikâhsız beraber olmak zînâ değildir Yahudî olmayan bir kimseyi öldürse kâtil sayılmaz, insanın bir koyunu öldürmesi gibidir Her türlü istismârın Yahudî için mübah sayılmasının temel sebebi yaratılışa bakış tarzlarıdır Bu anlayış da gösteriyor ki Yahudîlerin hümanizması yalnız kendi ırklarının katı sınırları içinde mahbustur ` Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kölesiyle Şam’a giderken deveye kölesiyle nöbetleşe biniyor Halbuki kimse onu bu hamiyetperverliğe zorlamıyor ve zâten zorla yaptırma imkânı da yoktur Fakat bu, İslâm’ın insan kalbine ilkâ ettiği, “Kim olursa olsun, insan olması haysiyet, şeref ve hasebiyle kıymeti vardır” düşüncesinin doğurduğu gönüllü bir tavırdan ibârettir Halîfe Hazret-i Ömer -radı-yallâhu anh- ile kölesi Şam’a vardıklarında deveye binme sırası kölededir Köle tereddüd eder, şehre kendisi deve sırtında ve halîfe devesinin yularını tutar vaziyette girmek istemez Halk beni halîfe zanneder diyerek Hazret-i Ömer’den izin ister İslâm adâletinin şahsında zirveleştiği Hazret-i Ömer ise kölesine: “–İkimiz de dünyaya çıplak geldik, çıplak gideceğiz” diyerek kölesini taşımakta olan devesinin yularını tutarak şehre girer Böylece kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa da bir insâniyet dersi vermiş olur İslâm, insana hiçbir sistemin veremeyeceği şerefi veriyor Biz iyi bir insana melek gibi bir insan diyoruz, melek diyemiyoruz Halbuki Cenâb-ı Allâh meleklere, tüm insanlık âleminin kendisinde meknûz olduğu Hazret-i Âdem’e secde etmelerini emretmiştir Allâh -celle celâlühû- meleklere Hazret-i Âdem’e secde edin diye iki sebeple emretti: 1) Hazret-i Âdem’in varlığın özü ve temel sebebi olan Nûr-i Muhammedî’yi hâmil olması 2) Hazret-i Âdem’in nefse mâlik olması İnsanın cennetten tard edilmesine sebeb olan nefs; nasıl secde edilmeye sebeb oluyor? Meleğin otomatik olarak hayra meyletmesi, mîras yemiş adama benzer Ama nefse mâlik olan adamın hayra meyletmesi bir engeli aşmak sûretiyle olduğundan tebrîke ve takdîre şâyân olur Bunun için Allâh’a meyletmiş, O’na teveccüh etmiş bir insanın teveccühü bu sebeple meleğinkinden efdaldir Çünkü melekteki otomatiktir Meleğin, nefs taşıyan insana secde ettirilmesi bundandır Çünkü o nefsi aşan melekten üstündür Aşamayan ise hayvandan da aşağıdır |
İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya GörüşüD-GERÇEKÇİLİK VEYA REALİZM PRENSİBİ İslâm Allâh’ın tâyiniyle bu âlemde tahakkuk etmiş olan gerçekleri kâle alan onları nazar-ı dikkate alarak kâide koyan bir dünya görüşüdür Çünkü yaratan ve nizâmı vaz‘ eden Allâh’tır İnsanların saâdeti için yine insanlar nizam getirseler, o nizam insan realitesi hakkında beşerî bilgiye istinâden vâkî olacağından ve Allâh’ın ilmiyle mahlûkun ilmi hiçbir zaman mukâyese dahi edilemeyeceğinden, ilâhî nizamla yarışabilecek seviyede bir başka nizâmın vücûd bulma ihtimâli muhâl üstü muhâldir Çünkü Allâh, gizli ve âşikâre her husûsiyeti bilir Ona göre kâide koyar Bir zaman için geçerli olan görüşleri değil, her zaman için geçerli olan görüşleri, insanın değişmeyen tabiatına ve kâinâtta değişmeyen hakîkatlere tetâbuk eden görüşleri ihtivâ eden eserler eskimezler Değerlerini dâimâ muhâfaza ederler İnsan ve kâinât realitesinin değişmeyen husûsiyetlerini kâle alarak beyanda bulunmak husûsunda hiçbir beşerî eser Kelâmullâh ile ve ilâhî nizam ile mukâyese dahî edilemez Bundan dolayıdır ki, İslâm ebedîdir ve eskimez Çünkü kâidesini reel olanın üstüne kurar Allâh her varlığı belli bir maksad için yaratmıştır Hattâ her varlığın her uzvunu da belli bir gâye ile yaratmıştır Bu âlemde hikmetsiz yaratılmış bir varlık yoktur Bu husûsu ilmimiz kifâyet etmediği için kavramamış olabiliriz Zamanla, ilmimizin hudutları genişledikçe bu mechûlât çözülür Kıyâmete kadar da bu mechûlâtın hall u fasl edilmesi bitmez Her varlığı bir gâye için yaratmış olan Cenâb-ı Allâh o gâyeyi gerçekleştirecek bir husûsiyeti de vermiştir Kadına veyâ mahlukâtın bütün dişilerine kendi nev‘inin bir ferdini vücûda getirme vazîfesi yüklediği için vucûd yapısını ona göre vermiştir Bir hayvan yavru doğuracağı zaman bir mağara arar Orta yerde doğurmaz Çünkü yavrusunu tahaffuz lâzımdır Yavrusunu tahaffuz tabiî ihtiyacındandır ki bir mağara arar Cenâb-ı Allâh, kadında çocuğun teşekkül edeceği yeri sağlam bir mahfaza hâlinde yaratmıştır Vücûdda en geç çürüyen yer omurga kemiğiyle kafatasıdır Normal toprakta çürüme süresi beş senedir Bâzı kireçli topraklarda kemikler hatta etler çürümeyebilir, bir nevî salamura olur, mumyalanır Normal şartlarda beş senede çürümenin gerçekleşmesi bir adlî tıp kâidesidir Kemik gibi sert olmadığı halde çocuğu muhâfaza eden rahim cidârı 7 senede çürür Toprağa kağıdı gömerseniz 15 günde çürür Fakat naylonu gömerseniz çürümediğini görürsünüz O da, naylon gibi yumuşak olup, omurga gibi, kafatası gibi sert kemik olmadığı halde kemikten daha geç çürür Ana rahmi çocuğun teşekkülüne ve muhâfazasına müsâit vasıftadır Erkeğin tenâsül uzvu da döllemeyi temin edecek vasıftadır Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O, atılmış bir sudan yaratılmıştır” (Târık, 5-6) Cenâb-ı Hak uzvî husûsiyetleri kendi murâd-ı ilâhiyyesini gerçekleştirecek vasıfta yaratmıştır Bu, yalnız bünyede kalmayıp, aynı zamanda rûha da in‘ikâs eder Meselâ, kadın bir çocuğu büyütecek, besleyecek, acziyet safhalarında çocuğa hâmîlik edecektir İşte bu vasıflar Allâh tarafından kadına müsâit bir rûh yapısıyla verilmiştir O vazîfeyi îfâ edecek yapıdadır Ana-baba bir yatakta uyurken çocuk ağlasa baba duymaz, duysa da sinirlenir, “Yarın işe gideceğim, susturun şu çocuğu” der Sanki o çocuk başkasınınmış gibi Halbuki ne kadar kadınınsa o kadar da erkeğindir Ama kadın kalkar, iğrenmeden çocuğun altını temizler, onu emzirir, besler Çünkü yapısı böyledir İşte bu yapı ona bu fonksiyon için verilmiştir İslâmiyet o realist sistemdir ki, Allâh’ın her varlığı yaratmaktaki murâd-ı ilâhîsini gerçekleştirecek vasıfta yarattığı mahlukâtı nizamlarken o vasfı dikkate alır Kadının şu çocuğun acziyetini örtmek için ona verilmiş olan hassâsiyet, hissîlik adliyede şâhid olduğu zaman adâleti yanıltmasına sebep olur İslâm kadının şefkatinden dolayı suçluya acır diye onun şâhitliğini yarıya indirmiştir İşte realitenin dikkate alınması budur Kadının husûsiyetine göredir Yoksa kadını alçaltmak için değildir Vücûdu erkek gibi kuvvetli olmadığı için vazîfesi evde çocuğa bakmaktır Yâhut mefhûm-ı muhâlifinden hareketle kadının vazîfesi evde çocuk yetiştirmek olduğu için vücûdu zarif, nazik rûhu ince ve müşfik yaratılmıştır Ona sokaktaki mücâdele verilmemiştir Evin geçim yükü erkeğe verilmiştir O gâyeyi ve vazîfeyi gerçekleştirebilecek husûsiyeti de erkeğe vermiştir Verdiği bu husûsiyetlere göre de hüküm koymuştur Âilenin geçim yükünden kadını muaf tutan İslâm, bu sebeple kadının mîrastaki hakkını da yarıya indirmiştir Hem âilenin geçiminde mes’ûliyeti olmasın ve hem de mîrasta tam hisse alsın demek erkeğe insafsızlık ve zulüm olur Eğer kadına hayat yükünü yıksaydı kadına zulüm olurdu Fakat bugünkü rejim kadın-erkek eşittir, diyerek kadına tâkatinin fevkinde yük yüklüyor Âile geçiminden de onu mes’ûl tutuyor Peki buna mukâbil erkeğe çocuk doğurtabiliyor mu? Hani eşitlik? Bu âlemde hiçbir şey birbirine eşit değildir Zâten olması da gerekmez Çünkü bu âlemde ihtilâf asıldır Bu âlemi mümkün kılan farklılıktır Bütün mahlukâtın birbirine eşit olması hukûkan mümkün değildir Bu eşitlik adâlet îcâbı da değildir Adâlet istihkâkların nîmetlerle dengeli olduğu halde sabittir Yâni külfetler eşit olduğu halde nîmetler de eşit olmalıdır Külfetlerin farklı olduğu halde ise külfetlerin nîmetlerle dengelenmesi esastır Yoksa herkesin eşit nîmete kavuşturulması değil İstihkâk olmayan yerde adâlet mevzubahis değildir ve orada eşitliğin adâlet olduğu iddiâsı bir saçmalıktan ibârettir Komünizmin insanları iktisâdî hayatta eşit hâle getirmesi, kâbiliyetliden kırparak, kâbiliyetsize yüklemesi sâyesinde mümkün olur ki fiiliyatta o bile mümkün olmamıştır Nihâyet çökmek zorunda kaldı İslâm ise realist bir sistem olarak, insan ve kâinâta hâkim olan ilâhî kânunların îcâbı husûsiyetleri dikkate alarak kâide koyar Bundan dolayı eskimez, eskimek ihtimâli de yoktur Bunun gibi sayısız misaller vardır Binaenaleyh bu misalden de görebildiğimiz gibi İslâm realist bir sistemdir İslâm her varlığın bir gâyeye göre yaratıldığını, bir hikmete mebnî yaratıldığını ve bu gâyenin gerçekleşmesi için de ilâhî olarak şartlandırılıp rûhî ve biyolojik yapıya mâlik bulunduğunu kabûl ediyor Onun hakkındaki hukûkî, ferdî nizamlamayı da o realiteyi dikkate alarak yapıyor O gâyeyi muhâfaza edecek şekilde onun hakkında kâide koyuyor “Din afyondur”, diyen Marksist sistem, bütün hâdiseleri iktisâda bağlar İslâm’ın da iktisâdî bir rolü ve yönü varsa da her şeyi iktisâda bağlamaz Marks, “Her fâilin, her işin altında iktisâdî faktör vardır” der ve kendine göre iktisâdî faktöre bir çâre bulmaya çalışır Freud da, “Her hâdisenin arkasında şehvet vardır Hattâ bir çocuğun anasının göğsünü emmesi bile şehvet sebebiyledir” der İşi oraya kadar vardırır İnsan ve cemiyet davranışlarının altındaki faktörü Marks “iktisâd”, Freud, “şehvet” olarak görüyor İktisâdî faktörün de, şehvetin de bir rolü vardır Fakat bunlar yüzde kaçtır? Kiminde %20’dir, kiminde %25’tir, kiminde %10’dur Fakat bunlar %100’dür derler Yanıldıkları birinci nokta budur İkincisi bunlar insana bir çarkın dişlisi gözüyle bakarlar Yâni bir çarkı çevirmek için bir yan dişler vardır İnsanı âlet hükmünde görür, insanın mâhiyetine çıkamaz Çünkü materyalisttir Rûhî yanları yoktur İslâm ise her şeye insandan başlar ve insanın mânevî yapısına göre onun problemlerini halleder Komünizmde olsun, diğer beşerî sistemlerde olsun insan birer sayıdan ibârettir Meselâ Marks’ın bunu önleyecek mânevî bir havası yoktur Çıkmaz sokakta çâre aramıştır Bütün insanları bir hizâya dizmek, bir düdük çalışta hepsini aynı şartlara hâiz kılmak istemiştir Meselâ “Bir fabrikada bir kişi, iki ay işçi olsun, iki ay şef olsun, iki ay fabrikanın müdürü olsun, iki ay fırında çıraklık yapsın, hamur yoğursun, iki ay kürekçilik yapsın, iki ay kasada dursun” der Bunun neticesinde ortaya çıkacak şey, köreltilmiş kâbiliyetlerden başka bir şey değildir Yere çizilen bir çizginin başında bütün insanlar dizilseler ve bu insanlar düdük çalınınca koşmaya başlasalar, enerjisi en fazla olan koşucu, diğerlerini geçer Öbür taraftan diğerleri o kadar efor sarf etmediği için geri kalır İşte bu sistemde enerjisi çok olanın hızlı koşmasının bir faydası yoktur “Ben de onlar kadar az efor sarf ederim, çünkü ben onlarla eşit görülüyorum, aynı menfaati görüyorum” der Halbuki dinde ise Allâh rızâsı vardır Gönüllere, hayırlı meşgûliyetlerde musâbaka hâlinde olmak ve bir ânı bile verimsiz geçirmemek şuuru yerleşmelidir İslâm, “Yarın kıyamet kopacağını bilsen, yine de bir ağaç dik” der Dünyevî menfaat iki noktada ele alınır Birincisi Allâh için, Allâh’ın rızâsına kavuşmak içindir Bunu komünizm kendi dâvâsı için başaramadı Çünkü istîdâdı olanlar istîdatlarını kullanmadı İhtisaslaşma mümkün olmadı “Bir adam bazen bankanın müdürü, bazen de işçisi olacak” denildi Bu taktirde ihtisaslaşmanın meydana gelmesi mümkün değildir Bu noksanlık Liberalizme ilk tâvizin verilmesini doğurdu Komünizmde en üstte olanlar, kafası kuvvetli olanlar yükseldiler Bunlar partili oldu Partili olanlar halkın üstüne yükü bindirdiler Kendileri üstün mevkide yerlerini aldılar Vapurda, trende, uçakta ve her türlü sosyal haklarda birinci sınıf mevkiler aldılar Devleti bunlar idâre ettiler Halkı istedikleri gibi kullandılar Komünizm, bir noktada liberalizme, kapitalizme döndü Kapitalizm de istîdatlara yön verme, istîdatlara inkişaf hakkı tanıma vaadleriyle çıkış yaptı “Memleketler kalkınacak, ileriye gidecek, sanâyi inkılâpları olacak, üretenler her şeyin en güzelini üretecekler, rekâbet başlayacak ve herşey halka en ucuz şekilde intikâl edecek, şu olacak, bu olacak vs” dedi Kapitalizm bu sloganlarla başladı Sonunda geldikleri nokta aynı oldu Zîrâ bu da değişik yönlerden istismâra açıktı Meselâ bir gözlüğü beş ayrı fabrika üretiyorsa bu beş fabrika birleşti ve on kuruşa mâl ettikleri gözlüğü aralarında anlaşarak biri 25 kuruşa, biri 24,5 kuruşa, diğeri de 25,5 kuruşa satmaya karar verdiler Bu sûretle çok kazanmanın haksız fakat kolay yoluna tevessül ettiler Bu sistem de zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasını getirdi Halk daha çok ezildi İslâm’da ise program insandan başlar Komünizmde mülk toplumundur, kapitalizmde fertlerindir İslâm’da ise ne toplumun, ne fertlerindir İslâm’da mülk Allâh’ındır Mal-mülk insana bir emânettir İslâm, ferdin mülkü kullanışını yönlendirir “Mülkü şu şekilde kullanacaksın” der Şimdi batılılarda, liberallerde “bırakın yapsın, bırakın geçsin” anlayışı hâkimdir Kazanan nasıl kazanırsa kazansın Altta kalanın varsın canı çıksın Gâye, ne yapıp edip kazanmaktır Rahat yaşamaktır Yâni nefsânî hayattı ikâme etmektir İslâm’da ise bu yoktur Âmme menfaatine ters bir hareket yapılamaz Bir israf ekonomisi kurulamaz Bir kozmetik, makyaj, süs piyasası kurulamaz Toplumun menfaatine olmayan bir müessese kurulamaz İsrafa, harama gidecek bir müessese kurulamaz İslâm, fertlerin mülkü kullanma hakkını tahdid edip şekillendiriyor İsraftan ve cimrilikten alıkoyuyor İslâm dâiresine giren herkes naslar, emirler doğrultusunda gitmeye, hayâtını tanzîm etmeye mecburdur İslâm insanın saatine bile bir nizâm verir İnsan, saatini tanzim etmeye mecburdur Bir ibâdet saati, bir de çalışma saati vardır İnsana bir dünyâ nizâmı getirir Bir içki içmeye zaman yoktur Bir kumar oynamaya, bir zinâya zaman yoktur İslâm insanın ihtiyaçlarını görür ve hepsini çârelendirir Netîcede ise İslâm’ın insan problemlerine getirdiği hâl çâreleri nefsânî hayâtı engellediği için Marksizmin nazarında din “afyon” olarak telâkkî edilir Marksizmde -sadece- ferdî ve ictimâî acıları dindirdiği için takdîrle karşılanan dîn, bu başarısını bir afyon gibi insanı uyuşturan, var olan sıkıntılarını yokmuş gibi hissettiren, dolayısıyla geçici bir aldanıştan ibâret bir hayaller zinciriyle(!) temin ediyormuş gibi takdîm edilir Dolayısıyla dînin getirdiği köklü çârelere karşı koyacak sağlam alternatifler geliştiremediği için bu noksanını ateist propagandalara sarılarak örtmek ister İnsanların vaz‘ ettikleri siyâsî, iktisâdî, ictimâî bilcümle doktrinlerin her biri temel prensiplerinde insanın saâdetini gâye ittihâz eder Hattâ bu şekilde dinler de îcâd edilmiştir Bu sebeple dinler menşe’leri itibâriyle ilâhî ve beşerî dinler olmak üzere ikiye ayrılmıştır Beşerî dinleri ikâme edenler, kendi kendilerine, yani Allâh tarafından vazîfelendirilmeden, semâvî dinlerin gâyesi gibi bir gâye tâkib ederek, insanları kendi temel düşüncelerine göre mes’ûd etmeye müteveccih kâideler koyarlar Bunlar beşerî telâkkîlerini, insanın saâdet ve selâmetini sağlayacak temel prensiplerini vaz‘ ederken, bir beşer tâkatinin ve bilgisinin îcâbına göre bunu yaparlar Halbuki Allâh Teâlâ, ilm-i küll sahibidir İnsanın zâhir ve bâtın, mâlûm ve mechûl, gizli ve âşikâr, kuvvet ve zaaf noktalarını bir kul olan diğer bir insanın onu yaratan kadar bilmesi mümkün değildir İnsanoğlu kendi bilgisi nisbetinde mükemmellik ifâde eden bir görüş, bir düşünce ortaya koyduğu halde, Allâh -celle celâlühû- ilm-i küll sahibi olarak insanın gizli ve âşikâr bütün husûsiyetlerini, zaaflarını ve kuvvetlerini bilir ve zaaflarının önüne engeller koyar, müsbet husûsiyetlerinin de gelişmesini sağlayacak emirler vaz‘ eder Bu bakımdan ilâhî bir ilimle tâyin edilmiş olan İslâm sistemi karşısında beşerî telâkkîlerin onunla mukâyesesi bile mümkün değildir İşte o ilâhî ilimle vaz‘ olunmuş olan İslâm, insan unsurunda, şu kavim veya bu kavim değil, müşterek olan temel, fıtrî ve tabiî temâyüllere göre kâide koyar Bu husûsiyetleri dikkate aldığı için eskimez, devri geçmez Bu minvâl üzere ilim ve sanatta da eskimeyen eserlere klasik (muhalledât) adı verilmiştir İnsan fıtratındaki değişmez vasıfları mevzu etmesi münâsebetiyle asırlarca, hattâ binlerce yıl aktüalitesini muhâfaza eder İslâm âleminde ehl-i sûfiyyenin eserleri de bu sahada mütâlaa edilebilir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sirruh-, Mesnevî ve diğer eserlerinde insan şahsiyetinde meknûz aşk, vecd, kin, nefret, ihtiras, hüzün, sürûr, huzur, sükûn gibi husûsiyetleri ele alarak insan hakîkati ve insanlardaki sırda derinleştiği için eskimez Beşeriyyetin rûhuna bir şifâ kaynağı olarak insan var olduğu müddetçe devâm eder İslâm, zaman ve zemîne göre değişebilen husûslarda ise hâle göre hareket etmeye imkân tanıyan mütehavvil hükümler koymuştur Yâhut böyle meseleler hakkında hiçbir hüküm koymayarak onu ictihâda havâle etmiştir İslâm, temel mantığını muhâfaza etmek şartıyla, insanların içinde bulundukları zaman ve mekâna göre hareket ederek doğru olanı tesbit edebilmeleri maksadıyla bunu gelecek nesillere bırakmıştır İctihâda bırakılan bu mes’eleler de insanın fıtratına, onun değişmeyen husûsiyetlerine tealluk eden şeyler değildir Meselâ mütehavvil ahkâma misâl olan Peygamber efendimizin saçlarını bâzen omuzuna kadar uzatıp, bazen de usturaya vurması bir sünnet-i mütehavviledir Duruma göre değişebilen bir sünnettir Peygamber efendimiz saçlarını eğer temelli usturaya vursaydı, soğuk bir iklîmde başının üşümemesi için saç bırakmak mevkîinde kalan bir insan mecbûren sünneti ihlâl etmiş olurdu Değişik iklîmlerde değişik sûrette hareket edilebilmesi için değişik tatbikât yapılmıştır ki her iki zümre de sünnete muhâlefet etmeden yaşayabilsin Bu ahkâmdaki tahavvüle bir misâldir Mütehavvil hükümler konulduğu gibi hiç hüküm konulmayarak, ictihâda havâle edilip, müctehidlerin bu işi halletmesini temin yoluna da gidilmiştir Ancak şu ahvâl-i mütehavvile bahsinde ehemmiyetli olan bir husus vardır Din beşeriyyetin önüne iki yol koymuştur Biri azîmet, diğeri de ruhsat yoludur Azimetle dînin sâlim olan, eslem olan prensipleri kastedilir Fakat hayatî zarûretlerde o prensibe riâyet etme güçlüğü karşısında onun kadar makbul, mergûb, mûteber olmasa da bir ikinci yola da müsâade sûretiyle -emir sûretiyle değil çünkü emir azîmettir- ruhsat yolu açarak hayatın fiilen vâkî olan güçlükleri karşısında dinin tatbik kâbiliyyetini artırır Evlilikte dörde kadar ruhsat bundandır Tek evlilik ise azîmettir Nikâh akdederken de “Allâh’ın emri peygamberin kavliyle” denir Buradan da anlaşılacağı üzere evliliği Allâh -celle celâlühû- emrediyor İslâm’da evlenmek, Allâh’ın bir emridir Çünkü neslin devâmı bu sûretledir Ancak bu bir evlilik içindir İlk evlilikten matlûb olan netice hasıl olmazsa -meselâ kadın çocuk doğuramazsa- onu boşamadan bir ikinciyi alabilirsin Çünkü hayâtî bir zarûrettir Cenâb-ı Allâh’ın nizâmında evlilik, kadının kadınlığından erkeğin istifâdesini tazammun eden bir akit olarak tarif edilir İslâm, bir kadının kocasına karşı mükellefiyetini cinsî olarak ona râm olmaktan başka hiçbir mecbûriyete tâbî kılmamıştır Yâni kadın, kocasının yalnız cinsî münâsebet arzusuna îtirâz edemez İslâm, bu mecbûriyetin dışında kadını, doğurduğu çocuğu emzirmeye bile zorlamaz Kadının evi içinde bundan öteki hizmetleri gönüllü bir fedâkârlıktan ibârettir Bu da gösteriyor ki İslâm’da ahkâm realite dikkate alınarak konulmuştur Çünkü İslâm, insan tabiatında zaman ve mekâna göre değişmeyen üç kuvvet ve temâyül kabul eder: a-Kuvve-i akliyye, b-Kuvve-i bedeniyye, c-Kuvve-i şeheviyye Bunların her üçünün de ifrat, tefrid ve vasatının sınırlarını tâyin eder İfratını da tefritini de merdud addederek İslâm’ın emri çerçevesi içine girenin îtidal noktası olduğunu söyler Kuvve-i şeheviyye de insan tabiatında mevcûd olan fıtrî temâyüllerden biridir Binâenaleyh bunun tatmini de hayâtî bir zarûrettir Bunu dikkate almak realiteyi dikkate almaktır Hristiyanlık bunu inkardan hareket ederek, insandaki bu tabiî meylin hiç görülmemesini tervîc eder İdeal insanın evlenmeyip, dünyâdan el etek çekmek sûretiyle yaşamasını takvâ sayar Bunun için Katolik papazları evlenmezler Gûyâ kadına kalbini vermeyecek de kalb Allâh -celle celâlühû-’ya âit olarak kalacak Râhibeler de kalplerinin yalnız Hazret-i Îsâ’ya âit olduğunu ve âhirette onunla evlenecekleri düşüncesiyle evlenmezler Halbuki bu fıtrata muhâliftir Fıtrat ise iptâl edilemez Ancak yönlendirilebilir İslâm da bu fıtrî meyli hayra kanalize etmeyi, temâyüllere istikâmet vermeyi tahakkuk ettirmiştir Bu misâlden de anlaşılacağı üzere İslâm’dan başka bir sistemin insanlığın ihtiyaçlarını görüp tatmin edemeyeceği ve onları saâdete ulaştıramayacağı hakîkati, tebârüz etmektedir Hıristiyanların iddiâ ettikleri gibi kalbin bir kadına takılıp kalması yahut bir kadının kalbinin bir erkeğe takılıp kalması, onu putlaştırması tehlikesi ve muhabbetullâha bu yüzden onun engel olduğu iddiâsı yanlıştır İslâmiyet bu bakımdan bir kahramanlıktır Bu kahramanlığın birinci tezâhürü irâdeye teallük etmez, kalbe, hissiyâta psikolojiye tealluk eder Kadını erkek sevecek fakat ona takılıp kalmayacak Onu ilâhî vuslat yolunda bir basamak, muhabbetullâha ulaşmada bir antreman gibi addedecek Burada bir de üstad ve mürşid muhabbeti de vardır İşte Hıristiyanlar bu basamakta takılır kalırım diye korkuyor İslâmiyet ise “Sen muhabbetullâh uğrunda, vâsıl-ı ilâllâh olma aşkına bu riske gir fakat bunu aş ve Leylâ’dan geçerek Mevlâ’ya ulaş” diyor Kadını putlaştırmak asıl İslâm’da merduttur Kadının da kocasını put yapması aynen merduttur Ama putlaştırmaksızın sevmesi makbûldür Karı kocanın şakalaşması da bu yüzden ibâdettir Allâh -celle celâlühû- katında nafile ibâdetlerden de makbûldür Çünkü âileyi bağlar Neden bir kadına başka erkekler, bir erkeğe de nikâhı altındaki kadın dışındakiler haramdır? Hattâ neden alâkayla bakmak bile haramdır Çünkü bütün sevme gücünü erkek kendi âilesine; kadın da aynı şekilde kendi kocasına tahsis etmelidir Bir adam sokakta yemek yerse, eve gittiğinde önüne baklava konsa iştahsız olduğu için, yemek istemez Cinsî temâyülleri de başka yerlerde tatmin eden erkek, kendi karısına karşı iştahsız ve alâkasız, kadın da kocasına karşı aynı şekilde olacağı için o iştahın kâmil mânâda mevcut olması ve birbirinden tatmin olması ve bunun neticesinde de âilenin kuvvetli olması için bu haram konulmuştur İnsanın saâdeti içindir Hikmeti budur Yoksa, hâşâ, Cenâb-ı Hakk’ın kaprisi değildir İnsana “Cinsî bakımdan tatmin olma!” demiyor Sana “Bir yuva içinde tatmin ol, sebepler mecbûr bırakırsa isterse iki, üç taneyle, isterse dört taneyle olsun” diyor Bir aile yuvasında karı kocanın birbirine duyduğu tüm alâkalar o yuvayı ve dolayısıyla âile mefhûmunu kuvvetlendirici bir unsur olarak kabul edilmelidir Demek ki Hıristiyanlar’ın iddiâları yanlıştır İslâm’a göre oraya takılıp kalmak âciz insanların işidir Tatmin olup doyduktan, işbâ hâline geldikten sonra, kalben onun bir merhale daha üstüne çıkmak lâzımdır Kalb, ham toprak gibidir Ham toprakta iyi bir ziraat olmaz Onun için muhabbetullâha karşı da kalp ham toprak gibidir Evvelâ âile ile, sonra çocuk ile o bir hazırlık geçirir O toprak muhabbetullâha istîdat kazanır Bunun için İslâm evliliği emretmiştir Bunda hiç şüphe yoktur Bu emri kabul edip de îfâ etmemek, insanı dinden çıkarmaz Nihâyet bir hatâdır Çünkü bizim îtikâdımızda, ehl-i sünnet îtikâdına göre amel, îmandan bir cüz değildir Amelsiz de mü’min olunur Allâh’ın emrettiğini emir olarak kabul etmek, nehyettiğini de yasak olarak kabul etmekle bir adam mü’min olur Îmânın şartı, Allâh’ın hak dediğine hak, bâtıl dediğine bâtıl demek, bunu dille ikrâr etmek, kalb ile tasdîk etmektir Fiilen îfâ etmek ayrı bir mes’eledir Bir adam oruç tutar, namaz kılmaz Nihâyet feyz-i mânevîsi eksik kalır Namaz kılmıyor diye orucu makbûle geçmez zannedilmemelidir Amel kâbil-i tecezzîdir Amel îmandan bir cüz değildir Çünkü Cenâb-ı Allâh insan saâdetini ifâde ederken “İnsanoğlu muhakkak hüsrandadır” diye umûmî bir hükümle meseleyi vaz‘ ettikten sonra istisnâları “illâ” diye zikrederken “halbuki îmâna dâhil olsaydı” ile bitirir “O kimseler ki îmân ettiler onlar müstesnâ” buyurur Amel îmândan bir cüz değildir Buna göre bir adam “sakal sünnettir” deyip bunu kabul etmekle berâber “ben yapmadım değil, yapamadım” derse bu bir kusurdur fakat îmâna zararı yoktur Beşer kusursuz olmaz Yalnız enbiyâ mâsumdur Elinde imkânı olmadığı için evlenemeyene bir vebâl yoktur Enbiyâdan da evlenemeyenler vardır Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bekâr ölmüştür Onun ayrı hikmetleri vardır Dâvâyı bâhâne ederek evlenmemek doğru değildir Evlilik üzerine söylenecek söz çoktur ama temel esas İslâm’da bekârlığın merdut olduğudur Velhâsıl İslâm, realist olduğundan insan tabiatındaki değişmeyen husûsiyetlere göre kâide koyar ve bundan dolayı da eskimez Çünkü iki bin sene evvelki insan neyse bugünkü insan da temâyülât-ı tabîiyyesi itibâriyle odur ` İslâm, insan gerçeğini hesâba katarak kâide vaz‘ eder Kurân-ı Kerim de birden bire nâzil olmamıştır İnsan fıtratına uygun olarak tedrîcen yirmi üç yılda indirilmiştir Peygamberler, insanlar temiz fıtratlarını bozduklarında gelir Câhi-liyye dönemi insanına baktığımızda bu durumu görmemiz mümkündür İnsanlar namuslarını düşünerek çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlar fakat daha büyük musîbete dûçar oluyorlardı Bir insan borcunu ödeyemediği zaman ona fâizi de ekliyorlar Yine ödeyemezse sonunda borçluyu köle olarak kullanıyorlardı Ve o köleyi istediği gibi kullanır, kesse de kimse niye kestin, demezdi Fıtrat hilâfına, çok kocalı kadınlar vardı Kadın çocuk doğuruyor, çocuğun kime ait olduğunu anlamak için erkekleri çağırıyorlar, kime benziyorsa çocuğu ona veriyorlardı İslâm böyle bir topluma geldi ve onları ıslâh etti İslâm her meseleyi çözümleme yoluna gitmiştir Koyduğu hükümlerle fiiliyâtın mutâbakatini şart koşmuştur İçkiyi yasak etmiştir, bunun yanında toplum içerisinde içki yapımını yasaklamıştır Kumarı yasaklamıştır; kumarhanelere de izin vermemiştir Zinayı haram kılmıştır; evlenmeyi teşvik etmiştir İslâm tek evliliği tavsıye etmiş, teaddüd-i zevcâtı ise bazı şartlara bağlamıştır İşte peygamberler böyle dönemlerde geliyorlar ve insanları felâha erdiriyorlar Herşeyin âhenk içerisinde yürüdüğü, fıtratların selâmet üzere bulunduğu, hak bir dînin hâkim olduğu dönemlerde yeni bir ahkâm ikâme etmek iddiâsıyla bir hak peygamberin geldiği görülmemiştir Dâimâ bir zulüm ve sapkınlık üzerine gönderilmişlerdir Zîrâ İslâm, ihtiyâçları gören ve sistemini cemiyet gerçekleri üzerine kuran bir dindir İslâm dini 1400 sene önce gelmiştir Kıyâmete kadar da devam edecektir İnsan ve hayata intizâm veren İslâm, bu zaman zarfında ortaya çıkan mes’elelerin çözümünde içtihadlardan istifâdeyi tasvîb eder İctihâd; din âlimlerinin Kur’ân ve sünnete dayanarak bazı görüşler belirtmesidir Meselâ: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Mekke’de içki haramdı O devirde esrar ve eroin gibi şeyler henüz bilinmiyordu İslâm âlimlerince bazı kıyaslar yapılarak bunların da haram olduğu hükmünü çıkarmışlardır Serâhsî, hanefî fıkhını yazan zâttır Mebsûd adlı eseri vardır Hapse atıldığında o bir kuyu şeklindeki zindanın içinden talebelerine ders anlatır onlarda yukarıda halka olmuş şekilde söylediklerini kaydederlerdi Kitap-deftersiz ve katalogsuzdu Bu onun kapasitesini gösterir İctihâd da Kur’ân ve Sünnete dayanarak yapıldığı için kapasite önemlidir |
İslâm Dünya Görüşü |
08-02-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya GörüşüE-İRÂDECİLİK VEYA VOLANTARİZM PRENSİBİ Fâil-i mutlak Allâh -celle celâlühû-’dur Hiçbir insan doğum tarihini kendisi belirleyemez Ne doğduğu yeri ve zamanı, ne de öleceği yer ve zamanı tayîn edebilir Herkesin üstünde tesbîti zor olan bir kader çizgisi vardır Kâfirler îmânın altı şartını yalnız biri dışında inkâr eder O da kader inancıdır Kadere fiilen inanmayan kimse yoktur Kaderi inkâr edenler bile ismine kader demese de “şansım yokmuş, kısmetim varmış” gibi ifâdeler kullanırlar ki bu da insan üzerinde bir takdîr kaleminin oynadığını kabûl etmenin bir alâmetidir İslâm irâdeye ehemmiyet veren bir dindir Otomat bir insan anlayışını kabul etmez Cenâb-ı Hakk’ın insana vermiş olduğu cüz’î irâde sebebiyle insanı mes’ûl tutar Fakat bu irâde kader sırrının içinde gizlidir ve idrâki aklın tâkatinin üstündedir Kulun irâdesi vardır fakat kulun irâdesinin mâhiyetini, şeklini, boyutlarını bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir Neden? Çünkü bizim aklımız onu kavrayacak şekilde programlanmamıştır Eğer aklımız onu kavrayabilecek nitelikte olsaydı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında bir izâhatta bulunurdu Bir tiyatroda bir oyun oynansa karışıklık çıkmaz İki oyun oynansa oyunlar birbirine karışır Fakat üç oyun oynansa hiç birinden bir şey anlamayız Oysaki dünyada sayısız oyun kaderin elinde bir anda oynanmaktadır Ne kadar çok ölüm olursa o kadar doğum olur Ve bunlar için ne kadar yiyecek lazımsa toprak o kadar mahsûl verir Hayvanlar insanların doyacağı kadar ürer vs Kuyumcularda hassas teraziler vardır Bunlarla altın tartılır Bununla kişi ıspanak veya demir tartabilir mi? Tartamaz, çünkü o terazinin de bir kapasitesi vardır, bunu aşınca aklı şaşar ve bozulur İnsan da aklın sınırlarını zorlayacak hâdiseler karşısında âcizdir Kâinatta her şeyi Allâh takdîr eder Ancak Allâh’ın takdîr ettiği bu sâha içinde kula muhayyerlik, tercih selâhiyeti verilen bir alan vardır Kula, mücâzât veya mükâfat verilmesi ancak bu alandaki yaptıkları sebebiyledir Bunun için kader iki kısımda mütâlaa edilir: a)Kader-i Mutlak b)Kader-i Mukayyed Kader-i mutlakta kula ne mücâzât ne de mükâfat vardır Anne-baba çocuğuna bir elbise alsa, o çocuğu kaliteli veya âdî bir elbise almışsın diye kimsenin takdîr veya tenkîd etmeye hakkı yoktur Çünkü onun o elbiseleri almada bir irâdesi yoktur Onların alınmasında temel müessir paradır Anne-baba dilerse bu parayı vermez ve elbiseyi almaz Zîrâ bu bir hak değil lutuftur ve lutuf, tamâmen lutfedenin arzûsuna tâbîdir Fakat anne-baba parayı çocuğa verirse çocuğun aldığı elbise hakkında müsbet veyâ menfî tenkîd edilmesi mümkündür Bu durumda çocuğun hata etmeye de isâbet etmeye de ihtimâli vardır Bu, onun tercihine bağlı olduğu için netîcesinden mes’ûldür Allâh’ın da insana verdiği irâde sebebiyle insanın hata yapma ihtimâli böylece ortaya çıkmış oluyor Ancak insan bu irâdeyi kullanmaya ehliyeti olduğu için mesûldür Allâh, insana irâde vermekle onu hukuka muhâtab kılmıştır Yukarıdaki örnekte parayı kullanan çocuktur İyi kullanırsa baba aferin der, kötü kullanırsa dayak atar Çocuk parayı aldıysa bu netîceleri hesaplayarak hareket etmek zorundadır İslâm’da sırf kuru akılla çözülmesi hayli müşkil olan girift, derin, zorlu ve devâsa meseleler vardır İslâm dışı güçlere karşı, yeterli derinlikte bir ilim, keskin zekâ ve kuvvetli bir mantık olmadan müdâfaası kâbil değildir İslâm’da fâiz, mürtedin îdâmı bunlardandır Fakat belki en ağır olanı kader mevzûudur Bir baba yeni yürümeğe başlayan çocuğunu iki-üç adım ötesine koyar Sonra “Gel bana, gel bana!” der Çocuk kendisine gelince de çocuğu kucağına alır Çocuğu bir iş yapmış gibi sever, hem çocuk hem de kendisi sevinir Çocuğun babanın kucağında olması matlûb idiyse o zâten kucağında idi Niçin çocuğu iki adım ileriye koydu? İnsanların cennete tekrâr gelmeleri matlûb idiyse insanlar zâten cennette idi -Hâşâ ve kellâ- insan, Allâh’a; “Madem ki, cennet matlûb idi, niçin bizi esfel-i sâfilîne attın?” diyebilir Bu durumu şöyle îzâh edebiliriz: Babasından mîras devralarak zengin olan bir kimseye “Âferin, sen zengin oldun, zenginsin!” demek alay olur Bir adam ki, servetini kendisi biriktirmiş O adamın malı, miras devralan adamın malının %1’i bile olsa aynı sözler onun için takdîr yerinde olur Çünkü işin içinde sa’y vardır Cenâb-ı Allâh, insanlar için cennette bulunma daha şerefli olsun diye onları dünyaya göndermiş, aynen çocuğu iki metre öteye koyup “Gel bana!” demek kabilinden, cenneti kazanmaya medâr olacak bir takım amellere muktedir olmaları için dünyaya tard etmiştir Aynı ağacın gölgesinden bin tane gölge üst üste konsa bir cesâmet oluşturmaz Bir tohumun içinde kıyamete kadar meydana gelecek meyveler saklıdır da bu, tohumun cesâmetini artırmaz Âdetâ bilgisayar bu gün bunu îzah etmeye yarar Bilgisayar gibi yahut bir tohumun bünyesinde meknûz olan bir istîdâd olarak yazılmış olan levh-i mahfûz gibi tüm insanlık o tohumun içine yazılı idi Hepimiz Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsiyetinde yazılmış idik Eğer dünyaya tard ve teb‘îd edilmeseydik Âdem -aleyhisselâm-’ın zürriyetinde yine meydana gelecek ama cennette yaşayacaktık Melekler gibi acıdan-sızıdan âzâde olacaktık Fakat Cenâb-ı Hak, meleklerin yanı sıra bir de hayra ve şerre istîdâdı olan nefse mâlik bir grup varlık yaratmak istemiş, bundan dolayı da insanı yaratmıştır Böylece O’nun murâd-ı ilâhiyyesi sonucu biz dünyaya geldik Halbuki biz dünyaya Âdem -aleyhisselâm-’ın zellesi sebebiyle geldiğimizi düşünüyoruz Allâh, bizim istihkâk ile cennete girmemizi murâd etmiş bunun mantıkî bir izâhı olsun diye de Âdem’i zelleye sürüklemiştir İnsan, Hazret-i Âdem’in zellesi sebebiyle dünyaya geldiğini ve artık ameller ile cenneti hak etmek mecbûriyetinde olduğunu düşünür Ancak ibâdetler de cenneti kazanmaya yetmez Bunun için hiç kimsenin ameline güvenmemesi gerekir Herkes Allâh’ın in‘âm u ihsânıyla cemâlullâh’ı temâşâ edebilir Fakat Allâh, kuluna bu ihsânı, ikrâm etmek için vesîle arıyor ki insan bu şartı yerine getirmiş olsun Basîretin bağlanmasıyla insan kasıt ve irâdesi olmadan teşekkül eden fiile zelle diyoruz Bunun için Hazret-i Âdem unutarak yedikleri şey sebebiyle dünyaya indirildi Hazret-i Âdem’in bu yaptığı bir zelledir Fakat ona unutturan basîretini kapatan murâd-ı ilâhîdir Biz neden murâd-ı ilâhî böyledir, diye soramayız Bize düşen onun öyle olmasının hikmetini aramaktır ki bu hikmet de Cenâb-ı Hakk’ın, “Kullarım cennette daha şerefli olsun, bu oluşta da kendi istihkâk ve çabaları rol alsın, ve kimin cenneti kazanıp kazanamayacağı belli olsun” şeklindeki murâd-ı ilâhiyyesidir Âdem -aleyhisselâm-’ın o zelleye sürüklenmesinin asıl sebebi, insânın istihkâk ile cennete dönmesinin murâd edilmesidir Bu istihkâka mukâbil iki büyük nîmet vardır 1) Cennet: İnsanlar, maddî âlemden aldığı intibâlarla düşündüğünden Cenâb-ı Allâh, cenneti bağlar, bahçeler olarak tasvîr eder Halbuki biz “teammuk”u terk ederiz Bize nasıl bildirildiyse öyle kabul ederiz Onun ötesine gitmeyiz Bu âlemdeki intibâlarla düşünenler için en mükemmel cennet tasvîri; akarsular, yiyecekler, içecekler, bağlar, bahçelerle tavsîf edilebilir Biz bunları hayal ederek, âlemden aldığımız intibâlarla bu kadar anlayabileceğimiz için Cenâb-ı Allâh, hakîkati kendisine âit olmak üzere bu tasvîrleri yapıyor Çünkü bu âlemde varlık iki türlüdür: a- Âraz; renk, sıcaklık gibi ancak maddenin îzâhında kullanılan tavsîfî unsurlar b- Cevher: Kendisi bizzat var olanlar Gözümüz olmasaydı, rengi bilebilir miydik? Burnumuz olmasaydı kokunun varlığını idrâk edebilir miydik? Belki nice varlıklar var da bizde onları idrâk edecek meleke bulunmadığı için biz idrâk edemiyoruz Cennette ses, renk, sıcaklık gibi dünyevî arazların trilyon katı kadar araz vardır İşte bu ufuk içersinde cenneti düşünmemiz gerekir O zaman da bu cennet gibi bir nîmetin istihkâk ile elde edilemeyeceği idrâk edilebilir 2) Ru’yet-i Cemâlullâh: Allâh’ın cemâlini görmektir Nîmetlerin en üstünü, zirvesi “Ru’yet-i Cemâlullâh” tır Ehl-i sünnete göre ayın on dördü gibi berrak bir sûrette görülecektir Bunu söylemek Allâh’a şekil ve sûret izâfe etmek değildir İnsan idrâki bu dünyadan aldığı intibâlarla düşündüğü için mecbûren bu kelimelerle ifâde edilmiştir Yoksa keyfiyeti kendine ait olmak üzere Allâh’ın zâtını göreceğiz Fakat bunun keyfiyeti bildirilmediği için biz de keyfiyet tayînine kalkışmıyoruz Çünkü bu hususta ne söylersek yanlış olma ihtimali vardır Bunun için bu hususta îmâl-i fikr etmemek aklın en büyük edeblerinden biridir İnsanı irade sahibi bir varlık olarak kabul eden İslâm bu iradeyi beşere ruhlar aleminde Cenâb-ı Allâh’ın izâfe ettiğini kabul ediyor Cenâb-ı Hak, yarattığı zaman ruhlara sordu: “–Ben sizin Rabbiniz değil miyim” Bunun mânâsı Allâhu Teâlâ’nın insanı bir hukuk süjesi olarak, hukûkî bir şahsiyet olarak akde ehil, irade sahibi bir muhâtab kabul ettiğidir Rûhlar Cenâb-ı Hakk’ın bu suâline “Belâ” demekle mesûliyetini kabul ettikleri bir mukâvele akdetmişlerdir Cenâb-ı Hak ezeldeki bu ahd ü mîsâkı da hacerü’l-esvede yazdırmıştır ve bu mukâveleyi de dünyâya indirdiği insanın ardından göndermiştir Hacca gidip hacerü’l-esvedi öperek ona el-yüz sürmemizin hikmeti ezeldeki mîsâkı, ahdi, yenilemek mânâsına gelir İrâdesi olmayanın hakları ve borçları da olmayacağından bir hukûkî mukaveleye muhâtab olması söz konusu olamazdı Rabbu’l-Âlemîn şâyet irâde vermemiş olsaydı, bu; onun “Adl” sıfatıyla çatışan bir keyfiyet olurdu Cenâb-ı Allâh, insanları ilm-i ezelisiyle -ebedî olarak- cennette yaşamaya memur etmeden önce dünyâya göndermeyi ve onların iktisâblarının, verdiği bu nîmetleri nasıl kullanacaklarının -kendi bildiği halde- gene insanlar için zâhir olmasını murad etmiştir İnsanı irâde sâhibi bir mahlûk olarak kabul etmediği için Cebriye bizim itikadımızda merduttur Allâh, kulun ne yapacağını bilir Ona “şöyle veyâ böyle yapacaksın” diye cebretmez Serbest bırakır İnsan, muhayyer olan bir adamın hangi işi tercih edip yapacağını yaptıktan sonra bilebilir Yapılmadan önce onun bilinmesini cebir gibi düşünür Halbuki Allâh Teâlâ için bir fiili yapılmadan bilmek, insanların o fiili yapıldıktan sonra bilmesinden daha kolaydır Cenâb-ı Hak kendisinin tâyin ve takdîr ettiklerinden -ki buna kader-i mutlak denir- mes’ûl tutmaz Allâh’ın kendi murâd-ı ilâhiyyesi îcâbı olarak mes’ûl kılmak istediği mahlukâtı ins ve cindir İnsanlar ve cinlere hayır ve şer hakkında tercih hakkı verilmiştir Hayrı da şerri de işleme istîdât ve iktidârı vermiştir Bunu da eşit miktarlarda vermiş değildir Ne kadar vermişse o kadar mes’ûl tutar Ama Cebriye’nin iddia ettiği gibi insan kader-i muallak olan fiilleri dahî cebrî olarak îfâ etmez İnsanın fiillerinde mecbûr olduğu istisnâlar kader-i mutlak olan fiillerdedir ki bundan mes’ûl tutulmaz Kader-i muallak olan işlerde ferdin elinde bir irâde ve ihtiyâr vardır Bu şuna benzer: Bir çocuğu alıp oyuncakçı dükkanına götürerek: “–Oğlum sana bir oyuncak alacağım, buradan bir oyuncak seç” desen ve çocuğa merhametin îcâbı oyuncakların fâideli ve zararlı olanlarını îzâh sadedinde: “–Oğlum bak bu çakı, bunu alırsan îcâbında elini kesersin Bu şudur, bunu alırsan gözünü patlatırsın, bak bunu alırsan bununla güzel eğlenirsin, hem tehlikesi de yoktur” dediğin halde netîcede çocuk, gidip de kendisine zarar verme tehlikesi olan bir oyuncak seçer veyâ îkazlarını dikkate alarak böyle bir zarardan sakınır İşte yapılan bu îkâzlar, Allâh’ın insanı akılla, idrakle, iz’ânla techîz etmekten maâda bir de peygamberân-ı izâm göndererek, onların tâkipçisi ulemâ göndererek hayır ve şer husûsunda senin irâdene yardımcı olma gibi bir ameli îfâ etmesine benzer Peygamberân hazerâtı hayrı-şerri, kârı-zararı bildirmek için vardır Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin büyüklüğündendir ki, seni yalnız akıl, iz’ân ve idrâkle techîz etmekle kalmıyor, buna ilâveten bir de doğru yolu gösterecek insanlar gönderiyor Peygamberleri nâdiren, ulemâ ve evliyâyı ise lâ-yenkatî, kesintisiz gönderiyor Sancılı devirlerinde bile bu memlekette emr-i bi’l-ma‘rûf, nehy-i ani’l-münkerde bulunan âlimler var olmuştur Cenâb-ı Hakk inkıtâsız bu vazîfeyi îfâ edecek Bedîuzzaman Hazretleri gibi üstadlar göndererek az veya çok bu vazîfeyi îfâ ettiriyor Bu yol gösterici yardımlara ve îkâzlara rağmen, çocuk gider de kötü bir oyuncağı seçerse Mevlâ-yı Müteâl de ona tercihinin tahakkuk etmesi imkânını veriyor ve âdetâ “Peki o halde, al o âleti, çıkar gözünü ve gör başına geleni” diyor Dilerse de imkân vermiyor İmkânı vermediği zaman çocuğun o tercihi bir işe yaramıyor Kulun arzu ettiği bâzı şeylerin olmaması, Allâhu Teâlâ’nın merhametiyle o fiile Hâlık sıfatıyla değil, insanın irâdesinin gerçekleşmesine imkân tanımamakla dâhil olarak mânî olması mânasındadır Suyu baştan kestiklerinde, insanın musluğu çevirmesi bir işe yaramaz Elektrik ceryanını santralden kestiklerinde, kişinin düğmeye basması elektriğin yanmasını sağlamaz Bir oluşta Hâlık sıfatıyla Allâh’ın irâdesinin, mahluk sıfâtıyla da mahlûkun bulunması, bu ikisinin cem‘i gerekir Ama mahluk sıfatıyla da olsa ferde bir hak tanınmıştır İşte bu insan ve cinni irâde sahibi bir varlık kabul etme keyfiyetini ifâde eder İrâdecilik (volantarizm) prensibi budur Eğer bu irâde akıl hastalığı gibi herhangi ârızî bir sebeple selbolunmuşsa o kişi mes’ûliyetten kurtulur Çünkü irâde ve ihtiyâr elinden gitmiştir Fakat irâde ve ihtiyârı kendi irâde ve ihtiyârıyla selbedilmişse mes’ûliyeti bâkî kalır Meselâ, içki içerek eğriyi doğrudan ayırd edemez hâle gelen biri adam öldürdüğü “Ne yapalım, aklı başında değildi, irâdesi yoktu, mâzurdur” denmez Çünkü irâdesini kendi eliyle iptal etmiştir Fakat kendi aklını kendi iradesiyle iptal etmemiş olan bir akıl hastası, cinâyet işlediğinde adlî tıbba gönderilip hakkında “Şuuru muhteldir” şeklinde hükm verilirse cezâ düşer Hâlihazırdaki cezâ kânununun 46 maddesine göre cinâyeti işlediği anda şuuru mutlak olarak muhteldir denirse 12 ay müşâhede altında kalır ve mes’ûl olmaz Resmî kânunda böyle olduğu gibi İlâhî nizamda da böyledir İnsan, kendi irâde ve ihtiyârıyla, irâde ve ihtiyârını iptal etmiş ise mes’ûliyeti bâkî; kendi irâde ve ihtiyârı dışında irâde ve ihtiyârı selbolunmuşsa mes’ûliyeti mürtefîdir İslâm, normal şartlarda ins ü cinni irâde sahibi bir varlık ve bu irâdenin de kendisine ezelde bir mevhibe-i ilâhî olarak verildiğini kabul eder ve bundan dolayı insanın hayrına mükâfât, şerrine mücâzât mevzubahis olur Bunun sebebi irâdedir Eğer insana hayrı veyâ şerri işlemesi husûsunda kendine tanınmış bir selâhiyet ve iktidâr mevzubahis olmasaydı ne mükâfât ne de mücâzât gerekli olurdu Lâkin bu irâde de hadsiz hudutsuz sanılmasın Köpek gezdiren insanlar görürsünüz Köpeğin sahibi köpeğine ister iki metrelik bir tasma alır, isterse dört metrelik bir tasma alır Ama bir köpeğin kilometrelerce uzunlukta tasması olmaz Bu köpek iki metrelik mesâfeyi isterse sahibinin önünde, isterse arkasında, isterse sağında, isterse solunda kullanır Ama ip iki metreyse onu oniki metreye çıkaramaz O, sahibinin irâdesine bağlıdır İşte ins ü cinn bu misaldeki köpeğe benzer Bize mahdut bir selâhiyet verilmiştir Kulların da boynunda bir tasma vardır İki metre veyâ oniki metre, ne kadar takdir edildiyse o kadardır Bunu artıramaz Köpeğe tasmayı takan sahibi gibi Kudret-i İlâhiye de insana bir iktidâr vermiştir Verdiği bilcümle iktidarlar hudutludur Mesûliyetin de onun mümkün kıldığı çerçeve ile sınırlandırılmıştır Yoksa tasma uzunluğu dört metre olan köpek, “Niye sahibinin on iki metre önünde değil?” diye muâheze edilemez Biz de aynı durumdayız ` Şeyh Muhammed Nûru’l-Arab’ı, irâde-i cüz’iyyeyi inkâr ediyor diye Sultan Abdülhamid’e şikâyet ettiler Şeyhi, huzur derslerine çağırdılar Sultan Abdülhamid âlimlere müzâkereler esnâsında bunun Şeyh’ten sorulmasını emretti Müzâkere esnâsında âlimler sordular: “–Efendim, siz irâde-i cüz‘iyyeyi inkâr ediyormuşsunuz, bu doğru mu? Şeyh de cevâben: “–Evet, irâde-i cüz‘iyyeyi kabul etmiyorum, ama herkes için değildir” der Bunun üzerine âlimler: “–Bu nasıl olur?” diye sorarlar Şeyh de: “–Ben sokakta elimi ister cebime sokar, ister önüme bağlarım İstediğim yöne giderim Ama burada huzûr-ı şahânedeyiz Ben şimdi müsâade edilmeden kalkıp gitme selâhiyetini hâiz miyim? Hayır İşte gördüğünüz üzere hürriyetim tahdide uğradı Ben ne yapabilirim şimdi Mendilimi çıkarıp burnumu bile silemem, zirâ ayıptır Ama elimi istersem dizimin üstüne koyarım, istersem kenarda tutarım Bana kalan iş çok cüz’îdir, hattâ yok denecek kadar azdır Huzûr-i İlâhî’de olduğu idrâki içinde olan bir insan için irâdesi var, denilemez O kadar azdır En büyük hürriyet ve en fazla irâde sâhipsiz köpeklerde vardır Onlar nereye isterse gider, nerde olsa yatar-kalkar Ama huzûra gelen irâdeyi kaybetmiştir, huzûrunda bulunduğu şahsın irâdesine tâbîdir Ben, irâde-i cüz’iyye huzûra ermiş adamlarda yoktur diyorum hocalar!” dedi Cevâb, müzâkereleri kafes ardından tâkib eden Sultan Abdülhamid’in çok hoşuna gitti ve münâkaşa bitti Îtidâl Gözlerin ve kulakların bir tâkati olduğu gibi beynin de bir tâkati vardır Göz ışıkta görür, karanlıkta göremez Ama ışık, belli bir haddin üstüne çıktığında o zaman da göz görmez olur Zıddına inkılâb eder Şunu bir döviz gibi ezberlemelidir ki zıtlar birbirini tamamlayan iki yarım dâire gibidirler Birinin bittiği yerde diğeri başlar Onun için İslâm ifratlardan sakındırır Çünkü bir şeyin hadd-i âzamîsinde onun zıddına geçmek çok kolaydır Muhabbetin âzamîsinden nefrete, nefretin âzamîsinden de muhabbete kolay geçilir Onun için “hayru’l-umûri evsatuhâ” yani «Her şeyin vasatı hayırlıdır», buyurulmuştur Bizim gözümüz de vasat aydınlıkta görür, az ve çok aydınlıkta göremez Kulağımız da vasat bir sesi duyabilir Çok düşük bir sesi duyamaz Çok yüksek bir sesi de duyamaz Kulak zarı patlar, ses sıfır olur Beyin de böyledir İnsanın beyni de vasatı kavrar Vasatın fevkalâde üstüne çıktığı zaman tâkatini aştığı için fonksiyonu sıfırlanır Yine buradan baktığımız zaman Amerika’yı göremiyoruz Çünkü kürre-yi arz yuvarlaktır ve arada dağlar vardır Fakat dünya dümdüz olsa yine o mesafeyi görmek insan gözü için mümkün değildir Bir çölde ufka baktığınızda en fazla on veya on beş km görebilirsiniz Halbuki hiç dağı bayırı olmayan ve elli km devam eden bir düzlükte elli km’yi göremezsiniz Zîrâ gözün tâkati biter İşte bunun gibi beynin de bir tâkati vardır Bir muallim tahtaya iki nokta koyar Bu iki nokta arasındaki en kısa mesâfe doğru çizgidir, der Çizginin ucunu açık bırakır o sonsuzu temsil eder Halbuki bu çizgi tahdidlidir Çizgiyi devâm ettirirsen tahta biter, tahtayı devâm ettirsen duvar, duvarı devâm ettirsen dünyâ biter Ama buna sonsuz denir İnsan aklının sınırlı idrâki, sonsuzun kavranmasını işte böyle kavrayabildiği bir şeyin müsâade edebildiği parça arasında gördüğü mantıkî teselsül ve tezatsızlığı hayâlinde sonsuza kadar devâm ettirerek temin eder Tabiat, bir takım ilâhî kânunlarla şartlandırılmıştır Normal basınç altında saf su kaynatıldığı zaman, yüz derece harârette buharlaşır Laboratuarda bir, beş, on veya bin suyu tecrübe etsen netice değişmez Hararetin belli bir derecesi vardır Ona kimisi yüz der, kimisi de yüz seksen Halbuki aynı şeydir Ölçü, suyun kaynama derecesidir Diğerleri aynı şeyi ifâde eden farklı birimlendirmelerdir O halde materyalistlere şunu sormak gerekir ki; yüz derecede buharlaşan sulardan ancak bir kısmını müşâhede edebilmiş, laboratuarda isbat edebilmişken, suların tümü hakkında bu hükmü nasıl verebiliyorsunuz? Hakîkat yalnız laboratuardan çıkar dediğiniz halde, laboratuarda -eskilerin tâbiriyle- istikrâr-ı nâkıs, yani bir tümevarım, tek tek misallerden ana hükme varış metoduyla hareket ediyorsunuz Çünkü tamamını tecrübe etmek mümkün değildir Tamamını tecrübe etmek kâbil olmadığı halde laboratuardan çıkmayanı kabul etmeyen materyalist, laboratuardan çıkmayan hakîkatlerle hüküm vermek mecbûriyetindedir Çünkü birkaç suyu tecrübe ettiği halde bütün sular aynı basınç altında yüz derece harârette buharlaşır, demek zorundadır Bütün fizik kanunları içinde bu nakîse, bu eksiklik, bu mantıksızlık pozitivizm için her zaman cârîdir ve vâriddir Sonra da metafizik hakîkatleri laboratuardan çıkmıyor diye reddetmeye nezdinde salâhiyet görür Pozitivizmin en çürük tarafı budur Laboratuar tecrübesi sâyesinde kendi eliyle kendisini mahkûm etmiştir Laboratuarda belli bir mantıkî teselsüle şahid olan zihin, kendi laboratuarında bunu ikmâl eder Dindarların da meziyeti aynıdır Yâni metafizik, dindarlar için bir kusur ise aynı kusur pozitivizmde de vardır Pozitivistlerin bu bakımdan îtirâza hakları yoktur Bu bir tezat ise önce kendilerini tezattan kurtarmaları îcâb eder Fakat eli mahkûm kurtaramaz Çünkü fiilen bütün suları tecrübe etmesi mümkün değildir O zaman küllî ve umûmî bir kâide vaz‘ edemez Halbuki ilmin gâyesi tek tek vâkıaları kânunlar hâline getirmektir İlim, belli bir sâhadaki hakîkatleri kânunlar hâline yükselten bir faaliyetin adıdır İlme hâkim olan kânunları bir kere daha te’vîl de felsefedir Bunun mânâsı şudur ki insan beyni kendi müşâhede sahası içine giren hakîkatlerde vâkıf olabildiği gerçekleri hayâlen ve zihnen temâdî ettirerek sonsuza kadar götürür Hakikati yalnız laboratuara tahsis etmek yanlıştır Bunların laboratuar mantığı ile isbâtı kâbil değildir Öyle olmadığı gibi onların hakîkîliğinden şüphe de edilmez Çünkü pozitivizme cephe alan Bergson’un telâkkîsine göre, dindar insanın derûnî tecrübe esnâsında sunûhât-ı kalbiyesinden yâni içine doğan gerçeklerden şüphe edilemez Altınoluk Kütüphanesi |
|