Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > ForumSinsi Ansiklopedisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilim, tarihcesi, uygarlık

Bilim,uygarlık ve Tarihçesi

Eski 10-22-2009   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

Bilim,uygarlık ve Tarihçesi



Bilim,uygarlık ve tarihçesi




Bilim tarihinin tarihsel gelişimini anlatmadan önce ilkin bilim tarihi nedir? Sorusuna cevap vermek gerekir Bilim tarihi basit bir tarifle bilimsel bilginin bir süreç içindeki gelişim ve değişimlerini, onları üreten toplumlardaki değişim süreçlerinin ışığında ele alıp değerlendiren bir disiplindir Adından da anlaşılacağı gibi, bilim tarihi aslında iki disiplini kavrayıp kapsayan bir disiplindir Bunlardan birisi bilim diğeri tarihtir Bunlardan bilim, bilindiği üzere, doğayı, insanı ve toplum yapısını inceleyen disiplinlerden meydana gelen, belli bir yöntemi olan sistematik bilgi bütünüdür Tarih ise, insanla başlayan tarihi süreç içinde olup biten olayları, çeşitli yazıları doküman ve muhtelif belgelere dayalı olarak inceleyen bir disiplindir

Bilim tarihi ise bir disiplin olarak, konusu bilim olmakla birlikte, tarihi yöntemi kullanan, konuyu tarihsel olarak ele alan bir disiplindir Ancak daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi bilimsel olayları sadece kronolojik açıdan ele almaz, aynı zamanda, toplum içinde onun hangi şartlarda ortaya çıktığını ve hangi şartlarda geliştiğini de araştırır Dolayısıyla, bilim tarihi sadece salt siyasi tarih ve siyasi olayları göz önünde bulundurmaz; bilimin seyrini, toplum değerlerini, yapısını ve genel olarak toplumdaki temel prensipler ve toplumu şekillendiren her türlü olayı da göz önünde bulundurarak değerlendirir Bundan dolayı onun, başta felsefe olmak üzere, dinle ve sanatla olan bağlantısı inkar edilemez


Tarih boyunca sanat, düşünce ve duyguların ifadesi olmuştur ve sadece estetik kaygılar taşımamış, hatta tersine, çoğu zaman doğal bir şekilde gelişmiştir Basit ve çok bilinen bir örnek verecek olursak, on beşinci yüzyılda Rönesans hareketleri sırasında, sanatkarlar, doğayı daha iyi tanımak için yoğun bir çaba içine girmişler ve dolaylı olarak bitki, hayvan ve insan yapı ve fonksiyonlarını karşılaştırmalı bir şekilde incelemişler, ve canlının hareket prensiplerinden esinlenerek, cansız doğanın kurallarını belirlemeye çalışmışlardır Leonardo da Vinci ve Michael Angelo bunun en güzel iki örneğidir Leonardo kuşlardaki uçabilme özelliğini incelemiş, insanın da uçabileceğini iddia etmiş ve yapay kanat projelerini şekillendirmiştir Yine aynı sanatkar, ilk deniz altı projelerini de öneren kişidir Ancak bunları özel örnekler olarak değerlendiremeyiz; bu örnekleri, arkeolojik dönemlere kadar götürmek mümkündür Biz ilk insanların kullandıkları kapkacak ya da hayat şekilleri, ne gibi bir teknik ya da bilim adına sahip oldukları bilgiyi mağara ya da kaya resimleri sayesinde öğreniyoruz Böylece hem onların resim sanatı hem de bilim ve teknoloji adına ne ürettiklerini belirleyebiliyoruz



Aynı şekilde, bilim ve din ilişkisi de bilim tarihçisi için göz ardı edilmemesi gereken bir husustur Hemen her devirde bilim ve din arasında kaçınılmaz bir ilişki söz konusu olmuştur Bu ilişki zaman zaman daha yüzeysel, daha yoğun olarak kendini hissettirmiştir Örneğin, İslam Dünyasındaki bilimsel faaliyetin ilk yüzyıllarında özellikle bu etki çok yoğun olarak hissedilmiş; bilimsel çalışmayı, yeni ortaya çıkan İslam Dini adeta yönlendirmiştir Bunun Doğuda da örnekleri vardır Örneğin Buda, sadece zihniyet olarak yeni bir felsefenin doğuşunda etkin olmamış; bütün yaşam tarzını etkilemiş; bilimsel faaliyeti deyim yerinde ise adeta yönlendirmiştir Hıristiyan Dini’nin de hiç de etkisiz olduğunu söylemek mümkün değildir Özellikle de Ortaçağda bu etki kendisini yoğun bir şekilde hissettirmiştir


Burada, kültürün temel taşları olan sanat ve dinle ilgili kısa açıklamalardan sonra, yine kısaca bilim felsefe ilişkisine göz atalım Bilim ve felsefe ilişkisi, sanat ve dinle karşılaştırıldığında çok daha farklı, çok daha yoğun olarak kendisini ortaya koymaktadır Hatta diyoruz ki, felsefenin olmadığı bir toplumda bilim adına pek bir şey yapılamaz; felsefe, bilimin adeta, deyim yerinde ise, üçüncü boyutu gibi görev yapar Örneğin hala üzerinde çalışmalar yapılan Aristo felsefesini ele alacak olursak, onun temellerinin varlığın esaslarını açıklamaya yönelik olduğunu görmekteyiz Maddenin özelliklerine ilişkin olarak vermiş olduğu hareketle ilgili açıklamalarının, on yedinci yüzyıla kadar hareket kuramları olarak benimsendiği bilinmektedir Aynı şekilde, Aristo’nun kuramlarının evrende de geçerli olduğu kabul edilmiş ve Newton’un konuya ilişkin çalışmalarına kadar bu bilgiler bilim adamlarınca kabul görmüş; çalışmalarındaki teorik esaslar olarak değerlendirilmiştir

Newton’un çalışmalarında da felsefenin etkisini izlemek mümkündür Öyle ki, o yeni fiziğin temellerini atmış olduğu eserinin adını da Philosophie Naturalis Principia Mathematicae (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) olarak koymuştur
Aynı örneği, on yedinci yüzyılda yaygın olarak benimsenen korpüskül teorisi için de yinelemek mümkündür Aslında MÖ Demokritos’a kadar götürülen maddenin yapısının parçacıklardan meydana geldiği anlayışı, on yedinci yüzyılda bir grup bilim adamı tarafından korpüskül teorisi olarak yeniden ve de boyut kazandırılarak ele alınmıştır Bunlar arasında Böyle, Mayow gibi bilim adamlarının yanı sıra, daha çok filozof olarak tanıdığımız kişiler de vardır; örneğin Descartes gibi Bu görüş daha sonra sadece maddenin temel yapısının felsefi olarak bir değerlendirilmesi değil, bilimsel olarak da kabulü şeklini almış, canlı ve cansız her şeyin esasının aynı olup, parçacıklardan meydana geldiği öngörüsü Dalton’la anlam kazanarak, atom teorisi şeklinde ortaya çıkmıştır Fizikte atom teorisi ve onunla ilgili ayrıntı şekillenirken biyolojide de hücre teorisi ile ilgili çalışmaların yoğunluk kazandığı izlenmektedir


Buraya kadar verilen örnekleri artırarak gitmek mümkündür Bu örnekleri şöyle toparlayabiliriz: bilim felsefesiz olmaz; bilim felsefe ile yandaştır; onlar birbirini destekler Böylece, bilimin teorik boyut kazanmasında felsefenin rolünü yadsımamak gerekirNitekim son dönemde bilimsel bilginin felsefeyi sorgulaması, bilginin felsefi olarak ele alınıp, değerlendirilmesi sonucunda felsefesinin ortaya çıkışı bir tesadüf olmadığı gibi, iyi bir bilim felsefecisinin de bilim tarihi çalışanları arasından çıkışı da bir tesadüf değildir Nasıl ki bilim adamı, kendi ilgilendiği disiplinin felsefi boyutunu bilmek durumunda ise, örneğin matematik ya da fizik çalışmalarında onların felsefi boyutunu da irdelemek zorunda ise, bilim felsefesi yapabilmesi için de bilimin tarih içinde geçirdiği serüvenleri; bilim adına yapılan çalışmaları bilmesi; onlar üzerinde tefekkür etmesi gerekir Onun içindir ki, son dönem bilim felsefecileri diye tanıdığımız Thomas Kuhn ve Joseph Needham, aynı zamanda bilim tarihi konusunda da önemli çalışmalar yapmışlardır


Bütün buraya kadar verilen bilgiye dayanarak, bilim tarihinin tıpkı bilimin kendisi gibi, felsefe ile iç içe olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız Bilim tarihi bilmeksizin bilim felsefesi yapılamayacağı gibi, felsefe bilmeden de bilim tarihi yapılamaz
Bilim felsefesi çalışmaları gibi, bilim tarihi de her ne kadar daha önce belli ölçülerde yürütülen çalışmalar olsa da, formal olarak, başlangıcı pek de eskiye gitmez, her ne kadar, bilim tarihinin kurucusu olarak kabul edilen George Sarton, konunun ele alınışını Aristo’ya kadar götürse de, bu disiplinin başlangıcı genellikle on dokuzuncu yüzyılda yayamış olan August Comte’la tarihlendirilir


Ancak, hemen biraz önce de belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihinin formal başlangıcı Amerika’da Harvard Üniversitesinde görevli Belçikalı bilim adamı George Sarton’la başlatılmış ve ilk resmi öğretim birimi olarak da ilk defa burada temellendirilmiştirAslında bilim tarihi ile ilgili çalışmalar, her ne kadar formal boyutta olmasa ve İslam Dünyasında da bu konudaki çalışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısına rastlıyorsa da, bu konudaki temel eserler arasında İbn Nedim’in el-Fihrist ve İbn Ebi Useybia’nın Uyun el-Enba fi Tabakat el-Etıbba adlı eserleri gösterilirken, Osmanlı’da yazılmış, çeşitli şuara tezkereleri, Taşköprizade’nin Şekaik-i Nu’maniye2 adlı eseri (16 yy) ve çeşitli kişiler tarafından bu esere yapılmış zeyiller, Katip Çelebi’nin Keşfi’-Zünun3 adlı eseri örnek olarak verilebilir Daha geç dönemlerde ise, Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmani’si (H1311) ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri örnek olarak verilebilir Yine bu paralelde olmak üzere, Salih Zeki de Asar-ı bakiye (İstanbul 1911) adlı eseriyle bu konudaki öncülerden biridir Ancak, bilim tarihinin eğitim ve öğretiminin başlangıç çalışmalarının öncüsü ve Cumhuriyetin ilanından sonra bu konuda en bilinen yazar Adnan Adıvar olup, günümüzde hala onun Osmanlı Türklerinde İlim kitabı el kitabı olarak kullanılmaktadır Ancak Türkiye’de bilim tarihinin bir disiplin olarak eğitim ve öğretiminin başlaması için 1943’lere kadar beklemek gerekmiştir


Yukarıda söz konusu ettiğimiz çalışmalarda bunlardan ne kadarı gayesine uygun olarak yürütülmüştür, sorgulayalım İlk adımda belki hiç biri denilebilir Çünkü ele almış olduğumuz düşünürlerin eserlerinin hemen pek azında bilimsel bilgi ön plandadır ve bilimsel bilginin nispeten ön plana çıktığı çalışmalar daha çok on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarına rastlayan çalışmalardır Halbuki belli ölçülerde de olsa hemen hemen bütün eserlerde tarihi bilgi verilmekte ve tarih yönteminin kullanıldığı gözlenmektedir Dolayısıyla bu noktadan hareketle değerlendirdiğimizde, geniş açıdan bakmaya çalışarak bir ölçüde de olsa Osmanlılarda yazılmış olan ve yukarıda adlarını verdiğimiz eserlere ve burada söz konusu etmediğimiz benzerlerine, bilim tarihinin ilk eserleri diye bakabiliriz

Genellikle, Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923 ise de, genel olarak Yeni Türk devletinin kuruluşu 23 Nisan 1920 tarihiyle belirlenir Mustafa Kemal Atatürk bu tarihten itibaren, ilkin yeni ülkenin siyasi yapısını şekillendirmeye çalışmış; adım adım cumhuriyeti hazırlamıştır Bu arada bilimle ilgili yapılanmanın da temellerini atmayı ihmal etmemiştir, çünkü onun ilkesi “hayatta en hakiki mürşid ilimdir” Nitekim 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’daki İstiklal Ticaret Mektebi’ndeki konuşmasında şöyle söylemiştir:
Dünyada her şey için maddiyat için, maneviyat için muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir; doğru yoldan sapmadır



Atatürk bu konuşmasından çok önce, henüz Cumhuriyet kurulmadan, 22 Ekim 1922’de Bursa’da yapmış olduğu bir toplantıda da düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:

“Yurdumuzun en bayındır, en göz alıcı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nedir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve fen ilkelerinin kılavuz edinilmesidir Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile ulusumuzun düşünümsel eğitiminde yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ile edebiyatı, okul sayesinde ve okulun vereceği bilim ve fen sayesinde bütün olağanüstü incelikleri ve güzellikleriyle oluşup, gelişecektir

Daha sonraki toplantılarda yapmış olduğu konuşmalarda da, Atatürk bilimin önemini vurgulamaya devam etmiştir Bu bağlamda olmak üzere 26 Şubat 1923’de Salihli istasyonunda halka hitaben yaptığı konuşmasında, yukarıdaki görüşlerinden çok farklı olmayan, onları pekiştirir nitelikteki düşüncelerini dile getirmiş ve şunları söylemiştir:

“Memleketimizi kesinlikle koruyabilmek için alınacak önlemlerin en önemlisi ve ilki bilim ve irfan olacaktır İşte şurada gördüğüm küçük okullular bilim ve irfan ordusunu oluşturacaklardır


Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, bu konudaki görüş ve düşüncelerini daha hızlı bir şekilde uygulama alanına geçirmek isteyen Atatürk, 30 Ağustos 1924’de meşhur meydan savaşının yapıldığı yer olan Dumlupınar’da yapmış olduğu konuşmasında ise, bir ülkenin özgür ve bağımsız olabilmesi için ortaya koyduğu uygarlık ürünleri olması gerektiğini belirterek, şöyle demektedir:

“Uygarlığın yeni buluşlarının ve fennin harikalarının cihanı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir devirde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölece bağlılıkla varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değildir



Nitekim, 1924’de İstanbul Darülfünunun İstanbul Üniversitesi olarak yeniden şekillendiğini görüyoruz Ancak, büyük bir ihtimalle yüksek öğretimin o günkü durumu kendisini pek tatmin etmemiş olmalı ki, bu konuda yeni adımların atılmasını desteklemiş; hatta bizzat bu konuda önemli adımlar atılmasında önderlik etmiştir Bu konu ile ilgili görüşleri, 1933 yılında Cumhuriyet Bayramında yapmış olduğu konuşmasında özetlenerek aşağıda verilmektedir:

“Türk milletinin yürütmekte olduğu gelişme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet bilimlerdir

Buraya kadar verilen alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Atatürk için bilimin ve tekniğin bu ülkenin gelişmesinde ne derece önemli rolü olduğu konusundaki görüşlerini belirlemek mümkün olmaktadır Sadece sözleri ile değil, yaptığı atılımlarla da, bu fikirlerini ne kadar gerçekleştirmek istediğini ispatlamaktadır

Ulu Önder Atatürk 1933 yılında Üniversite reformu ve daha sonra yüksek öğrenimdeki yapılanma hareketleri sırasında, bir taraftan mevcut yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının ataletten kurtulması ve çağdaş bir seviyeye ulaşması için önemli adımlar atarken, ve de bu bağlamda yeni birimler ve yeni ihtisas alanları oluşturulurken, bir taraftan da, yeni başkent Ankara’da yüksek öğrenim kurumlarının yapılanmasında ön ayak olmuştur Bu bağlamda şekillenen kurumlar arasında 1936 yılında, Türk kültürünün köklerini ve Türk dilinin kökeni ve gelişimini incelemek üzere kurulan DTCF ve 1946 yılında kurulan Ankara Üniversitesi ve bu öğretim kurumuna bağlı olarak kurulan Tıp ve Fen Fakültelerini verebiliriz Böylece, ilk defa Ankara’da bir üniversite kurulmuş oluyordu

Türkiye’de bilim tarihi ile ilgili olarak öğretim başlamadan önce, İstanbul Üniversitesi’ndeki 1933 reformuna müteakip, yeniden yapılanmanın sonucu kurulan disiplinlerden birisi de Tıp Tarihidir Bu disiplin bir ölçüde bilim tarihi çalışmalarına zemin hazırlamıştır ve bu dalda eğitim veren rahmetli hocamız Süheyl Ünver’dir (öl 1987) Onun bu konuda yapmış olduğu çalışmaları görmemezlikten gelemeyiz Öncelikli olarak meslek tarihi ve bir ölçüde deontoloji şeklinde gelişen derslerinin yanı sıra, yoğun bir yayın faaliyeti olan Süheyl Ünver hocamız, sadece tıp tarihi ile ilgili yayınları ile değil, aynı zamanda, bilim tarihi konusundaki çalışmalarıyla da bu konuda öncülük etmiştir Süheyl Ünver iyi bir gözlemcidir; bulduğu her belgeyi dikkatle izlemiş; gördüğü her şeye bir tarihçi gözü ile bakmıştır Süheyl Ünver Hocamız için herhalde birçok olumlu değerlendirilmeler yapılabilir, ancak onun en bilinen özelliği herhalde Türkiye’nin en verimli bilim adamı olmasıdır, çünkü hemen her şeyin tarihi açıdan bir belge olduğunu düşünen hocamız, aynı zamanda en kolay yazabilen bir kişi idi5 Ayrıca çalışmalarını, çoğu zaman resimleriyle süslemiştir Özellikle de yaptığı tezhiple de, sadece tıp tarihçisi olarak değil, sanat tarihi açısından da kültür tarihimizde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur

Onun yanında yetişen ve asistanı olarak görev alan, sırasıyla, Bedii şehsuvaroğlu’nun, Emine Atabek’in, Nil Sarı’nın, Rengin Dramur’un, Mebrure Değer’in, Ayten Altıntaş’ın ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Çapa Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi şeklinde ayrılmasıyla oluşan birimlerden Çapa Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünde Bedii Şehsuvaroğlu’nun yanında yetişen Ayşegül Demirhan Erdemir’in, Nuran Yıldırım’ın, ve daha sonra, yine Çapa Tıp Fakültesine Almanya’daki eğitimini tamamlayarak gelmiş olan Arslan Terzioğlu’nun önemli katkıları olmuştur

Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, bu bilim adamlarının çalışmalarının daha çok son dönem Osmanlı tıbbı konusundaki çalışmalar üzerinde yoğunlaştıklarını söylemek mümkündür

Ankara’da ise 1946’da Tıp Fakültesinin kurulmasından sonra, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde olduğu gibi, Tıp Tarihi dersleri verilmeye başlanmıştır Burada ise rahmetli hocamız Feridun Nafiz Uzluk (öl 1973) dersler vermiştir O da Süheyl Ünver gibi, bu disiplinin eğitim ve öğretimine önem vermiş ve bu konuda çeviri ve terkip niteliği taşıyan kitaplar yazmıştır Feridun Nafiz Uzluk da, Süheyl Ünver gibi, tıp tarihini basit bir meslek tarihi niteliğinde görmemiş; tıp tarihi ile ilgili gelişmeleri ele alırken, bir bilim tarihçisi gibi konuyu ele almış; bilim adamı ya da hekimin hayatı, eserleri, çevre koşullarını da göz önünde bulundurmuştur Onun da bilim tarihi ile ilgili yayınları bulunmaktadır Ayrıca, yine o da mümkün olduğunca tarihi belge ve eski eserleri toplamaya gayret göstermiş olup, bilhassa Selçuklu Tarihine ayrı bir ilgi duymuştur


Ondan sonra, Tıp Tarihi kürsüsündeki elemanlar olarak Yaman Örs, Fuat Göksel ve Berna Arda onun bıraktığı yerden devam ettirmişlerdir Onların çalışmaları ise daha çok deontoloji ve tıbbi etik konusunda yoğunluk taşımıştır

Bu arada, kurulan yeni fakülte ve açılan yeni üniversitelerde de tıp tarihi ve deontoloji bilim dalları ile eczacılık tarihi ihtisas dallarının açıldığını görmekteyiz Bunlar arasında sırasıyla Ege Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalından söz edebiliriz Buranın kurucusu ve halen hizmet veren Prof Dr Ali Haydar Bayat çalışmalarını Osmanlı tıp ve kültür tarihi ağırlıklı olarak yürütmektedir Ayrıca Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde de Eczacılık Tarihi Ana Bilim Dalı, fakültenin kuruluşundan itibaren faaliyet göstermektedir Burada halen Prof Dr Eriş Asil ve Prof Dr Sevgi Şar ve onların yetitirmi olduğu elemanlar hizmet vermektedir

Ayrıca GATA’da İlter Uzel tarafından kurulan Tıp Tarihi ve Deontoloji bilim Dalı’nın yanı sıra, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde de kurulmuş olan Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalında, İstanbul Çapa Tıp Fakültesinden yetişmiş olan Prof Dr Ayşegül Demirhan Erdemir, Adana, Çukurova Tıp Fakültesinde, Prof Dr İlter Uzel görev yapmaktadır Bunların yanı sıra, son olarak kurulan birimlerden biri olarak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji birimini zikredebiliriz (Erdem Aydın)

Aynı paralelde olmak üzere, Ankara Üniversitesine 1946 yılında bağlanan Veteriner Fakültesinde 1944 yılından itibaren veteriner tarihi dersleri verilmeye başlanmış, 1950 tarihinden itibaren de Veteriner Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurulmuştur Buradaki dersleri, daha sonra bu konuda bir birim kurulmasını sağlayan Nihal Erk vermiştir7 Nihal Erk, özellikle de kaynak eserler üzerindeki çalışmalarıyla daha önceki tarihlerdeki veteriner hekimlikle ilgili çalışmaları ortaya çıkarmaya çalışmıştır Kendisinden sonra bu görevi Ferruh Dinçer üstlenmiştir

Buraya kadar ki çalışmalar, daha çok bilim tarihinin kısımları diyebileceğimiz ve bilim tarihi çalışmalarının deyim yerinde ise, yukarıda da belirtildiği gibi, hazırlık çalışmaları niteliğindedir İlk defa bilim tarihi derslerinin bu konuda ihtisas yapan bir kişi tarafından verilmeye başlanması için Aydın Sayılı’nın Amerika’dan dönmesini beklemek gerekmiştir

Yukarıda da ifade etmiş olduğumuz gibi, Atatürk’ün bilime verdiği önemin yanı sıra, tarihin önemi üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir Nitekim Türk Tarih Kurumu8 ve Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle bunu açık ve seçik olarak göstermiştir Onun için bir ülkenin kültürü ve kültürün temel taşı olan dil ve tarihi çok büyük önem taşır Bu konudaki düşüncelerini DTCF’yi kurarak Türk dilinin köklerini ve gelişimini karşılaştırmalı olarak incelenmesini sağlayarak somutlaştırmış Tarih ve Macarca kürsüsünü kurarak da, karşılaştırmalı olarak Türk tarihinin incelenmesine öncülük yapmıştır TTK ve TDK ile DTCF’nin akademik olarak birlikte çalışmalarını ve Türk Dili ve tarihinin köklerini ortaya çıkarmalarını istemiştir

İşte bu bağlamda olmak üzere, büyük önder Atatürk iyi yetişmiş tarihçilerin olmasını ve bu gaye ile, Ankara Erkek Lisesinde (bugünkü Atatürk Lisesi) sınavında hazır bulunduğu ve de çok beğendiği öğrenci Aydın Sayılı’nın iyi bir tarihçi olmasını istemiştir Aslında su mühendisi olmak isteyen Aydın Sayılı onun adına Amerika’da Harvard Üniversitesine George Sarton’un yanına gönderilmiştir Böylece bu disiplinin kurucusu olan George Sarton’un öğrencisi olmuş ve bilim tarihi konusunda çalışma olanağı elde etmiştir Sonuç olarak, Aydın Sayılı, bu alanın dünyadaki temsilcisi olarak bilinen kişilerle de dönem arkadaşı olma imkanını bulmuştur

Burada kısaca bilim tarihinin Türkiye’deki kurucusu olan Aydın Sayılı’yı tanıtalım Aydın Sayılı 1913’de İstanbul’da doğmuş; ilk ve orta öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra, yukarıda da işaret edilmiş olduğu gibi, Atatürk’ün önerisi üzerine devlet namına Harvard Üniversitesi’nde eğitimine devam etmiştir Doktora çalışmalarını George Sarton’un yanında tamamlayan Aydın Sayılı, aynı zamanda, bu alanda Dünya’da ilk doktora yapan kişi ünvanını kazanmıştır 1943 yılında ülkesine döndükten sonra, Aydın Sayılı DTCF’nin Felsefe Bölümünde öğretim elemanı olarak göreve başlamıştır Onunla birlikte bilim tarihi dersleri Felsefe Bölümü ders programlarına girmiştir Aydın Sayılı 1946’da doçent, 1952’de profesör ve 1958 yılında ordünaryüs ünvanını kazanmıştır Bilim Tarihi Kürsüsünün kurulması ise 1952 yılına rastlar Uzun yıllar TTK üyeliği ve kuruluşundan ölüm yılı olan 1993’e kadar başkanlığını yürüttüğü AKM’deki hizmetleri dışında, iyi bir öğretim üyesi ve dünya çapında bir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür Aydın Sayılı 1957 yılında Uluslararası Bilim Akademisi üyeliğine seçilmiştir 1973 yılında Polonyalı meşhur astronom Kopernik konusundaki çalışmaları dolayısıyla, Polonya hükümeti tarafından Kopernik madalyasına layık görülmüştür 1977’de TÜBİTAK hizmet ödülü almıştır; 1980’de UNESCO uluslararası yazar-editör komitesine seçilmiş; 6 ciltlik Orta Asya Kültür Tarihi çalışmalarında yazar olarak fiilen çalışmıştır 1990’da bütün bu çalışmaları göz önünde bulundurularak, UNESCO ödülü almıştır Ayrıca 1981 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından üstün hizmet ödülüne layık görülmüştür

1983 yılında Ankara Üniversitesi DTCF’inden emekli olan Aydın Sayılı’nın konusuyla ilgili, daha çok birinci el kaynaklara dayalı olarak yaptığı değişik dillerde toplam yaklaşık 120 kitap ve makalesi bulunmaktadır9

Onun belli başlı çalışmaları arasında, Observatory in Islam (Ankara 1960) ayrı bir yer taşır O, burada sadece İslam Dünyasında kurulmuş ve belli düzeyde bilimsel çalışmalara olanak sağlamış olan gözlemevlerinden söz etmemiş, aynı zamanda, daha önce yeterince aydınlatılmamış olan bazı konulara da açıklık getirmiştir Örneğin Memun zamanında Şam’da kurulan Kasiyun Gözlemevi’nin yerinin belirlenmesi gibi Ayrıca, Semerkant, Gazan Han, İstanbul gözlemevleri hakkında da burada ayrıntılı bilgi bulmamız mümkün olmaktadır Dünya literatüründe konusunda yapılan nadir eserlerdendir


Onun önemli çalışmaları arasında yer alan Mısır ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp eseri de konusunda yazılmış temel eser niteliğindedir Her ne kadar, bu kitap bir el kitabı niteliğini taşıyor ya da o gaye ile yazılmışsa da, konularda, özellikle de matematikle ilgili verilen ayrıntı ona bir inceleme eseri niteliği kazandırmaktadır Eserde, Mısır ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve tıp ile ilgili bilgi verilmektedir

Ayrıca Ord Prof Dr Aydın Sayılı’nın bazı monografi niteliğindeki kitapları ile belli konularda yoğunlaşmış ya da genel ve spesifik konulardaki bilim tarihi araştırmalarını veren makaleleri bulunmaktadır Bu araştırmalar arasında en önemlilerinden birisi, hocamızın hayranlık duyduğu bilim adamı ve düşünür Beyruni’dir

Bu çalışmalarının yanı sıra, bilim-bilim tarihi-felsefe konularında yazılmış yazıları ile Atatürk’ün bilimle ilgili düşünceleri hakkında yazıları da vardır Bu yazılarına ilave olarak, Milli Eğitim Bakanlığında bir yarışmaya da katılmış olduğu Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir adlı bir eseri de vardır Bu kitabında hocamız Aydın Sayılı burada bize bilim anlayışını vermekte, bilim ve teknoloji arasında farklı belirlemektedir Ona göre, bilim sürekli ilerleyen, sistematik bir bilgi birikimidir Teknoloji ise daha çok günlük ihtiyaçlara dönük olup, bilimsel bilginin bir nevi uygulamasıdır Dolayısıyla, eğer bilimsel çalışma olmaz, bilimsel bilgi ilerlemezse, teknoloji de ilerleyemez ve zaman içinde kendini tüketir Bilimin ilerlemesi, teknolojiye yeni imkanlar hazırlar; ona gelişme olanağı sağlar

Burada, Sayılı bilimin ilerlemesinin toplumun ilerlemesi ile paralel olduğunu vurgulamaktadır Çünkü bilim toplumu şekillendiren öğelerden belki de en önemlisidir Bilim sayesindedir ki, insan uygar olabilir, çünkü insan doğuştan uygar değildir; uygarlık tek tek başarılara sahnedir, halbuki kültür bütün sahneyi doldurur, çünkü dil, sanat, bilim, felsefe bir bütünlük içinde şekillenir, ve bunların hepsinde gelişim ve değişim eğitim ve öğretimde atılacak dikkatli adımlar sayesinde gerçekleşecektir

Burada ilginç bir şekilde, günümüzde yoğun bir şekilde gündeme gelen bilimde etik konusu da ele alınmaktadır Aydın Sayılı’ya göre, bilim adamı etik kurallara dikkat etmelidir, yani bilim toplum içindir, ve bilim insanı göz önünde bulundurmalı; onu ön planda dikkate almalıdır

Aydın Sayılı çalışmalarıyla göstermiştir ki, bilim tarihi disiplininde araştırma yapabilmek için iki önemli nokta vardır:


1 Tarih yöntemini çok iyi kavramak
2 Belli bir düzeyde bilimsel bilgiye sahip olmak

Aydın Sayılı, araştırmaların ana kaynaklara dayalı olarak yapılması gerektiğini düşünür; kendi çalışmalarında da bu hususa dikkat etmiştir Bunun uygulamasının en güzel örneklerini onun makalelerinde görmek mümkündür Örneğin İbn Sina’nın görme konusunda, eski görme teorisini kabul etmediğini, ve onun bu konuda daha çok İbn Heysem’in de desteklediği ışıklı ya da aydınlık ortamda görmenin mümkün olduğu teorisini benimsediği belirlenmektedir Sayılı, bu saptamayı İbn Heysem ve İbn Sina’nın eserlerine dayanarak yapmıştır Yine, İslam Dünyasındaki ilk hastanenin Türkler tarafından yaptırılmış olduğunu belgelere dayanarak göstermiştir
Buna ilave olarak, yapılan araştırmanın aynı zamanda belli bir dönemi ve belli bir konuyu içermesi gerekir Örneğin Abdülhamid b Türk’ün cebir çalışmaları gibi Dolayısıyla yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi, ele alıp, incelemiş olduğu konuda belli bir temel bilgiye sahip olmak zorundadır

Onun açıkladığımız esaslara dayalı olarak yapmış olduğu çalışmaları daha çok Türkler tarafından yapılmış çalışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır

Onun asistanlarından olan Sevim Tekeli (doğum 1924-?) Bilim Tarihi Kürsüsünün ilk asistanıdır Aydın Sayılı’nın bilim tarihi ile ilgili daha çok fizik, matematik, astronomi konuları üzerinde yoğunlaşmasına karşın, onun çalışmaları daha çok astronomi ve de Osmanlılar üzerinde yoğunlaşmıştır 1992 yılında emekli olan Prof Dr Sevim Tekeli, astronomi tarihi ile ilgili çalışmalarının yanı sıra, Bizans bilimi ve Bizanslıların bilime katkısı olup olmadığı konusu ile ilgilenmiş ve aslında, zannedildiği gibi, Bizans’ın bilime pek de katkı yapmadığını ve Fatih’in İstanbul’u zaptettiği dönemde Bizans’ta bazı muhtasar eserlerin dışında, bilim adına pek de çalışma olmadığını, Batı kaynaklarına dayanarak göstermiştir

Sonuç olarak diyoruz ki, çağdaş dünyayı yakalamaya çalışan Türkiye’de bilim tarihinin kültürümüzün temellerini anlamamızda ve felsefe bilim ilişkisini kavramamızda önemli katkıları olacağı kesindir Nitekim bunun farkında olan bilim ve düşün adamları bu disipline ilgi duymakta ve özellikle de ilerleyen yaşlarında bu disipline doğru kayma eğilimi göstermektedir Bunun en somut örneklerinden birisi, Cumhuriyet dönemi meşhur matematikçilerimizden Cahit Arf’tir Yine bir başka örnek olarak da fizikçi Erdal İnönü’yü verebilirizAyrıca bir çok bilim insanımızı örnek verebiliriz

Niçin bilim tarihi önemlidir? Bilim tarihi bilimsel merakın doğmasına yardımcı olur Aynı zamanda bilim tarihi bir ülkenin kültürünün objektif olarak değerlendirilmesinde en önemli ölçüttür Bilimin tarihteki ve halihazırdaki durumuna bakarak bir ülkenin gelişim süreci hakkında karar verebiliriz Çünkü kültürün bir kolu olan felsefe yoruma açık bir disiplindir Aynı şekilde sanatda subjektif bir disiplindir Kültürün bir başka kolu olan din ise dogmatik bir disiplin olup, bir ülkenin gelişim süreci hakkında değerlendirme yapmamıza olanak vermez Bilim ise kesin sonuçlarıyla toplumun nerede olduğunu; gelişip gelişmediğini açık ve seçik olarak gösterir


Dolayısıyla bilim tarihi tarihte nerede olduğumuzu ve yakın tarihte nereye geldiğimizi son derece açık olarak bize gösterir Örneğin bundan 10 sene önceki bilimsel faaliyetler ne seviyede idi ve bugün hangi seviyededir Baktığımız zaman aradaki fark bize bilim adına katettiğimiz yolu gösterecektir

Uygarlıktan bahsedilirken genellikle yazı,yönetim,hukuk,kentler,sanat,madencilik,bili m ve bunlar gibi bir takım ögelerin karmaşık bir bütünlüğünden söz edilirKonuya bu açıdan bakılınca,uygarlığın kökeni için bu tip ögelerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı sorgulanırBazı bilim adamları ise uygarlığın gelişmesinde bu ögelerden herhangi birisinin daha önemli olduğunu düşünerek çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmıştırÖrneğin bir bilim adamı metalurjinin uygarlığın gelişmesinde önemli yer tuttuğunu kabul ederse,en eski uygarlıkları tunç devri adı altında sınıflandırırVeya uygarlığın gelişmesinde yazının çok önemli olduğunu düşünür ve yazı kullananları uygar toplum,yazı kullanmayanları ise ilkel toplum olarak birbirinden ayırırBir başkası ise kentleri ön plana çıkarır ve kent devrimi dediği olayı uygarlığın tanımında kullanır
*
Sıhhatli bir uygarlık tanımlaması yapabilmek için yukarıda sıralanan ögelerin hiçbiri tek başına yeterli değildirÖrneğin tek başına metalurjiyi ölçü olarak ele alırsak doğru sonuçlara ulaşamayızNitekim maden işçiliği bazı yörelerde uygar toplumların gelişmesinden önce ortaya çıkmıştırÜstelik hem Amerika’da hem de birçok bölgede hiçbir zaman teknolojik bir öneme kavuşmamıştırYazının kullanılması da böyledirNiteliği ne olursa olsun Sümerlerde yazı toplumun önemli bir özelliği idiAma bugünkü Peru’nun bulunduğu bölgedeki eski uygarlıklarda bir yazı sistemi yoktuAynı şekilde kentleşme de eski uygarlıkların vazgeçilmez bir ögesi olmamıştırHem eski Mısır’da hem de Orta Amerika’da bulunan kentler,kent özelliğinden çok törensel merkez işlevini görüyordu

*
Uygarlığın tanımında tek tek ögelerin ele alınmasının yanlış olduğunu belirtmekle beraber,onların önem sıralamasını yapmamızın bir sakıncası yokturBu bağlamda siyasal örgütlenmenin uygarlığın kurulmasında çok etkili bir öge olduğunu söyleyebilirizSiyasal örgütlenmenin en belirgin modeli ise devlettirGerçekten devlet, hem toprak hem de nüfus olarak büyük olan toplumların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen yeni ve güçlü bir araçtıKentleri,tapınakları ve sulama kanallarını inşa etmek,düzenleyici bir otorite olmadan o dönemde mümkün değildiHele ticareti örgütlemek,fetih savaşlarını yürütmek,zanaat işlerini desteklemek gibi işler kabile toplumlarının başaracağı işler değildirAynı şekilde madenlerin bulunmasını,arıtılmasını ve dökülmesini gerçekleştirmek te niteliği ne olursa olsun bir devletin varlığını gerektiriyordu
*
Piramitlerin yapımı, incelenmesi gereken bir konudurAslında eskiden yapılmış olan anıtların büyüklüğü,bunların yapımı için uygulanan örgütlenmeyi kanıtlamazZira bunların yapımında hem zaman süreci olarak hem de işgücünün niceliği olarak değişik oranlar kullanılmış olma ihtimali vardırÖrneğin az sayıda insan ile birkaç kuşak boyunca bir anıt inşa etmek mümkündürVeya çok sayıda insan kullanarak ta kısa sürede aynı iş bitebilirMısır piramitlerinin çok sayıda insanın çalışmasıyla yapıldığı anlaşılmıştırBüyük piramitlerin hepsi Mısır uygarlığının ilk dönemlerinde tamamlanmıştıBu işin başarılmasındaki en etkili unsurun,o zamanlar için yeni olan devletin işgücü ve mali gelirler üzerindeki denetim gücü olduğunu söyleyebiliriz

*
Devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardırBunlardan bir tanesi fetih kuramıdırBuna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurarAncak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdirYa fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardıBu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etme isteğidir
*
Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlarEski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardıBuralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardıAncak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydıİşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardıKendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektirBu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdırZira uzun yol ticareti sadece devleti olan toplumlarca gerçekleştirilebilen bir eylemdir
*
Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardıÇin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardıBu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettirEski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektirAncak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydırYani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilirNitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır

Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdırÇin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınırBöylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olurBu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekirOluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidirBu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuşturAncak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır
*
Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte incelerZengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştirBu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındırBu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olurBöylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşürYenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğerToplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirirÇatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır
Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardırİhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırırBesin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır
*
Devletin kökenini açıklamaya çalışan bütün kuramların asıl noktası, basit bir toplumdan karmaşık bir hiyerarşik topluma geçişin nasıl olduğudurİlkel toplumların başlıca ekonomik yapısı tarımdırSosyal yapılarını ise eşit bireyler oluştururBöyle bir sosyo ekonomik yapıya sahip olan toplumların devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlara dönüşmesi,bazı kollarının çıkmaz sokaklarla biten yollarda ilerlemesine benzerEşitlikçi toplumların çoğu ya doğanın elverişsiz olması nedeniyle ya da gereken sosyal dönüşümü gerçekleştiremedikleri için yok olup gitmişlerdir
BİLİM ve UYGARLIK

Sayın hocam, değerli arkadaşlar size konuşma sürem içinde “Bilim ve Uygarlık” hakkındaki düşünce ve hazırladıklarımı aktarmak istiyorum Dilerseniz konuşmamın sonunda bana konuyla ilgili çeşitli sorular yöneltebilirsiniz
Konum olan Bilim ve Uygarlık ikilisine öncelikle çeşitli kaynaklardan topladığım uygarlık nedir? sorusuna cevap vererek başlamak istiyorum
Eşanlamlısı “Medine” kelimesinden gelen “Medeniyet” olan uygarlık kelimesinin günümüz modern Türkçesinde karşılığı uygarlıktır
Çeşitli Türkçe sözlüklerden tanımlar vermek gerekirse,
Bir memleketin veya bir toplumun düşünce ve sanat hayatıyla maddi ve manevi varlığa has niteliklerinin tümü Meydan Larousse
Bazı toplumların ekonomik, siyasi, toplumsal ve vb bakımlardan ulaştıkları ve bir ideal sayılan gelişme durumu Büyük Larousse
İnsanların toplu olarak daha iyi halde yaşamaları ve tabiata hükmedebilmeleri için gösterdikleri gayretlerden çıkan sonuçların tamamı olup bilim ve kültür halinde belirir Büyük Sözlük
Ve son tanım olarak Türk Dil Kurumu’nun 1992 yılında yayınladığı Türkçe Sözlükteki uygarlık karşılığı : “Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü” olarak geçmektedir

Tanımlardan da çıkarılabileceği gibi uygarlık bir insan topluluğunun temelini oluşturur Her halk uygarlığını kendinde taşır, kendisiyle götürür Uygarlık yayıldığı zaman insanlığın ortak mirası zenginleşir, kendi üzerine kapanırsa hiçbir topluma hiçbir şey kazandırmaz, gelişmez, olduğu yerde sayar Doğma, büyüme, olgunluk ve ölüm şeklindeki hayat sürecinin gelişigüzel bir şekilde insan topluluklarına uygulanması, uygarlığın alışverişsiz, etkisiz, kabul ve retsiz olamayacağını bizlere kanıtlar Uygarlık sürekli bir arayış içindedir Kendi içinde çakıştığı noktalarda, bulunduğu halk tarafından düzlüğe çıkarılır Halkın uygarlığı reddedememesinin kaçınılmaz olduğu sonucu uygarlığın halkla birlikte doğup yaşamasından çıkarılabilir


Konumun bir diğer bölümü olan Bilim başlığına gelince, sanırım hepimiz şu an bulunduğumuz yere bağlı olarak az çok bilimin ne olduğunu bilmekteyiz Bu nedenle bilimin tanımından çok, bazı kaynaklardan topladığım tarihteki ünlü düşünürlerin bilim hakkındaki özdeyişlerinden faydalanmak istiyorum Descartes’ e göre, nasıl ki matematiğin mükemmelliği, verilerinin doğrulunda ve az şeyle çok şey anlatma gücündeyse; özdeyişlerin de mükemmelliği, söylenenlerin doğruluğunda ve az sözle çok şey anlatma gücündedir Örneğin Einstein’ın bilim tanımı şöyle: “ Bilim, duyumsal yaşantılarımızın karmakarışık çeşitliliğini mantıksal yönden düzgün bir düşünce sistemi haline koymak çabasıdır

Ünlü Alman yazar Goethe’ nin bilimle ilgili kısa bir paragraflık düşünceleriyse şöyle: “ Eğer bilgiye, bilime kendimizi verebiliyorsak bu, hayata daha donatılmış, daha güçlü olarak dönebilmek içindir Hayatta sağlık ve erdemden sonra, bilgi ve bilimden daha değerli hiçbir şey yoktur; aynı zamanda onun kadar kolay ulaşılan, bedava elde edilen bir şeyde yoktur Bütün iş sakin olmak ve bütün masraf da harcamaktan kurtulamayacağımız zamandır” Elbetteki Goethe’ nin burada kolay ulaşılabilirlikten kastettiği bilimin internetle olan ilişkisi değildi Gerçektende bilime ulaşmak zannedildiği kadar zor, karmaşık bir süreç değildir Harcanması gereken zaman bilinçli bir biçimde kullanıldığında bilim avcumuzun içinde kıpırdayan bir varlık gibidir


Atatürk’ ün “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü oldukça yerinde bir değer biçmedir Binlerce yıldan beri birikmiş ve insanlığa miras kalmış bilim hazinesine sahip olmaya kalkışmayan kimse, Cicero’nun sözlerine hak vermek zorundadır “Doğmadan önce neler olduğunu bilmemek daima çocuk kalmak demektir” diyor Cicero Yanlızca güç ve özgürlük bilimdir Sürekli olan mutluluk da bilgi ardından koşmak ve anlamaktan zevk almaktır

Peki, Bilim kaçınılmaz mıdır? Şimdi de bu konuda biraz zihninizi zorlamanızı istiyorum Burada “kaçınılmaz” sözünden anlaşılan bilimin mutlaka ve ne olursa olsun ilerleyeceği gerçeğidir Bertrand Russell’ın “ Eğer Kepler, Galileo ve Newton daha bebekken ölselerdi, şimdi içinde yaşadığımız Dünyanın 16yy daki dünyadan pek ama pek az farkı olurdu” şeklindeki sözü bana göre tarihteki talihsiz değerlendirmelerden biridir Kanımca bilim kaçınılmazdır, kişilere ve/veya topluluklara hapsedilmesi yanlıştır Bilim er ya da geç, zor ya da kolay, karmaşık ya da basit, yer ve zamana bağlı olmaksızın ortaya çıkacak, ilerleyecektir Bütün bunların en güzel örneği, tarihte bilim adına haklı olduğu halde bilimsel çalışmalarından dolayı yaşadığı topraklardan sınırdışı edilen, işkenceye çarptırılan ve hatta kellesi vurulan birçok bilim adamıdır Başka bir deyişle bilim kapılarıdır Bilimin günün birinde bu kapılardan çıkışı kaçınılmazdır

İçinde bulunduğumuz bu bilgi ve bilim çağında, artık bilimi sürekli olarak daha iyi kuramların işgal ettiği bir kuramlar kümesi olarak düşünmemiz gerekiyor Fikirlerimizi sınamayı ve bu fikirlerin düzeltilebilir olduğunu unutmamamız gerekiyor “ Bilim değiştiği için geçerlidir” sözü ile Peirce bunu en öz biçimde dile getirmiştir Tüm bilimsel sorunlar için geçerli tek bir yaklaşım olamayacağını insanoğlunun ataları yüzyıllar önce kavradı Şimdi ise onların torunları olan bizlere düşen görev bilimin ışığında kendi en iyilerimizi aramamızdır Yine Atatürk’ ün “İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız” sözü bize düşen görevi yeterince açıklar


Son olarak bütün söylediklerimden sonra birazda bilim ve uygarlık arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum Bütün bu anlattıklarımı hazırlarken kafamda oluşan bir uygarlık tanımı şöyle oldu: “ Bilim ile sağduyunun bir araya gelmesinden doğan bir yaşam biçimidir uygarlık” Evet uygarlık gerçektende bir yaşam biçimidir ve bilim onun kaçınılmaz bir parçasıdır Uygarlığın oluşumu ve ilerlemesi için ise bilim onun karanlıktaki en güçlü yol gösterici ışığıdır Uygarlık ve bilim birbirlerini tamalayan iki olgudur diyerek sözlerimi bitiryorum Beni dinlediğiniz için teşekkürler

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.