Bir Fransız'ın Gözüyle İstanbul Ve Osmanlı İnsanı |
07-06-2009 | #1 |
GöKKuŞaĞı
|
Bir Fransız'ın Gözüyle İstanbul Ve Osmanlı İnsanıİstanbul şehri ve Osmanlı insanı hakkında şimdiye kadar çok şey söylendi ve yazıldı Çünkü bu şehir Orta Çağ'da insanların yaşadığı en büyük ve en gösterişli yer olmasının yanında, dünyanın yönetildiği bir merkez olma özelliğini de taşıyordu Yığın yığın insan bu cazibe merkezine geliyor, çevreyi ve burada yaşayanları gözlemliyordu Şehri süsleyen, hepsi birer sanat şaheseri yapılarla etrafa huzur ve sükun dağıtan insanlar tarihçilerin seyahat notlarına konu oluyordu Objektif bir üslupla kaleme alınmış bu seyahatnamelerden yola çıkarak, asılsız iddialarla karalanan bir tarihin aslında ne kadar berrak olduğunu görmek hiç de zor değil Osmanlı insanı ve İstanbul'u sadece gözlemlerden yola çıkarak objektif bir şekilde kaleme alan seyyahlardan biri de Fransız Edebiyatı'nın ünlü yazarlarından olan Gerard de Nerval'dır 19 yy'da yaşamış olan bu edebiyatçı şiir, roman, piyes vb dallarda verdiği eserlerle 135 yıldır okunagelmektedir Ama onu en popüler yapan şey gezi notlarıdır Döneminin otoriteleri tarafından “Deha ve delilik sınırı üzerinde yaşayan sanatkar” olarak nitelendirilen yazar, kendi zamanında en çok seyahat eden kişiler arasında yeralmıştır Hayran kaldığı şark topraklarındaki gözlemlerini detaylı bir şekilde kaleme alan yazar, İstanbul'a da birçok kez gelmiştir Bu gezilerinde kaleme aldığı notlarıyla 19 yy İstanbul hayatı ve Osmanlı insanı hakkında bize güvenilir bilgiler sunmaktadır Osmanlı ülkesine ayak basan yazarı ilk şaşırtan konu, çok uluslu bir yapıya sahip olan bu devletin içinde barınan; farklı kültüre, millete ve dine sahip insanların kardeşçe yaşamalarıdır Bu duygularını da şu şekilde ifade etmiştir: “İstanbul tuhaf bir şehir Dört millet bir arada yaşıyor ve birbirlerinden nefret etmiyorlar Türkler, Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar aynı topraklarda yaşayan insanlar olarak birbirlerine gösterdikleri tahammül ve müsamahayı bizde çeşitli vilayet veya partilere mensup insanlar arasında göremeyiz” Yazılarında zaman zaman Avrupa ve Osmanlıyı kıyaslamayı da ihmal etmeyen yazar, devletin hakimiyeti altındaki diğer milletlere gösterdiği derin hoşgörüyü de sık sık vurgulamıştır İşte İstanbul kahvehanelerinden bir manzara: “Galata sur kapısını geçtikten sonra bizimkilere benzer kahvehanelerle karşılaşıyoruz Masaları Ermeni ve Rum gazeteleriyle dolu İstanbul'da bu dillerde beş altı gazete çıkıyor Mora'dan gelen Yunan gazeteleri de ayrı” İstanbul'u dikkatli gözlemleyen hemen her kişiyi şaşırtan bazı detaylar vardır İşte bu şaşırtıcı detaylardan biri olan Osmanlı mezarları ve mezartaşlarını bakalım yazarımız nasıl anlatıyor: “Boğazda son derece güzel ve serin bir yerdeyiz Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe gerek yok sanırım İstanbul'un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayaletler var Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezartaşlarıdır Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor Bazı mezartaşlarının başları koparılmış Bu koparılmış olanların çoğu yeniçeri mezarlarına ait (II Mahmud döneminde hal edilmeleri üzerine) Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var Fakat bunlarda baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler” Osmanlı ülkesine gelen her gayrimüslimin görmeyi arzuladığı en önemli kişi şüphesiz Osmanlı padişahıdır Bu emellerine ulaşmak için kimi zaman Cuma selamlıklarına, kimi zaman da At Meydanı'ndaki etkinliklere katılırlar Yazarımız da bir Cuma selamlığı öncesi tüm dikkatini toplayarak padişahı gözlemliyor Şüphesiz zengin bir şatafat içinde bekliyor Osmanlı padişahını, ama görülen o ki, hiç de kafasında canlandırdığı gibi biriyle karşılaşmıyor: "Limana doğru inerken mütevazı bir fayton içinde sultanın geçişini gördüm İki tekerlekli arabaya iki at koşulmuştu Sultanın üzerinde yakasına kadar düğmeli sade bir redingot vardı Türkler Tanzimat'tan bu yana redingot gimeye başlamışlardı Sultanın kıyafetini öbürlerinden ayıran tek özellik, fesinin üzerindeki pırlantalı imparatorluk nişanıydı" Bu merasim sonrası Pera'ya (Beyoğlu) ilerleyen padişah ve maiyeti bir tekkeyi ziyaret ederler Tekke çıkışında meydana gelen olay yazarımızı fazlasıyla şaşırtmıştır Çünkü Osmanlı idarecilerinden bu dereceye varan bir din hoşgörüsü beklememektedir: “Sultan Pera caddesine gelmişti Burada bulunan bir tekkeye girdi Meşhur mürted Kont Bonneval'in mezarı da buradadır; (Humbaracı Ahmet Paşa) Biz tekkenin kapısında beklerken başlarında Rum rahiplerin bulunduğu bir cenaze alayı göründü Alay şehrin dışına doğru ilerliyordu Padişahın muhafızları rahiplere yol değiştirmelerini, padişahın çıkmak üzere olduğunu ve bir cenaze ile karşılaşmasının hoş bir şey olmayacağını söylediler Bir tereddüd anı oldu Niyahet Bizansvarî giyimi ile başrahip muhafızların reisine hitap etti Onunla konuştuktan sonra yollarına devam ettiler Eğer o anda sultan dışarıya çıksaydı, cenaze alayı değil sultan bekleyecekti İstanbul'da bütün dinlere karşı büyük müsamaha vardır ve bu olayı buna misal olarak kaydediyorum” Yazarımızı şaşırtan diğer bir konu ise, kendi tabiriyle, Avrupalı yazarların hayallerinde abarttıkça abarttıkları padişahın evlilik hayatı ve harem meselesidir İstanbul'da yakın çevresinin anlattıkları ve bizzat kendi müşahedeleri ile meselenin hiç de duyduğu gibi olmadığını görmüştür: "Arkadaşım bana sarayda bulunan kadınların sayısını da söyledi Bu sayı Avrupada zannedildiğinden çok farklı Sultanın hareminde sadece otuzüç kadın var Bunların da sadece üç tanesi gözdesidir Diğer kadınlar birer odalıktır, yani oda hizmetçisidir Avrupalılar odalık sözünü yanlış anlıyorlar" Herşeyin maddiyat olduğunu sanan ve herşeyde kendi menfaatlerini ön plana çıkaran bir anlayışın aksine, yardımlaşma ve kardeşliği ahlak haline getirmiş bir toplulukla karşılaşmak, Avrupalı insanı her zaman heyecanlandırmıştır Hele hele bu yardım etme ahlakının insanları aşıp hayvanlar için de geçerli olması, onların hemen hiç görmedikleri bir şeydir Böyle birkaç tabloyla karşılaştıktan sonra bakalım yazarımız neler hissetmiş: "Geniş bir sahayı kaplayan Topçu Kışlası'nın etrafını kuşatan bu korudan çıkınca kendimi Büyükdere yolunda buldum Yemyeşil bir çayır kışlanın önüne kadar uzanıyor Burada bir sahneye şahit oldum ki daha evvel gördüklerimden pek ayrı bir şey değil Çayırda birkaç yüz köpek birarada sabırsızca bekleşiyordu Az sonra askerlerin koca kazanlar taşıdığını gördüm Kazanı bir sırığa geçirmişler, sırığı omuzlarına almışlardı Köpekler bunu görünce sevinç çığlığı atar gibi havlamaya başladılar Kazanlar yere konur konmaz bulundukları yerden ileriye doğru fırladılar Askerler ellerindeki sırıklarla onları gruplara ayırmaya çalışıyorlardı Orada bulunan bir İtalyan bana; köpekler için özel olarak yemek pişiriliyor, bu hayvanlar hiç te talihsiz değil' dedi İstanbul'da hayvanları koruma derneklerinin yanısıra, cami ve çeşme yakınlarında sırf hayvanların faydalanması için havuzlar yapılmış Bir kahvehaneye geliyoruz Dondurma, limonata, moka herşey Fransız üsulünde, tam Avrupaî bir yer Mahallî olan tek şey, insandan hiç kaçmayan üç “dört leyleğin masaların aralarında dolaşıp durmalarıdır Masanıza oturup kahvenizi söyler söylemez bu leylekler yanınıza sokulur ve birer soru işareti gibi orada dikilirler Uzun boyunlarını ve gagalarını masanızın üzerine rahatça uzatarak şekerinizi alabilirler ama buna cesaret edemiyor ve sizin vermenizi bekliyorlar Ve masa masa dolaşıp şeker ve bisküvi topluyorlar Tekke avlusuna girince bir sürü köpek gördük Hizmet işleriyle uğraşanlar bunlara yiyecek dağıtıyorlardı Köpeklerin beslenebilmesi için eskiden beri bol miktarda bağış yapıyorlardı Akasya ve çınar ağaçları ile gölgeli duvarları tahtadan yapılmış boyalı kuşluklarla doluydu Kuşlar gelip yuva yapsın diye konulmuştu bu kafesler Ve kuşlar bu yarı hazır yuvaları benimsiyor, sahipleniyor, hiç korkmadan, aç kalma endişesi duymadan yaşayıp gidiyorlar" Osmanlı insanının ruh haletini ve sanat anlayışını yansıtan son derece estetik cumbalı evler ve bunların süslü ayrıntıları her göreni cezbederken, son dönemlerde ortaya çıkan Avrupaî özenti ve taklitçilik anlayışı ile bu kültürün terkedilmesi de, başta Batılılar olmak üzere birçok kişinin tepkisini çekmiştir Yazarımızın da dikkatini çeken bu konu onun kaleminden şöyle anlatılmaktadır: “Tanzimat Osmanlı'ya fes giydirmiş, onu yakasına kadar düğmeli bir regingot içine hapsetmişti Evlerin süsünü de kaldırmıştı Artık petek gibi işlenmiş tavanlar veya stalaktitler, oymalar, sedir ağacından işlemeli sandıklar yapılmıyordu Bunların yerini dümdüz boyalı, silme kornişli duvarlar alıyordu Oyma panolar içinde birkaç alelade resim, birkaç saksı, hepsi bu kadar” Uzun yıllar birçok topluluğu barış ve hoşgörü içinde yöneten bu devleti, yıpratma adına ortaya atılan iftiralardan biri de Osmanlı Devleti'nin sanata ve sanat eserlerine olan bakış açısıydı Osmanlı Devleti'nin sanata hiç de olumlu bakmadığı ve sanat eserlerini de hoş görmediği şeklinde yanlış düşüncelerle başkente giden yabancılar, büyük meydanlarda tüm ihtişamıyla duran anıtları ve elinde kamışıyla değişik sanat dallarına imza atan sanatçıları görünce duyduklarının yanlış olduğunu anlamakta gecikmediler Onları en çok şaşırtan bir diğer konu da, bu insanların önceki devletlere ve kültürlere ait eserleri koruma hassasiyetleriydi İşte bir bayram sabahında At Meydanı'nda yazarın düşündükleri: “Bayram sabahı güneş doğarken gemilerden ve bütün hisarlardan atılan toplar şehri inletti Bin minareden yükselen ezan sesleri her tarafta yankılandı Bu sefer merasim yeri At Meydanı idi Burası Bizans İmparatorluğu'nun hatıraları ile meşhurdur ve meydanda onlardan kalan abideler vardır Mısırdan getirilen taşın beyaz mermerden kaidesi heykel kabartmalarla doludur O heykellerin orada durmaları, Türkler'in, biz Avrupalılar'ın zannettiği gibi heykel düşmanı olmadıklarını ispat ediyor” Yabancıların yanlış bildiği bir başka konu da Müslümanların dinî inanışlarıdır Kulaktan duyma karalamalarla, Müslümanlar ve onların hayat tarzlarnı çok yanlış bilen bu kişiler gibi yazarımız da gördüğü manzaralar karşısında ister istemez kendi toplumuyla Osmanlı toplumunu kıyaslamak zorunda kalmış ve bu gerçeği itiraf etmekten çekinmemiştir: “Müslümanları çapkınlıkla ve bazı adetlerini saçmalıkla suçlamak ve tarif etmek, bence hatadır İnançları ve adetleri bizimkinden o kadar farklı ki hüküm verirken bu farkı gözetemiyoruz, nispeten daha bozuk ahlakımızla onlar hakkında hüküm veremeyiz Bir Müslümanla eşi arasındaki münasebeti, hatta namusluluğu hesaba katsaydık, bizim 18 yy yazarlarımızın yarattığı sefahat uydurmalarına inanmaz, doğruyu anlamış olurduk” Osmanlı Devleti içinde farklı dinlere mensup insanlar birarada yaşamaktadır Böyle bir manzara dünyanın başka hiç bir ülkesinde mevcut değildir Ama yazar öyle bir manzarayla karşılaşmıştır ki bu kadarının da olabileceğini kesinlikle düşünmemiştir Pera'da oturan yazar o bayram sabahında caddeye adım atar atmaz bakın neler görmüştür: “Pera'da oturan Avrupalıların çoğu bu bayram kalabalığına katıldı Çünkü bayram günleri, diğer dinlerden olanlar da Müslümanların merasimlerine iştirak ederler, onlarda bayram yaparlar" Herkesin aklında yardımlaşmanın bir sınırı vardır Fakat hemen her manzarası insanı şaşırtan bu tuhaf ülkede yardımlaşmanın boyutları da elbette akılları zorlayacak boyutlardadır O bayram günü, bayram namazı sonrası, At Meydanı'nda meydana gelecek olaylar merasimini izleyen yabancıların neredeyse küçük dillerini yutmalarına sebep olacaktır Yazarımızdan dinleyelim: “Kurban kesiminden sonra herkes yiyecek ve içeceklere yöneldi Çörekler, şekerli kaymaklar, kızartmalar ve halkın en çok sevdiği kebaplar pek boldu Bunlar halka ücretsiz dağıtılıyordu ve bunların parasını zengin kişiler ödüyorlardı Ayrıca herkes istediği eve girer, sofraya oturur ikram görürdü Fakir zengin bütün Müslümanlar evlerine gelen insanlara; dini, ırkı ve sosyal durumları ne olursa olsun kendi varlık durumlarına göre ziyafet verirler, memnun etmeye çalışırlar” Osmanlı ülkesine gelerek burada yaşayan insanları ve davranışlarını müşahede eden, gördükleri karşısında hayran kalan her kişinin, böyle bir ahlakî yapının oluşmasına sebep olan dinî yapıdan etkilenmemesi mümkün değildir İslam dinini tüm saflığı ve temizliği ile yaşayan dervişler de yazarın dikkatinden kaçmamıştır Şimdi seyahatnamenin bu konudaki yaklaşımına bakalım: “İstanbul'da dervişlerin ibadetleri ve ibadet şekli bana çok tesir etti Onlar için Allah kelamı her dilde geçerlidir Bu dervişler hiç kimseyi ney sesiyle kendileri gibi dönmeye mecbur etmiyorlar Fakat bu üsul onlar için Allaha şükretmenin, O'nun büyüklüğünü ifade etmenin en ince ve en yüce şeklidir” Görüldüğü üzere Fransız Edebiyatı'nın güçlü kalemlerinden Gerard de Nerval, hiçbir tesir altında kalmadan, sadece kendi müşahedelerinden yola çıkarak bu seyahatnameyi en gerçekçi şekilde kaleme almıştır: Devrinin otoriteleri tarafından; “Bir yol açıcı, temiz, akıcı üsluba bir örnek ve hayal gücünde gizli gerçekleri sezip görmekte eşsiz bir yazardır” şeklinde tanımlanan gezgincimizin ilginç seyahat notları umarız ki kendi geçmişini bilmeyen ve acımasızca eleştirmekten de kaçınmayan insanlarımıza ufuk olur ve onları geçmişlerini daha detaylı incelemeye sevkeder Sözlerimizi yine yazarımızın bu eserini noktaladığı cümlelerle bitiriyoruz: “Ben İstanbul'u tarif işine girişmiyorum İstanbul'un sarayları, camileri, hamamları, kıyıları çok yazıldı Çok anlatıldı Ben sadece cadde ve meydanlarda gördüğüm şeyler hakkında bir fikir vermek istedim Şu şehir eskiden beri Avrupa ile Asya'yı birleştiren tılsımlı ve adeta kutsal bir mühürdür” Talha UĞURLUEL
__________________
Bıçak soksan gölgeme, Sıcacık kanım damlar Girde bak bir ülkeme: Başsız başsız adamlar NFK GaLiBa Bu GeCe YaĞMuRDa GöKKuŞaĞı MiSali GüLeRKeN aĞLaMaNıN ZaMaNı
|
|