Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Edebiyat / Dil Bilgisi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
deneme, türü, türüne, örnekler

Deneme Türü - Deneme Türüne Örnekler

Eski 05-06-2009   #1
[KAPLAN]
Icon47

Deneme Türü - Deneme Türüne Örnekler



DENEME TÜRÜ

Tanımı

Deneme, bir yazarın herhangi bir konuda kendi özel görüş ve düşüncelerini anlattığı yazılardır Denemeler, öznel (subjektif), kesin kuralları olmayan, iddiasız yazılardır Belgelere dayanan bilimsel açıklamalara yer verilmez Yazar, kesin yargı ve sonuçlardan kaçınır; kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi samimi bir şekilde düşündüklerini yazıya geçirir

Denemenin konusunda herhangi bir sınırlama yoktur Genellikle edebiyat, sanat, bilim ve felsefe konularında yazılır Yazarın ele aldığı konuyu iyice kavramış olması ve derinliğine işlemesi gerekir Şiirimiz Üzerine ‘de Nurullah Ataç’ın Türk şiirini hem dönemler halinde birbirleriyle karşılaştırdığını, hem de klasik Avrupa şiirinin özellikleriyle aralarında benzerlikler kurduğunu görüyoruz Deneme niteliğinde yazılmış hikaye ve roman türleri de vardır

Özellikleri

· Öğretici metinlerdir

· Denemede konu özgürce seçilir

· İnsanı ve toplumu ilgilendiren her şey (yaşam, ölüm, aşk, felsefe, din, ahlak, töre, siyaset, bilim vb) denemenin konusu olabilir

· Deneme yazarı kendisiyle konuşur gibi yazar

· Yazar dili doğru ve güzel kullanır

· Düşünce ufku geniş ve kendine özgü bilgi birikimine sahiptir

· Kendi duygularının dışında başkalarının düşüncelerine de saygı duyar

· Denemeci ele aldığı konuyu içtenlikle anlatır

· Denemeci, bayağı bir anlatıma inmeden terim ve felsefi kavramların ağırlığından uzak bir üslubu tercih eder

· Denemeci, denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak amacında değildir

· Deneme, herhangi bir konuda düşündürücü, öğretici, inandırıcı ve ufuk açıcıdır

· Deneme rahat okunan bir düşünce yazısıdır

· Denemecinin öne sürülen her düşünce ya da savı doğrulama, kanıtlama gibi bir kaygısı yoktur Deneme, makale ve eleştiriden bu yönüyle ayrılır

· Deneme yazarı birçok kaynaktan beslenir Felsefi, sosyolojik, tarihi tema ve olayların yanında bilimsel veriler ve ünlü kişilerin özdeyişleri olabilir Yine de denemeci seçtiği konuyu farklı bir yaklaşımla işler



Denemenin Amacı;

· Okuyucuyu düşünmeye yöneltmek

· Hayatın gerçeklerini ortaya koymak

· Kültür alanındaki değişme ve gelişmeleri fark ettirmek

· Birey -toplum ilişkisini dile getirmek



Deneme Örnekleri



DİLİMİZ ÜZERİNE

Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz Ama durmuyor Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor Kimi öfkelenip bağırıyor Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor

Türkçe’de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! “Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz… Dilimiz çirkinleşir…” dediler:

Genç Kalemciler’e ters baktılar, saldırdılar Genç Kalemciler‘e yenildi, bozuldu, ezildi sandık Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!

O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz Bunu görmek istemiyorlar

Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar

Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir

Nurullah ATAÇ







TÜRK’ÜN MUTLULUĞU: ATATÜRK



Şeflerin ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol göstermektir” diyordu Atatürk ölümünden bir yıl önce yabancı bir devletin dışişleri bakanına Tarihimizde ilk defa gerçekten halka yönelmiş, köylüsüyle elele kurtuluşunun, mutluluğunun destanını yazmış bir devlet adamımızın dünyaya seslenişiydi bu



İmparatorluklar kurmuş bunca devlet adamları uluslarına ne getirmişti yağmalar talanlar, sönmüş ocaklar, kinler, her iki yandan göz yaşları ahlar vahlar pahasına kazanılan topraklarla kendi şan şeref edebiyatları, fetih gururları d ışında? Anadolu halkına, köylüsüne ne kazandırmıştı bunca fetihler istilâlar “hanedan” gururu, şan şeref tutkuları dışında, hayatı sevinç ve istekle karşılamak için ne yol göstermişlerdi uluslarına?



Bir Atatürk gösterdi halkına, köylüsüne hayatı sevinç ve istekle karşılamanın, insan gibi yaşamının yolunu Çünkü bir halk çocuğu, bir halk adamıydı Atatürk Gücünü zorbalıktan, tanrısal desteklerden değil, halkın güveninden, halka güveninden, sevgisinden alıyordu Halktan gelmiş, halka yönelmişti



Atatürk Türk ulusunun mutluluğunu kendi mutluluğundan ayırmıyordu O da, her insan gibi mutlu olmak istiyordu elbet Ama bir başkumandan, bir devlet şefi olarak, tek



başına mutlu olamayacağını biliyordu Oysa, tarih bize saraylarına kapanıp halkının köylüsünün dışında mutlu olmaya çalışan nice devlet şefi örneği veriyordu Atatürk, halkıyla köylüsüyle birlikte mutlu olmak istiyordu Köylüsü aç, halkı mutsuz yaşarken kendinin mutlu olamıyacağını biliyordu Bunca rütbeleri, sırmaları şanları şerefleri bırakıp Kurtuluş Savaşına koşmasını nasıl açıklayabiliriz yoksa? Bu savaş, Türkün mutluluğuna açılan ilk kapıydı Ana yurdu kurtulduktan sonra Türke hayatı sevinç ve istekle karşılamanın yolunu göstermek gerekti Bu yol batı uygarlığına giden yoldu



Türkiye’nin dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler gibi, “ölmesini bilmiyen şeylerle yaşamasını bilmeyenler arasındaki amansız çatışma” daydı Ölmesini bilmiyen şeyler, Türkiye’yi batı dünyasından en az bir iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar, yobazlıklar, olumlu bilgi düşmanlığıydı Yaşamasını bilmeyenlerse, tâ IIMahmut’tan bu yana başlayan; ama en iyi neyitli aydınlarımızın bile ölesiye bağlanıp yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri batı uygarlığını yapan bilim kafasıydı



Atatürk bu çatışmada ölmesini bilmiyen şeylere karşı yaşaması gerekeni yaşatmaya çalışmış ve bunda büyük ölçüde başarıya ulaşmış tek devlet adamımızdır Devrimleri tam yaptığına inanacak kadar saf değildi Atatürk “Benim yaptığım işler birbirine bağlı ve gerekli şeylerdir Bana yaptıklarımdan değil yapacaklarımdan söz edin” derken, devrimlerin tam olmadığını anlatmak istiyordu Biliyordu ki devrimleri yetersizdi Ama bu yetersizliklerin yine devrimlerle giderileceğini, devrimlerin yine devrimlerle ayakta kalabileceğini de biliyordu Onun için de Atatürk, devrimlerini ulusun en dinç, en dinamik bölüğüne, gençliğe emanet etmişti



Atatürk ,Türk ulusuna hayatı sevinçle karşılamanın, yani mutluluğunun yolunu göstermiştir Bu yolda yürümek, bu uğurda ölesiye savaşmak, devrimleri devrimlerle beslemek Türk aydınına düşen en büyük bir görevdir



Vedat GÜNYOL



DOSTLUK

… Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı gözönünde tutmalı diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın (tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir, oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme (ihtiyaç) değil, doğa yaratır Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var…

Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan -haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar Halbuki önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur Deminden beri söylediğim sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için her şeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur Bunu sananlar, tehlikeli şekilde yanılırlar Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur: erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin Bu türlü bir birlik bazı insanlar arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı İşte, bence, insanların peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir Bütün bunlar var olunca, hayat mutluluk doludur

Cicero



ÖLÜM ÜSTÜNE

Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler,” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş

Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!

Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik

Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür

Tabiat bunu böyle istiyor Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius)

Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır

Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin

“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius

Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz

Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız Bir gün bütün günlerin eşidir Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir

Montaigne



KÜLTÜR VE MEDENİYET

Alman tarihçilerinin dilinde kültür lafı, daha önce mevcut olan medeniyete çok yakın bir mana kazanır Bununla beraber bir takım ayrılıklar önerilir Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kollektif araçlar bütünüdür Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır Medeniyet ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi…

Ama bunun aksini ileri sürenler de var Onlara göre, medeniyet toplum yaşayışının maddi ve faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin, üretimin, teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık Peki kültür, o da toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir

Bu tekliflerden hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit hem de birikim olarak Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri Alman sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş

Fakat antropolog ve sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve karanlık bulmuş Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar arasında böyle bir ikilik kurulamaz Sosyolog ve antropologların yüzde doksanı “medeniyet” kelimesini kullanmaz, “kültür” kelimesini tercih ederler Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır Kimine göre farklı

Bu iki kavramı ayıran çağdaş sosyologlara göre, medeniyet kelimesi aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürler bütününü belirtmek için kullanılmalıdır Mesela Batı medeniyeti denince Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan kültürleri anlaşılmalıdır Yani kültür kavramı belli bir topluma bağlıdır “Medeniyet” ise zaman ve mekanda çok daha geniş, çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmalıdır Durkheim (Durkheym) ile Mauss, medeniyetten, belli bir sosyal organizmaya bağlı olmayan sosyal olayları anlarlar; bu olaylar milli ülkeleri aşar, belli bir toplumun tarihi ile de sınırlanamaz, milletlerüstü bir hayatları vardır

Medeniyet kelimesi, ilmi ve teknik gelişme, şehirleşme, sosyal organizasyonun giriftliği bakımından daha ileri bir aşamada bulunan toplumlar için kullanılır Kelimenin eski anlamı bu idi Zamanımızda daha çok, sanayileşme, modernleşme, gelişme gibi lafızlar tercih edilmektedir Medeniyet kelimesinin beraberinde getirdiği değer hükümlerinden sıyrılmanın başka çaresi yoktur

Cemil MERİÇ





HAYAT VE EDEBİYAT

Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir Bu itibarla, hayat ile bağı olan edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir Hayatı en gizli, en karışık yönleriyle anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi, açık açık yansıtmayan bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı şeyler yapabilirler Fakat, ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya, sert bir rüzgara dayanamazsa, hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok samimidir İşte bunun gibi milletler için de “güzel” ve “iyi” telakkilerinden daha “milli” hiçbir şey yoktur Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır

Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini, nedense, hala anlayamadık!

Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.