Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Edebiyat / Dil Bilgisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
aşıktekke, edebiyatı

Aşık-Tekke Edebiyatı

Eski 01-23-2007   #1
Ergenekon
Varsayılan

Aşık-Tekke Edebiyatı



Aşık-Tekke Edebiyatı

AŞIK EDEBİYATI
Âşık,Türk Halk Edebiyatında XVI yy'ın başından itibaren görülen şair tipidirÂşığın şairlik gücünü rüyasında pirin sunduğu "âşk badesini" içmekle ve "sevgilisinin hayalini" görmekle kazandığına inanılır

Rüya da genellikle âşık adayının karşısına bir sevgili veya saz çıkmaktadırRüyaların süsü ak sakallı bir derviş ve bazen bir bazen üç dolu bardaktırBardağın rüyada tas halinde görülmesine de sık sık rastlanırOzanlara rüyada sunulan tasların içindeki mayilere aşk dolusu denir Fars Edebiyatı'nın etkisiyle bâde adını da almaktadırBunlar;erlik, pirlik ve âşk badesi diye adlandırılırlar

Âşıklarımız genellikle bir usta âşığın yanında yetişirlerOndan hem usta deyişlerini hem de sanatın icrasına ilişkin yol ve yöntemleri öğrenirlerÂşık meclislerinde,kahvelerde bu ustaların sanatlarını icra ediş biçimlerini yeterince kavradıktan sonra,ustalaşan ozanlarda kendilerine çırak alırlar ve gelenek bu şekilde devam eder
Âşık,bilgi,duygu ve becerisini yaptığı atışmalarda gösterirAtışmalardaki amaç;yarışmak ve kazanmaktırAtışmalarda en az iki âşık karşı karşıya gelir Mecliste bulunan saygın bir kişinin ya da usta bir ozanın ayak söylemesiyle atışma başlarAyağa uygun dörtlük söyleyemeyen âşığın yenilgisiyle atışma sona erer

Âşık Edebiyatının başlıca unsurlarından birisini hikâye anlatma oluştururSaz şairleri içerisinde geleneğe bağlı olanların çoğu âşık meclislerinde hikâye anlatırlarBir kısım usta saz şairleri ise,bir yandan usta malı halk hikâyeleri anlatırken bir yandan da kendi düzdükleri hikâyeleri anlatırlarÇıldırlı Âşık Şenlik,Ercişli Emrah,Sabit Müdami geleneğe bu yanıyla katkıda bulunmuş saz şairleridir
Tonguzların Şaman,Moğol ve Baryatlar'ın Bo veya Bugue,Yakutların Oyun,Oğuzların Ozan dedikleri bu geleneğin temsilcileri toplumun yaşam biçimlerini düşünce ve duygularını, olaylara bakış açılarını şiirleriyle dile getirmişlerdir
Yunus Emre,Pir Sultan Abdal,Köroğlu,Dadaloğlu,Karacaoğlan,Erzurumlu Emrah,Ercişli Emrah,Dertli,Aşık Veysel bu geleneğin en önemli temsilcileri olmuşturAşıklık geleneği Anadolu coğrafyasında bugün de canlı olarak yaşatılmaktadır
TEKKE ŞİİRİ
Tekke şiiri, dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI ve XIIyy'larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdürDini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli vbdir


Geleneksel Olgular

Aşıklık Gelenekleri
Bir toplulukta eskiden olmalarından ötürü saygın tutulup,kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar,alışkanlıklar,bilgi,töre ve davranışlar olarak ifade edilen aşıklık geleneği diğer kültür değerlerinde olduğu gibi,belirli bir işlevi yerine getirmek,bir ihtiyacı karşılamak üzere geleneksel kültürün yarattığı kültür değeridirHalk şiirinde aşıkların şiirlerini dörtlük düzenine göre söylemesi gelenektendirYine dörtlük düzeninde hece ölçüsünü ve bu ölçünün yedili,sekizli, onbirli olanlarını kullanmaları geleneğin belirgin örneklerindendir
Aşıklık geleneklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1)Mahlas Alma

2)Rüya Sonrası Aşık Olma (Bade içme)

3)Usta - Çırak

4)Atışma - Karşılaşma

5)Leb - değmez (dudak değmez)

6)Askı (muamma)

7)Dedim - Dedi Tarzı Söyleyiş

8)Tarih Bildirme

9)Nazire Söyleme

10)Saz Çalma

1)Mahlas Alma
Mahlas,şairlerin yazdıkları şiirlerde asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denirHalk edebiyatında mahlas geleneğe bağlı uygulanan bir kuraldır Aşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş,mahlasları isim olarak kullanılır olmuşturDadaloğlu'nun asıl adı Veli,Sümmani'nin Hüseyin,Gevheri'nin Mehmet vb'dirAşık geleneğe uygun olarak kullanacağı mahlası şu yollarla alır:
a)Mahlasını Kendi Seçerek Alma:
-Adını,soyadını mahlas olarak kullanır

-Yaşayışına ve sanatına uygun olarak kendi seçtiği herhangi bir ismi mahlas olarak kullanır
b)Bir Usta Aşıktan İmam, Pir Ya Da Mürşitten Alma
- Usta aşık çırağı sınava tabi tutar

- Usta aşık çırağının durumuna göre bir mahlası uygun görür

- Şeyh ve pirin manevi tesiriyle mahlas alır
c) Rüyasında bade içerken alma
2)Rüya Sonra Aşık Olma (Bade İçme)
Rüya motifi Türk Halk Edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftirGenellikle halk hikayelerinde yer alan bu motif bazı aşıkların hayat hikayeleri içinde de görülmektedirAşıklar aşıklığa başlamayı ya da yetişip usta aşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol,usta yanında yetişme ya da rüyada bade içerek badeli aşık olmaya bağlarlar
Bade,şerbet,su gibi içilecek bir mai olabileceği gibi elma,nar,ekmek,üzüm gibi herhangi bir yiyecek de olabilirAşık edebiyatında bade içme rüya motifi bir gelenek icabıdır İnanışa göre aşık olmak için ya usta yanında yetişmek ya da mutlaka "pir" elinden bade içmek gerekir
Bade aşığa;
- Bir pir tarafından,

- Üçler tarafından,

- Beşler tarafından,

- Yediler tarafından,

- Kırklar tarafından verilir
3)Usta - Çırak
Aşık edebiyatında yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlilerinden biri de usta çırak geleneğidirAşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak yetenekler ölçüsünde olgunlaşırlarGelenek gereği icracılık ve aşığın şairlikteki ustalığı için üstat da denilen bir aşığın yanında ders almaları gerekmektedirGenç aşığın ustasının yanında çok büyük bir sabır göstermesi gerekmektedir Sabrın sonunda çırak ustasının hayır duasını alarak tek başına halk önüne çıkma iznine kavuşur
4)Aşık Karşılaşmaları:
Atışma,aşıkların dinleyenler karşısında,deyişme sırasında birbirini iğneleyici fakat mizah çerçevesi içinde söyleşmeleridirKarşılama,aşıkların rakibine üstün gelmek için soru cevaplı tarzı seçmesi yada onu mat etmenin yollarını aramasıdırAşıkların doğaçlama, karşılıklı olarak belirli bir kural çerçevesinde söyleşmelerine "atışma" denirAtışma, en az iki aşığın dinleyici huzurunda karşı karşıya gelerek birbirlerini sazda ve sözde belli kurallar çerçevesinde denenmeleri esasına dayanır
5)Leb - Değmez
Aşıkların ustalıklarını sergilemek için bir nevi söz hüneri olarak başvurdukları bir biçimdirİçinde (B,P,M,V,F) dudak ve diş-dudak sesleri bulunmadan söylenilen şiir demektirAşıkların dudakları arasına iğne koyarak yarıştıkları bir atışma biçimidir
6)Askı (Muamma)
Muamma,halk şiirinde bir kimsenin ya da varlığın adını gizleyen şiir demektirAşık edebiyatında muammanın özel bir önemi vardırAşıklarca muamma düzenlemek ya da bir muammayı çözmek bilgi ve zeka ister"Murat Uraz" muammanın uygulanışını şu şekilde anlatmaktadır:
Kahvelerde muamma teşhir edildiği gecelerde;sigara ve nargile içilmez,kimse sesli konuşmaz,herkes intizam içinde oturur Halk şairi tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan okunabilecek bir yazı ile kağıda yazılır ve tahtaya yapıştırılırTahtaya bir milimetre kalınlığında bal mumu sürülür

Aşıklar nöbetle kahveye gelenlere işine ve halk arasındaki derecesine göre ağırlamalar söylerlerAğırlanan kişi de ağırlığına göre muammanın etrafındaki bal mumu sürülmüş tahtaya para yapıştırırMuammayı kim çözerse paraları alır ve muammayı tertipleyen aşık da bir taksim çıkarırdıŞayet bu muamma birkaç gece kahve duvarında asılı kalır,kimse tarafından da çözülmemiş olursa sahibi olan aşık bunun ne olduğunu söyler ve bütün paraları alırdı
7)Dedim - Dedi Tarzı Söyleşi
Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan bir biçim olup koşma ve semailerdeki aşık ve sevgilinin (dedim-dedi ifadesine bağlı) karşılıklı söyleşmeleridir
8)Tarih Bildirme
Aşık,kıtlık,yangın,sel felaketleri,salgın hastalık,önemli savaşlar vb toplumu yakından ilgilendiren sosyal hayatla ilgili olaylarla kendi doğum tarihini şiirlerinde tarihi birer belge olmasını istemiş ve genellikle ilk yada son dörtlükte bazen de ara yerde tarih belirtmiştir
9)Nazire Söyleme
Nazire,bir şairin şiirini diğer bir şair tarafından aynı uyak ve ölçüde benzer bir biçimde yazma demektir
10)Saz Çalma
Saz,aşık için ilhamı kamçılayan bir alet olup aşıklık geleneğinin en önemli unsurlarından biridir



Türler

A)HECELİ TÜRLER
1)Koşma:Türk Halk şiirinin en yaygın türüdürHece ölçüsünün 6+5=11 ya da 4+4+3=11'li kalıbı kullanılırKonuları bakımından koşmanın kişi ve doğa güzelliğini övenine "güzelleme",yiğitlik konusunu işleyenine "koçaklama",bir kişi ya da toplumun kötü yönlerini eleştirenlere "taşlama",yasla ilgili olanlarına "ağıt" adı verilmektedir
2)Semai:Halk şiirinde hecenin sekizli ölçüsü ile koşma biçiminde tertip edilip özel bir ezgi ile söylenen şiirlere denirGenellikle en az üç, en fazla beş dörtlükten oluşurÇoğunlukla;doğa,güzellik ve ayrılık temalarını işler
3)Varsağı:Güney Anadolu'da "Varsak" boyu halkınca özel bir ezgi ile söylenen nazım türlerinden biridirDörtlük sayısı üç ile beş arasında değişmektedirVarsağı, biçimce semaiye benzemekte olup semai gibi hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla söylenmektedirAralarındaki fark söyleyiş biçimlerinde ve ezgilerindedir
4)Destan:Aşıkların sevgilerini,kahramanlık olaylarını, günlük olaylarla ilgili kimi durumları ve bazı acıklı olayları anlattıkları biçim olarak halk edebiyatı nazım türlerinden koşmaya benzeyen, koşmadan dörtlük sayısı, konu, anlatım ve ezgi yönünden ayrılan halk şiiri türüdür
B)ARUZLU TÜRLER
1)Divan:Halk şiirleri arasında "divani" adıyla bilinen divan,aşık edebiyatı nazım şekillerinden olup,aruzun fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün kalıbıyla söylenmiş şiirlerdir
2)Selis:Halk edebiyatında feilâtün (fâilatün) / feilâtün / feilâtün / feilün yazılan şiirlerdirGenellikle 19 yy aşıkları tarafından kullanılan selisin en fazla yazılan tipi gazel biçiminde olanıdırHece ölçüsünün on beşli kalıbına da uyan selislerin en belirgin özellikleri farklı bir ezgiye sahip olmalıdır
3)Semai:Aşık edebiyatında hece ölçüsü ile yazılan semailerden başka bir de divan edebiyatının etkisi ile aruzla yazılmış semailer bulunmaktadırSemai aruz ölçüsünün mefâilün / mefâilün / mefâilün / mefâilün kalıbıyla yazılan ve özel bir beste ile okunan aşık edebiyatı ürünüdür
4)Kalenderi
5)Satranç:Aruzun mefteilün / müfteilün / mefteilün / müfteilün kalıbıyla yazılan gazel biçimindeki şiirlerdir
6)Vezni Aher:Aruzun müstef'ilâtün / müstef'ilâtün / müstef'ilâtün / müstafilâtün kalıbıyla yazılan şiirlerdir


Tekke Şiiri
Tekke şiiri,dini ve tasavvufi halk şiiri adı ile de anılmakta olup XI ve XIIyy'larda tanrı aşkı ve ahiret duygularını dile getiren aşıkların yarattığı bir edebiyat türünün ürünüdürDini ve tasavvufi halk şiirinin en önemli ustaları Ahmet Yesevi,Yunus Emre,Hacı Bayram-ı Veli vb'dir
Tekke Şiirinde Türler
1)İlahi:İlahiler, tasavvuf görüş ve anlayışını anlatan bunun inceliklerini, ilahi hikmetleri ve sırları dile getiren manzumeler olup herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Tanrı'yı öven,Tanrı'nın büyüklüğü ve gücünü telkin eden şiirlerdir Dini törenlerde ve dergahlarda kendine özgü bir makamla söylenir İlahiler dörtlükler ya da beyitlerle yazılırlarDörtlüklerle yazılanlar genellikle 7'li, 8'li bazen de 11'li hece ölçüsü ile koşma uyak düzeninde yazılırBeyit ile yazılanlar ise genellikle 11,14 ve 16'lı hece ölçüsü ile bazıları ise aruz ölçüsüyle yazılır
2)Nefes:Dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bekteşi aşıklarınca yazılanlarına denirKonusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud,Alevi-Bektaşi ilkeleri tarikat kurallarıyla ilgilidirDili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşma gibidirDörtlükler halinde hece ölçüsünün 7,8,11'li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır
3)Ayin:Mutasavvuflara has bazı hal ve hareketleri ifade etmek için ilk defa İranlılar tarafından kullanılan ayin terimi daha sonra Türk Tasavvuf Edebiyatına da geçmiş Mevlevilerin sema meclislerinde söyledikleri ilahilere verilen ad olmuştur
4)Tapuğ:Gülşeni tarikatında ayinler sırasında okunan şiirlere tapuğ denir
5)Durak:Mevlevi dışındaki tarikatların hemen hepsinde bulunan fakat genellikle Halveti Tarikatına mensup kişilerce zikrin birinci bölümünü teşkil eden Kelime-i Tevhidden sonra İsm-i Celal zikrine geçmeden önce verilen orada bir yada iki zakir tarafından her makamdan okunan,serbest olarak bestelenmiş Türkçe manzumelerdir
6)Cumhur:Mevlevi ve Bektaşi dergahları dışında topluca okunan ilahilere verilen addır
7)Hikmet:Dini ve tasavvufi halk şiirinde şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlere denir
8)Devriye:Dini ve tasavvufi halk edebiyatında devir nazariyesini işleyen şiirlerdirDevriye;evrenin ve insanın Tanrı'dan çıkıp, tekrar Tanrı'ya dönmesi felsefesine göre yazılan tasavvufi şiirlerdir
9)Şathiye:Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilirŞathiyeler,mutasavvuf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir
10)Tevhid:Allah'ı, yaratılış ve kainatın aslı gibi unsurları bir arada yorumlayan manzumelere "tevhid" denirDivan edebiyatı nazım türlerinden gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde kaleme alınmışlardır
11)Nutuk:Tekkelerde tarikat ulularının özellikle eğitici mahiyette olmak üzere söyledikleri şiirlere verilen addır
12)Deme:Alevi tarikatından olan tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine "deme" adı verilir Genellikle 8'li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir
13)Duvaz:Düvaz imam,düvaze,imam da denilen duvazlar On İki İmam'ı öven nefeslerdir



Aşık Veysel Şatıroğlu

Aşık Veysel (1894-1973)
Aşık Veysel Fotoğraf Albümü

Yaşamı
“Üçyüzonda gelmiş idim cihana”
Veysel Şatıroğlu,1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldiVeysel’in dünyaya geliş öyküsü,Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdırAnlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş,oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’iGöbeğini de kendisi kesmiş,bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derlerBabası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidirVeysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır;o da yakalanır bu hastalığaO günleri şöyle anlatıyor:“Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştimBeni sevdiO gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm Bir daha kalkamadımÇiçeğe yakalanmıştımÇiçek zorlu geldiSol gözüme çiçek beyi çıktıSağ gözüme de,solun zorundan olacak,perde indiO gün bu gündür dünya başıma zindan
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler:KırmızıDüşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor,kanıyorBunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor:“Bilinmez değilsin,renklerden yalnız kırmızıyı hatırladıGözleri gönlüne çevrilmeden önce,yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü Kan görmüştüKanın rengini hatırlardı yalnız KırmızıyıYeşili de elleriyle bulur ve severdi
Sağ gözünün görme şansı varmış,ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmışBabasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür,orada gözünü açacak bir doktor var” demişlerSevinmiş babası
Ne var ki,olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in“Bir gün inek sağarken babası yanına gelmişVeysel ansızın dönüverince;babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermişO göz de akıp gitmiş böylece
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’inTüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i Gittikçe içine kapanmaktadır VeyselEmlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında,Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymişVeysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir elineHalk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunuAyrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermişMerakla dinlermiş bunları VeyselKomşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler,kırılan tellerini takarmış
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almışKendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’iPir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece
“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştırKardeşi Ali de cepheye gitmiş,küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları,emsalleri cepheye koşuyorlarVeysel bundan da mahrum
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;“Eve girerim, yüzüm asık:anam babam halimi bilmezBen onlara derdimi,dokunmasın diye, açamamOnlar benim kafa tuttuğumu zannederler,bense derdimi dökmekten çekinirim,öyle ki,sazdan bile farır gibi oldum
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa,daha çok Veysel’in vatanseverliğinin,vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardırSonradan şöyle dizeleştirir bunu:

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına

Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’inOğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor Veysel’in acıları bununla da bitmiyor;aksilikler,talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan 18 ay sonra da babası ölüyorBu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyorKöye de bir çok âşık gelip gitmekte,Karacaoğlan’dan,Emrah’tan,Âşık Sıtkı,Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirlerKöy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır
Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlarBu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktırBir gün Veysel hasta yatarken,kardeşi Ali de keven toplamakta iken,Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böyleceKarısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmışİki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamışBir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası
“O artık alemden,bu diyardan uzaklaşmak,göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlarFakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyorVeysel’i dinleyelim:
“Bu adam,saz çalarım dinler,söze başlarım keserGideyim derim,‘ah kirve,çoluk çocuk ağlaşıyor,gel gitme’ diye elime ayağıma düşerNihayet dayanamadım,gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir:Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlarDönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor;Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlarArkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlarVeysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlarVe 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlarBöylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyorDenebilir ki, Veysel için AKutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyorCumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşlerBunlar arasında Veysel de varVeysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”dizesiyle başlayan şiir oluyorBu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar

Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde 45 gün misafir kalıyorDestanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir,askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur” diyorAncak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyorDestan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya,dolaştığı yerlerde çalıp söylemeye başlıyor,seviliyor,saygı görüyor
O günleri şöyle anlatıyor:“Köyden çıktıkYaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik Otele gitsek para yok ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruzDediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var O adam misafirperverdir”O zamanlar Dağardı diyorlardı,(şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa DayıGittik oraya Adamcağız hakikaten misafir ettiBirkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok Bütün işler at arabalarıyla görülüyorAt arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık O, bizi evine götürdü Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldıkGideriz, gezeriz, geliriz;adam yemeğimizi,yatağımızı,herşeyimizi sağlarDedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız varBunu,Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilimBurada bir milletvekili varAdı Mustafa Bey, soyadını unuttum Bu işi ona anlatmak gerek Belki size o yardımcı olabilir’Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattıkÖyle böyle bir destanımız varGazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz"Bize yardım et!" dedik
Dedi ki: -"Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yokKıyıda köşede çalın çağırınGeçin gidin!’
-‘Yok öyle değil dedikBiz destanımızı okuyacağız,Mustafa Kemal’e!’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi Okuduk dinledi O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi ‘Yarın bana gelin!’ dediGittik ‘Ben karışmam’ dedi Sonunda kesti attıBiz ordan döndük geldik "Ne yapsak?" diye düşünüyoruz Sonunda,"Matbaaya biz gidelim" dedikSaza,tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerektiUlus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük
Ayağımızda çarık Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi"Çarşıya girmek yasak!" Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı
Polis: -‘Yasak diyoruzSiz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalıkKalabalığa girmeyin!’ diye diretti
-‘Peki girmeyelim’ dedikPolisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorumBeynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz!Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedikO zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturtGit telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldiTel taktıkAma sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruzSonunda matbaayı bulduk
-‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür
-‘Bir destanımız var Gazeteye vereceğiz!’ dedik
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi ‘Çok güzel
Yazdılar ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdilerSabahleyin gidip 5-6 gazete aldık Çarşıya çıktık Polisler:
-‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdikFakat yine Mustafa Kemal’den ses yokDedik:"Bu iş olmayacak" Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılarMustafa Kemal’den yine ses çıkmadıKöye dönmeye karar verdikFakat cebimizde yol paramız da yokAnkara’da bir avukatla tanışmıştık
Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayımBelediye sizi köyünüze parasız gönderir!’ dediElimize bir mektup verdiBelediyeye gittik Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsınızNasıl geldinizse öyle gidersiniz!’
Döndük avukata geldik‘Ne yaptınız?’dedi Anlattık ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dediValiye de dilekçe yazdıValiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu Belediyeye ilettikBelediye bize: -‘Yok!’ dedi ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dediAcıdım avukata
‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündükMustafa Kemal’e gidemiyokHalkevine gidekBu defa,Halkevine,bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelimOrada dinelip duruyorduk
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik
-‘Bırakın! bu adamlar,tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dedilerHalkevinde bazı milletvekilleri varmışŞube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin’ dedi
Eski milletvekillerinden Necip Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlarBunlara bakalımBunlara birer kat elbise de yaptırmalıPazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’

Hakikaten bize,birer takım elbise aldılarBiz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdikKonserden sonra cebimize para da koydularAnkara’dan köyümüze işte o parayla döndükPlağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:
“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti” şiiridir
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte,yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye,Hasanoğlan,Çifteler,Kastamonu,Yıldızel i ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyorBu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 330’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse,Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkederBir yay çizip Kayseri’yi,Nevşehir’i,Kırşehir’i,Ankara’yı ve Çorum’u sular,Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür,Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidirBir ucu Bafra’dadır,bir ucu da Zara’daBafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer
SANATI
Dünya Görüşü
Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy / kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir Bunları söylerken,Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de değerlendirilmesinden yanayım Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz
Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler Bunu biraz daha somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal çevre,köy ile kasaba kültürüne sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı,kapitalizm öncesi üretim biçimleri egemen, sanayileşme sıfırBir de ekonomik yapının paralelinde,eğitim-öğretim gibi etkenlerin düşüklüğü,savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan insanların coğrafyası düşünülürse,Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre çok kolay anlaşılırBir de toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden uzaklığı,bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse,bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin anlaşılması daha kolay olurBu sosyal çevreye,üstüne üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki eksikliği eklenirse Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur

Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir Öyle ki:
“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni”
Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla anlaşılırAdnan Binyazar,Veysel’deki görme eksikliğini,onun dizeleriyle yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır diye vurguluyor

Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken; öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini de yazar Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik, körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir
“Dünya tebdil oldu durum değişti,
Kimi aya gider kimi cennete”
derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet” kavramlarını bir bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o

Sonra bir başka şiirinde:
“Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul
İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
Merhametin duygum dedi ki okul
Sudan ateş yapan en güzel sanat
Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat
Fikriyle mi ettin bunları icat
Rehberim oldu dedi ki okul
Bu bir keramet mi yoksa hüner mi
Göz görmezse gönül buna kanar mı
Öksüz tarlada sapan döner mi
Eker biçer motor dedi ki okul
Kanat takar gökyüzünde uçarsın
Denizleri müdanasız geçersin
Soğuğu yağmuru nasıl seçersin
Rasathane kurmuş dedi ki okul
Çeşitli taşıtlar bir de trenler
Hekim olup her yareyi saranlar
Bunu sen mi yaptın yoksa erenler
Daha neler yapar dedi ki okul
Radyo hayrete düşürdü beni
Her dilden biliyor yok amma cam,
İlim akıl fikir yaratmış bunu
Lambası dalgası dedi ki okul
İnsanlar kafası bunları bulan,
İlimdir dünyada hakikat olan
Bütün bu işlerin temelim kuran
İnan buna Veysel dedi ki okul” diyor
Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi doğaötesi kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi gösterilmediğini belirtiyor Bu bakımdan onda herhangi bir katılık göremeyizEsnektir, hoşgörüdür
Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel,büsbütün yaşama sarılmayı elden bırakmaz Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası sürekli ağır basarAyrıca “ahiret” kavramı da ondan derin değildir
“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?” sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor:“Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye soruyorsanız,vardı elbetBütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdiYerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurduKendi inancı sevgiye,hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inançtı,ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman,ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da akıllıydı

Veysel’in bir özelliği de şu:Dinî şekilciliğin baskısına dayanmaması onu kırmaya çalışması,Allah ile samimi, senli benli olmasıDaha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığıTanrıya hitap şiirinde olduğu gibi:
“Kainatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin
Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görürüz Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görürDavranışlarında da böyledir Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu,çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenirKızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir
Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdirBu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatırBir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür” diye değerlendirmektedir

Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır
“Devri Cumhuriyet asırı yirmi
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bırak sar’öküzü varsın yayılsın
Set çekme gözlere herkes ayılsın
Her köşeye bir fabrika kurulsun
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Yürüyen yolcuyu çekme geriye
Dikkat eyle karıncaya arıya,
Gidiş böyle kavuşaman huriye
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Zarar gelmez sana kaçınma sazdan
Günahın korkusu çıkmıyor bizden
Vazgeç demiyorum sana namazdan
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Destekle fakiri okut yetimi
Bu hayırlar dinimizce kötü mü
İdrak eyle hidrojeni atomu
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Dökülen yağmurun kilogramı,
Ölçmüş biçmiş metre midir kare mi
Çok yatarsın azdırırsın yaramı
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Göklere fırlıyor bu kadar füze
Bu işler bir ibred değil mi bize
İstiyor aydaki sırları çöze
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Allah’ın varlığı mevcut insanda
İlim akıl fikir sermaye sende
Çalıştır gemiyi otur dümende
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Hiçbir şey bilmezsin dik biraz kavak
Boş gezene derler serseri savak
Yumma gözlerini dünyaya bir bak
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Veysel ne durursun herkes gidiyo
Zaman uymaz, sen zamana uy diyor
Fen çok büyük kerameti yutuyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri aydınlatacak niteliktedirGörüldüğü üzere, o toplumdaki değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle örneklendirerek eleştiriyorTaraf oluyor burada Veysel Bilimden yana,aydınlıktan yana, gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor“Bırak sar’öküzün varsın yayılsın” derken,“Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyorGözlerine set çekme diyorSonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor
“Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu konuya Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştirKarşısına aldığı toplumsal düzen değil, doğal düzendir
“Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır” türünden vurgulamalarla Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i anlamaya katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak, anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz
Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel ortam açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktırOnun içerisinden çıktığı kültürün terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da görülür Özellikle, onun gelişmesinde,tanınmasında, sesinin ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış,övgüler dizmiştir,ama onlar kapatılınca pek oralı olmamış,tepki göstermemiştir En büyük zaafı da budur
Gelenek ve Âşık Veysel
Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadırTürk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı, biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedirHatta,Türk Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor

“En eski Türk şairleri – Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı

Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri,kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor;fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak,ölünün ruhunu yerin dibine göndermek,fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek,bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak,hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir

Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif ayinler vardı Bunların bir kısmı unutulmakla,yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadırŞaman yahut baksı,bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler,Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir
Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur Abdülkadir İnan XI yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir

Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlarEski Oğuzlar’da,İslam’dan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor,ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor” der
Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır XIV-XV yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı” diye geçmektedir
Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük, hekimlik vb çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler
İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb meslekler gelişmiştir
“İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir” diyen Prof Dr Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir

Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur

XV yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir
Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta Boratav: “ Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir” diyor ve ekliyor: “Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını kapsar
Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz ve giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir

Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir Badesiz Âşıktır Günümüzde bile kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur Âşık karşılaması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı değildir Âşık Veysel Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen tipte değildirler

Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir Hatta bir şiirinde:
“Elimden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm
diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerinAdnan Binyazar’ın biraz daha ileri giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hak aşığı ozanlar kuşağına katılmıştır” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır
Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı çalışmasında,Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden farklı olarak şöyle ifade etmektedir” Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir

Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdırÂşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin ana ses tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır
Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır basıp konuşma uslûbunun gerilediği iki gruptan oluşurKonuşma ritmine ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur

Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat edildiği olur Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise, bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır”Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e kırılmıştırAhmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor
“Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır Onun teli bize göre bağlanmıştır Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır

Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve “bugün”e oradan gelmiştir
Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor
Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlamayız Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır

Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir
Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya

Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde şah sözcüğü, oniki imam geçmiyor Oysa, sonuçta Âşık Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyü Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle değildir Hatta, Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim” diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda

Demek ki Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir Nasıl olursa olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir insandır Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine uzak durması Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel köyden dışarı çıkıyor Onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Kasaba



Dadaloğlu


Dadaloğlu'nun doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber eldeki kaynaklardan 1785-1868 olarak belirlenmiştirYani Dadaloğlu’nun 18yy’ın son çeyreğinde doğup 19yy’ın ortalarında öldüğü bilinmektedirGüney illerinde dolaşan Türkmen topluluklarının Avşar boyundandırYaşamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Dadaloğlu’nun şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil sözlü gelenek sayesinde bugüne ulaşmıştır
Kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlu yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice Koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Avşar içinde ben güzel gördüm
Kozar arasından çeker göçünü
Kınalamış ayağını başını
Sırma ile örmüş sümbül saçını
Her sabah her sabah kendini över
Altın saç bağları topuğu döver
Sâde kaşı ile gözleri değer
Acem ülkesinin tâc-ı tahtını
Dadaloğlu al yanağın gülünden
Misk kokuyor saçlarının telinden
İnce belli nazlı yarin dilinden
Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı


Yunus Emre

Türk şairAnadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdürİnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştirYaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz

Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyorKimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup,1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü söylenirBatı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır

Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştirAnadolu'da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış,böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştırGene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştirOnun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir


Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından,dil,düşünce,duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenirBu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılırŞiirde işlenen konular ise insan,Tanrı,Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci,barış,evren,ölüm, yetkinlik, olgunluk,alçakgönüllülük,erdem,eli açıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardırO, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir
İnsan bir "sevgi varlığı"dır,tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuşturTin tanrısaldır,ölümsüzdür,gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa,tanrısal evrene dönme özlemi içindedirGövde dağılır,kendini kuran öğelere ayrılırİçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak,su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuşturBu dört ilke yaratılmıştır,yaratıcı da Tanrı'dır

Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştırİnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardırAncak, insanın bu madde evreninde bulunması,tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktırBu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme,ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştirGerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir,var olan yalnız Tanrı'dır,türlülük bir "görünüş"türÇünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansırEvreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştirBu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde,biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdırTanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir,çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedirYunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlarSevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak,onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktırTanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı,Tanrı'yı seven kendini severÇünkü sevgi kendini başkasında,başkasını kendinde bulmaktırSevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar

Sevginin değerini yalnız seven bilir,sevmek de bir bilgelik,bir olgunluk işidir Yeterince aydınlanmamış,Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yokturBütün varlık türlerini birbirine bağlayan,onları tanrısal evrene yönelten sevgidir Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemezDost kişi gerçek seven kimsedir (âşık)Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür


Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır

Yaşamak belli nesnelere bağlanmak,yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dirEren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur

Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden,erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardırErenin gözünde insan bir küçük evrendir,büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdırEren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşirBu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktırGerçekte ölüm yoktur,tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardırÇünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan,salt ölüm de söz konusu değildir Ölümün bir başka anlamı da bilgiden,erdemden,yetkinlikten,sevgiden yoksun kalmaktır
Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunurBunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürerBu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da,Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın,kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir Şiirlerinin ölçüsü,Türkçe'nin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı,sürükleyici bir nitelik taşır Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarınıTürkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir,şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür

Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşırOna göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması,bir varlık sorununu,bir düşünceyi dile getirmesi gerekirİnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır,konuşan Tanrı durumundadırYunus Emre'de Türkçe,şiir dili olma yanında,düşünceyi içeren,açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır


Yunus Emre'nin biri şiiri,öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardırGerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadırÖzellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur
YAPITLAR (başlıca): Divan, (ös), 1943; Risaletü'n-Nushiye, (ös), 1965, ("Öğüt Kitapçığı")
Severem ben seni candan içeri
Yolum utmaz bu erkândan içeri
Nireye bakar isem toptolusun
Seni kanda koyam benden içeri
O bir dilberdürür yokdur nişânı
Nişan olur mı nişandan içeri
Beni sorma bana bende degülven
Suretün boş yürir tondan içeri
Beni benden alana irmez elüm
Kadem kim basa sultandan içeri
Tecellîden nasîb irdi kimine
Kiminün maksudı bundan içeri
Kime dîdar güninden şu'le değse
Anun şu'lesi var günden içeri
Senün ışkun beni benden alupdur
Ne şîrin derd bu dermandan içeri
Şerî'at tarikat yoldur varana
Hakîkat ma'rifet andan içeri
Süleyman kuş dili bilür didiler
Süleyman var Süleyman'dan içeri
Unutdum din diyânet kaldı benden
Bu ne mezhebdürür dinden içeri
Dinün terkidenün küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldı dosta
Ki kaldı kapuda andan içeri (Yunus Emre)

Pir Sultan Abdal



Hayatı hakkında kesin bir bilgi yokturSivas’ın Banaz köyünde doğmuşturAsıl adı Haydar’dırDivan edebiyatının etkisinde kalmadan,sözlü edebiyatın birikimlerinden yararlanarak kendine özgü duru bir dil oluşturmuştur
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Gaip bülbül gibi zâreler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni
Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaraler beni
Alçakta yüksekte yatan erler
Yetişin imdada aldı dert beni
Başım aldı hangi yere gideyim
Gittiğim yerde buldu dert beni
Oturup benimle ibadet kıldı
Yalan söyledi de yüzüme güldü
Yalın kılıç olup üstüme geldi
Çaldı bölük bölük böldü dert beni
Üstümüzden gelen boran, kış gibi
Yavru şahin pençesinde kuş gibi
Seher sabahında rüya, düş gibi
Çağırta bağırta aldı dert beni
Abdal Pir Sultan’ım gönlüm hastadır
Kimseye diyemem gönlüm yastadır
Bilmem deli oldu bilmem ustadır
Şöyle bir sevdaya saldı dert beni
Seyyah olup şu ölemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bilmem amelinden bilmem özümden
Akıttım kanlı yaş iki gözümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Yine boralandı dağların başı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Emaneti alır ol veren kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu cihanın pergeri bozuk
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Tükendi daneler kalmadı azık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Pir Sultan’ım eydür ummana dalam
Gidenler gelmedi haberin alam
Abdal oldum çullar giydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.