Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ilim, osmanlılarda

Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

Osmanlılarda İlim



OSMANLILARDA EGITIM VE ÖGRETIM
Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI asrin müstesna bir yeri vardir Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir
Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir
Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir XVII asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir Fetihten XIX asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir
Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir
Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi"
Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl H 751/M 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir
Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti
Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl 839/1435)'dir Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti Bu durum, Sultan II Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder Edirne devlet merkezi olduktan sonra II Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi
Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir*
764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir
Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu
Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi Bunun içindir ki ilk defa Sultan II Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz
Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu
Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi
Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu
Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür
ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI
Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #2
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



SIBYAN MEKTEPLERI Ilk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaslarindaki çocuklara okuyup yazma, bazi dinî bilgiler ve dört islemden ibaret olan matematik derslerini verirdi Islâm dünyasinin ilk asirlarinda "Küttâb" adiyla tanidigimiz bu okula, Müslüman Türk devletlerinden Karahanli ve Selçuklularda "Sibyan Mektebi" deniyordu Osmanlilar'da ayni okula bu isimle birlikte "Dâru't-tâlim", "Mektep", "Tas Mektep", "Mahalle Mektebi", "Mektephâne" ve "Mekteb-i Ibtidâiye" gibi isimler veriliyordu Osmanlilar'da bu mektebin hocasina "Muallim", yardimcisina da "Kalfa" veya "Halife" denilmekteydi Süleymaniye Vakfiyesi'nde bu mekteplere tayin edilecek hoca ile yardimcisinin özellikleri su ifadelerle tesbit edilmis bulunmaktadir:
"Ve mekteb-i mezbûrda bir ehl-i tecvid, hâfiz-i Kelâm-i Mecid (Kur'an), ilm-i kiratta ferîd ve salâh u siyânette resîd, sevâyib-i maayib-i töhmetten (saibe ve ayiplar töhmetinden) ma'sûm ve zühd ü felâh ile mevsûm ilm-i fikha vâkif ve vâcibât-i sünen-i salâta ârif kimesne muallim olup, sibyân-i fukara (fakirlerin çocuklari) ve fukara-i sibyâna ta'lim-i Kur'an-i Azîm ve salâta müteallik mesaili tefhim edüp sibyan otuz adetten eksik olmaya ve ücret almaya ve vazife-i yevmiyesi sekiz akça ola
"Ve bir sâlih u mütedeyyin, salâh u zühd ile ma'ruf u müteayyin, ehl-i Kur'an kimesne dahi mekteb-i mezburda halife olup atfal u sibyâna ta'lim-i heca ve Kur'an eyleye ve muallime halef olup huzur u magibinde ikamet-i hizmet edicek vazife-i yevmiyesi üç akça ola"
Sibyan okullarinin müfredatinda zaman içinde degisiklik ve gelismeler oldugu görülür Bütün bu degisiklik ve gelismeler, gerek Fatih, gerek II Bayezid, gerekse daha sonraki dönemlerde çokça olmustur Nitekim Sultan I Mahmud'un annesi tarafindan Galata'da yaptirilan mektebin vakfiyesinde "Fenn-i kitabette mahareti müsellem ve ta'lim-i mesk-i hatta a'lem bir kimesne hâce-i mesk olup" denilmektedir Keza Sultan I Abdülhamid'in vakfiyesinde de "bir hattat üstad ta'lim-i hatta sahib-i itiyad kim ise mekteb-i serife müdavemet eden sibyâna hâce-i mesk olup edâet ve sinaat-i hat ile eday-i hizmet eyleye" denilmektedir Bütün bunlardan baska Sultan I Mahmud'un 15 Sevval 1152 (4 Aralik 1739) tarihli vakfiyesinde buraya bir de hat hocasi tayin ettirdigi ve çocuklara güzel yazi ögretilmesini emrettigi anlasilmaktadir*
Sultan II Mahmud tarafindan 1824'te isdar edilen "Talim-i sibyân hakkinda ferman" da ise öncelikle zârurat-i diniyyenin ögretilmesi sart kosulmus ve muallimlerden çocuklara Kur'an talimi, tecvid ve ilmihal okutmasi istmistir Tanzimatin ilanindan bir müddet önce (1838)'de Umur-i Nafia Meclisi'nde mektepler için hazirlanan bir layihada mektepler küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrildigindan programlari da ona göre tertip edilmisti
Ögrencilerin, Sümerlerde siralara, Yunan'da iskemlelere oturmalarina karsilik, Islâm mekteplerinde hocanin etrafinda halkalar meydana getirip yere oturduklari görülmektedir Misir, Yahudi ve Japon mekteplerinde de ögrencilerin yere oturduklari bilinmektedir Osmanlilarda çocuklarin 4-5-6 yaslarinda okula basladiklari; Anadolu'da daha çok dört, Istanbul'da bes-alti yaslarinda mektebe gittikleri görülmektedir Tanzimattan önce çocuklarin bir san'ata verilmeden önce mektebe gitmeleri, buna riayet etmeyen ebeveynin cezalandirilacagina dair olan Sultan II Mahmud'un fermanina göre böyle çocuklari yaninda çirak olarak bulunduran kimselerin de ayni cezaya çarptirilacagi nazar-i dikkate alindiginda, bu dönemden itibaren ilk ögretimin mecburi hale getirildigi söylenebilir
Sibyan mekteplerinin tahsil süreleri hakkinda kuruluslarinin baslangicinda kesin bir müddet söylemek mümkün degildir Herhalde bu, ögrencinin zeka, çaliskanlik ve okunmasi gereken kitaplarin bitirilmesi ile ilgilidir Bununla beraber 1846 tarihli bir tezkireden, sibyan mekteplerinin tahsil müddetinin 4 yil oldugu anlasilmaktadir 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi'nde de bu müddet muhafaza edilmekte ve mektebe devam mecburiyet yasi erkekler için 7, kiz çocuklari için 6 olarak tesbit edilmektedir
Osmanli toplumunda bir çok müessesede oldugu gibi sibyan mektepleri de hayir sahipleri tarafindan vakif seklinde kurulmaktaydi Binaenaleyh Osmanli ülkesinin her tarafinda bu maksatla kurulmus vakiflari görmek mümkündür Bu bakimdan bu mekteplerin sayilari, günümüzün ilkokullariyla kiyaslanamayacak kadar büyüktü Evliya Çelebi kendi devrinde sadece o günün Istanbul'unda 1933 sibyan mektebi bulundugunu kaydetmektedir Sibyan mektepleri, Osmanli'nin klasik devrine aid birer müessese olmalarina ragmen isim ve müfredattaki degisiklikleri ile beraber Cumhuriyet dönemine kadar gelmislerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #3
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



TASRA TESKILÂTI Osmanli fetih geleneginin en önemli özelliklerinden biri, fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadi'nin, idareyi temsilen bir beyin (subasi)tayin edilmesidir Orhan, I Murad ve Yildirim Bâyezid zamanlarinda gerçeklestirilen fetih hareketleri ile devletin sinirlari bir hayli genisledigi gibi, teskilatlanma da o ölçüde hizlanmistir
Zamanla sinirlari genisleyip büyüyen Osmanli Devleti'nin merkezden idare edilmesi zorlasiyordu Bu güçlügü gidermek ve halkinin ihtiyaçlarina cevap verebilmek için, yabancilarin hâlâ hayran olduklari ve adina "Osmanli Düzeni" dedikleri devlet nizami gelistirildi Iste bu nizam sayesinde Osmanlilar, alti asirdan daha fazla bir süre idarede kalmayi basardilar
Osmanli Devleti'nde tasra idaresi, asagidan yukariya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmustu Reâya denilen köy halki da "dirlik", "vakif ve "mülk" reâyasi olmak üzere üç sinifa ayrilmisti Köylerin birlesmesiyle kazalar, kazalarin birlesmesinden sancaklar, sancaklarin birlesmesinden de eyaletler ortaya çikmisti Bununla beraber Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde eyâlet, vilayet, liva, kaza ve nahiye gibi tabirlerin, birbirlerinin yerine kullanildigi da olmustur Nitekim Eyâlet-i Rûm (Sivas-Amasya) yerine "Nahiye-i Rûm" tabiri kullanildigi gibi eyalet tabiri de o zamanlar için pek açik ve belli bir mânâyi ifade etmiyordu XV asir ortalarinda eyâlet kelimesi, beylerbeyilikten ziyade, küçük mintikalari gösteriyordu Idarî teskilatta en fazla öneme sahip birimler, kaza ve sancaklardi Kazalarda yönetici sinif olarak kadi, alaybeyi ve subasilar bulunurdu Bunlardan kadilar, askerî olmayan ser'î ve hukukî hususlardan sorumlu olduklari gibi kazanin iasesinin temini, belediye, adliye, devlet tarafindan merkezden istenilen seylerin temin ve tedariki ile de sorumlu idiler Subasilar, kazanin genel güvenligini (asayisini) saglamakla vazifeliydiler Askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi Beylerbeyine bagli kazalarda ise inzibat ve askerî idare, timar subasisina aitti Osmanli tasra teskilâti, uzun ve çesitli merhalelerden geçtikten sonra XVI asirda Rumeli, Anadolu, Arabistan ve Kuzey Afrika'da en gelismis sekline ulasmisti Osmanli eyâlet idaresi, kendinden önceki Türk ve Müslüman devletlerine ait idarelerden bir çok temel unsuru almis olmakla birlikte bu teskilati hayli gelistirmistir Tasra teskilâti bakimindan yönetici olarak dikkatleri çeken iki görevli bulunmaktadir Bunlar: Beylerbeyi ile Sancakbeyi isimlerini tasiyan kimselerdir
BEYLERBEYI
Osmanli Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII yüzyildan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibari yüksek bir görevli idi Osmanlilarin ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu islerinden sorumlu olurdu Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oglu Süleyman Pasa idi Onun vefatindan sonra bu vazife, Lala Sahin Pasa'ya verilmisti Fakat Sultan I Murad zamaninda Çandarli Halil Hayreddin Pasa'nin ordu komutanligini da eline almasi üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmis gibi görünse de nüfuzlari yine de devam ediyordu XIV asir boyunca beylerbeyi, tasra kuvvetlerin komutani ve çesitli sancaklara dagilmis beylerin âmiri durumunda idi Bu dönemde beylerbeyiler, belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu islerinden sorumlu idiler
Rumeli'de fetihlerin devam ettigi ve hükümdarin da Anadolu'da bulundugu siralarda Rumeli'deki beylerin amiri olan kisi, Rumeli Beylerbeyi haline gelmisti Nitekim Orhan Bey'in ordu komutani olan oglu Süleyman Pasa'nin beylerbeyi olmasi bu sekilde olmustu Rumeli'de fetihlerin artmasi ile Anadolu ve Rumeli'nin tek komutan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi XV yüzyilda bu iki beylerbeyilige Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de ilave edildi Böylece beylerbeyilik sayisi dörde yükseldi Yavuz devrinde Diyarbekir, Haleb ve Sam eyâletleri teskil edildi Kanunî'nin uzun süren saltanati döneminde Dulkadir, Cezayir-i Bahr-i Sefid, Cezayir-i Garb, Erzurum, Musul, Bagdad, Yemen, Budin, Basra, Van, Timasvar, Lahsa, Trablusgarb ve Habes olmak üzere on dört yeni eyâletin teskil edildigi, II Selim devrinde Kefe, Kibns, Tunus ve Trablussam olmak üzere dört eyâletin daha kuruldugu, böylece III Murad devrine gelindiginde 25 eyâletin teskil edilmis oldugu görülmektedir Daha sonraki tarihlerde beylerbeyilerin sayilari artmakla birlikte selâhiyetleri tahdid edildi Nitekim bölgelerindeki sancakbeylerinin tayinlerinin dogrudan dogruya merkezden yapilmasi ve sancakbeylerinin hem yönetimde hem de seferlerde sultanin emri ile ayri olarak görevlendirilebilmeleri, beylerbeyilerin otoritelerini smirlandinyordu
Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-i siyasette" sultanin temsilcisi olmak, beylerbeyi divaninda askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenligi saglamak, timar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile timarli sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katilmak zorunda idiler Beylerbeyi seferle görevlendirildigi zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini birakirdi XVI yüzyildaki yetkileri her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadilar ve diger görevlilerle halk nazarinda "hakim ve vali" olarak tayin edilmisse de özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftisten öteye gitmemistir Eyâlet içinde sadece kendi sancagi (merkez sancak)nin idaresinden sorumlu tutulmustu
Iki tug ve haslari bulunan beylerbeyiler, vilayet merkezinde otururlardi Anadolu beylerbeyiligin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyilerinki ise Manastir sehri idi Bunlarin kalabalik bir maiyetleri bulunurdu Merkezdeki adlî ve hukukî isler, kadi tarafindan görülürdü Bölgesi ile ilgili isler, kendi baskanliginda toplanan bir divanda görüsülürdü Hazineye ait isler mal defterdarinca, zeamet isleri timar kethüdasi, timar isleri ise timar defterdarinca yerine getirilirdi
Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi Kanunnâmelerde belirtildigine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdari, beylik ile nisanci olanlar, besyüz akçalik kadilar ve dörtyüz bin akça hassi olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi Rumeli beylerbeyi terfi ettigi zaman "Küçük vezir" yani Divan-i Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu Anadolu beylerbeyi terfi ettigi zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu XVI yüzyil ortalarina dogru istikrarli bir sekil alan Osmanli eyâletleri, sâlyâneli (= yillikli) ve sâlyânesiz (= yilliksiz) olmak üzere iki kisma ayrilmisti Sâlyânesiz eyaletler daha çoktu Bunlar: Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Haleb, Sam ve Trablussam eyaletleri idi Bunlarin mahsulati, has, zeamet ve timara ayrilmis olup, hazine ve defterhaneden idare edilmekteydiler Sâlyâneli eyâletler ise Misir, Habes, Bagdad, Basra, Yemen ve Kaptanpasa eyâletlerindeki bazi sancaklar ile Trablusgarb, Tunus ve Cezayir eyâletleri idi Bunlarin mahsulati has, zeamet ve timara ayrilmayarak dogrudan dogruya hazine tarafindan yillik olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesairenin maaslari ayrildiktan sonra kalani devlet hazinesine gönderilirdi
Osmanli Devleti'nde eyâletler, 40-50 senelik uzun bir arastirma ve tekemmül döneminden sonra askerî, siyasî ve idarî gelismeler ile zaruretler sonucunda kuruluyorlardi Nitekim Cezayir-i Bahr-i Sefid, Kibns, Budin, Özi gibi eyaletlerin kurulusu, bu ifadelerin musahhas örnekleridir
SANCAKBEYI
Kelime olarak birçok mânâya gelen "Sancak", Osmanli tasra teskilatinda kazalarin birlesmesiyle tesekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafindan yönetilen idarî birimin adidir XV yüzyilda yaygin bir sekilde kullanilan sancak terimi, özellikle XVI asirda idarî bir birim olarak Osmanli kanunnâmelerinde yer aldigi ve hazirlanan "Tahrir Defterleri"nde her birinin, kendine has ayri ayri kanunnâmelerinin bulundugu görülmektedir
Bir tug sahibi olan sancakbeylerinin haslari vardi Bunlar, bir harp vukuunda sancagi dahilindeki timarli sipahilerin toplanma mahalli olan yerlerde (Rumeli'de Isakçi ovasi) toplanmasini saglayip beylerbeyinin komutasi altinda harbe götürmekle mükelleftiler Ayrica bunlar, mintikalarindaki serbest timar yerlerinden baska, idareleri altindaki sancaklarin hem idarî, hem askerî, hem de asayis islerinden sorumlu idiler Keza bunlar, kalpazanlikla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarina yardimci olmak ve görevlerinde kendilerine kolaylik saglamak gibi vazifelerle de yükümlü idiler Sancaktaki suçlularin cezalandirilmasi da sancakbeylerine verilmisti Nitekim kanunnâmede "tutulan kimesneyi sancakbeyi suçuna göre hakkindan gele" denilmektedir Buna karsilik sancakbeyleri idarelerinde bulunan sancakta islenen cürümlerin vergilerinin tamamini veya bir kismini alirlardi Bazi sancaklarda da "Çift resmi" ve "Resm-i arûsâne" gibi vergilerden paylari vardi
Sancakbeylerinin dereceleri, sahip olduklan has gelirine göre tayin edilirdi Kanunnâmelerde belirtildigi gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi Ogullarina ise otuz bin akçalik zeamet baglanirdi Sancakbeyleri protokolda bütün agalarin üstünde bir yere sahiptiler Devlet merkezindeki yeniçeri agasi, nisanci, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa besyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #4
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



MEDRESELER
Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, orta ve yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi Medrese, memleketin ihtiyaç duydugu kültürü veren ve elemanlari yetistiren bir egitim ve ögretim kurulusudur Daha önceki devirlerde oldugu Osmanli'da da sahislar tarafindan tesis edilen ve yasamasi için vakiflar kurulan medreselerin hocalarina "müderris" (profesör), yardimcilarina da "muîd" (asistan, arastirma görevlisi) denirdi Medrese talebesi ise "danismend", "suhte" veya "talebe" adlariyla anilirdi "Sibyan Mektebi" veya o seviyede özel egitim görmüs olan kimseler, medreselere giderek muayyen hocalardan bir program dahilinde belirlenmis dersleri okurlardi
Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî teskilâta sahip bulunuyordu Bu teskilât, XVI asirda, günümüzdeki modern devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce defter ve milyonlarca vesikanin bulundugu Osmanli arsivini görmek gerekir Kendinden önceki Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da medreseleri genel anlamda iki grupta mütalaa etmek gerekir Bunlar: genel egitim veren medreseler ile özel egitim ve ögretim veren ihtisas medreseleridir
GENEL EGITIM VEREN MEDRESELER
Osmanlilar medreseyi, Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek alarak kurdular Bununla beraber Osmanli medreseleri, naklî ilimlerde Sam-Misir, aklî ilimlerde de Bagdat-Semerkant bölgelerinde yetismis ulemadan istifade etmisti Daha önce de belirtildigi gibi Orhan Gazi, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurdugu zaman Kayseri ve Kahire'de tahsil görmüs olan Davud-i Kayserî'yi ilk müderris olarak tayin etmisti
Bilindigi üzere Osmanlilar'da medrese egitimi hemen hemen devletin kurulusu ile baslamistir denebilir Umumî bilgi veren medreselerde "ulûm-i Õâliye" denilen kelam, mantik, belagat, lugat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe, tarih ve cografya gibi "âlet ilimleri" denilen ilimlerin yaninda "ulûm-i âliye" denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fikih) gibi ilimler okutulurdu*
Osmanli 'Devleti'nin, medenî gelismeye imkân veren birçok konuda oldugu gibi, egitim ve ögretimdeki açik politikasini sonuna kadar devam ettirdigini, ülkeye davet ettigi hocalar ile ilim adamlari sayesinde ögrenmistik Bu bakimdan, ilk dönemlerde Osmanli medrese sisteminin Anadolu Selçuklu ve yine Anadolu Beyliklerinin medrese sistemi seklinde olacagini kestirmek kolaydir Bununla beraber daha Yildirim Bâyezid devrinde bir düzenlemeye gidildigi, II Murad döneminde Edirne'deki Halebiye Medresesi'ndeki* Tetimme ve yine burada Dâru'l-hadis Medresesinin açilmasiyla gelistigi ve nihayet köklü degisikligin Fatih Sultan Mehmed devrinde ortaya çiktigi bilinmektedir Fatih zamanindaki medrese sistemi, Kanunî Sultan Süleyman'in Süleymaniye Medresesi'ni açmasina kadar devam eder
Ister klasik dönemde olsun, ister Tanzimat'tan sonraki yeni dönemde olsun genel egitim medreseleri devirlerindeki ilimlerin birlikte okutuldugu medreselerdir
Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimmeler yapildiktan sonra, Osmanli Devleti hududlari içindeki medreselerde yeni bir düzenlemeye gidildigine daha önce temas edilmisti Buna göre asagidan yukariya dogru her derecede hangi ders ve kitaplarin ne ölçüde okutulduklarini kesin olarak söylemek pek mümkün görülmemekte ise de bazi vakfiye, kanunnâme ve biyografi sayesinde bunlari tesbit etmek kolaylasmaktadir Genellikle müderrislerinin aldiklari yevmiye (günlük) miktarina göre de isimlendirilen Osmanli medreseleri, asagidan yukariya dogru söyle bir sira takib ederler:
HASIYE-I TECRID (YIRMILI) MEDRESELERI
Bu sinifa giren medreseler, Seyyid Serif Cürcanî'nin Hasiye-i Tecrid adli eserinin adini tasimaktadirlar Ilm-i Kelâm'a aid olan bu eser, Nâsiruddin Tusî'nin Tecridu'l-Itikad veya Tecridu'l-Kelâm adli eserinin hasiyesidir Öyle anlasiliyor ki Hasiye-i Tecrid, bu medresede okutulan en önemli ders kitabidir Belirtilen medresede, bu eserden baska yine Seyyid Serif'in fikha dair olan Serh-i Feraiz'i ve Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair Mutavvel'i okutulmakta idiÖbür taraftan, bu medresede okutulan eserleri anlayabilmek için "ilm-i Sarf"tan Emsile, Bina, Maksud, Izzî, Merah, "Ilm-i Nahiv"den Avamil, Izhâr, Kâfiye gibi eserleri, Serh-i Isagoci gibi Arapça, Tevali gibi fikih usûlüne dair eserlerin de okunmus olmasi gerekir
MIFTAH (OTUZLU) MEDRESELERI
Bu medreseler de, belagat ilminden Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair eseri olan "Serh-i Miftah"in adini tasimaktadirlar Bu medreselerde, Serh-i Miftah'tan baska fikihtan Tenkih ve Tavzih, kelâmdan Hasiye-i Tecrid'in devami ve hadisten Mesâbih okutuluyordu Bununla beraber Hasiye-i Tecrid medreselerinde oldugu gibi bu medreselerde de baska eserlerin okutulmasi gerekir Nitekim Kâtib Çelebi, Fatih Sultan Mehmed'in otuzlu medreselerde Miftah-i Meânî ve Sadru's-Seria'nin okutulmasini tayin buyurdugunu söyler
TELVIH (KIRKLI) MEDRESELERI
Müderrisine günlük olarak 40 akça verildigi için kirkli medrese diye anilan bu medreselerde belagattan Miftahu'l-Ulûm, usûl-i fikihtan Tavzih, fikihtan Radiyuddin Hasan Saganî'nin Mesariku Envari'n-Nebeviyye'si, Sadrusseria Ubeydullah b Ishakî'nin Mesarik'i, hadisten de Begavî'nin Mesabih adli eseri okutuluyordu Bütün bunlardan baska daha farkli eserler de ders kitabi olarak takib edilmislerdir
ELLILI MEDRESELER
Müderrislerine günlük (yevmiye) 50 akça verilen bu medreseler "Hâric" ve "Dâhil" olmak üzere ikiye ayrilirlar Kirkli ve Hâric Ellili medreseler, Osmanlilar'dan daha önceki devirlerde Anadolu'da hükümran olan Anadolu Selçuklulari ile Beyliklerin hükümdar, hükümdar aileleri ve vezirlerinin yaptirdiklari medreselerdir Dâhil medreseleri ise Osmanli padisahlari ile sehzade valideleri, sehzadeler ve padisah kizlarinin yaptirdiklari medreselerdir Ellili medreselerin Hâric bölümünde: Fikihtan Hidâye, Kelâm'dan Serh-i Mevakif, Hadis'ten Mesâbih okutuluyordu Dâhil bölümünde ise: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî okutuluyordu
SAHN-I SEMÂN MEDRESELERI
Daha önce de belirtildigi gibi Sahn-i Semân Medreseleri, Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da kurdugu külliyede bulunan 8 medresedir Bu medreseler, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan Süleymaniye Medreseleri kuruluncaya kadar en yüksek tahsil veren egitim kurumlari idi Fatih vakfiyesinde müderrislerine yevmiye 50 akça tayin edilmisse de bazi müderrislerin burada kalarak terakki ettikleri, yani baska medreselere gitmeden yevmiyelerinin, bulunduklari yerde yükseltildigi ve böylece 60, 70, 80, 90 akçaya kadar çikarildiklari görülmektedir Burada okutulan derslere gelince bunlar, daha öncekilerin bir devami mahiyetinde olmak üzere sunlardir: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih ve Serh-i Adûd, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî
Biraz sonra temas edilecegi gibi bütün bunlar, naklî ilimler denilen ilimlerdir Bunlarin yaninda tip, hendese, hey'et, cografya, mantik gibi aklî ilimlerin de okutuldugunu söyleyebiliriz Hele Sahn-i Semân içinde bir de Dâru's-sifa denilen bir tip fakültesinin mevcudiyetini gözönünde bulundurarak burada hem teori hem de pratik olarak tibbin tahsil edildigini söyleyebiliriz
ALTMISLI MEDRESELER
Müderrisine yevmiye 60 akça verilen medreselerdir Bu medreselerde okutulan dersleri söyle siralamak mümkündür:
Fikih: Hidâye ve Serh-i Feraiz
Usûl-i Fikih: Telvih
Kelâm: Serh-i Mevakif
Hadis: Buharî
Tefsir: Kessaf
Zaman zaman degisiklikler olmakla birlikte medreselerde okutulan bu derslerin yaninda "Cuz'iyât" adi verilen Hikmet (Felsefe), Hesap, Hendese (geometri) Hey'et (astronomi), Cografya, ilm-i zic (astronomi, cetveller), Ilm-i Nücûm (Yildizlar ilmi), tip ve Tesrih de vardir Son asirlarda bunlara "Koltuk Dersleri" veya "Âlet ilimleri" de denmistir Asil ilim subesini bitirenler yukarida isimleri verilen müsbet ilimleri tahsil edebilirlerdi Nitekim bu branslara giren ilimleri Fatih medreselerinde bulunan fazil ve zu'l-cenaheyn (iki kanatli, iki bransta da söz sahibi) denilen âlimlerden ya genel mahiyette veya özel olarak tahsil ederlerdi Her ne kadar isim olarak bunlara cüz'iyat deniyorsa da bunlar medreselerde bulunan esas derslerdir
Osmanli dönemi genel egitim ve ögretim veren medreselerinde gerek aklî, gerekse naklî ilimlerde okutulan dersler zaman zaman degisik olagelmislerdir Hatta bazi kaynaklarda bu derslerin isimleri manzum olarak verilmislerdir Örnek olmasi bakimindan bunlardan, Fatih kütüphanesinde 4985 numarali eserin bos bir yerine ilave edilmis ve medreselerde okunan dersleri sira ile manzum olarak bildiren satirlari buraya aliyoruz
Sarf okusan bir muhterem kisiden
Eline kitabin alsam olmaz mi?
Çalissan aferin dese isiten
Düsmanin bagrini delsen olmaz mi?
Emsile'yi ezber edüp süre gör
Maksud ile muradina ire gör
Izzî bilüb kaideye gire gör
Merah'i bir hosça bilsen olmaz mi?
Avamil ne derse âmil ol sen de
Misbah ile nur-i ilmi bul sen de
Kâfiye'yi Câmi ile bilsen de
Kendini âlâ eylesen olmaz mi?
Mantik'in çok olur kiyl ile kali
Hacegâni hûb yazmistir akvali
Kutbeddin'den bilmek için eskâli
Seyyid-i Hasiye'yi bulsan olmaz mi?
Telhis'in dersine gark olup yanup
Muhtasar sözüne Mütavvel katup
Miftah'in üstüne Seyyid'i tutup
Ilim deryasina dalsam olmaz mi?
Menâr'in üstüne tut Ibn-i Melek
Tavzih u Telvih'e eris giderek
Pezdevî'de hâsil eylesen gerek
Usûlü mahlûlün alsan olmaz mi?
Bunlardan baska, Cüz'iyât denilen müsbet ilimler ile ilgili olarak da siirler kaleme alinmistir:
Hikmetten oku hem cüz'iyati
Fehm et cihani seyreder cihati
Hendese ilmin okursan evvel
Eskâl-i tesis serhin bil eshel
Ilm-i hesaptan oku hülasa
Ibn-i celi bul ersin havasa
Bil ilm-i hey'et bul Serh-i Çagmin
Berçendî'yi kil halline tayin
Ilm-i amelden bil usturlabi
Üç bist bâbi seyret dolabi
Rub'u Müceyyeb dogru ameldir
Oku amel kil kim bî-bedeldir
Rub'u mukantar bil eyle seyran
Cografiya bil Takvim-i Büldan
Bil ilm-i ziycten fasl-i Tusî
Takvimin ol dürür ziba arusi
Ilm-i Nücum'dan ahkâmi bulma
Olacak olursan bos yorulma
Ahkâm-i necmi bilmek haterdir
Ahkâm-i ser'î bil muteberdir
Okut ulumu cüz ile bile
Tesrih ilmin Tibb-i Nebiyle
Tesrihi seyret görsen de san'at
Tib ilmini bil, bul tende sihhat

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #5
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



SÜLEYMANIYE MEDRESELERI
Osmanli medrese sistemindeki en büyük gelismelerden biri de süphesiz ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde meydana gelmisti Kanunî devri, her sahada oldugu gibi medrese teskilâtinda da zirveyi ifade eder Fatih Sultan Mehmed'in Sahn-i Semân medreselerinde Dâru's-sifa olmakla beraber henüz tip ve matematik fakülteleri yoktu Bu medreselerde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat gibi dersler okutuluyordu Bununla beraber buraya gelecek olan ögrenciler, günümüzün ifadesiyle ilk ve orta tahsillerinde matematik, geometri, astronomi gibi dersleri daha önce gördüklerinden bu neviden fen bilimlerine vâkif idiler
Günün sartlari ve ihtiyaçlari gözönüne alinarak Süleymaniye medreselerine Tib, Riyaziye (matematik) ve Dâru'l-hadis ilave edildi Süleymaniye Vakfiyesi'nden anlasildigina göre, Süleymaniye Câmii'nin kuzey tarafina düsen kisimda medrese-i evvel ve sâni denilen birinci ve ikinci medreselerle, kuzey doguda bir hamam, kible tarafinda bir dâru'l-hadis, caminin tam güneyine tesadüf eden kisminda medrese-i rabi' (4 medrese), bunun dogusunda da medrese-i sâlis (3 medrese), câminin güney batisinda tip medresesi ve eczahâne, câminin bati kismina düsen tarafinda ise imâret, tabhâne ve dâru's-sifa denilen hastahâne yapilmisti Demek oluyor ki, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan vücuda getirilen medreseler manzûmesi (üniversite), Dâru'l-hadis, Tib, Riyaziye, Tabiiyye, Din, Hukuk ve Edebî tedrisat yapilan fakültelerden tesekkül ediyordu Ayrica hastahâne, imâret, hamam, tabhâne vesair müstemilat bütün bu siteyi (külliyeyi) meydana getirmisti
Câmi, medrese ve diger tesislerin temeli 7 Cemaziyelevvel 957 (24 Mayis 1550) senesi Persembe günü atilmis, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi tarafindan mihrabin temel tasi konmustu Câmi, Sevval 963 (Agustos 1556) da bitmis ise de diger tesislerin bitis tarihi daha sonralari olmustur Süleymaniye medreseleri içinde en yüksek olan Dâru'l-hadis idi Müderrisi yevmiye 100 akça aliyordu Diger müderrislerin yevmiyesi ise 60 akça idi
Hâriç ve Dâhil derslerini gören bir ögrenci Hukuk, Ilâhiyat ve Edebiyat Fakültesi durumunda bulunan Sahn-i Semân medreselerine girmeyerek Riyaziyât ve Tip Fakültesi derslerini takib edecekse Musila-i Süleymaniye denilen medreselere devam eder Buradan mezun olduktan sonra Süleymaniye Medresesi'ne devam edip yüksek tahsil yapabilirdi
Böyle bir sistemle Kanunî, bir tarafdan Sahn-i Semân medreselerinin üstünde medreseler kurmayi gerçeklestirirken, bir taraftan da Osmanli medreselerinin pâyelerini yeni bir sisteme göre tanzim etmis oluyordu Buna göre Osmanli medreselerinin asagidan yukariya dogru su sekli aldigi görülür:
1 Ibtida-i Hâric Medreseleri
2 Hareket-i Hâric Medreseleri
3 Ibtida-i Dâhil Medreseleri
4 Hareket-i Dâhil Medreseleri
5 Musila-i Sahn Medreseleri
6 Sahn-i Seman Medreseleri
7 Ibtida-i Altmisli Medreseleri
8 Hareket-i Altmisli Medreseleri
9 Musila-i Süleymaniye Medreseleri
10 Süleymaniye Medreseleri
11 Dâru'l-Hadis Medreseleri
Görüldügü gibi Kanunî Sultan Süleyman devrinin en yüksek pâyeli medresesi, Süleymaniye Dâru'l-Hadisi idi Daha sonraki dönemlerde Osmanlilarda birçok Dâru'l-Hadis açilmakla beraber Süleymaniye Dâru'l- Hadisi, devletin son dönemlerine kadar bu pâyesini muhafaza etmistir
Bütün bunlardan anlasildigina göre Süleymaniye ile birlikte en yüksek müderrislik derecesi de Süleymaniye müderrisligi oluyordu Süleymaniye müderrisligi için söyle bir sira takib ediliyordu Buna göre sira ile ibtida-i altmisli, yani altmis akçali yevmiyeden baslayarak Hareket-i altmisli, Musila-i Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye,* Süleymaniye ve nihayet Dâru'l-Hadis-i Süleymaniye gelirdi Bu medreselerde kaç müderrisin olacagi belli idi Sayilarinda artis olmazdi
Ibtida-i Altmisli denilen ve altmis akça yevmiye alan müderrislerin sayisi 48 rakaminda dondurulmustu Bu derecede bulunan bir müderris, terfi ettigi zaman daha yüksek bir dereceye hareket ettigi için buna Hareket-i Altmisli denilmisti Yevmiyesi daha öncekinin ayni idi Buna karsilik müderrislik derecesi daha yüksekti Bunlarin sayilari da otuz iki idi Buradan terfi eden birisi Musila-i Süleymaniye denilen ve kendisini Süleymaniye müderrisligine götürecek olan dereceye yükselirdi
Musila-i Süleymaniye müderrisligi, "kibar-i müderrisîn" denilen müderrisliklerin ilk kademesi idi Bundan sonra Hamise-i Süleymaniye, daha sonra da Süleymaniye'nin dört müderrisinden birinin müderrisligi ve en sonunda da Dâru'l-Hadis müderrisligi gelirdi
Osmanli Devleti'nde, pâye itibariyle Dâru'l-Hadis medresesinin üstünde bir medrese olmadigi gibi, müderrisliginin üstünde de bir müderrislik bulunmuyordu Bu bakimdan buranin müderrisi arzu ettigi takdirde "Mahrec Mevleviyetleri"ne dahil Kudüs, Haleb, Eyüb, Selanik, Tirhala, Yenisehir, Galata, Izmir, Sofya, Trabzon ve Girit kadiliklarindan birine tayin edilebilirdi
Osmanli ilmiye teskilâtinda müderrislerin, protokol ve pâye bakimindan gerek birbirleri ile gerekse kadilarla olan durumlari kanunnâmelerde düzenlenmis bulunmaktadir Nitekim degerli bir devlet adami olan Tevkiî Abdurrahman Pasa (öl 1692)'nin 1677-78 siralarinda hazirladigi ve medeniyet tarihimiz için çok degerli olan Kanunnâmesinde bu konuda söyle denilmektedir:
" Ve müderrislerden Süleymaniye müderrisleri Musila-i Süleymaniye müderrislerine tasaddur eder Ve Musila-i Süleymaniye müderrisleri altmisli müderrislere tasaddur eder Ve altmisli müderrisler Sahn müderrislerine tasaddur eder Ve Musila-i sahn müderrisleri dâhil müderrislerine tasaddur eder Ve dâhil müderrisleri hâric müderrislerine tasaddur eder
Ve hâric müderrisleri kudat-i kasabata (kaza ve kasaba kadilari) tasaddur eder Lâkin bu tasaddur itlâk üzere degildir Hâriç müderrisleri ile kudat-i kasabat mâ-beynlerinde (aralarinda) ilim irfan ve zat ve zaman itibar olunur Ve bilcümle kasaba kadisi bir zî san (san, söhret sahibi) kimse olsa elbette hâric müderrislerine tasaddur ettirilir
Ve medârisin (medreselerin) her sinifinda olan müderrisler, kendi hempâyelerine tasaddurlari zat ve zaman itibariyledir" Fatih Kanunnâ-mesinde de belirtildigine göre Sahn müderrisi 500 akça yevmiyeli mevleviyetlerden birine geçebilirdi Hâriç ve Dâhil medreselerinde yevmiye 50 akçaya müderrislik yapanlar, yevmiyesi 300 akça olan kadiliga geçebilirlerdi Ayni sekilde bunlar, Nisanci veya Defterdarlik gibi önemli memuriyetlere de geçibilirlerdi Ayrica Sahn-i Semân müderrisleri protokol (tesrifat)da sancakbeylerinden önce gelirlerdi
Bütün bunlardan baska Iç-il denilen Istanbul, Edirne ve Bursa sehirleriyle bunlarin etraf ve mülhakatindaki medrese müderrislerinden yevmiye yirmi akça alan bir müderris, kadi olmak istedigi zaman yevmiye 45 akçali bir yere kadi olarak tayin edilirdi
Osmanlilar döneminde ilk defa tedris (egitim-ögretim) hayatina baslayacak olan bir ögrenci, "muhtasarat" denilen dersleri gördükten sonra "Hasiye-i Tecrid" medresesine devam eder Orada muvaffak olursa müderristen bir belge (icâzet, diploma) almak suretiyle bir yukari derecedeki "Miftah" medresesine devam eder Ondan sonra Kirkli, Hâric ve Dâhil medreselerinin derslerini gördükten sonra baslangiçta Sahn medreselerine, Süleymaniye'nin kurulusundan sonra da dilerse Sahn-i Semân'a veya Süleymaniye medreselerine devam edebilir Buralari da tamamladiktan sonra "icâzet" alir Yani, kendisine müderrislik yapabilecegine dair diploma verilirdi Cevdet Pasa, Sahn medreselerine gelinceye kadar Osmanli dönemindeki talebenin geçtigi merhaleleri su ifadelerle anlatir:
"Ve talebeden biri danismend olmak murad eylese, ibtida ulemadan bir zata varup Hâric derslerini yani mukaddemat-i ulûmi taallum ve tahsil ettikten sonra ol zatin tavassut ve delâletiyle müderrisînden birine varup ve "Dâhil" derslerini görüp Sahn derslerine kesb-i liyakat eylerdi Ve Sahn medreselerine dâhil olabilmek için onlarin "idâdiye"si hükmünde bulunan medreselerde ikmal-i ulûm-i mürettebe etmek lâzim gelirdi ki, bunlara "Musila-i Sahn" denilirdi Ve Sahn medreseleri Fatih Camii Serifi'nin iki tarafindaki kargir ve kursunlu sekiz medresedir ki, Sahn-i Semân denir Bunlarda sahib-i hücre olan talebe, ulema ve fuzelâdan zatlar olup nicesinin telifat-i makbulesi vardir Ve bunlarin eskilerine "Muid" denilir ki, medreselerinde müzakereci olup bu medreselerin arkalarinda ve idadiyeleri makaminda sekiz Tetimme medreselerindeki talebeye dahi tedris-i ulûm ederlerdi"
Osmanli medreselerinde icazet alan müderris adayi "nevbet" denilen sirayi beklerdi Anadolu'da müderrislik yapmak isteyenler Anadolu, Rumeli'de müderrislik yapmak isteyenler de Rumeli kadiaskerinin belli günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Ruznâme) isimlerini kaydettirirlerdi Ebu's-Suûd Efendi'nin Rumeli kadiaskerligine kadar muntazam bir mülâzemet defteri olmayip herhangi bir sekilde yolunu bulanlar sira beklemeden mülâzemete geçerken, bundan sonra yedi senede bir mülâzemet usûlü kanun oldu ki, ulemadan her pâyede olanlarin ne kadar mülâzim verecekleri de bu dönemde tesbit edildi Bununla beraber zaman zaman bu kanuna aykiri olarak degisik zamanlarda mülâzemetler verilir oldu Ayrica padisah cülûslarinda, padisahin ilk seferinde, savaslardan müzafferiyetlerle dönüsünde veya sehzâde dogumlarinda da mülâzemetler verilir oldu
Medresedeki dersleri sirasiyla görüp icazet alan ve danismend olan kimse, bundan sonra mülâzemet ve kadiasker defterine kayd olunarak sira beklerdi Sirasi gelen müderris adayi en alt seviyedeki "Hasiye-i Tecrid" medresesi müderrisligine atanirdi Bu medrese yirmi ve yirmi besli medresedir Buradan terfi edince bir derece yüksek olan otuz, daha sonra otuz bes akça yevmiyeli "Miftah" medreselerinden birinin müderrisligine tayin edilirdi Böylece en üst kademeye kadar çikabilirdi Medreseyi bitiren askerî sinifa geçmek isterse o zaman kendisine yirmi bin akça ile zeâmetin ilk derecesi verilirdi
Baslangiçta bütün müderrislerin tayinleri kadiaskerlerin Pâdisaha arz etmeleriyle yapilirken, XVI asir ortalarindan itibaren Hasiye-i Tecrid, Miftah ve Kirkli medreselerin müderrislerinin kadiasker, daha üst seviyedeki medreselerin müderrislerinin tayinleri ise Seyhülislâm'in sadrazam vasitasiyla inhasi üzerine olmustur
Osmanli medreselerinde müderrislik yapmak isteyenler ayrica bir imtihana tabi tutulurlardi Sayet bir medresede münhal yer varsa (bos kadro) ve buraya da birden fazla tâlib bulunuyorsa o zaman imtihan yapilirdi Bu imtihan için adaylara bir mesele (problem, tez) verilir, takrirleri dinlenir ve bir de risâle yazdirilirdi Jüri tarafindan dinlenen ve sorulara dogru cevab vermekle birlikte risâlesi kabul edilen aday, müderrislige atanirdi Müderrislerin imtihaninda kadiaskerler de hazir bulunurlardi Imtihan, herkese açik olarak bir camide yapilirdi Sorular, müderrislerin seviyesine göre olurdu
Osmanlilarda, ilk medresenin kurulusundan ve bilhassa Fatih'in Semâniye medreselerinden sonra belli bir nizam ve kanuna baglanan medrese egitimi ile müderrislik, ufak tefek bazi olaylar bir tarafa birakilacak olursa güzel ve sistemli bir sekilde isliyordu Fakat XVI asrin son çeyreginde degisik sebeplerden dolayi egitim ve ögretim müessesesinde bazi aksakliklar görülmeye baslanir Bunlar, medresenin gerilemesine ve hatta ileride çökmesine sebep olmuslardir Bu çöküsü durdurmak için zaman zaman basvurulan islâh çalismalari ve bu ugurda harcanan çabalar ile yapilan teklifler fazla tesirli olmamis görünmektedir Bununla beraber biz, genis bir açiklamada bulunmadan Osmanli medrese ve ilmiye teskilatinin bozulma sebeplerini asagidaki sekilde ismen zikretmekle iktifa ediyoruz Bunlar: Nüfus kesâfeti, Devletin diger müesseselerindeki bozukluklar, Ulemâ-zâdegân sinifinin dogmasi, Ilmiyeye âid kanun ve geleneklerin çignenmesi, Merkezcilik, Saltanat kavgalari, talebe isyanlari, bencillik, ilmî hürriyetin olmamasi gibi her biri basli basina çöküs sebebi olabilecek maddelerdir
Biraz önce, bozulmaya tesir eden sebebler olarak gördügümüz hususlarin ortadan kaldirilmasi için degisik zamanlarda fermanlar isdar edilmisti Fakat bir türlü medreselerin islâhi veya kendini düzeltmesi gibi arzu edilen seyler yapilamiyordu Zamanimizin teknik medeniyetini meydana getiren yenilesme çaginin gerektirdigi sartlara uymak, degil sadece Osmanli Devleti'nde bütün bir Islâm dünyasinda mümkün görülemiyordu Halbuki baslangiçta ilmî gelismeye çok müsait olan ve günümüz üniversitelerinin egitimi seviyesinde egitim ve ögretim veren medreselerin bu durumu, pek çok kimseyi üzmekteydi Zira medrese, artik kendisini, degisen dünya sartlarina uyduramiyor, ilim, teknik ve sanatta takib edilen metodlara yabanci kaliyordu Bu arada, kurulus dönemindeki kanun ve tüzükleri de hakkiyla tatbik edemiyordu Iste bunun içindir ki medreselerin disinda yeni bazi okullarin açilmasina ihtiyaç hasil oldu Özellikle 1770'deki Çesme savasindan sonra Osmanli Devleti artik kendisini yenilemek ihtiyacini hissediyordu Bu yüzden 18 Kasim 1773 senesinde Mühendishâne-i Bahri-i Hümayûn adi ile denizcilikle ilgili bir okul, Kaptan-i Derya Cezayirli Gazi Hasan Pasa'nin teklifi üzerine açilmis oldu Ilk hocasi da ayni zat olan bu mekteb, tarih boyunca Osmanli egitim sisteminde bir yenilik olarak kabul edilir 10 Mayis 1796 senesinde de (III Selim devri) kara kuvvetleri subayi yetistirmek üzere Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun açilmisti Burada zamanin gerektirdigi hesap ve geometri konulari ile tarih, cografya, astronomi gibi ilimler de okutulurdu 1826'da Tibhâne-i Âmire ve Cerrah-hâne-i Ma'mûre açilmis olmakla, eskiden beri medrese kisimlari arasinda sayilan Dâru't-tiblar da medrese disina çikmis oldu
Daha sonralari degisik isimlerle anilmalarina ve farkli program tatbik etmelerine ragmen baska mektepler de kuruldu Bunlardan birkaçini tarih sirasina göre vermekle yetinmek istiyoruz
1838 senesinde açilan Mekteb-i Maarif-i Adliye,
1839 senesinde açilan Mekteb-i Ulûm-i Edebiye,
1847 senesinde açilan Dâru'l-Muallim Rüsdî
1867 senesinde açilan Mekteb-i Sultanî'ler vs Böylece medreselerin egitiminden farkli egitim ve ögretim veren ve degisik programlar uygulayan bu mektepler, bozulmaya ve gittikçe ortadan kalkmaya dogru hizla giden medreselerin, üzerinde oturdugu araziyi, yavas yavas ellerinden almaya basladilar Gerçi ilk bakista bunlar, medreselerin disinda gibi görünmekte iseler de II Mesrutiyetin ilanini takib eden sene (1909), medreselerde de islâhat tesebbüslerine girisilmis, dinî tedrisat yaninda Türkçe, tarih ve cografya gibi sosyal derslerle, riyaziye, fizik, kimya gibi fen derslerinin okutulmasi için yapilan tesebbüsten de tam bir netice alinamamisti
Medreselerde asil islahat, Padisah Sultan Mehmed Resâd (1909-1918) devrinde, Seyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi'nin seyhülislâmligi sirasinda ve dört sene süren çalismalar sonunda yapildi Bu sirada medreselerde yeni bir sistemin tatbikine geçildi Bu sistemle ilgili layiha, 10 Zilkade 1332 (Ekim 1914) tarihli Ceride-i Ilmiye, nüsha-i fevkalâde de yayinlandi "Islâh-i Medâris Nizâmnâmesinin Esbâb-i Mûcibe Layihasi" adi ile Istanbul'daki bütün medreseler tek isim altinda toplanacaklardir Bütün Istanbul medreselerindeki talebeler ayni usûl ve kaideler içinde yetistirileceklerdir Bunun temini için de bütün medreselerin tek bir isim altinda toplanmasi kararlastirilmistir Islâm hilafetinin merkezinde bulunmasindan dolayi da bunlara "Dâru'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi" adi verilmistir Nizamnâmenin ikinci maddesinde bu medresenin "tâli kism-i evvel", "tâli kism-i sâni" ve "âlî" olmak üzere üç kisma ayrildiklari görülür Her kisimda dört sene egitim görülecektir Her kisim dörder sinif ve her sinif da dörder subeyi muhtevi olacaktir Besinci maddede de medresenin idare sekline yer verilmektedir Buna göre bu medresenin her kisminda birer müdir-i umûmî (genel müdür), sinif ve subelerinde de birer müdür bulunur Sube müdürleri sinif müdürlerine, sinif müdürleri, müdir-i umûmîlere, müdir-i umumîler ise ders vekâletine baglanmisti
Dâru'l-Hilâfe Medresesine alinacak talebenin sayisi tesbit edilirke de o günkü medrese talebesinin sayisi göz önünde bulundurulmustu Buna göre Tâlî siniflara 260, Âlî siniflara ise 200 talebe alinmasi, tedrisatin daha iyi yürütülebilmesi için de her sinifin dört subeye bölünmesi kararlastirilmisti
Dâru'l-Hilafe'nin âli kismini bitirenler veya disaridan bütün siniflara âid imtihani verenlerden ser'î ilimlerde ihtisas yapmak isteyenler için Sultan Selim Camiî içindeki Yeni Medrese "Medrese-i Cedîde"nin tahsisi ve buna "Medresetu'l-Mutehassisîn" adi verilerek bir genel müdür tarafindan ve özel bir yönetmelikle idaresi uygun görülmüstü Bu medresenin siniflari kirkar kisilik olacakti
Dâru'l-Hilâfe medresesinde okuyacak talebenin haftada 24 saat ders görmesi gerekiyordu Bu derslerin isim ve saatleri, Ceride-i Ilmiye'deki programlara dayanilarak Mübahat S Kütükoglu tarafindan tesbit edilmis ve semasi çikarilmistir Bir senelik ögretimden sonra müfredat programinda bazi degisiklikler yapilmis ve Ingilizce, Fransizca, Almanca veya Rusçadan birini geçen talebe bu dili ögrenmek zorunda birakilmisti Ayrica hergün "münasib bir zamanda" gösterilecek olan beden terbiyesi (egitimi) dersi de bu programa ilave edilmisti
Dâru'l-Hilâfe medreselerinde dinî ilimler yaninda müsbet ilimlerin de tedris edilmesi, 1923 senesinde Ismail Hakki Baltacioglu'nun "Bugünkü medrese kimyayi camilerde mihraba kadar sokmustur" sözlerine göre modern bir egitim müessesesi haline gelmisti Yeni bir sistem ve asrin icablarina göre kurulan bu medreseler, akademik bir hüviyet kazanmislardi Medresetu'l-Mütehassisinin her üç subesinde 500, Dâru'l-Hilâfe medreselerinde ise 7000'e yaklasan bir ögrenci mevcudu vardi Ayrica, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafindan çikarilan bir nizamnâme ile Anadolu'nun pekçok yerinde hatta büyük köylerde bile imam ve hatip ihtiyacini karsilamak için açilan medreselerin sayisi 465, talebesi de 16000 civarinda idi Cumhuriyetin ilânindan dört ay sonra 3 Mart 1924 tarihinde Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadasinin teklifi üzerine Ser'iyye ve ve Evkaf Vekâleti'nin lagvedilir Ayni tarihte Saruhan mebusu Vâsif Bey ile 50 arkadaiin takriri üzerine görüsmesiz kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün medreseler Maarif Vekâletine devredilmisti O zamana kadar bu medreselerde egitimine devam eden ögrenciler Dâru'l-fünûn bünyesinde açilan Ilahiyat Fakültesine naklolunmuslardi
Osmanli Devleti'nde kurulusundan beri itina ile üzerinde durulan egitim ve ögretim sistemi, daha sonralari degisik sebeblerden dolayi geregi gibi uygulanamamis ve hatta eski kanunlar bile tatbik edilemez olmustu Bilhassa Fatih ve Kanunî devirlerindeki medreselerin, devirlerine göre bir irfan yuvasi olmalari artik mazide kalmisti Ne talebe ne de hoca kadrosunda yeni metodlarin tatbiki düsünülmemisti Bu yüzden bozulmaya yüz tutan medreselerin islâhi için çalismalar yapilmisti Bu sebeple farkli isimlerle degisik tarihlerde çesitli okullarin açildigina daha önce temas edilmisti
Bilindigi gibi Osmanli Devleti'nde köklü degisiklikler Sultan II Mahmud zamaninda yapildi Onun için biz de önemine binaen bu dönemde ilk egitimi mecburi kilan II Mahmud'un fermanini buraya aynen almak istiyoruz
Istanbul ve bilâd-i selâse kadilarina hitaben yazilan fermanin metni söyledir:
"Cümleye ma'lumdur ki, ümmet-i Muhammed'denim diyen kâffe-i ehl-i Islâm'a göre ibtida serâit-i islâmiyeyi ve akaid-i diniyesini ögrenip bilmek ba'dehû iktisâb-i maiset için kangi dirlige sulûk edecek ise etmek Ve'l-hasil her bir seyden evvel zaruriyat-i diniyyeyi ögrenmekligi umur-i dünyeviyenin cümlesine takdim eylemek lâzim iken bir zamandan beri ekser-i nâs analarinin ve babalarinin seyyiesi olarak kendileri kaldiklari misillû evladlarinin cahil kalmasini düsünmeyerek ve Rezzak-i âlem olan Hak Sübhanehu ve Taala Hazretlerine adem-i tevekkül ile hemen akça kazanmak daiyesine düserek çocuklari bes alti yasina vardigi gibi mektepten alip ehl-i hiref (sanatkâr) yanina sâkirdlige verdiklerinden o makûle sabiler küçükten cehaletle büyüyüp sonra dahi okuyup ögrenmeye heves etmediklerine binaen vizr ve veballeri analirinin ve babalarinin boynuna olup yevm-i kiyamette bir taraftan bunlar giriftar-i mes'uliyet ve bir taraftan kendileri duçar-i hiyz u nedâmet olacaklarindan baska maazallahi Taala zamaneyi cehâlet istiabiyle ekser halk diyanetten bi haber olduklarindan bu keyfiyet nusretsizlige sebeb-i mustakil olup Aseman-Allahu Teâlâ böyle giderse min kibeli'r-Rahman terbiye-i sedideyi müstelzim olacagi erbab-i basirete zâhir ve hüveyda olmaktan nâsi ibâd-i müslimini o misillû dünya ve ahiret ukubatindan tahlis ve siyânet lâzim gelmekle imdi emr-i dinde serm ve istihya câiz olmadigina binaen simdiye kadar câhil kalmis olan genç ve ihtiyar bi'l-cümle ümmet-i Muhammed, cahilligin DAREYN'de (dünya ve ahiret) vehametini düsünüp ve bu babta birbirinden utanmayarak hemen Hak'dan utanip kendileri bulunduklari kâr, kisb ve san'at ve hizmetleri arasinda bilmedikleri mesâil-i diniyye ve akaîd-i islâmiyelerini dahi ögrenip bilmekle hasbe'l-imkân sa'y ve gayret ve ol vechle kendilerini Dâreyn selâmetligine irgürmekle sarf ve sa'y ve makderet eylemeleri fariza-i uhde-i diyânetleri oldugundan baska fî mâ ba'd, herkes evladlarini mürahik derecesine varmadikça ve ilmihal ve serait-i islâmiyesini lâyikiyle taallum etmedikçe mektepten alip ustaya vermemek ve murahik olup ustaya vermek derecesine geldikte babasi, babasi yok ise sâir velisi olan kimesne murahik derecesinde oldugunu eger Istanbul sekenesinden ise Istanbul kadisi olan efendi tarafina ve Eyyüb ve Üsküdar ve Galata sükkânindan iseler kadilari efendiler taraflarina, mektep hocasiyle beraber varup ve çocugu dahi getürüp gösterip taraf-i ser'den yedlerine memhur (mühürlü) izin tezkiresi almak ve izin tezkiresi almadikça esnaf taifesi sakirdlige almamak; ve sakirdlige alinmakla esnaf kethüdalarinin dahi re'y ve marifetleri munzam olmak lâzimeden olduguna binaen sâyet esnaftan biri o makule tezkiresiz çocugu sâkirdlige alur ve babasi ve validesi verir ise okudugu mektebin hocasi veyahut mahallesinin imami dogru kadi efendilere haber vermek ve kadi efendiler dahi bu keyfiyeti ihyay-i din-i mübin kaziyesine mebni oldugundan taraflarindan taharri olunarak (arastirilarak) izin tezkiresi almaksizin san'ata verilmis sabi bulunur ise alani ve vereni ve ol esnafin kethüdasini ve haber vermedigi için mektep hocasini li ecli't-te'dib Bâb-i Âliye inha eylemek Anasiz-babasiz yetim çocuklar olup da kimesnesizligi sebebiyle zarurî (olarak) bir usta yaninda veyahud bir kimesnenin terbiyesinde bulunur ise ustasi ve gerek mürebbisi olan adam sirf san'at ögrenmeklige ve hizmete hasr etmeyerek günde iki defa mektebe gönderip mürahik oluncaya kadar okutturmak ve kezalik el-haletü hazihî, ustalarda bulunan çocuklar dahi bi tipkiha bu nizama dâhil olarak anasi, babasi veya sâir velisi olanlar ustadan alup mektebe vermek ve kimsesiz olanlari dahi ustalari mektebe verip câhil kalmamasina dikkat etmek ve mektep hocalari dahi mekteplerde bulunan çocuklari güzelce okutup Kur'an-i Azimü's-sâni ta'lim akabinde her bir çocugun haysiyet ve istidadina göre tecvid ve ilmihal misillû risâleler okutarak serâit-i Islâmiye ve akaid-i diniyelerini ögrenmeklige sa'y ve ikdam eylemek üzere ale'l-umûm tenbih ve ikaz olunmasina irâde-i seniye suduriyle keyfiyet bilâd-i selâse kadilari efendilere baska baska bâ fermân-i âlî tenbih kilinmis olmagla siz dahi âsitanede kâin bi'l-cümle mahallat imamlarini ve mektep hocalarini ve esnaf kethüdalarini tarafiniza celb ederek tenbihat-i mezkûreyi gûs-i hûslarina telkin ve tefhîm ve is bu fermân-i âlînin birer mamzâ (imzali) suretlerini dahi yedlerine ita birle imamlar mahalleleri ahalilerine ve kethüdalar dahi esnaflarina okuyup anlatmak ve mektep hocalari bilip mûcibiyle amel etmek üzere cümlesine geregi gibi tenbih ve te'kide mübaderet ve bi-tevfikihi isbu nizam ve tenbihatin ale'd-devam icra ve istikrari vesâilini istihsâle tarafinizdan dahi bizzat ihtimam ve dikkat eyliyesiz deyü buyruldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #6
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



IHTISAS MEDRESELERI
Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir
DÂRU'L-KURRA
"Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dar" ile "okuyan" anlamindaki "kari" kelimesinin çogulu olan "kurra" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-Kurra", Kur'an-i Kerim'in ögretildigi, bir bölümünün veya tamaminin ezberletildigi ve kiraat vecihlerinin talim ettirildigi mektepler için kullanilmistir Bazi Müslüman devletlerde bu müesseselere "Dâru'l-Kur'an" ve "Dâru'l-Huffaz" gibi isimler de verilmistir
Bilindigi gibi Hz Peygamber, daha bi'setin (Peygamberlik ve vahyin gelisi) dördüncü senesinde kendi evinden baska gizlice egitim ve ögretim fayetlerinde bulunmak üzere, Safâ tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzûm kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar Hz Peygamber burada hem Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere Kur'an okuyup ögretiyordu Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kur'an ögretiyor, hem de inanç ve sabir konusunda onlari egitiyordu Bunlari nazar-i itibara aldigimiz zaman vahyin baslangicinda kendi evindeki ilk ögretimi bir tarafa birakacak olursak, Islâm dünyasindaki ilk "dâru'l-kurra"nin Erkam b Ebu'l-Erkam'in evindeki bu dâru'l-kurra, ilk hocanin da bizzat Resulullah oldugu söylenebilir
Islâm yayilis tarihinde bir dönüm noktasi olarak kabul edilen Akabe bey'atlarindan sonra Hz Peygamber, Yesriblilere (Medine) Kur'an muallimi (ögreticisi) olarak Mus'ab b Umeyr'i göndermisti Böylece, daha kendisi ve ashabi oraya varmadan, oradaki Müslümanlarin gerek Kur'an, gerekse bu sayede Islâm'i ögrenmelerine imkân saglamisti
Mekke'nin fethinden sonra vilayetlere tayin ettigi valilerden bir kismi, ayni zamanda Kur'an muallimi idi Bugün, "Mescidu'n-Nebevî" dedigimiz mescidinde çesitli vesilelerle bizzat kendisi Kur'an ögretirken, Suffa'da da hem kendisi hem de Ubâde b Sâmit gibi kimseler bu konuda ona yardimci oluyorlardi Bu sayede Suffa ashabi da Kur'an ögrenmis oluyordu Keza o, mescidlerde Kur'an derslerini tesvik ediyordu Nitekim, Sahih-i Müslim'de belirtildigine göre Yahya b Yahya et-Temimî'nin Ebû Hüreyre'den nakledilen uzunca bir hadisinde Resulullah: "Allah'in evlerinden birinde, Allah'in kitabini okumak ve kendi aralarinda mütalaa etmek (tedârüs) üzere toplanan her topluluga Allah, sekinet (iç huzuru, rahatlik) verir, onlari rahmet kaplar, çevrelerinde melekler toplanir ve Allah, onlari meleklerin yaninda anar" Gerek bu hadis, gerekse daha baska birçok hadiste Kur'an ve onunla ilgili ilmin ögrenilmesinin önemi üzerinde durulur
Hz Peygamber'in, Kur'an ögrenmenin önemli vasitalarindan biri olan okuma yazmaya karsi olan ilgisini ortaya koyan olaylardan biri sudur: Bedir savasinda harp esiri olarak karsi taraftan ele geçen her bir esir için dört bin dirheme kadar fiyd-i necât (kurtulus akçasi) takdir edilmis iken, bunlarin okuma yazma bilenlerinden her biri, Medine'li on Müslüman çocuga bunu ögretmek karsiliginda hürriyetlerine kavusabileceklerdi Zeyd b Sâbit, bunlardan okuma yazma ögrenen Ensar çocuklarindan biridir
Dokuz mescidde egitim ve ögretimin devam ettigi Medine'den baska, fethedilen veya yeni kurulan merkezlerde ashabin kiraatta mahir olanlari dersler veriyordu Dimask (Sam)'da Ümeyye Câmii'ndeki ders halkalarinin bir çogu kiraatla ilgiliydi Ebu'd-Derdâ burada Kur'an tâlim ettigi için "Muallimu's-Sam" veya "Kâriu's-Sam" ünvaniyla anilmisti Ögrenci sayisinin zaman zaman 1500 sayisinin üstüne çikmasi,onun derslerine olan ragbeti gösterir Ebu'd-Derda vefat etmeden önce, kiraatini takdir ettigi Fedâle b Ubeyd el-Ensârî'yi yerine hoca olarak görevlendirmesi için Sam Valisi Muaviye b Ebi Süfyan'a tavsiyede bulunmustu Öyle anlasiliyor ki bu durum (kiraat ilmi ile ilgilenme) burada uzun süre devam etmisti Nitekim seyahatlari sirasinda Dimask'a da ugrayan Ibn Cübeyr (539-614/1144-1217), bu sehirdeki Ümeyye Camii'nde bütün gün devam eden Kur'an dersleri hakkinda tafsilatli bilgi verir Buna göre sabah namazindan sonra "Sub'" denilen meclisle baslayan kiraat dersleri, ikindiden sonra "Kevseriye" adi verilen derslerle devam ederdi Burada kendilerine "Kevserî" denilen ve Kur'an'i ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kisiye el-Kevser sûresinden itibaren namaz sûreleri ögretilirdi Birçok merkezde Kur'an dersleri veren ashabtan itibaren, tabiîn ve tebeu't-tabiîn dönemlerinde degisik lehçelere göre okuyus tarzlari sekillenmeye baslar Kur'an-i Kerim'in yedi harf üzerine indirilmesi, onun yedi lehçe ile okunmasina ve buna bagli olarak kiraat ilminin dogmasina sebep olmustur Bizzat Hz Peygamber, Kur'an'i yedi kiraatla okumus ve bunu ashabina da ögretmisti
Müslümanlar, hicrî ikinci asrin baslarinda, ashabtan nakledilen bu yedi kiraati temsil eden "Kurra"lar etrafinda toplanarak onlari ögrenmeye basladilar Böylece câmilerde veya özel yerlerde kurralar etrafinda tesekkül eden halakalarla kiraat ilmi tahsil edilmeye baslandi Mekke'de Abdullah b Kesir (öl 120/737), Medine'de Nâfi b Abdurrahman (öl 169/785), Sam'da Ibn Âmir (öl 118/736), Basra'da Ebû Amr b Alâ (öl 154/770) ve Yakub (öl 205/820), Kûfe'de Hamza b Habib (öl 188/803) ile Âsim b Behdele (öl 127/744) gibi kimselerin etrafinda ilk kiraat halakalari meydana geldi Daha sonra bu mevzudaki çalismalara ilaveten saz kiraatlarla ondört kiraat (Kiraat-i erbaa asere) dogdu ki bu konuda birçok eser telif edilmistir Bu mahsuller, "Kurra halakalari", "Dâru'l-Kur'anlar", "Dâru'l-huffaz"lar ve "Dâru'l-kurralar"in müfredatini meydana getirmisti Buralarda, Kur'an'daki kelime ve ibârelerin telaffuzu ile okunustaki ihtilaflari, nakledenlere isnad ederek bildiren "Ilm-i Kiraat" tahsil edilmistir
Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari dönemlerinde bu müesseseler "Dâru'l-huffaz" adini almis olup baslica Selçuklular devrinde Konya'da Sâhib Atâ, Ferhûniye (700/1300), Sa'duddin Ömer, Nasuh Bey (715/1315); Karamanogullari döneminde Haci Yahya Bey,Hoca Salman, Has Yusuf Aga, Kadi Imaduddin ve Haci Semseddin Dâru'l-huffazlari tesis olunmustur
Bilindigi gibi Islâm dünyasinda camiler, uzun süre birçok fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelligini koruyorlardi Bununla beraber egitim ve ögretim faaliyetleri bakimindan da Kur'an ve hadis tahsilinin merkezi özelligini muhafaza ettiler Buralarda ileri seviyede Kur'an ögrenimi için olusturulan ders halakalari "subÕ" ve "tasdir" diye anildi Kiraat hocasina "seyhu'l-kiraa", görevine de "mesihatu'l-kiraa" denildi Sehir câmilerinde yürütülen Kur'an okutma faaliyeti "mesihatu'l-mescid", ordugâhlarda yürütülen faaliyetler "mesihatu'l-cünd" ismini aldi Bu sonuncunun hocalarina "kâriu'l-cünd" de denirdi
Öyle anlasiliyor ki, Kur'an egitimi için açilan bu müesseselere Islâm dünyasinin hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem verilmistir Zira burada hem Kur'an'in okunmasi, hem ezberlenmesi, hem de bazi görevlerin yapilmasi bakimindan böyle bir mekâna ihtiyaç vardi Kaldi ki bu ilim sayesinde Allah kelâmi ögreniliyor ve bunun karsiliginda da sevab kazaniliyordu Iste bu sebeple her dönemde oldugu gibi Osmanli döneminde de bu isimle ve özel bir ihtimamla açilan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadir
Osmanli egitim ve ögretim sistemi içinde yer alan ihtisas medreselerinden biri de dâru'l-kurralardir Osmanlilardan önce oldugu gibi Osmanlilarda da "kari"ler ile câmi hizmetlileri genellikle bu müesseselerden yetisirlerdi Sibyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir ögrenim görmüs olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istedigi zaman, önce en alt seviyedeki bir dâru'l-kurraya girer ve orada hifzini tamamladiktan sonra yüksek seviyedeki bir dâru'l-kurraya devam ederdi Buralarda "ilm-i kiraat" ve "ilm-i maharic-i hurûf"u ögrenirdi
Osmanlilar'in, dâru'l-kurralara büyük bir önem verdikleri anlasilmaktadir Zira gezdigi yerlerdeki dâru'l-kurralarin bazi özellikleri hakkinda bilgi veren Evliya Çelebi (1611-1682), kendi asrinda oldukça fazla sayida dâru'l-kurradan söz etmektedir Nitekim onun verdigi bilgiye göre Amasya'da dokuz dâru'l-kurra vardi Bunlardan sadece Sultan Bâyezid dâru'l-kurrasinda 300'den fazla hafiz bulunmakta idi Bunlarin arasinda kiraat-i seb'a, asere ve takribi bilenler de vardi Ilk bakista abartili gibi görünen bu bilgi, Amasya Tarihi yazari Hüseyin Hüsameddin'in buradaki mevcud sekiz dâru'l-kurra hakkinda ayrintili bilgi vermesi, Seyahatnâmedeki sayinin abartilmamis oldugunu göstermektedir
Gerçekten, Evliya Çelebi, gezdigi bütün Osmanli sehirlerindeki dâru'l-kurralar hakkinda tafsilatli bilgiler vermektedir Nitekim Istanbul, Edirne, Bursa, Erzurum gibi hemen her yerde bir veya daha fazla dâru'l-kurra oldugu anlasilmaktadir Nitekim Basbakanlik Osmanli Arsivi'nin sadece Cevdet Tasnifinin "Evkaf" ve "Maarif" bölümlerine bakildigi zaman bile karsimiza sayisiz dâru'l-kurra çikacaktir ki, bunlarin büyük bir kismi halk tarafindan vakif suretiyle yapilmis olanlardir Halkin, dâru'l-kurralara olan bu ilgisi son zamanlara kadar devam etmis görünmektedir Biz, örnek olmasi bakimindan sadece iki dâru'l-kurra ile ilgili iki arzdan (dilekçe) bir iki cümle nakletmekle yetinmek istiyoruz:
a "Der-i devlet mekine arz-i dâi-i kemine oldur ki, medine-i Izmir'de Hasan Hoca Mahallesi'nde Keçeciler sükunda vaki Haci Emine Hatun binti Mustafa Efendi medrese-i dâru'l-kurrasi vakfindan almak üzere bâ berât-i âli vazife-i muayene ile seyhu'l-kurra ve müderris olan"
b "Der-i devlet mekine arz-i dâi kemine oldur ki, nezâret-i dâilerinde âsûde evkaftan Istanbul'da merhum Üveys Bey'in dâru'l-kurra vakfindan almak üzere" diye devam eden belgelerdeki bilgiler, bize dâru'l-kurralarin diger Osmanli medreseleri gibi vakiflara bagli oldugunu da göstermektedir
Dâru'l-kurralar, oralarda ögretilen ilimlerle alakasi bakimindan daha çok câmiler içinde veya çevresinde tesis edilmislerdir Bugünkü bilgilerimize göre Osmanlilarin ilk dâru'l-kurrasi Bursa'daki Yildirim Bâyezid dâru'l-kurrasidir Bu dâru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelisiyle Ulu Cami'de açilmisti Evliya Çelebi, Istanbul dâru'l-kurralarindan bahsederken "evvela ne kadar selâtin camileri, vüzera ve gayri ayân-i kibar camileri varsa her birisinde mutlaka birer dâru'l-kurra bulunur" dedikten sonra müstakil dâru'l-kurralarin isimlerini vermektedir Böylece Osmanlilarda da, Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari'nin "dâru'l-huffazlari" gibi müstakil binalari bulunan dâru'l-kurralarin mevcudiyetine sahid olmaktayiz
Osmanli dâru'l-kurralarinda ders kitabi olarak Semseddin Muhammed b Muhammed el-Cezerî (öl 833/1429)'nin bizde "Cezerî" diye söhret bulan eseri, ayrica Ebû Muhammed es-Sâtibî'nin "Sâtibî" diye meshur olan "Kaside-i Lâmiye"si okutulurdu Bundan baska Cezerî'nin Sâtibî'ye yaptigi "Fethu'l-Vahid" adli serhi, Osmanli dâru'l-kurralarinda okutulurdu
Öyle anlasiliyor ki, Osmanli dâru'l-kurralari, Yildirim Bâyezid devrinde 798 (1395)'de Bursa'ya gelen Imam Cezerî vasitasiyla Sâtibî ve Cezerî tesirinde gelisme göstermislerdir XVI asirda Kanunî Sultan Süleyman'in emriyle Sokullu Mehmed Pasa, Misir'da Kur'an ögretimiyle söhret bulan Seyh Ahmedu'l-Misrî'yi Istanbul'a celb ederek Eyyub Camii imamligina tayin etmis ve bu zat, 1006 (1597) tarihine kadar bu câmide "Teysir Tariki" ile kiraat okutmustu Bu zatin yetistirmis oldugu talebeleri, Osmanli Devleti'nin muhtelif sehirlerine dagilarak kiraat ilmini okutmuslardir Hicrî 1000 (M 1591) tarihinden sonra "Teysir Tariki", "Islâmbol Tariki" adiyla meshur olmaya baslamisti
Gerek ezberletilmek istenilen Kur'an-i Kerim'in, gerekse ögretilmek istenilen diger ilimlerin özellikleri bakimindan dâru'l-kurralarda sik sik tekrar ve uygulamaya dayanan bir ögretim metodunun takib edildigi anlasilmaktadir Bu uygulamada câmiler, âdeta birer labaratuar olarak kullanilmislardir Bununla beraber dâru'l-kurra mezunlarinin imâmet ve müezzinlik gibi câmi hizmetleri de yapabilecekleri göz önüne alinarak itikad ve amele müteallik yeterli ilm-i hal bilgilerinin, diger medreselerde takib edilen metodlarla tedris olunmalari gerekir
Türkiye'deki dâru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayili Tevhid-i Tedrisât Kanunu'nun 2 maddesi geregince bütün diger okullar gibi Maarif Vekâleti'ne baglanmak istenmisse de zamanin Diyanet Isleri Baskani Rifat Börekçi'nin, bu kurumlarin birer ihtisas okulu olduklari için baskanliga bagli olarak ögretime devam etmesi gerektigi yolundaki israrlari sonucu, Kur'an kurslarina dönüserek varliklarini devam ettirme imkâni bulmuslardir
DÂRU'L-HADIS
"Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dâr" ile "hadis" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-hadis", Hz Peygamber'in söz fiil ve takrirlerinden ibaret olan hadis tedris ve tedkiklerinin yapildigi yer demektir Bunun içindir ki bu müesseselere "dâru's-sünne", "dâru's-sünneti'n-nebeviye" veya "dâru's-sünneti'l-Muhammediye" gibi isimler de verilmistir
Hz Peygamber'in, vahyin ilk yillarinda Mekke'de ilk dersleri verdigi Erkam b Ebu'l-Erkam'in evi, "ilk dâru'l-kurra" olarak kabul edilebilecegi gibi, ilk "dâru'l-hadis" olarak da kabul edilebilir
Islâm tarihi boyunca mescidlerde degisik ilimlerin okutuldugu meclislerin kuruldugu bilinmektedirFakat zamanla bilhassa hadis ögrenimi için mescidler çok önemli görevler yüklendiler Genel olarak hadislerin müzakere edilip yazdirildigi meclislere "meclisü'l-ilm" veya "meclisü'l-imlâ" denirdi Bu meclislere, talebenin hocanin etrafinda toplanmasindan dolayi Hz Peygamber döneminden itibaren "halaka" da denilmistir
Dâru'l-hadis adi ile ilk defa müstakil bir ögretim müessesesi, Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b Zengi (541-569 / 1146-1174) tarafindan Sam (Dimask)'da açilmistir Bu dâru'l-hadis, kurucusuna nisbetle "en-Nuriye" diye adlandirilmistir Bu müessese, büyük muhaddis ve tarihçi Ibn Asakir (öl 571 / 1175) adina yaptirilmistir Bunlarin ikincisi Musul'da açilmis olup, bunlari takiben Eyyubîler'den el-Melikü'l-Kâmil, "el-Medresetu'l-Kâmiliyye" (622/1225)'yi, el-Melikü'l-Esref de Sam'da "el-Medresetu'l-Esrefiyye'yi tesis ettiler Yine bu siralarda Seyfeddin Mahmud b Urve (öl 620/1223) adina "Dâru'l-Hadis-i Urviyye"nin Sam'da (Dimask) Ümeyye Câmii dâhilinde açildigini ögrenmekteyiz Bu ilk dönemden sonra pek çok yerde benzer isimle ögretim müesseselerinin açildigi görülmektedir Nitekim Osmanli öncesi Anadolu sehirlerinde de bu gaye ile kurulmus ihtisas medreselerine tesadüf edilmektedir Anadolu Selçuklu Devleti'nin meshur veziri Sâhib Atâ, Konya'da Ince Minare Dâru'l-hadisi'ni, Ilhanli veziri Semseddin Cüveynî, Sivas'ta Çifte Minare Dâru'l-Hadisi (670/1271-72)'ni kurmuslardi
Öyle anlasiliyor ki, Osmanli öncesinde de Dâru'l-hadis hocaliginin payesi en yüksek payelerden biridir Burada hocalik yapabilecek olanlarin hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olmasi gerektigi gibi rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalidir
Dâru'l-hadis gelenegini devam ettiren Osmanlilar da hadis ilminin egitim ve ögretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular Osmanlilar döneminde ilk dâru'l-hadisin Sultan I Murad döneminde Çandarli Hayreddin Pasa tarafindan iznik'te yaptirildigi bilinmektedir Ancak bu eserden günümüze hiç bir iz kalmamistir Bundan baska Bursa'da Kale içinde Yerkapi yakinindaki dâru'l-hadis sahasindan bahsedilmis olmasi, bu bölgede de daha devletin kurulus döneminde bir dâru'l-hadis yapildigini düsünmemize imkân vermektedir Bununla beraber ilk devir Osmanli dâru'l-hadislerinin en meshuru, Sultan II Murad tarafindan Edirne'de Tunca nehrinin kenarinda 1435 senesi Nisan'inda yaptirilan dâru'l-hadistir Bu dâru'l-hadis, Osmanli medrese teskilâtinda bir dönüm noktasi olarak görülmektedir Bugün, binasindan hiçbir iz kalmayan bu dâru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemî'dir Tabakat kitaplarinin verdigi bilgiler isiginda bu medresenin baslangicindan XVIII yüzyila kadar olan müderris kadrosunu tesbit etmek mümkündür
Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'u fethinden sonra burada yaptirilan Fatih külliyesi bünyesinde dâru'l-hadis bulunmadigina daha önce temas edilmisti Muhtemelen Fâtih, babasi Sultan II Murad'in Edirne'de yaptirip ve yüksek bir pâye verdigi Dâru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düsürmemek için Istanbul'da kurdugu külliyesinde dâru'l-hadise yer vermemistir Nitekim bu devirde Edirne Dâru'l-hadisi ile Fatih Semâniye Medreseleri'nin müderrisleri ayni pâyeye sahip olup her ikisi de günde (yevmiye) 50 akça aliyordu Gerçekten Fâtih Sultan Mehmed, daha sonra kendisine hoca ve vezir edinecegi Sinan Pasa'yi Edirne Dâru'l-hadisi'ne müderris tayin etmisti Bundan sonra gerek bizzat Fâtih, gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padisahlari'nin zamanlarinda birçok Dâru'l-hadis yaptirilmistir Böylece sayilarinda büyük bir artis görülen dâru'l-hadisler, bânilerinin isimleri ile zikredilmeye baslanir Nitekim Istanbul'daki ilk dâru'l-hadisin Kanunî tarafindan açilmis olmasindan dolayi "Süleymaniye Dâru'l-hadisi" adini aldigini biliyoruz Dâru'l-hadislerin bu artisi, Osmanli ülkesinin her tarafina yayilmis bulunuyordu Sadece Istanbul'da hicrî 1300 (miladî 1882) senesinde yapilan nüfus sayimi için bastirilan istatistige göre Istanbul'da bulunan dâru'l-hadislerin isim ve sayilarini ögrenebiliyoruz Buna göre belirtilen senede Istanbul'da mevcud olan ve faaliyetlerine devam eden dâru'l-hadisler sunlardir: Haci Besir Aga (Eyyup'te Baba Haydar), Izzet Efendi (Sultan Selim'de Çiragi Hamza), Misli Ali Efendi (Otlukçu Yokusu), Hulusi Efendi (Otlukçu Yokusu), Bosnevî (Horhor), Baba Mahmud Bekir Aga (Sehzâdebasi), Papaz-zâde (Koska), Damad Ibrahim Pasa (Sehzâdebasi), Hasan Aga (Kalender-hâne), Süleymaniye (Tiryaki Çarsisi) ve Süleymaniye (Dökmeciler) Burada hemen sunu de belirtelim ki, Istanbul medreseleri arasinda, baslangiçta dâru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulundugu gibi, baslangiçta dâru'l-hadis olmayip sonradan dâru'l-hadis haline getirilenler de vardir
Osmanli dâru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden baska tefsir gibi diger Islâmî ilimlerin de okutuldugu anlasilmaktadir Hadisten Buharî, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve serhleri okutulurdu Bu medreselerde ders okutan müderrislere "Muhaddis" denirdi Buralara ögrenci olarak girebilmek için genel egitim veren medreseleri ikmâl etmek gerekirdi Dâru'l-hadisler de kendi aralarinda çesitli seviye ve kademelere ayrilirlardi
Burada sunu da belirtmek gerekir ki Osmanli dâru'l-hadislerinde okutulan hadis, baska bir ifadeyle ders kitaplari meselesi kesin olarak açikliga kavusturulmus degildir Biraz önce ders kitaplarindan bahs ederken, okutulduklarini söyledigimiz kitaplar, daha ziyade Süleymaniye Külliyesi Vakfiyesi'nin dâru'l-hadisle ilgili bölümünde müderrisin vasiflari sayilirken bazi kelimelerin birer sifat mi, yoksa bu isimleri tasiyan Mesabih ve Mesarik gibi hadis kitaplarinin isimlerini tasiyan eserlere mi ait oldugu kesin olarak anlasilamamaktadir Biraz önce temas edilen Buharî ve Müslim bir tarafa birakilacak olursa herhalde hadisten okunacak kitaplar vakif sahibi tarafindan degil, müderrisin kendi arzusu istikametinde olmustur
Mimarî yönden genel medreselerden farkli olmayan dâru'l-hadisler, halkin egitilmesinde, birlik ve beraberligin saglanmasinda hizmet veren egitim müesseselerinden biri olmuslardir Gerek kurulus döneminde, gerekse duraklama ve gerileme dönemlerinde büyük hizmetler görmüslerdi
DÂRU'T-TIB
Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin birlikte yürütüldügü müesseseler, "Dâru't-tib", "Dâru's-sifa", "Dâru's-sihha", "Dâru'l-merza", "Sifahâne", "Mâristan","Bimaristan", "Dâru'l-afiye" ve "Bimarhane" gibi isimlerle anilmaktadir
Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç olarak kullaniyorlardi Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar açilmaya baslandi Çünkü bizzat Hz Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu Hatta bu konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b Kelde es-Sakafî'den istemisti
Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b Muaz ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz Peygamber, Eslem kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari tedavi etmesini de istemisti Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse oldugunu söyleyebiliriz Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa (hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88 (miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir Yine Emevîler döneminde Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek burada da bir bimaristan yapilmisti Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti O, doktorlara ücret tayin eden ve cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu sebeple onlara maas baglayan birisi idi Ayrica o, bunlara yardimci olacak bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti Emevîler döneminde tip egitim ve ögretiminde büyük bir gelisme olmustu Emevî Halifesi Ömer b Abdülaziz (99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi Bu da Abdülmelik b Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu
Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak istiyoruz Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs olacagiz
Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809) Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti O, Cündisapur hastahânesinin doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur Bagdad'da kurulan bu hastahanenin söhreti her tarafa yayilir Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer bir hastahane yapma gayretine düser Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde ayri ayri hastahaneler kurulur Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi Her hastalik için de ayri salonlar tahsis edilmisti Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok kati bir din taassubu içinde bulunuyordu Zira bunlarin anlayisina göre eski dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya "yalanci" veya "zararli" idi Hele tip konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi Onun için doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu Kilise babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret ediyorlardi Bu da ancak ölüm ile mümkündü
Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl 329/941) Bagdad'da bimaristan tesis etmisti Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve sonradan "Bimaristan el-atik" adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b Tolun tarafindan h 259 (m 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti Bundan baska Nureddin Mahmud b Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar kurmuslardi Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz
Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa bulunmaktadir Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I Keykâvus Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi, Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek dâru's-sifalardan sadece birkaçidir
Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi Yakubî ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X yüzyil müellifleri tarafindan genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II, 540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine daha layiktir Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige sahiptir
Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir Avrupa'da Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini, hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha belirli bir sekilde ortaya çikacaktir Bununla beraber, Selçuklular'in daha Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân, Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar
Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir Mesela Afyon dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek Dede Türbesi bunlardandir Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir Semerkant'a giderken buradan geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi
Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir Osmanlilarda ilk dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu Bundan sonra Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II Bayezid, Istanbul'da Haseki Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu
Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara ait olanlardir Özellikle XVI ve XVII yüzyillarda dünya tarihinin en büyük devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti
Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu Bu sebeple, daha önce kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV yüzyilin ilk senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da "dâru't-tib" adiyla bir hastahane açilmisti Baslangiçta en güzel tibbî müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi Araplar da bunu örnek alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi Osmanli ülkesinde yapilacak olan da bunlara benzeyecekti Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi Daha önce de belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan almislardi
Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti Bu medrese iki katli olup ortada genis bir bahçe vardi Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa zamanda büyük bir söhrete ulasti Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina benzemesi normal karsilanmalidir Bu devrin (XV asir) sonunda da Mukbilzâde Mü'min adinda bir hekim yazar, II Murad zamaninda yetismisti "Zahire-i Mudariye" adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir
Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti Bu müessesenin mükemmel bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti Fâtih hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu belirtilmektedir Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin edilmisti
Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi, medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da karsiliyorlardi Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de uygulandigi görülmektedir Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri yasatilirken, Edirne'deki II Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer verilmistir
Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II Bâyezid Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir Bu hastahânenin külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir
Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga kavusturacak müsfik eller buluyorlardi Kadinlar ve hiristiyanlar için özel daireler ayrilmisti Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu Tedavi mükemmeldi Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de uygulaniyordu Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini unutuyorlardi Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de bulunmaktadir
XV yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu sayanlar vardir Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak yetistirirlerdi Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her iki sanatin tatbikati gösterilirdi Elimizde bulunan birçok belge, buralarda "Muidlik" esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin bulundugunu göstermektedir Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30 Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir Çünkü daha önce muidlik yapan Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir Doktorlar her çesit tib bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal (göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da ayriliyorlardi
Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu söyleyebiliriz Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedirBu bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir
Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile siki bir iliskileri bulunmaktadir Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten uzaklastirabilmektedir
Osmanli Devleti'ndeki ihtisas medreselerinden bahsederken, degisen dünya sartlarinin geregi olarak, klasik dönemde bulunmayan yeni ihtisas medreselerinin kurulduguna da temas etmek gerekir Bu bakimdan bunlardan bazilarina kisaca isaret etmek istiyoruz

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #7
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



MEDRESETÜ'L-KUDÂT
Kadi yetistirmek maksadiyla 1270 (1854)'te Seyhülislâm Mesreb Efendi hafidi Mehmed Arif Efendi zamaninda açilmistir Ilk açilisinda "Muallimhane-i Nuvvab" adini tasiyan medrese, 1302 (1884)'ten sonra "Mekteb-i Nuvvab", 1329 (1910) ise Mekteb-i Kudât adi ile anilmistir Iki yil tahsil müddeti olan medrese ilk mezunlarini 1272 (1856) tarihinde vermistir Ilk sene bir tek mezun veren bu medreseden çikanlar, hukuk mektebi talebe yetistirinceye kadar mahkemelere tayin ediliyorlardi
MEDRESETÜ'L-VÂIZÎN
Bu medrese, 6 Subat 1912 tarihli bir nizamnâmeye göre "Ahkâm-i âliye-i Kur'aniyye ve Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye dairesinde mevâizi, hasene-i ictimaiyye icrasiyla din-i mübin-i Islâm'in, müessis-i medeniyet ve fazilet oldugunu cihan-i insaniyete nesr edebilecek erbâb-i kemâl-iyetistirmek maksadiyla" açilmisti
Kurulus gayesinden de anlasilacagi gibi medrese, adeta Islâm tebligcilerini (misyoner) yetistirmek için kurulmustur Üç siniftan meydana gelen medresenin her sinifinda okutulacak olan dersler, ögrencilerin hem dinî hem de kültürel seviyelerinin yüksek olmasina yardimci olacak derslerdi Önemine binaen, siniflara göre ders dagitim cetvelini buraya aliyoruz
Birinci Sinif: Hadis, Kelâm, Fikih, Siyer-i Nebi, Târih-i Islâm, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Osmaniye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Arabiyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmanî, Cografya-yi Osmanî ve Islâmî, Cografya-yi Umumi, Hesap, Hendese, Terbiye-i Bedeniyye (Beden Egitimi)
Ikinci Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmaniyye, Siyer-i Nebi ve Tarih-i Islâm, Cebir, Hikmet-i Tabiiyye, Malumat-i Hukukiyye, Terbiye-i Bedeniyye
Üçüncü Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Felsefe, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Edyan (Dinler Tarihi), Hey'et (Astronomi), Hifzissihha (Saglik bilgisi), Kimya, Hikmet-i Tabiiyye, Terbiye-i Bedeniyye
MEDRESETÜ'L-EIMME VE'L-HUTEBÂ
Günümüzde, vazifesi hemen hemen mihrab ile minber arasina sikisip kalan mahalle imamlarinin selâhiyetleri, baslangiçta bu kadar kisitli degildi Osmanlilar'da imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi Bunun için, bu göreve atanacaklarin belli seviyede bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmalari gerekiyordu Vazifeye tayinleri, Padisah berâti ile olan imamlar, 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilâti kurulana kadar mahallenin yöneticisi durumunda idiler Onlar, kadilarin temsilcileri olduklarindan, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler Tabir caizse belirtilen dönemde mahalleyi onlar yönetiyor diyebiliriz Bu sebeple olacak ki bir arsiv belgesine göre resmen imamlik vazifesi ile görevlendirilmeyen kimselere imam degil, "Namazci" adi verilmektedir
Baslangiçta daha ziyade dâru'l-kurra mezunlari arasindan seçilen imamlar için sonralari yeni bir medrese açilir Iste bu medrese Imam ve Hatip yetistirmek için 1329 (1913) yilinda açilmisti Medrese iki bölümden olusmaktaydi Bunlardan biri Imam ve Hatip'lik bölümü, digeri de Ezan ve Ilâhî bölümü idi ki bir mânada müezzinlik bölümü diye isimlendirebiliriz
MEDRESETÜ'L-IRSÂD
Medresetü'l-Vâizîn ile Medresetü'l-Eimme ve'l-Hutebânin birlestirilmesi ile meydana gelmis bir medresedir Bu medrese talebesinin yedirilip içirilmesi isi, Dâru'l-Hilâfe talebesininki gibidir Bu medreseyi bitirenler, zeyil mesihatlarina, kara ve deniz askerî kitalari imamliklarina, vilayet, liva ve kaza merkezlerindeki vaizliklere tayin olunurlardi Bundan böyle imam ve hatiplik sadece bu medrese mezunlarina verilirdi Bu medrese, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun nesrine kadar devam etti Adi geçen kanunla medreseler kapatildigi zaman bu medrese Imam-Hatip Okulu'na çevrildi
MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN
Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi Fakat Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi konularda ihtisas veren bir medrese yoktu Nihayet 1908'deki medrese islahatinda bir de "Medresetü'l-Mütehassisîn" adiyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç hâsil olmustu Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu
Bütün bu medreselerden baska gerek saray erkâninin çocuklarini okutup egitmek, gerekse askerî egitimle ilgili medreseler de kurulmustu Biz, bilgi vermek bakimindan bunlardan da kisaca bahs etmek istiyoruz Bunlar: Saray ve Askerî mekteplerdir
Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir
SARAY MEKTEPLERI
Bu mektepler, saraydaki çocuklari okutmak, hünkârin hizmetinde bulunacak memur ve müstahdemleri yetistirmek üzere saray içinde açilan mekteplerdir Bunlar da:
1 Sehzâdegân Mektebi
Osmanli sehzâdelerinin okuduklari mekteptir Bu mektep, Topkapi Sarayi'nin Harem dairesinde Dâru's-saade Agasi'nin bulundugu binanin üst katindadir Mektebin âmiri, adi geçen agadir Tahsil derecesi, halka açik olan ve halk çocuklarinin devam ettikleri "Sibyân Mektebi" seviyesindedir Osmanli hanedanina mensub olanlarin bir kisminin ilimde ileri merhalede bulunmalari, onlarin söhretli ve devrin en bilgili hocalarinin nezaretinde yetismis olmalarindandir
Sibyan mekteplerinde oldugu gibi burada da okuma-yazma, Kur'an-i Kerim, dört islem gibi basit bilgiler verilirdi
Sehzâdelerin ilk defa derse basladiklari zaman ve onlar için yapilan tören Türk maarif tarihi bakimindan önemlidir Bu tören, sehirde halk tabakasi çocuklarinin mektebe ilk baslama zamaninda yapilan ve "Bed'-i Besmele" denilen törenden daha parlak ve muhtesem olurdu
2 Enderûn Mektebi
Ilk defa I Murad tarafindan tesis edildigi, II Murad döneminde müfredat programinin gelistirildigi veya Fâtih tarafindan kuruldugu belirtilen Enderûn mektebinin, devletin kudretini korumaya kabiliyetli bir (kapi-kulu) sinifi yetistirmek için çesitli odalarda, muhtelif kademelerde egitim ve ögretim faaliyeti yürüttügü ve Acemî oglanlar arasinda seçilen talebelerin (Gilmân) buralarda 7-8 yil tahsil gördügü anlasilmaktadir
Osmanli Devleti'nde Enderûn, özellikel XV yüzyil ortalarindan itibaren medrese disinda en önemli resmî egitim kurumu ünvanini tasimaktadir Daha çok mülkî ve askerî idarecilerin yetistirildigi bu mektep, Osmanli merkez ve tasra bürokrasisinde gerekli insan gücü kaynagini olusturmak için kurulmustur Bu vasfi ile resmî Osmanli ideolojisi veya zihniyetinin ögretilip gelistirildigi temel egitim birimini teskil ettigi gibi idarî ve siyasî hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarinin isleyisinde önemli bir yere sahip olmustur Biraz önce belirtildigi gibi kurulus tarihi hakkinda farkli görüsler bulunmakla beraber bunun II Murad zamaninda Edirne Sarayi'nda teskil edildigi, ancak gerçek ve olgun teskilatina Fâtih döneminde kavustugu söylenebilir Böyle bir kurumun teskilinde esas hedef, askerî temele dayanan Osmanli Devleti'ne yetenekli komutan yetistirmek ve devamli büyüyen ülkenin farkli din, dil ve kültürlere mensub kitleleri idare edecek saglam yönetici kadrolari temin etmekti
Enderun Mektebi, Topkapi Sarayi içinde idi Enderun tabiri de bunu göstermektedir Buraya devsirmeden gelen çocuklar alinirdi Bununla beraber bazan rehine olarak Istanbul'a getirilmis olan baska devlet hükümdarlarinin çocuklari da alinirdi
Mektebin teskilâti zamanla bir hayli degisiklige ugrayarak XVII asirda bilhassa acemi oglanlar mektebine son sekilleri verildigi sirada kat'î seklini almis ve yedi odaya, yani sinifa ayrilmisti Her odanin basinda bir aga bulunurdu Bu odalar sunlardir:
a Küçük oda: (Hâne-i sagir)
b Büyük oda: (Hâne-i kebir)
Bu iki odadakiler yalniz okuyup yazarlardi Bunlar Enderûn mektebinin ibtidai yahut hazirlik sinifi durumunda idiler "Dolama" denilen elbiseyi giydikleri için bunlara "Dolamali" da denirdi Bunlarin sayilari digerlerinden daha fazla idi Kapi agasinin maiyetinde bulunurlardi Anahtar, serbet ve peskir isleri büyük odalilara aitti
c Dogancilar odasi (Hâne-i bazban)
Hünkârin avda kullandigi doganlara bakan 40 kisilik bir sinifti Agalarina "doganci-basi" denirdi
d Seferli odasi
Bu odadakiler, hünkârin çamasirlarina bakar, sarik, seccade hizmeti gibi seyler bunlara aitti Câmide, hünkârin üzerinde namaz kilacagi seccadeyi bunlarin agasi serer ve padisahi tatmin etmek için evvela kendisi bu seccade üzerinde secde ederdi Sarayin mefrusat isi de bunlarin hizmet alanina girmekteydi
e Kiler odasi
Bunlar, sarayin yiyecek ve içecegi ile ugrasir, onlara bakarlardi Agalari kilerci-basi idi Bilhassa hünkârin yiyecegi yemegin tadina bakmak, onlarda zehirleyici bir maddenin olmadigina inandirmak için mutfakta hazirlanan yemek tablasini padisahin yemek odasina kadar götürüp bizzat sofraya koymak bunlarin baslica vazifelerindendi
f Hazine odasi
Agalari, hazinenin muhafazasi ile mesgul olurlardi
g Has oda
Bunlar, "zülüflü" denilen 40 agadan mütesekkildi Gece-gündüz hünkârin hizmetinde bulunurlardi Hirka-i serifte devamli olarak dua ederlerdi Bunlarin agasina "Odabasi" denirdi Hünkâri giydirip kusatmak bunlarin vazifeleri arasindadir Has odabasi, kapi agasindan sonra en yüksek rütbeli idi Bunun için mührü hümâyunlardan birini tasirdi
Enderûnlularin yalniz küçük ve büyük odadakiler degil, digerleri de bir san'at ve hüner sahibi olmaktan geri durmazlardi Dinî tahsil ve Kur'an-i Kerim tilaveti, en çok mesgul olduklari saha idi
1045 (1635) senesinde Evliya Çelebi'nin 20 yaslarinda iken Ayasofya'da müezzin mahfilinde okudugu Kur'an, Sultan IV Murad'in hosuna gittigi için saraya alinmasini istemistir Sarayda kendisine verilen kitaplardan anlasildigina göre buradaki tahsil, medreselerde oldugu gibi dinî egitime dayali ve hatta seviye itibari ile medreselerden daha yüksek bir mevkide görünmektedir Atâ tarihinde Enderûn'da okutulan ders ve takip edilen sistem hakkinda genis bilgi bulunmaktadir H XIII asra kadar bu mektepten pek çok devlet adami yetismistir Nitekim 79 sadrazam, 36 kaptan-i derya, 3 seyhülislâm isminin Atâ tarihinin ikinci cildinde verilmesi bunu göstermektedir
3 Meskhâne
Musikî, refah, servet ve medeniyetle birlikte yürüyen bir san'at olduguna göre Osmanlilar'da da ayni sekilde kendisini kabul ettirmistir Gerçekten, Osmanlilarin yükselislerine paralel olarak pek çok musikî âletinin bu dönemde meydana çiktigi bilinmektedir Kaynaklarimiz, II Murad'dan itibaren konu ile ilgili eserlerin Osmanli sultanlarina sunuldugunu kaydederler 1045 (1635) senesinde saraya alindigi zaman oradaki musikî hayatini anlatan E Çelebi, "Meskhanenin" has hamam yaninda bulundugunu nakleder O, burada gece-gündüz saz ve fasillar dinlendigini de anlatir (E Çelebi, I, 245) Burada musikî tahsil edildigi, devrin en iyi ustalarindan ders alindigi da kaynaklarda belirtilir Bugün, hâlâ mûsikimizin en ziyade muteber olan ilahî, semaî, beste, pesrev gibi eserleri, meskhaneden çikan üstadlarin eserleridir
ASKERI MEKTEPLER
Istanbul'u fethetmekle dünyanin en büyük ve egitilmis ordusuna sahip oldugunu gösteren Osmanli Devleti'nin, dönemine göre modern askerî mektepler açacagi kaçinilmaz bir sonuçtu Gerçi daha önce de ocaga hizmet etmek isteyen ve bunlarin yetismesini saglayan mektep seklinde olmasa bile çesitli müesseseler vardi Bu sinifa giren mektepleri üçe ayirabiliriz Bunlar, daha ziyade askerî teskilati ilgilendirdigi için üzerinde fazla durmuyor, sadece isimlerini vermekle iktifa ediyoruz Bu mektepler, Acemioglanlar mektebi, Mehterhâne ve Canbazhânedir Mehterhâne, Osmanli Devleti'nin kurulusu ile birlikte ortaya çiktigi sanilan bir müessesedir Selçuklu hükümdari Alaeddin Keykûbad'in bagimsizlik nisânesi olarak Osman Gazi'ye gönderdigi hediyeler içinde bulunan davulun, bu müessesenin temelini teskil ettigi kaynaklarda belirtilmektedir Canbazhâneye gelince bunun asil vazifesinin ne oldugu kesin olarak bilinememektedir Bunlarin XV asrin ilk yarisinda ortaya çiktiklari kabul edilmektedir
Askerî teskilâtin genislemesi ve bu teskilâtin ayri ayri siniflara ayrilmasindan sonra, her sinifin egitimi için uygun olan mekteplerin açildigi bilinmektedir Tophane, Kiliçhâne, Tüfekhâne, Humbarahâne gibi mektepleri sayabiliriz Bu arada, ismi mektep olan daha bazi kuruluslarin da bulundugunu belirtmekle yetiniyoruz
MEDRESELERDEKI EGITIM VE ÖGRETIM METODU
Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi Bununla beraber Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim sistemi, hiç süphesiz diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir usûl takip etmis olup, medreselerin adedi arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir tertibe tabi tutulmuslardi
Osmanlilar'da Fâtih Sultan Mehmed'le medrese ögretimi belli bir kanuna baglandi Dersler kahvaltidan sonra baslar ve ögle namazina kadar devam ederdi Ögrenci ögleden sonra kütüphane veya câmide çalisirdi XV asirda günde dört, XVI asirda ise bes ders okutuldugu anlasilmaktadir Nitekim Fâtih devri müderrislerinden Hamiduddin b Efdaluddin haftada dört gün medreseye gelmekte ve her gün dört saat ders vermektedir Bu zatin biyografisini veren Mecdi Mehmed Efendi bu konuda sunlari söylemektedir:
"Haftada dört gün medrese-i mezkûreye geldikten maada her günde âdet-i kadime-i müstedimesi üzre bin türlü ihtimamla dört dersin edasina müdavemet ve mülâzemet eyledi"
XV asirdaki dört ders, XVI asirda bese çikarilmistir Nitekim hem Kanunî, Süleymaniye'de hem de oglu II Selim Edirne'deki Selimiye'de günde bes ders okutulmasini sart kosmuslardi
Osmanli medreselerinde Sali günü hafta tatilidir Bundan baska dinî bayram ve kandillerde ders yapilmazdi Bununla beraber medreselerde bazan Sali, Persembe ve Cuma günlerinin de tatil oldugu belirtilmektedir Herhalde bu en uzun tatil olsa gerekir Bundan baska senelik tatiller daima Ramazan ayina tesadüf eder Ramazan'da talebeler, dogduklari veya büyüdükleri yerlere, bazan da davetli veya davetsiz köy ve kasabalara gidip hem halka bilgi birikimlerini aktarir (bu önemli bir stajdir), hem de bu hizmetlerine karsilik kendilerine bir sene yetecek miktarda maddî imkân saglarlardi
Her günün belli dinlenme zamanlari da genellikle ögle ve ikindi aralaridir Medreselerde en önemli olan sabah dersleridir Bu dersleri sadece talebe degil, disardan dinleyip takip edenler de çoktur Bu gelenek asirlarca Istanbul'da devam edegelmistir
Medreselerde çok defa zihnin hafiza ve muhakeme fonksiyonu dikkate alinarak naklî bilgiler yaninda düsünceyi gelistiren aklî ve felsefî ilimlere de yer veriliyordu Bununla beraber zaman zaman bu ideal programin, ikinciler aleyhine bozuldugu da olmustur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #8
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



MEDRESE ÖGRETIM KADROSU
Islâm dünyasinda medreselerin ortaya çikmasi ile baslayan medrese dönemi egitim ve ögretimi, bir veya birkaç kisinin ögrencilere bilgi vermesi ve belli bir sistem çerçevesinde onlari egitmesi sonucunda ögretim kadrosu tesekkül etti Kendisinden önceki Islâm devletlerinin uygulamalarindan bir hayli istifade eden Osmanli dönemi medreselerinin, ögretim kadrosuna dahil olan elemanlar ile ögrenciler hakkinda fazla teferruata girmeden bilgi vermek istiyoruz Bu arada Osmanli öncesine de kisaca temas edecegiz
1 MÜDERRIS (PROFESÖR)
Bilindigi gibi Nizâmiye medreseleri, yüksek seviyede ögretim ve egitim faaliyetlerinde bulunan kurumlardi Bu sebeple, bu ve daha sonra kurulan bütün medreselerde ders veren kimseler için "müderris" ünvani kullanildi Bu tabir, Arapça bir kelime olup "tedris" mastarindan ism-i faildir Buna göre mânasi medreselerde ders okutan kimse olmaktadir
Islâm'in ilk devirlerinden itibaren özellikle bazi ilimlerin tahsilinde bir ögreticiye (muallim, müderris, ögretmen) ihtiyaç duyulmus oldugundan kendi basina kitapla ugrasmak pek hos karsilanmamistir Ayrica, insanlarin bildiklerini baskasina ögretmek için gayret sarf etmesi de tesvik edilmistir Bütün bunlar, Islâm dünyasinda medreselerin yayginlasmasi ile birlikte her tarafta saygi ve itibar gören müderrislerin yetismesine sebep oldu Ilmin yayilmasi için gayret sarf eden bu zümrenin, gerek fikir ve çalisma hürriyeti, gerekse büyük bir malî imkâna sahip olmasi, bu sahanin ragbet görmesine sebep oldugu gibi, bu zümre mensuplarinin daha iyi bir sekilde ilmî faaliyetlerde bulunmasina da sebep olmustu Baslangiçta hükümdar, emîr veya vakfi tesis eden herhangi bir kimse tarafindan tayin edilen müderris, devrin en bilgili ve kabiliyetli âlimleri arasindan seçilirdi O, hemen hemen dinî ilimlerin tamaminda bilgi sahibidir Özellikle kendi mezhebi hakkinda usûl ve füru' ilimlerine iyice vâkif olmak zorundadir
Osmanli dönemi medreselerinde, belirli bir tahsilden sonra icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris (günümüzde profesör) denir Vakfiyelerde müderrislerin nasil seçkin kimseler arasinda seçilmesi gerektigi ve özelliklerinin neler olmasi hakkinda bilgiler verilmektedir Bu konuda Fâtih ve Kanunî vakfiyeleri ile kanunnâmelerde genis bilgi bulunmaktadir Osmanli medrese teskilâtinda "Hâric" ve "Dâhil" derslerini gören talebe, "Sahn-i Semân" veya "Süleymaniye" seviyelerindeki egitim ve ögretimden sonra mezun olur Yani, icazet alir Bu, onun müderrislik yapabilecegini gösteren bir diplomadir Sayet Anadolu'da vazife almak istiyorsa Anadolu, Rumeli'de vazife alacaksa Rumeli Kadiaskeri'ne müracaat ederek onun, muayyen günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Rûznâme) mülâzim kayd edilir Bundan sonra sirasi gelinceye kadar beklerdi ki, buna nevbet (nöbet) denirdi Sirasi geldiginde en asagi derecedeki "Hasiye-i Tecrid" medreselerinden birine yevmiye (günlük) 20 akça ile müderris tayin edilirdi Bundan sonra sira ile yükselerek en üst seviyedeki bir medreseye kadar çikabilirdi
2 MUID (ASISTAN, ARASTIRMA GÖREVLISI)
Arapça bir kelime olan "Muîd" birçok mânaya delâlet etmektedir Teknik yani istilâh olarak müzakereci, müderrisin derslerini tekrarlayip izah eden müderris yardimcisi Gerçekten muîd, müderrisin dersten ayrilmasindan sonra onun dersini talebeye tekrarlayan bir kimsedir Talebe bazan konuyu anlamadigindan, bazan müderrise sormaktan utandigindan her seyi tam olarak kavrayamaz Iste bu durumda muîd onlara yardimci olur Demek oluyor ki, muîdin müderris ile talebe arasinda bir derecesi vardir Bugünkü asistan veya arastirma görevlisi pozisyonundadir Muîdler, talebelerle ayni yerde otururlar Vazifesi, dersi ögrencilerle tekrarlamak olan muîde müzakereci de denebilir Bu vazife medreselerin kurulmasiyla birlikte ortaya çikmistir Eyyubîler döneminde muîdlik, aranan bir görev haline gelmistir Hemen her medresede bir muîd vardir Hatta, bazi medreselere tayin edilen her müderris için iki muîd tayin edilmistir Nitekim Melik Necmeddin Eyyub tarafindan yaptirilan Selâhiyye Medresesi'ne dört müderris, her müderrise de ikiser muid verilmistir Muîdler, ayni zamanda talebenin disiplini ile de mesgul olurlardi Hatta bazan (Misir'da görüldügü gibi) bir medresede müderris, digerinde de muîd olanlara rastlanmaktadir
Osmanli egitim ve ögretim tarihinde muîdlerin önemli bir yeri bulunmaktadir Fâtih vakfiyesinde muîdlerle ilgili olarak söyle denilmektedir:
"Hadid ve fikr-i sedid ve re'y-i resid ile akrani beyninde ferid ve ta'lim-i muhtasarat-i kütübde mâhir ve teallüm ve iktisâb-i mütavvelata kadir kimesne olur Her müderrisin medresesinde muîdi olup vazife-i yevmiyesi hâsil-i vakf-i seriften bes akça ola" Görüldügü gibi Osmanli dönemi muîdi, akranlari arasinda en iyi bilgiye sahip, zeki, saglam ve isabetli görüslere sahip bir kimse olarak tavsif edilmektedir Muîd, yaptigi is ve gördügü hizmet karsiliginda da günde bes akça gibi bir ücret almaktadir
Süleymaniye vakfiyesinde de muîdlikle ilgili su bilgilere yer verilmektedir:
"Ve tullab-i ilimden birer maarif u fezâil ile mümtaz, rütbe-i istifadeden derece-i ifadeye vüsûle isti'dad ile ser-efrazini muîd eyleyeler Ve vazife-i yevmiyyeleri beser akça ola" Vakfiyenin bu metninden anlasildigi üzere Süleymaniye medreselerinde muîdlik yapacak olanlarin talebenin en iyilerinden olmasi, bilgili ve arkadaslari arasinda her bakimdan üstünlügü kabul edilen bir kimse olmasi gerektigi belirtilmektedir
Muîdlerin, Ellili medreselerden asagi seviyedeki medreselerde de bulundugu ve bunlarin da müderrisler gibi tayin edildikleri anlasilmaktadir 5 Saban 1247 (9 Ocak 1832) tarihini tasiyan bir belge, Sivas Dâru's-sifa medresesinde muîdlik yapan Musa adindaki sahsin vefati üzerine yeri ve hizmetin hâli oldugu, bu sebeple islerin görülemez oldugu anlasildigindan yerine beratla, bu ise lâyik olan oglunun geçmesi Sivas Kadisi Müftüzâde Abdullah tarafindan istenmektedir Öyle anlasiliyor ki bu medresede muîdlik hizmeti eskiden beri uygulanmaktadir Zira adi geçen sehrin kadisi tarafindan Istanbul'a gönderilen 12 Zilhicce 1167 (30 Kasim 1754) tarihli baska bir arzda muîdlik hizmetinin bir baskasina verilmesi istenmektedir
Danismendler arasinda muîd olabilecek evsafta bulunanlarin seçimi ise müderrisler tarafindan yapilmis olmalidir Muîdlerin, kaç yil bu görevde kaldiklari henüz kesin olarak tesbit edilebilmis olmamakla beraber, (Dâru't-tiblar disinda) bunun iki sene devam ettigi belirtilmektedir
Osmanlilar döneminde bu görev, 1908 inkilâbindan sonra da Sultanî-ler'de devam etmek üzere yeniden ihdas edilmisse de sonradan kaldirilmistir
3 TALEBE
Islâm dünyasinin egitim ve ögretim tarihinde medreselerin esas unsurlarindan biri de süphesiz ki ögrencilerdir Talebelerin gerek zekâ gerekse bedenî yapi bakimindan saglam olmalarina dikkat edilirdi Bu bakimdan hocalar tarafindan bazi zekâ testlerinin yapildigi da belirtilmektedir Bu testler neticesinde hocalar talebe olarak seçecekleri kimseleri belirlerlerdi Böylece zeki veya daha az zeki olan insanlarin ayni yerde bulunmamalari saglanmis oluyordu Zira farkli zekâ seviyesine sahip olan ögrencilerin ayni sinifta bulunmalari hos karsilanmamistir Çünkü böyle bir uygulama, zeki çocuklari geri birakacagi gibi, zekâ bakimindan fazla gelismemis olanlara da büyük bir azap çektirir
Her ne kadar ögretim için belli bir yas sözkonusu degilse de bazi müderrislerin, belli ilimlerde ögrenme kabiliyetini nazar-i dikkate alarak belli bir yas grubundan ögrenci seçtikleri de olmustur Gerçekten, Kâtib Çelebi'nin de ifade ettigi gibi ilim yolcusunun fedakâr olmasi, dünya ile iliskisinin fazla bulunmamasi, çoluk çocuk kaygisinin olmamasi gerekir Bütün bunlar da ilim tahsil etmek isteyen kimsenin bir ölçüde genç olmasini gerektirmektedir Hatta bazi müellifler, talebenin mümkün mertebe bekâr olmasini da isterler Çünkü evli bir kimse, evlilik hukuku ve geçim derdi gibi islerle mesgul olacagindan kendisini rahat ve huzurlu bir sekilde ilme veremez Bu da ilmî tedkik ve arastirmaya bir engel teskil eder
Talebe sayisi genellikle vakfi tesis edenlerin isteklerine bagli kalmissa da, bazan bu sayilar degisebilmektedir Misir medreselerindeki ögrenci sayisi 3-100 arasindadir Bazan sayi çogaldigi zaman bunlarin iki kisma ayrildigi, hocalarin böyle bir taksim yaptiklari da belirtilmektedir
Osmanli döneminde talebelerin yetismesi üzerinde ehemmiyetle durulmus olmasi onlara büyük bir degerin verildigini göstermektedir Osmanlilarin ilk medreseleri ile birlikte bütün talebeye vakiflarca bakilmis, onlara imâretler vasitasiyla da yeme, içme, yatma ve para temin etme gibi imkânlar saglanmistir
Islâm ve Osmanli dünyasinda talebeler için degisik kelime ve istilahlar kullanilmistir Araplarin "tâlib" dedikleri medrese talebesine Selçuklular "fakih" ve "mülazim" derlerdi Osmanlilarda ise "tâlib"in çogulu "talebe" ve "tüllâb" kelimeleri kullanildigi gibi, Farsça'da âlim ve akilli mânasina gelen "danismend" ve yine Farsça'dan yanmis mânasina "suhte" kelimesinin bozulmus sekli olan "softa" kelimeleri ile Arapça'da istidadli ve kabiliyetli mânasina gelen "müsteid" kelimesi kullanilmistir Bu kelimelerden her birinin digerinin yerine kullanilabildigi anlasilmakla birlikte, Sibyan mektebi talebelerine sadece "talebe", asagi seviyedeki medrese talebelerine "suhte" yüksek seviyedeki medrese talebesine de "danismend" denildigi anlasilmaktadir
Osmanli medreselerindeki talebe sayisi, medresenin büyüklük veya küçüklügüne göre degismekle beraber, medreselerin en büyüklerinde bile bir müderrisin okuttugu ögrenci sayisi 20 rakamini geçmez
Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti'nde daha kurulus yillarindan itibaren tahsilini belirli seviyeye getiren talebeler, hocalarinin da tavsiyesi ile Islâm dünyasinin o dönemlerde taninmis ilim merkezleri olan Kahire, Semerkant, Buhara, Mâveraünnehr, Bagdad ve Sam (Dimask) gibi merkezlerine giderek tahsillerini tamamliyorlardi Böylece birkaç yil sonra Islâm dini, kültürü ve medeniyeti konusunda yetismis birer âlim olarak dönerlerdi Hangi sehrin hangi sahalarda meshur oldugu, buralardaki ilmî gelisme ve ilim mahfilleri, daha önce gidip dönenler veya oralardan gelen misafir hocalar tarafindan bilinir ve akademik seyahata çikan ögrenciye tavsiye edilirdi
HUZUR DERSLERI
Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir Bu sebeple ilmiye teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu
Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan "ilmiyye sinifi", bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol oynamistir Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle "Ramazan" gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi Bu da "Huzur Dersleri" adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi Bunun içindir ki daha küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile ile vâkif oluyorlardi Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece ehemmiyetli idi
Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir Bu ülkede bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler "Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i Islâmiyyede olmustur Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur"
Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu Hele Ramazan'a mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi Hatta III Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata bildirilirdi
Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda "mukarrir" adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere "Huzur Dersleri" deniliyordu Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi "Huzur-i Hümayun Dersleri" de deniliyordu
Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi alirlardi Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi bunlara "Huzur Dersi" denmez
Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini, Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata; "Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin (1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur" demek suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi vermektedir
Sultan III Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet Pasa da sunlari söyler: " evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i Beyzavî kiraat edilir"
Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak kabul edilmektedir
Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep oluyordu Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak "mukarrir" tarafindan tefsiri yapilirdi Bundan sonra "Muhatap"lar tarafindan vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi Böylece ilmî bir mübahese açilmis olurdu Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte tamamen serbest idiler Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep haricine çiktiklari görülmüstür Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün edilmistir
Biraz önce belirtildigi gibi H 1200 senesinden önce Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir
Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir zümre tarafindan icra edilirdi Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir ve muhatap olamazlardi Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz mümkündür:
a Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,
b Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri bulunmak,
c Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus olmak
Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi usul ve kaideler de vardir Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek nakletmekle iktifa ediyoruz:
1 Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden "zevat-i fâzila"dan tesekkül eder Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi
2 Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem nazara alinir Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin rüus dereceleri "kibar-i müderrisin" mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir
3 Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar
4 Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler, seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur
5 Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar
6 Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir
7 Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir Saban'in 15 inde de her bir mukarrire dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi
8 Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar Zira dersin takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik) asildir
9 Meclisin ictima yerini padisah tayin eder Mukarrir ders ve duasini oturarak takrir eder Keza muhataplar da oturmus olduklari halde sorularini sorarlar Mukarrir padisahin sag tarafina oturur Muhataplar da mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler
10 Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler bulunur
11 Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir
12 Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi minderler üzerine diz çöküp otururlar Herhangi bir mazeret bulunmadikça, padisahlar da bu sekilde otururlar
13 Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar (kisaltma, özet) kaidedir Dua kisa olur Sayet dua uzarsa bu durum kendisine nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir
14 Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir
15 Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir
16 Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi kaidedir
17 Cuma günleri ders takrir olunmaz
Sultan III Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak intihab olunmuslardir Icra edilen bu ilk derste "Ey inananlar! Kendiniz, ana babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir Adaletinizde heveslere uymayin Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir" âyet-i kerimesi takrir olunmustur
Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi Ilk on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi Bu yüzden rütbesi büyük olanin takaddum hakki vardi Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir Mecliste buna göre otururlardi Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan muhataplar arasindan seçilirlerdi Bu intihapta ehliyet ve liyakat esasti
Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi arasinda takrir olunurdu Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali idi Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe idi Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu Verilen malumat üzerine ulema-i kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi Padisahla maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi Bir ihtiram mevkiine konulmus olan ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi seyler mevcut degildir Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus bulunuyordu Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu Mukarrir efendinin takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi Mukarrir efendi derse ait tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle üzerine koyarlardi Ders bir iki saat sürerdi Dersin sonunda mukarrir muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi Rütbe itibariyle yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim gelen cevabi verirdi Sorular dersle ilgili olurdu Dersin sonunda mukarrir efendi dua ederdi Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye verilirdi Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi Bohçanin muhteviyati ise her vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret bulunurdu
Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde, hükümet erkani vs gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti Halife Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri yapilan âyet sudur:
"Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir Nihayet Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti) Hem bu azab onlara akil erdiremeyecekleri taraftan gelmistir"
Sultan III Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti Buna göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda sona ermisti

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #9
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



ILMIYE TESKILATI
Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur
Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere baslica dört devresinden bahsedilebilir
Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler olmustur XV yüzyil ortalarindan XVII yüzyil baslarina kadar devam eden bu dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi gibi önemli gelismeler olmustur XVI asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine almislardir Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna gelmislerdir XIX yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden itibaren daralmaya baslamistir Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir
XVII yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir Bu durum, büyük ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir Bunun en önemli sebebi, Osmanli hükümdar geleneginin sarsilmasidir Gerçekten, Sultan I Ahmed'le baslayan ve pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler, askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek istemistir Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî mücadele içinde yipratmistir
Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII yüzyilda ulemâ yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir Devletin toparlanmasinda agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir XIX yüzyildan itibaren ulemânin istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir Ilmiye teskilâti ile ilgili bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina geçebiliriz
SEYHÜLISLÂMLIK
H IV (M X) asrin ikinci yarisinda ortaya çikan "Seyhülislâm" tabiri, fukaha arasindaki ihtilafli meseleleri halledebilen âlimler için, bir seref ünvani olarak kullanilmistir "Fukaha-yi izâm ve füdelâ-yi fehâmdan sol sahib-i sadr-i iftâya istilâhat-i örfiyyede seyhülislâm denilirdi ki, aralarinda tahaddüs eden münazaa ve mühâsemeden dolayi hall-i müskilât-i enâm eyleye" ifadesi, yukarida temas edilen görüsün dogrulugunu ortaya koymaktadir
Bu asirdan itibaren, "Islâm" kelimesi, pek çok kelimeye izafe edilerek kullanilmaya baslanmistir Fakat bütün bu tabirler arasinda sadece "seyhülislâm" terkibi devamliligini muhafaza edebildi, digerleri ise unutulup gitti
Seyhülislâm tabiri ile birlikte kullanilan öbür deyimlerden bir kismi, dünyevî iktidar sahipleri (bilhassa Fâtimî vezirleri) tarafindan da kullaniliyordu Ama "seyhülislâm" ünvani, daima ulemâ ve sûfilere has olarak istimal ediliyordu
Hicrî IV asrin ikinci yarisindan itibaren, ortaya çiktigini belirttigimiz bu seref ünvanini almaya hak kazananlari üç kategoride toplamak mümkündür Bunlar:
1 Sadece, kendi zamanlarindaki bir sehir halki tarafindan kendisine bu ünvan verilenler,
2 "Seyhülislâm" ünvani ile her tarafta söhret bulmus olanlar,
3 Fetva ile icazetnâmeyi birlikte verebilen ve bu isimle söhret bulmus olanlar
Görüldügü üzere, Osmanlilardan önce de varligindan haberdar oldugumuz bu makam ve müessese, Osmanlilarda oldugu gibi resmî degildi Keza bu müessese, "ilmiye sinifi"nin en üst makami olma gibi bir hüviyet de tasimiyordu
Osmanlilarin, alti sari askin hükümranlik döneminde "seyhülislâm" ünvaninin ne zaman kullanilmaya baslandigi kesin olarak bilinemedigi gibi, ilk defa bu ünvani alan zâtin kimligi dahi kesin ve net olarak tesbit edilememektedir Bununla beraber, Fâtih kanunnâmesinde seyhülislâmin ulemanin reisi oldugu açikca belirtilmektedir Fâtih Sultan Mehmed'in (1451-1481) tedvin ettirdigi kanunnâmede seyhülislâm tabiri, açik ve sarih bir sekilde zikredilmektedir ki, bu da Fâtih ve babasi II Murad (1421-1451) devirlerinde mezkur ünvanla adlandirilan kimselerin varligini ortaya koymaktadir
Osmanli Devleti'nde, kendisine sorulan dinî ve ser'î meseleleri cevaplandiran kimseye "müftî", verilen karara da "fetva" dendigini biliyoruz Nitekim mesihat makami, ilk önce, "mesned-i fetva" veya "mansib-i ifta" gibi isimlerle basmüftilik tarzinda tesekkül etmisti Bu durumu ile o, bir müddet "kadiasker" ve "muallim-i sultanî" vazifelerine nisbetle ikinci derecede kalmisti Bunun için müftilik makami, Divan-i hümayun âzaligina dahil bulunan kadiaskerlik makamina göre daha hususî bir vaziyet arzediyordu Ancak fetva vermek yetkisi Ibn Kemal (1525-1533) ile Ebu's-Suûd (1545-1574) Efendi gibi zevata havale edilince, bu makam daha çok ehemmiyet kazanmaya basladi Çünkü bu iki kisi, kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi Bundan böyle "seyhülislâmlik makami", "sadreyn efendiler"in üstünde tutularak "ilmiyye tarikinin reisi ve ser'î mahkemelerin nâziri olmustur Yukarida adi geçen kudretli zevatin yetismesi,bütün ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verilmesine sebep olmustur Muhtemelen bunun da tesiriyle olsa gerek ki, makam ve mevki itibariyle seyhülislâmlar sadrazamla denk bir seviyede tutulur olmuslardir
Osmanlilarda, ileri gelen zevat için kullanilan ünvanlarin bir çogu, daha önceki müslüman devletlerde de kullanilmistir Nitekim, takva sahibi olarak kemal mertebesine ulasan sahsiyeti ve müellefâtinin çoklugu sebebiyle büyük bir ün kazanmis olan Ibn-i Kemal'e, bu özelliklerinden dolayi, Necmeddin Ebu Hafs Ömer en-Nesefî'nin ünvani olan "müfti's-sakaleyn" lakabi verilmistir Osmanli döneminde bu tabir, sadece adi geçen seyhülislâm için kullanilmistir
Ilmiyye sinifinin en yüksek mevkii olan ve "Mesihat-i Islâmiyye" diye adlandirilan bu makamin Osmanlilarda ortaya çikis gayesine yönelik degisik bazi görüsler bulunmaktadir Bu mevzuda farkli görüslerin ortaya atilmasina sebep ve bu görüslere kaynaklik eden kimsenin JH Kramers oldugu ileri sürülmektedir Filhakika Islâm Ansiklopedisindeki makalesinde bu mevzua temas eden Kramers, Gaudefroy-Demombyn'e dayanarak bazi fikirler ileri sürmektedir Bunlari, su sekilde siralayabiliriz:
a) Osmanli padisahlari, Misir'da Memlûk sultanlari yaninda bulunan Abbasî halifesinin hâiz oldugu mevkii taklid etmek suretiyle böyle bir müesseseyi kurmus olabilirler
b) Osmanli ulemâsinin bir dinî reisin baskanliginda teskilâtlanmasi, devletin tebeasi olan gayr-i müslimlerin basinda bulunan patrikligi taklit etmek suretiyle olmustur
c) Bu müessese, devlette mevcut dünyevî iktidar yaninda, kazaî selâhiyetlerle teçhiz edilmis sûfî-dinî bir an'anenin neticesi olarak da dogmus olabilir
Zuhurunu, tek ve belli bir sebebe baglama imkâni bulunmayan bu müessesenin kurulusunu, baska dinlerdeki ruhanî riyasetin taklid edilmesi ile izâha kalkismak, tamamen indî bir mütalâa olur Çünkü Islâmin din ve devlet anlayisi ile Hiristiyanligin din ve devlet anlayisi arasinda büyük farklar vardir Biri, müntesiblerinden hem dünyevî, hem de uhrevî vazifeler beklerken, digeri sadece uhrevî hizmetler beklemektedir Bunun için, bu iki müesseseyi birbiri ile mukayese etmek ve hele, seyhülislâmligin, patrikligin bir taklidi olarak ortaya çiktigini söylemek, dogru olmasa gerektir Nitekim, I Hâmi Danismend de, bu meseleye temasla söyle der: "Dikkat edilecek noktalardan biri de mesihat makaminin baska dinlerdeki ruhanî reisliklerle mukayesesinin dogru olmadigidir"
Seyhülislâmligin dogus ve ortaya çikis sebebini tek bir vak'aya baglamak yerine, tarihî olaylari incelemek ve bu yolla bir neticeye varmak daha dogru gibi görünmektedir Bunun için de meseleye tarihî olaylar açisindan bakmak gerekir
II Murad devrinde yasayan ve umumiyetle ilk seyhülislâm olarak kabul edilen Molla Fenari (1424-1431)'nin, böyle bir makama getirilmesi ve kendisine böyle bir ünvan verilmesi, dikkat çekicidir Devletin, dinî ve siyasî bir kargasalik içinde bulundugu bir sirada tahta geçen II Murad, böyle bir ortamda, ahlâkî, ilmî ve dinî otoritesi bütün memleketçe kabul edilen büyük bir âlime ihtiyaç bulundugunu düsünmüs olmalidir Keza bu zâtin, tebeayi bütün sapik cereyanlardan koruyabilecek bir otoriteye sahip olmasi ve halk ile devletin dinî meselelerini çözmesi gerektigine inanmis olmalidir Yine bu esnada, devlet sinirlarinin dahilindeki gayr-i resmî müftülerin, dinî meseleler hakkinda kendi dünya görüsleri ve kabiliyetlerine göre ayri ayri fetva vermelerinin, devlet için bir tehlike arzettigini de sezmis olmalidir Gerçekten böyle durumlar, hos olmayan bir takim tenakuzlarin ortaya çikmasina yol açabilir Bu yüzden de hem devletin otoritesi, hem de mü'minlerin seriata olan bagliliklari zedelenebilirdi Bu sebeple fetvalarin, tek kanaldan ve resmî sifati bulunan bir kimse tarafindan verilmesi ihtiyaci hissediliyordu Ayni zamanda, durmadan yayilma istidadi gösteren Bâtinî-Rafizî görüslere karsi sed çekecek kuvvetli ve dirayetli sünnî bir sese de ihtiyaç vardi
Iste bütün bu hususlar nazar-i dikkate alinmis olacak ki, ilk defa bu makama getirilen Molla Fenarî'nin sahsinda adi geçen ünvanla bir makam ve müessese kurulmus oldu
Ilk Seyhülislâm: Osmanli devlet teskilatinda, "müfti'l-enâm" ünvani ile de anilan seyhülislâmlarin, ihraz ettikleri bu resmî makama ilk defa kimin getirildiginin kesin olarak bilinemediginden söz etmistik Bu hususta farkli görüsler bulunmaktadir
Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde, varligindan haberdar oldugumuz seyhülislâmlik, bu devlette eristigi dinî ve siyasî ehemmiyeti hiç bir ülkede bulamamistir Fâtih kanunnâmesinde kendisinden söz edilen seyhülislâmin bu devirdeki durumu da tartisilabilir nitelikte görünmektedir Mezkûr kanunnâmeye göre ulemânin reisi olmakla birlikte ilmiyenin basi sayilmasi XVI asrin ortalarina ve belki az daha sonraya rastlar Bu durumu göz önüne almis olacak ki, M Tayyib Gökbilgin bu ünvanin (seyhülislâmligin) ilk önce Ibn Kemâl'e verildigine kani görünmektedir Bu konuda o, "fetva hizmeti vazifesi, Ibn Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kimselerin bu vazifeye getirilmesinden sonra ehemmiyet kazanmis ve artik bunlara seyhülislâm denilmistir Bu iki kisi kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi" diyerek bu konudaki görüsünü belirtir
Bununla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in tedvîn ettirdig ikanunnâ-mede, açikça isminden ve ulemanin reisi olma gibi bir sifati bulundugundan söz edilen seyhülislâmlik makaminin daha önce mevcut olmasi gerekir II Murad devrinin dinî, siyasî ve ictimaî kargasaliklari sucunda meydana gelen hadiseler, böyle bir makamin kurulmasini mecburî hale getirmisti Böylece kurulup teessüs eden bu müessesenin basina da -daha önce belirtildigi gibi- devrin bilgini ve otoritesi herkesçe kabul edilen Molla Fenarî getirilmistir
Günümüzün, Adalet ve Millî Egitim Bakanligi ile Diyanet Isleri Baskanliginin görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bu makamin, Osmanli devlet teskilati içindeki mevkii ve durumu, Fâtih kanunnâmesinde açikça belirtilmektedir Bundan anlasildigina göre seyhülislâm, diger devlet erkâni üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir Buna dayanarak, Brockelmann: "Fâtih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman, seyhülislâmin bütün memurlar sinifinin en üstünde bulunan müstesna mevkiini teyid ettiler" diyerek bu ehemmiyeti belirtmek ister
Fâtih kanunnâmesinde mevkii belirtilmis olmakla beraber, esas ehemmiyet, Zenbilli Ali Cemalî Efendi (1503-1525) ile baslamis, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile kemâl mertebesine ulasmistir Ilmî dirayet ve temiz sahsiyetleriyle mesihat makamina çikan bu çok kiymetli âlimler, en heybetli padisahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi olduklari için, icâb-i halda onlara bile dogru yolu göstermekten ve sert sözler söylemekten çekinmiyorlardi Mevzûun daha iyi kavranabilmesi için birkaç tarihî olaydan söz etmek gerekecektir
a Daha kadiligi zamaninda, Yildirim Bayezid (1389-1403)'in cemâatla namaza devam etmesinden dolayi sahidligini kabul etmeyen Molla Fenari, ibadetlerinde kusur eden kimsenin, insan hukukunun gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz olabilecegini düsünerek, mahkeme salonunda, bizzat Yildirim Bayezid'e sehadetini kabul etmiyecegini söylemek suretiyle büyük bir cesarete sahip oldugunu göstermistir
b Yavuz Sultan Selim, Hazine-i Âmire muhafizlarindan 150 kisinin katline karar verir Bu iradeyi dogru bulmayan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi, çagirilmadigi halde ve hiç kimseye bildirmeden Divân'a girerek, böyle bir cezanin seriat ve adalete aykiri oldugunu söylemek suretiyle büyük bir cesaret örnegi verir Bunun üzerine padisah, 150 kisinin katli kararindan rücû' eder
c Birgün divan'da, Sadriâzam Dervis Pasa'nin kabahatsiz bir adamin katline hüküm vermesi üzerine, onu muahaza eden ve bu yüzden Divan-i terkeden Seyhülislâm Yahya Efendi (1553-1644)'nin bu davranisi, devrin padisahi I Ahmed (1603-1617)'in dikkatini çeker Pâdisah, davranisinin sebebini sordugunda o da "kaza emânettir Pâdisah, kadiaskerleri istimai deâvî, ihkak-i hak, mazlumlari siyânet için nasbeyler Icâb-i ser'î yogiken bugün bir adam katlolundu Artik benim için icray-i kazaya imkân kalmadigindan terk-i mansiba mecbur oldum" der I Ahmed, Yahya Efendi'nin bu cevabi üzerine sadrâzami cellâda teslim etmekle isi bitirir
XVI asirdan itibaren ehemmiyeti daha da artan seyhülislamlik makami, manen sadrazamliktan daha yüksek telâkki ediliyordu Çünkü, Osmanli devletinde din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak görülüyordu Bu anlayisin bir sonucudur ki, sadriâzamlarin seyhülislhamlari ziyaretleri III Murad (1574-1595) devrinde 922 (1584) tarihinde kanun haline getirilmisti Tâyini, bizzat padisah tarafindan yapilmakla beraber, bilhassa idarenin zayif zamanlarinda veya herhangi bir isyan esnasinda padisah aleyhine fetva verebilir endisesiyle daima seyhülis-lâmdan çekinilmistir Çünkü Osmanli padisahlari, tebea üzerinde keyfî bir tasarruf hakkina sahip degillerdi Onlar da birtakim kanun ve nizamlarla bagli idiler Zahiren, hudutsuz bir selahiyete sahip görünseler bile, hakikatte bazi kanunlarla mukayyettiler Idarî mekanizmada dini asil, devleti de onun bir fer'i olarak kabul eden bir devlette bu durum normal karsilanmalidir Bu anlayisin bir neticesi olacak ki, yürürlüge girmesi istenilen her türlü kanun ve nizam hakkinda, önce seyhülislâmdan, bunun seriata uygun olup olmadigina dair fetva alinirdi Ancak bundan sonra, istenilen kanun yürürlüge girerdi 1686 yilinda Amsterdam'da basilan ve Türkçe tercemesi yayinlanan bir eserde bu mevzu ile ilgili olarak söyle denilmektedir: "Seyhülislâm, sahip oldugu genis yetkisi ile herhangi bir mesele hakkinda hüküm verince padisah bile bunun aksini iddia edip karsi çikamaz"
Seyhülislâmligin haiz oldugu önemi belirten hususlardan biri de, seyhülislâm olarak tayin edilecek olan zatin saraya daveti esnasinda, protokol geregi sadriâzamla birlikte huzura girerlerken padisahin onlara karsi üç adim atmasi ve onlari ayakta istikbal etmesidir Keza, seyhülislâm adayinin, padisahin elini öptükten sonra oturmasi, buna karsi sadriâzamin ayakta beklemesi de bu hususu açikça ortaya koymaktadir Bu tatbikat, IV Mehmed devrinde (1648-1687), sadriâzam Melek Ahmed Pasa'dan itibaren devam edegelmistir
Seyhülislâmligin Sona Ermesi: Osmanli Devleti'nde, ilmiye sinifinin en yüksek mevkii olan ve mesihat-i islâmiyye diye adlandirilan bu önemli makamin uzunca bir tarihçesi vardir Ilk seyhülislâm Molla Fenarî'nin tayin tarihi olan 1424/25 senesinden, Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922 = 1339-1341)'nin istifa tarihi olan 26 Eylül 1922 yilina kadar mesihat-i islâmiyye müessesesi, kesintisiz olarak tam 498 sene devam etmistir Bes asra yaklasan ve özellikle kayd-i hayat sarti ile bu makama gelen dirâyetli zevatin yeri, daha sonra gelenlerle ayni sekilde doldurulamamistir
Bütün Osmanli müesseselerinde oldugu gibi, bu müessese de, XVI asrin son senelerinden ve bilhassa XVII asirdan itibaren yavas yavas inhitata (gerileme) yüz tutmustur Nitekim Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin ortalarinda 948 (1541/42) baslayan seyhülislâm azli, daha önce benzeri görülmediginden büyük bir hadise olarak karsilanmistir Devrin seyhülislâmi, Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendi (1539-1542)'nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi mütavassiflar hakkinda vazife ve selahiyetini asan bir dil kullanmasi, vazifesinden azledilmesine sebep olmustu
Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendinin, yukarida belirtilen sebepten dolayi azli, bu makama yükselenlerin artik "azledilemez = lâ yen'azil" olan özelliklerini ortadan kaldirmis oldu Bundan böyle sadriâzamla aralarinin iyi olmamasi veya maiyetinin çesitli islere müdahalesi neticesinde, dedikodularin ortaya çikmasi gibi nahos olaylar, seyhülislâm azilerinin sebepleri arasinda idi
Seyhülislâmlarin "azledilemez" özelligi ortadan kalktiktan ve eskiye nisbetle bir gerileme basladiktan sonra, azledilmis olan bir seyhülislâmin, ayni vazifeye tekrar getirilmesi ile karsilasiyoruz Böyle bir adim da Bostanzâde Mehmed Efendi ile atilmistir Ilk mesihat-i 997-1000 (1589-1592) yillari arasinda olan mezkûr zâtin ikinci mesihati da 1001-1006 (1593-1598) seneleri arasindadir
Osmanli Devleti idarî kadrosunda bulunan hemen herkese en büyük ceza olan idâmin verilebildigi ve sadriâzamlarin bile böyle bir cezadan kendilerini kurtaramadigi bir gerçektir Hal böyleyken seyhülislâmlar, bu kaidenin disinda tutulmuslardi Dinî reis olmalari, onlari böyle bir cezadan uzak tutuyordu Bununla beraber, bes asra yaklasan tarihi içinde sadece üç seyhülislâm ölüm cezasina çarptirilmisti Böyle bir cezaya çarptirilmakla beraber bunlara "sehid" denilmektedir Bu, "inhitat devrinde, ilmiyye masûniyyetinin ihlâline karsi, meslegin protesto tezahürleri mahiyetindedir" Efkâr-i umumiyece bunlar, yanlis anlasilmanin kurbani olarak idam edilmislerdi Böyle bir ceza ile hayata vada eden seyhülislâmlar sunlardir:
1 Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi (1041-1043/1632-1634)
2 Hocazâde sehid Mes'ud Efendi (1066/1656) 4 ay 12 gün
3 Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi (1088/1688) ikinci mesihati (1106-1115/1695-1703)
Osmanli devlet teskilatinda, herhangi bir kimseye seyhülislâm ünvaninin verilebilmesi, o kimsenin mesihat makamina getirilmesiyle mümkün oluyordu Bu makamin, eskiye nisbetle bir gerileme gösterdigi, resmen ve fiilen bu makama gelmedigi halde bazi kimselere bu makam pâyesinin verilmesiyle de ortaya çikmaktadir Gerçi asirlarca süren bir tarih içinde ancak iki kisiye bu pâye verilmistir ama bu da, çok yüksek bir makam olan seyhülislâmlik için, bir gerileme sayilabilmektedir Bu makama gelmedigi halde pâyesi ile taltif edilen iki kisiden birincisi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendidir Bu zat, 1059 (1649) tarihinde "Ravzatu'l-Ebrar" adli eserini devrin padisahi IV Mehmed'e takdim edince kendisine bu pâye verildi Bundan iki sene sonra da 1061 (1651) tarihinde Karaçelebizâde fiilen bu makama getirilmistir
Bilfiil seyhülislâmlik makamina gelmedigi halde bu pâyeyi alanlardan ikincisi de Erzurumlu Feyzullah Efendi'nin büyük oglu Fethullah Efendi'dir Fethullah Efendi, Nakibu'l-Esraf olarak Rumeli kadiaskeri bulunurken, Seyhülislâm olanbabasi Feyzullah Efendi'den sonra bu makama gelmek üzere bu pâyeyi almistir Fakat 1115 (1703) senesinde babasi ile birlikte azledilir Bundan kisa bir müddet sonra da vefat etti
Böylece tarihî seyri içinde geçirdigi çesitli merhalelerden sonra nihayet, Seyhülislâm Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922)'nin, dahil bulundugu son Osmanli kabinesiyle birlikte istifasi neticesinde, seyhülislâmlik makami, Osmanlilar'la birlikte Islâm âleminden de kalkarak tarihe mal olur
Sehülislâmin Tayin ve Azli: Osmanli Devleti müesseselerinden biri olan ilmiyye'nin reisi durumundaki seyhülislâmin bu makama gelebilmesi, basit bir tayin veya formalite isi degildi Bununla beraber, seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den önce, bu makama gelebilmek için kesin ve tayin edilmis bir kanun yoktu Kadiaskerlik, büyük kadilik veya müderrislik yapmis olanlardan münasipleri, bu makama getirilebiliyordu Fakat Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren seyhülislâmlik, Rumeli kadiaskeri olanlara verilir oldu Bu tarihten sonra nâdiren, Anadolu kadiaskeri veya bunun pâyelilerinin getirildigi görülür
Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren bu makama gelebilmek için bazi merhalelerden geçmek gerekiyordu Bunun için, müderrislik mertebesini ihraz eden bir kimsenin en az 15-20 sene talebeye ders vermesi, belli mevlevîyet-lerden* sonra Istanbul kadiligi, Anadolu kadiaskerligi ve sonunda da Rumeli kadiaskerligine getirilmis olmasi gerekiyordu Ancak bu siranin takibinden sonra mesihat makamina gelinebilirdi
Ilmiye sinifinin reisi ve dinî lider olmakla beraber, seyhülislâmin tayini, bizzat devletin basinda bulunan padisah tarafindan yapilirdi Bu tayinde çogu zaman sadriâzamin da müessir oldugu bilinmektedir Ayni sekilde veziriâzamin azlinde, bazan seyhülislâmin müessir oldugu da bir gerçektir
Sadriâzam, kadiasker veya mâzulleri arasinda, kendisiyle anlasabilecegi birisini padisaha empoze edebilirdi Maamafih, padisah, bazen hiç kimseye sormadan ve hiç kimsenin fikrini almadan da seyhülislâm tayini yapabiliyordu
Seyhülislâmin kim olacagi kararlastirildiktan sonra, veziriâzam, o zat hakkinda telhis denilen arîzayi padisaha takdim eder; bundan sonra, seyhülislâm olacak zat,saraya veya icabina göre Pasakapisina dâvet olunup sadriâzamla beraber saraya giderlerdi
Sayet, seyhülislâm namzedi, dogrudan dogruya saraya dâvet edilmis ise, veziriâzam da çagirilirdi Teamül geregi, seyhülislâm tâyin edilenler "Arz odasi"nda padisahin elini öperlerdi Fakat, Zekeriyezâde Yahya Efendi'nin seyhülislâmligindan sonra bu âdet terk edilerek sadece bahçede el öpmekle iktifa edilmisti
Seyhülislâmin tayini ile yakindan ilgili bulundugundan, bu makamda en çok kalmis olanlardan da kisaca bahsetmemiz gerekir Araliksiz, 498 sene devam eden bu makamda, en fazla kalan kisi, Kanunî ve II Selim devri seyhülislâmi Ebu's-Suûd Efendi'dir Mesihat müddeti toplam olarak 28 sene 11 ay sürmüstür Ebu's-Suud Efendi'den sonra gelenler artik onun kadar kalamamis ve 3-4 senelik bir vazifeden sonra bu makami baskalarina terk etmek zorunda kalmislardir Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den sonra ikinci sirayi, 24 sene ile II Murad ve Fâtih devri seyhülislâmi, Molla Fahreddin Acemî (1436-1460) almaktadir Bu makamda uzun süre kalma imkânini elde eden ve üçüncü sirada bulunan Zenbilli Ali Cemalî Efendi'dir II Bâyezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde "mesned-i mesihatta" bulunan bu zâtin hizmeti, toplam olarak 23 seneyi bulmaktadir
Bazi kimselerin bu makamda uzun süre kalmalarina karsi, bir kismi da çok az denebilecek kadar kisa bir süre bu vazifede kalabilmistir
Memikzâde Mustafa Efendi'nin mesihat müddeti, Osmanli mesihat tarihinde en kisa olani olarak bilinir Bu müddet, 13 saatlik bir zamani kapsamaktadir Hizmetin azligi ve müddetin kisaligi ile ikinci sirada bulunan, IV Mustafa (1807-1808) devrindeki Sâmanîzâde Ömer Hulusi Efendi (öl 1812)'nin ikinci mesihatidir Bu müddet de bir günlük bir zamani kapsamaktadir
Daha önce de belirtildigi gibi mükerrer seyhülislâmlik, h 1000 (1591) yilindan itibaren Bostanzâde Mehmed Efendi ile baslamistir Bu zattan sonra mükerrer vazifeler devam edegelmistir Bu tatbikatin neticesi bazi kimseler, birkaç defa bu makama getirilmislerdi Bu makama en fazla yani dörder defa gelenleri söyle siralayabiliriz:
1 Cafer Efendizâde Haci Mustafa Sun'ullah Efendi
2 Yusufzâde Cemaleddin Efendi
3 Musa Kâzim Efendi
4 Haydarîzâde Ibrahim Efendi
5 Mustafa Sabri Efendi
Isimleri zikredilen bu zevatin son dördü, Ikinci Mesrutiyet'in kabine degisikligi sonucu tekraren bu makama getirilmislerdi Zira artik II Mesrutiyetten itibaren seyhülislâmlar da kabine üyesi olarak onunla birlikte atanir ve yine onunla birlikte vazifeden alinir oldular
Seyhülislâmin vazife ve selahiyeti: Kurulus döneminde vazifesi, sadece ser'î meseleler üzerindeki talepler hakkinda fetva vermekten ibaret olan seyhülislâmin, bu hükümler hakkinda hiç bir icra selâhiyeti yoktu Bununla beraber, hiç bir kadi, onun verdigi fetvayi reddetmeye cür'et edemezdi
Kurulus döneminden sonra ise Seyhülislâmin fetvalari, sadece ammeyi ilgilendiren siyasî sahalara inhisar etmistir diyebiliriz Bunun için, devlette, ammeyi ilgilendiren hususlarda mutlaka seyhülislâmin fetvasi gerekiyordu Böylece seyhülislâm, fetvalari ile devlette kanunlarin vazi'ligi vazifesini de üstlenmis denebilir Nitekim, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'nin tasvibinden geçen kanunnâmenin bas tarafinda aynen söyle denilmektedir:
"Merhum ve magfurun leh Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme ve'r-ridvan hazretlerinin zamân-i bâemanlarinda merhum Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi hazretlerinin asrinda olan kanunnâme-i sultanîdir ki, ser-i serife muvafakati mukarrer olup hâlâ muteber olan kavanin ve mesâildir" Kanunlasmasi için fetva istenilen mevzularda, seyhülislâmlarin gözettigi esaslar, Islâm cemaatinin hayri ve adalet prensibidir Nitekim, Seyhülislâm Pîrizade Mehmed Efendi (öl 1748) "Raiyyet, babasinin kaçtigi topraga geri getirilir mi?" sualine karsi su fetvayi vermistir: "Gerçi ser'î maslahat degildir, lakin koyun kimin ise kuzu dahi onundur, deyü sayi, Ancak bu makûlede ûlu'l-emre müracaat olunur Nizâm-i memleket için olan emr-i âliye itaat vacibtir" der
Kararlarini tatbik edebilme imkânina sahip bulunmayan ve ayni zamanda, Divân'in âzasi da olmayan seyhülislâma, önemli meselelerin görüsülme ve müzakeresi esnasinda müracaat edilirdi Hattâ bazen, seyhülislâm-lar, hiç kimseye haber vermeden Divan'a girip istedikleri konu hakkinda mütalâada bulunabilirlerdi
Devlet teskilâti içindeki vazifesi, önceleri sadece fetva vermek gibi bir sahaya inhisar eden seyhülislâmlarin bu makami, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile daha da önem kazanmaya basladigindan yetki alani da buna paralel olarak genislemistir Bu yüzden, bilhassa XVI asrin ikinci yarisindan itibaren ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verildigi görülmektedir Nitekim, 982 (1574) tarihine kadar müderris ve mevali ile müftülerin tertip ve telhisleri hususu, veziriâzamlara ait iken, bu tarihten sonraki bazi veziriâzamlarin cahil olmalari, bu islerin seyhülislâmlara birakilmasina sebep olmustur Böyle bir yükten kurtulmak için Ebu's-Suûd Efendi, Veziriâzam Ibrahim Pasa'ya bir tezkire yazarak "Fetva istigâli vaktimizi istiâb ederken bir bâri dahi üzerimize tahmil bize çevirdir" diyerek bu vazifeyi kabul etmek istememisse de bundan böyle vazife ve selâhiyet alani daha da genisletilerek, kirk akçadan yukari" hâriç" ve "dâhil" müderrislikleri ile, orduya tâyin edilecek kadilar; vilâyet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve müezzinlerin; Konya'da post-nisîn olan Çelebi Efendi'nin inhasi üzerine mevlevî seyhlerinin ve mevâlî denilen büyük kadilar ile kadiaskerlerin tâyinleri seyhülislâmlara verildi Bu, seyhülislâmligin en yüksek makam oldugunun bilinmesi ve kadiaskerlerle veziriâzamlarin haksizlik yapmalarini önlemek içindi Seyhülislâm, yapacagi tâyin hususunda kanun geregi, veziriâzam ile görüstükten ve anlastiktan sonra tayin edileceklerin listesini bir telhis ile veziriâzama bildirir, böylece, onun vasitasiyla padisahin iradesini almis olurdu XVII asir sonlari ile XVIII asirda veziriâzamin muvafakatinin alinmasi sadece kadiasker ve mevâlî tayinlerine tahsis edilmistir Digerleri için böyle bir muvafakata ihtiyaç yoktu
Böylece seyhülislâm, günümüzün hem Adliye, hem de Millî Egitim Bakanliklari vazifesini üstlendigi gibi, Diyanet Isleri Baskanligi vazifesini de üstlenmisti Bütün bu vazifelerle yükümlü tutulan seyhülislâm, sadece belli bazi tâyin ve fetva islerinin tedvini ile yetinmiyordu O, medreselerin idare ve kontrolundan da mes'ul tutuluyordu
Önceleri, Divan-i hümayûn âzasi olmayan seyhülislâmlarin meclise girmesi, II Mahmud (1808-1839) devrine rastlar Bu devirde, kadiaskerler meclisten çikarilmis, onlarin yerine seyhülislâm gelmistir Tanzimat'in ilânindan 1908 senesine kadar nâzirlar gibi degistirilebilen seyhülislâmlar, bu tarihten sonra, kabine ile degistirilir olmuslardi
Tanzimat'la birlikte nâzirlik derecesine inen seyhülislâmlik makami, 1876'da Mithat Pasa tarafindan ilan edilen Kanun-i esâsî'nin 27 maddesine göre kendisine taninan hak mucibince derece bakimindan öbür nâzirlara olan üstünlügü muhafaza edildi Mezkûr maddede: "Sultan, sadriâzami ve seyhülislâmi kendisi seçer, diger nâzirlar ise sadriâzam tarafindan tâyin olunurlar" denilmektedir
Seyhülislâmlik makaminin devlet teskilati içindeki ehemmiyeti, bir hayli yüksekti Bu ehemmiyet, ifadesini tesrifatta bulurdu Bu mânâda seyhülislâm, zamaninin Imam Ebu Hanife (H 80-150)'si gibi tesrifat üstü kabul edilirdi Onun, sadriâzam ve sultan huzurundaki tesrifat kaideleri ile dinî bayramlarda, sultanlarin cenaze merasiminde, yeni hükümdara beyat ve kiliç kusatma (Kiliç Alayi) esnasindaki vazife ve selâhiyetleri bütün teferrüatiyle tesbit edilmistir
Seyhülislâmin maiyyeti: Osmanli devlet teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan seyhülislâmlarin, XVIII asra kadar belli ve herkesçe bilinen bir daireleri yoktu Seyhülislâm olarak tayin edilen zatin konagi müsaitse kendi konaginda, degilse münasip bir konaga tasinarak orada vazifesini icra ederdi Nitekim, Ali Cemalî Efendi'nin kendisinden istenen fetvalarin cevaplarini, konaginin penceresinden, iple sarkittigi bir zenbile koymak gibi bir âdetinin bulundugunu ve bundan dolayi da "Zenbilli" adini aldigini biliyoruz Bu bilgi, bize onun kendi konaginda vazifesini icra ettigini göstermektedir
Osmanlilarda XVIII asir sonlarina dogru baslayan idarî yenilesme hareketlerinin sonucu olarak, zamanla reisi seyhülislâm olan idarî bir kisim meydana geldi Daha önce, belli bir dairesi bulunmayan seyhülislâma, Tanzimat döneminde Yeniçeri Agasi'nin dairesi tahsis edildi Artik bundan sonra buraya "Seyhülislâm Kapisi" veya "Bab-i Fetva" denmeye baslandi
Devlet teskilâti içindeki durum, yetki ve vazifesine uygun olarak seyhülislâmin maiyetinde de hayli kabarik bir memurlar kadrosu tesekkül ediyordu Birçok memuru yaninda, baslarinda "Fetva Emini" bulunan ve pek mühim bir daire olan fetva kalemi vardi Bu dairede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci, kâtip, mühürdar ve müvezziler bulunurdu Dairenin basinda bulunan Fetva emini, fikih, yani Islâm hukukunu çok iyi bilen bir kimse olurdu Istenilen fetvayi bulmakla yükümlüydü Bu zatin maiyetinde de yirmi kadar kâtip olup bunlar, verilen fetvalari yazarlardi
Fetva eminliginin ihdasi, Seyhülislâmin sefere istiraki veya hastalanmasi gibi anormal bir durumun ortaya çikmasi yüzündendir Ilk fetva emininin, Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin hastaligi üzerine tâyin edildigi ve bu zatin da Balikesirli Mehmed Muhyiddin Efendi oldugu bildirilmektedir
Seyhülislâm dairesinde, fetva eminliginden baska daha bazi önemli memuriyetler de vardir, bunlar:
Kethüda: Siyasî ve iktisadî islerinde seyhülislâmin vekili olan kethüda, onun adina hareket ederdi
Telhisçi: Seyhülislâmin, hükümet nezdindeki temsilcisi durumundaki memuru olup, hukuk, dinî isler ve kanunlara ait muamelelerde hükûmetle temas ederdi Seyhülislâmin, müderris ve mevali tayinleri bunun vasitasiyla ve Reisü'l-Küttab'in delâletiyle veziriâzama arzolunurdu
Mektupçu: Seyhülislâmin divan efendisi veya mühardari ve simdiki ismiyle yazi isleri müdürü idi Mesihattan çikan buyruldular, tayin rüusu ve beratlari ile icâzetnâmelerin yazildigi daire bunun emri altinda idi Keza seyhülislâmin mührü de bunda (mühürdar) bulunurdu
Seyhülislâmin maiyetindeki bu memurlardan (daire müdürleri) her birinin kendisine ait ve müstakil daireleri bulunmakta idi
XIX asirda maiyeti daha da genisleyen seyhülislâmlik makaminin bu devirdeki memurlari, kadiasker ve Istanbul kadisi maiyeti de dahil olmak üzere sunlardi:
Ders vekili, Fetva emini, Seyhülislâm mektupçusu, Arzuhalci, Ilâmat mümeyyizi, Rumeli kadiaskeri tezkirecisi, Kassam-i askerî, Rumeli ser'iyyatçisi, Rumeli vekayi kâtibi, Anadolu kadiaskeri tezkirecisi, Anadolu vekayi kâtibi, Istanbul Kadisi müsaviri, Istanbul ser'iyatçisi ve Istanbul kadisi vekayi kâtibi 1293 (1875) yilindaki uygulamaya göre mesihat daireleri büyük memurlari (müdürleri) ise sunlardi:
Ders vekili, fetva emini, Mesihat mektupçusu ve üç muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyizi, Mesihat arzuhalcisi ve iki muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyiz muavini, maas-i ilmiyye kâtibi, Reisü'l-müsevvidîn Bunlarin her birinin de müteaddid memurlari vardi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #10
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



KADILIK
Osmanlilar, kendilerinden önceki Islâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadi tayininde çok titiz davrandilar Zira Islâmî anlayisa göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir Bu bakimdan Osmanlilar, herhangi bir kimseyi degil, her yönü ile taninmis ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardi Kurulus döneminden itibaren Islâm dünyasinin maruf aileleri bir taraftan Anadolu'ya gelirken bir taraftan da açilan medreseler kaza tarikini ihtiyar edecekleri (kadiligi seçecek olanlari) yetistiriyordu Hatta baslangiçta kaza isinin Islâm an'anesine uygun olarak camilerde görülmesi için Bursa'daki Yesil Câmi ile Yildirim câmileri dâva görülebilecek bir sekilde yaptirilmislardi Nitekim Bursa'daki Yesil Câmi gözden geçirilecek olursa, biraz yüksek olan minberle mihrab arasi namaza, fiskiyenin bulundugu ve nisbeten alçak olan yer dâvacilara, iki tarafindaki odalar da dâvalari görecek olan kadi ve kadiaskerlere tahsis edilmisti
Osmanlilarda kadi nasbi ilk defa Osman Gazi tarafindan, kayinpederi Seyh Edebali'nin damadi ve talebesi olan Dursun Fakih ile baslar Devletin istiklâl ve hükümranligina bir isaret olan ilk hutbeyi okuyan kimse de ayni zatti
Osmanli devlet teskilâtinda, kadi'nin adlî görevi yaninda idarî, ilmî ve hatta askerî görevi de vardir Çünkü Osmanli sehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonlari birbirinden kesin çizgilerle ayrilmamistir Kadi, sehrin yargi mercii oldugu kadar, asayisin âmiri, vakiflarin denetçisi, beledî hizmet ve zâbita görevlerinin de âmiridir Bütün bu vazifeleri yerine getirmesinde kendisine yardim eden bazi yardimcilari vardir Böylece kadi'nin yükü hafifletilmis olur Mesela kadi'nin yaninda Subasi, Böcekbasi, Çöplük Subasisi Mimarbasi gibi Yeniçeri ocagina bagli zâbit ve görevliler, genel güvenlik, temizlik ve imar düzeninin saglanmasina kadar çesitli alanlardaki zâbita hizmetlerini yerine getiriyrolardi Keza çarsi ve pazarin kontrolü, narhin tesbiti, dinî emirlerin yerine getirilip getirilmediginin gözetilmesi, kötülüklerin islenip islenmediginin kontrolü, (emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker), bazi günlük vergilerin (yevmiye-i dekâkin gibi) toplanmasinda da kadi'nin en büyük yardimcisi "Ihtisâb Agasi" (Muhtesib)dir
Osmanli toplumunda önemli bir yeri bulunan kadilar, biri Anadolu, digeri de Rumeli olmak üzere iki kadiaskerlige bagliydilar Bunlar, bagli bulundugu kadiaskerligin icray-i faaliyet eyledigi sinirlar dahilinde adalet tevzi edip hizmet görürlerdi
Osmanli ülkesinde kadi olabilmek için medresinin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu Bunun aksini düsünmek mümkün degildi Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama en küçük bir kazaya kadi olunamazdi Vazifelerinin önemi, halk ile olan münasebetleri ve adalete gölge düsürmemek için kadilar, bazi isleri yapamazlardi Ticaret yapmak, borç alip vermek, hediye kabul etmek, umumî ziyafetlerde bulunmak Zira böyle isler onlarin hüküm vermesinde ileride herhangi bir süpheye sebep olabilir Bu bakimdan onlar her türlü hareketlerden kaçinmak zorunda idiler
Osmanli kadisi sancak ve kazalara tayin edilirdi Hiyerarside sancak kadilari daha üstün idiler Kadi ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye baslardi Rumeli kaza kadiliklari dokuz, Anadolu on, Misir ise alti sinifa ayrilmisti Bir kadi terfihen son basamaga geldiginde yevmiyesi 150 akçaya yükselmis olup "esref-i kudat" adiyla anilan zümreden sayilirdi Kaza kadilarinin görev süresi bir yerde 20 ay, Mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi Bu müddeti dolduran kadi, mazul sayilarak yerine sirada olan bir baskasi atanirdi Müddetini dolduran mazul kadi, Istanbul'a gelerek her Çarsamba günü kadiasker dairesine devam edip sira beklerdi Bu bekleyise "zaman-i infisal"i denilip, sonraki tayinine de "zaman-i ittisâl"i adi verilir Kadilarin bu kadar kisa bir zamanda yer degistirmesi, muhtemelen terfi imkanlarinin tikanmamasi ve halk ile adalete süphe düsürecek kadar ileri gidebilecek bir yakinlik peydah etmemeleri içindir Bundan baska, devamli olarak adlî problemlerle karsi karsiya kalan ve bu yüzden "ulûm ve fünûn" ile istigalden uzak kaldiklari düsünülerek, vazifedeki müddetleri belli dönemlere baglanmis, böylece onlara Istanbul'da yeniden bilgilerini tazeleme imkâni verilmis oluyordu
Kaza kadiligindan yükselen kadi, sancak kadisi olur ve mevleviyet pâyesi alirdi Mevleviyetler, kadilarin aldiklari yevmiye nazari itibara alinarak 300 ve 500 akçalik olmak üzere iki kisma ayrilir Mevleviyetlerde kadilik müddeti bir senedir
XVIII yüzyildan itibaren mevleviyetler bes kategoriye ayrilmisti Bunlar: Devriye, Mahrec, Bilâd-i Hamse, Haremeyn ve Istanbul Kadiligi idi
1 Devriye Mevleviyeti: Bu mevleviyet, kategorinin en alt derecesidir Maras, Anteb, Bosna, Sofya, Belgrad, Bagdad bu yerlerden bir kaçidir
2 Mahrec Mevleviyeti: Kudüs, Haleb, Tirhala, Galata ve Izmir gibi yerlerdir ki sayilari onbir kadardir
3 Bilad-i Hamse: XVIII asirda bu sinifta yer alan mevleviyetler sunlardi: Edirne, Bursa, Sam, Misir ve Filibe, Bu bes kadiligin dereceleri esit idi Bu mevkiye yükselenlerden herhangi birisi sirasi gelince Haremeyn Mollasi (Kadi) olur veya pâyesini alirdi
4 Haremeyn Mevleviyeti: XVIII yüzyilin ikinci yarisindan itibaren Mekke kadiligina ilâveten Medine-i Münevvere de bu kadiliga baglanarak Haremeyn mevleviyeti adi ile Istanbul kadiligindan sonra en yüksek dereceyi isgal eyledi
5 Istanbul Kadiligi: Mevleviyetler içinde en yüksek kademe Istanbul kadiligi idi Bundan sonra normal olarak sira Anadolu Kadiaskerligine gelirdi
Osmanli devlet teskilâtinda hâkim sifatiyla davalari sonuçlandirip karara baglayan kadidir Kadi hükmü olmadan hiç kimse ceza tertip ve infazinda bulunamaz Bu, Osmanli adlî sisteminin temel prensiplerinden biridir Bununla beraber, mahkemede degil de, yerinde hallolunmasi zarurî olan veya tahkikat ve kesif gibi isleri gerektiren hallerde kadi, her zaman mahkemeden ayrilamayacagi için, kendi adina bu isleri görmekle vazifelendirilen bir yardimci kullanir Gerek bu sekilde kullanilan yardimci, gerekse bizzat kadi tarafindan kendi kazasina gönderilip onun adina hükmeden ve onun gibi bütün yetkileri haiz olan kimseye "Naib" denir Kadilarin tayin olduklari kazanin büyük veya küçüklügüne göre nâiblerin sayisinda da farklilik olurduGenellikle kadilar, kendi kazalari dahilindeki nahiyeleri, nâib ismiyle tayin ettikleri bir ser'î memura iltizama verirlerdi O memur da bulundugu nahiyede kaza kadisi adina nahiyenin ser'î muamelelerine bakardi Nâib olacaklarin da mutlaka yüksek tahsil görmüs, halk arasinda ahlâk ve fazileti ile taninmis kimseler olmalari gerekirdi Zira o da kadi'nin sahip oldugu bütün hak ve yetkilere sahip olan bir kimse olarak hüküm vermekteydi Bu sebeple, kadi nâiblerinin de dürüst, ahlâkli bilgili ve faziletli kimseler arasindan seçilmesi icab eder Bütün bu söylediklerimizi bünyesinde toplayan ve bir sureti Anadolu Kadiaskerine de gönderilen Evahir-i Muharrem 1173 (21-30 Eylül 1759) tarihini tasiyan asagida metnini verecegimiz hüküm, gerek kadilarda gerekse nâiblerde bulunmasi icab eden sifatlari ortaya koymakla kalmamakta, ayni zamanda sirf menfaat temin etmek gayesiyle, bazi kadilarin basvurdugu gayr-i hukukî yollara da isaret etmektedir Benzeri birçok vesika arasindan rastgele alinan bu belge, büyük bir ehemmiyet arzetmektedir Hukuk bilmeyen bazi kimselerin naib olarak tayin edilmelerinin, ser'î hukuk esaslarina göre idare edilen devlet ve halk için ne kadar zararli olduklarini da yine bu belgeden ögreniyoruz Bu konuda hem daha fazla bilgi vermesi, hem de orijinalitesi bakimindan vesikanin metnini aynen buraya almayi faydali bulmaktayiz
"Rumeli Kadiaskeri edâmellahu fezailehuya hüküm ki: Ümenay-i din-i mübin ve hademe-i ser'-i Seyyidi'l-mürselin olan kudata taklid-i kaza veyahut te'yid-i maiset cihetiyle müstahakkine kaza tevcih ve itâ olundukta binnefs kendileri gidüp hükümet-i kazayi icrâ ve özürleri oldukta icray-i ahkâm-i ser'iyyeye kadir munassak ve müteserrî' kimesneleri yerlerine nâib nasb ve tayin edüp bu vechle ahval-i kudat muntazam ve mazbut ve nizam-i bilâd ve ibâd rabit-i ahkâm-i ser'iyye ile mustahkem ve merbut iken kazaya mutasarrif ve naib olanlar ziyade celb-i menfaat ve tahsil-i rahat içün binnefs kendileri memur olduklari mahalle gitmediklerinden gayri niyâbet ve hükümetleri ahkâm-i ser'iyye icrasina kadir kimesnelere siparis etmeyüp nâdân ve cahil ve ilm-i sakdan âri ve mütegafil olanlara ve belki hilye-i fadl ve irfandan âtil âyan ve serdarlara ziyade mesahire ile tefviz eylemeleri anlar dahi kazalarina varup kazalarinda meydana gelen olaylari yanlis ve rüsvet ile çesitli hüccet verdikleri Bundan böyle benzer olaylarin olmamasi için dikkat etmeleri" Görüldügü gibi bu hüküm, ülkede gayr-i kanunî olaylara vesile olacak durumlarin ortadan kaldirilmasi için dogrudan kadilarla ilgisi bulunan Rumeli Kadiaskerinin dikkatini çekmekte ve kendisinden böyle olaylara meydan vermemesi istenmektedir
Osmanli toplumunda kadi, yegane sahsiyet olarak özelligini korurken, hükümlerine disaridan herhangi bir sekilde müdahale ve tesir edilmesi söz konusu degildir Zira görevi, onun baskasinin tesiri altinda kalmasina müsaade etmez Eger böyle bir durum (tesir altinda kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karismis ise o zaman vazifesinden azledilerek çesitli cezalara çarptirilirdi Islâm ve Osmanli adlî teskilâtinin ne denli iyi oldugunu, adalet müessesesinin devrine göre mükemmel isleyip herhangi bir tesir altinda kalmadigini açik bir sekilde anlatmasi bakimindan, yabanci bir müellifin bu konudaki sözlerini buraya almak suretiyle bu teskilâtin nasil bir anlayisa sahip oldugunu ve hangi temellere dayandigini göstermek istiyoruz
"Islâm, adaleti ibâdetten üstün tutmustur Kadiyi azletmek selahiyeti yalniz hükümdara mahsustur Kadiyi, kendi namina halka adalet tevzi etmek üzere padisah tayin eder Bir kadi'nin sahsî hayatinda bir leke varsa, faziletli degilse, içki içiyorsa hiç bir kuvvet onu yerinde muhafaza edemez Kadi'nin bilgili olmasi sarttir Imam Safiî, cahil kadi'nin hükmünü geçersiz saymistir Kadi, her sartta vakar ile hareket etmeye mecburdur Siddet hareketinde bulunamaz, tehdid edici söz söyleyemez, sert tavir takinamaz, hatta konusurken sesini yükseltemez Bir kadi, yalniz padisahi degil, hüküm vererek Peygamberi de temsil ettigini asla unutamaz" Gerçekten Osmanli kadisi hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanina göre hareket ederdi Padisah bile onlarin tarafsizligina gölge düsürecek bir davranista bulunamazdi Hergün cemaatla namaza devam edemiyen Yildirim Bayezid'in, bir davada sahitligini kabul etmeyen Bursa kadisi Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemiyen kimsenin, kul hakkinin gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabilecegini düsünmesi onun böyle bir harekette bulunmasina sebep olmustur
Daha önce bir kismindan bahsettigimiz yardimcilardan baska, mahkeme kâtipleri de tabii olarak mahkeme bakimindan kadi'nin yardimcilaridir Fakat bunlar disinda, Osmanli adlî teskilâti için bilmemiz ve üzerinde ehemmiyetle durmamiz gereken bir husus daha vardir ki, o da mahkeme esnasinda kadilarin yaninda bulunan bir jürinin mevcudiyetidir Bütün ser'iyye sicillerinde (mahkeme kararlari) bol bol örneklerini gördügümüz ve adlî teskilâtimizin iftihar vesikalarindan olan bu jürinin mahiyetini Mustafa Akdag'in kendi ifadesi ile buraya aliyoruz
"Bir defa, mahkemelerin mutlak surette alenî cereyan etmekte olmasina ehemmiyetle isaret etmeliyiz Kadilarin, dâvalara bakmak üzere yaptiklari oturumlarda, yanlarinda "Suhudu'l-hal" yahut "Udûdu'l-müslimîn" veya "Suhûdu'l-udûl" tabirleri ile dâvalarda bir bilirkisi heyeti halinde mevcudiyetlerine zabit metinlerinde itina ile isaret olunan ve ayrica sicile geçen kararlarin altinda adlari yazili bulunan bes, alti ve bazan daha fazla sayida sahitler heyeti vardir ki bunlar, mahkemeye bir jüri mahiyeti vermektedir Filhakika bunlar katiyyen görgü sahitleri olmayip, tamamiyle muhakeme tarzinin müsahidleridirler Tabii, kadi'nin dâva ile ilgili taraflardan herhangi birisini tutmadigi, müdafaalarini serbestçe yapmalarina tam bir imkân verdigi itiraf veya inkârlarinda tazyik vesair yollarla tesir etmeyip, tamamiyle tarafsiz bir hakim olarak hareket ettigi hususunda en iyi vesikanin, adi geçen müsahidler oldugu görülüyor Kararlarin yazilis sekli de bu esasa dayanmaktadir Çünkü kadi'nin taraf tutmasi veya herhangi bir maksatla dâvaya müessir olmak suretiyle adaletin tecellisine mani oldugu hallerde, herkesin, her dâvada bassehre giderek dâvasini divanda gördürmesi mümkün olmadigindan dolayi, bu müsahidler heyetinin mevcudiyeti, mahkemede hakkin yerini bulmasi için çok mühim bir hadise olarak kabul olunmalidir Bundan baska kadi, dâvaya baktigi esnada, onun bu müsahidlerle müsaverede bulundugunu da biliyoruz Ser'î kanunlar yaninda örf ve âdetin ehemmiyetle gözde tutulmasi lazim gelen mahkemelerde kararlarini verirken birçok defa örf ve âdete vukufsuzluklari yüzünden yanilmalari mümkün olan kadilarin bu sekilde hareketleri elbette yerinde idi Osmanli rejimi devri mahkemeleri bir gelenek halinde isleyip durmustur Yalniz bahsettigimiz bu müsahidlerin seçilisi, gelisi güzel olmayip, kasabadaki ileri gelen sahsiyetlerin tercih olundugunu unutmamalidir Böylece meshur müderrisler, âyan ve esraftan olanlar buraya dahil oluyorlardi Suhûdu'l-hal denen yahut bizim bilirkisi heyeti diyebilecegimiz bu adi geçen müsahidler heyetini teskil eden kimseler her mahkemede ayni kadro ile bulunmayip, bazan birkaç kisi degistigi gibi, sayilarini da tayin etmek mümkün degildir Çünkü belli basli sekiz on kisinin isimleri kayit olduktan sonra " ve gayrihim" sözünün ilavesi, diger bir kisimlarinin isimlerini kaydetmekten vazgeçildigini ifade etmektedir
"Kadiya hükümlerinin ser'a uygun olmasi bakimindan yol gösteren diger bir müsavir de kazanin müftüsüydü Kendisi mahkemede bizzat bulunmayan müftü, taraflardan, ser'-i serife göre, dâvasinda hakli oldugu kimseye bir fetva verir, o da bunu mahkemeye ibraz ederek hükmün kendi lehinde olmasini taleb ederdi Mamafih dogrudan dogruya kadi'nin kendisi de müftüye fetva için müracaat etmekteydi Herhalde kadi tereddüd ettigi hallerde bu yola gidiyordu Mahkeme kararlarinda kadi'nin daima fetvaya uydugu görülüyorsa da, müftünün fetvasindaki hukuki mesnedi yerinde bulmadigi hallerde, kadi'nin nasil hareket ettigine dair misallerimiz yoktur Öyle saniyoruz ki, mutlaka fetvaya uymak lazim geldigine göre, kadi veya fetva geregince dâvayi kaybeden taraf, bu fetvayi hükümsüz birakmak için, daha selâhiyetli birinden, ihtimal en saglami Seyhülislâm'dan yeni bir fetva almak mecburiyetinde bulunuyordu Su halde görüyoruz ki herhangi bir tesir ile veya vukufsuzlugu yüzünden kadi, hükmünün adalete aykiri olmamasi için, müftü ve adi geçen müsahidler heyeti bir nevi ilk kademe temyiz vazifesini görüyorlardi Kaza dairesini teskil eden topraklarda çikan vak'alarin ve kaza halkinin bütün muhakemeleri yalniz o kaza mahkemesinde görülür, baska bir kazaya dava naklolunmazdi Yalniz bassehre gidip davasini Divan'da gördürmek herkes için daima mümkün bulunmaktaydi
Osmanli toplumunda vezirler, valiler vs gibi devlet ileri gelenleri her ne suretle olursa olsun hukuki islere müdahalede bulunmazlardi Kadilar, bu hususta serbest ve sadece vicdanlarina göre hareket ederlerdi Hiç kimse onlarin tarafsizligini bozma cesaretini gösteremezdi
Ihdasindan itibaren kadiaskerlere, daha sonra bir kismi mesihat makamina baglanan kadilik müessesesi, 1839'dan itibaren çesitli degisiklikler geçirdi Nihayet Cumhuriyetin ilani üzerine ünvani ile birlikte eski teskilati ile birlikte bu müessesese de tarihe mal oldu
NAKIBÜ'L-ESRAFLIK
Osmanli Devleti'nin bir yönü ile idarî diger yönü ile ilmî teskilâtina bagli bulunan müesseselerden biri de Nakîbü'l-esrafliktir Bu devlette, ilmiye sinifi mensuplarina taninan imtiyazin, baska hiç bir devlette taninmadigina daha önc etemas edilmistimisti Ilmiye sinifina gösterilen bu saygi ve hürmetten daha fazlasi, Hz Peygamber'in soyundan gelenlere gösteriliyordu Filhakika onlara gösterilen bu saygi, sadece Osmanlil hükümdarlari, degil, Islâm dünyasinin her devir ve ülkesinde vardi Bunun içindir ki, Osmanlilar, Misir'in fethini müteakip Yavuz Sultan Selim zamaninda "Hadîmü'l-Haremeyni's-Serifeyn" ünvanini almalarina ve bu tarihten sonra Mekke ve Medine (Hicaz) ile siki bir iliskide bulunmalarina ragmen daha Yildirim Bayezid (1389-1402) zamaninda Nakibü'l-esraf tâyin etmislerdir
Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz Peygamber'in nesli)ten gelmis bulunan seyyid ve serif lerin islerine bakmak, neseplerini kayd ve zapt etmek, dogum ve ölümlerini deftere geçirmek, onlari adi bir sanata girmekten ve fena hallerde bulunmaktan alikoymak, haklarini korumak, sülaleden olan kadinlarin küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususlari ihtiva eden nakibü'l-esrafin bizzat kendisi de Hz Peygamberin soyundan gelenlerden tayin edilirdi
Biraz önce de belirtildigi gibi, hemen hemen her Müslüman ülkede varligi bilinen Nakîbu'l-esraflik teskilâtinin gördügü hizmetler de asagi-yukari aynidir Nitekim Misir'da Nakibü'l-esraf, Hz Ali'nin zevceleri olan Fatimatü'z-Zehra evladindan olanlara nezaret ederdi Onlarin neseblerini tahkik ve teftis eder, aralarindaki anlasmazliklari çözüp karara baglar ve onlari gayr-i ahlâkî hallerden men ederdi Fatimîler zamaninda bu makama "Nikabetü't-talibîn" denirdi Hz Peygamber'in neslinden gelenlerin Türkiye Selçuklulari zamaninda da mevcud olduklarini vesikalarla belgeleyen Osman Turan, onlarin yeryüzüne dagilma sebeblerine temasla:
"Vesikada, Sadreddin Yusuf'un asaleti, nesebinin sihhati ve dindarligi kaydedilerek Selçuk Türkiyesinin seyyidleri reisligine tayin edildigi, eskiden oldugu gibi onun, evladi ve torunlari için (maiset temini için daimî gelir) tecdid edilip ona bagislandigini, seyyidlerin ahvalini zapt etmesi, nesebi sahih olan seyyidlere rivayet" Emevî ve Abbasî devirlerinde vuku bulan hilafet mücadeleleri dolayisiyla bir çok tazyiklere ugrayan Hz Peygamber evladi (seyyid ve serifler) Islâm dünyasinin her tarafina dagilmisti Bunlar, çok itibar görür ve devletler kendilerine tahsisat baglardi" der
Islâm âleminde, seyyid ve seriflere gösterilen bu ragbetten dolayi bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid oldugunu (müteseyyid) iddia eder oldu Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddialarin önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayirmak isine çok önem veriliyordu Bunun için de yeni dogan her seyyidin neseb defterinin tutulmasi, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasinin da belirtilmesi gerekiyordu Osmanli Devleti'nde bu is biraz daha siki kontrol ediliyordu Bunlar (seyyid ve serif), deftere kayd edildikleri gibi ellerine de "temessük" adi verilen tanitici bir kimlik belgesi veriliyordu Nitekim, H 976 senesi Receb'inin baslarinda (1568 Aralik sonu) Defterdar Ahmed Çelebi'ye gönderilen bir hükme göre:
"Haci Mansur ve Bayram adindaki sahislar seyyid olduklarini iddia etmektedirler Bunun üzerine adi geçenler nakibü'l-esraf önünde sahih seyyid olduklarini isbat ederlerse deftere kayd ettirilmeleri ve ellerine temessüklerinin verilmesi emr edilmektedir
Böyle bir teftiste seyyid olduklarini isbat edemiyenlerin de baslarina sardiklari yesil sariklarinin alinmasi gerekmektedir Zira yesil sarik sarmak, seyyidligin en önde gelen isareti idi Nitekim H 984 senesi Sevval ayinin sonlarinda (1577 Ocak basi) Bursa kadisina gönderilen bir hükümde gerçekten seyyid olmayanlarin Nakibü'l-esraf'in gönderecegi adamlari vasitasiyla teftis edilmeleri, siyadetini isbat edemeyenlerin baslarinda bulunan yesil sariklarinin alinmasi gerektigi bildirilmektedir
Osmanli Devleti'nin kurulusundan kisa bir müddet sonra burada da gördügümüz bu müessesenin kurulusu hakkinda Rif'at Efendi Davhatü'n-Nukaba adli eserinde sunlari söyler:
"Yildirim zamanina kadar seyyidler için bir nakib ve zabita tayin edilmemisti Ancak daha önceleri ve onun devrinde bir çok âlim ve fâzil kimse Osmanli ülkesine geliyorlardi Yildirim zamaninda Buhara'dan kalkip gelen Seyyid Ali Neta' ki "cedd-i âlâlari" Seyyid Muhammed, Bagdad'da esraftandi Padisah bu durumu anlayinca onu tâife-i aliyye-i sâdâta zâbit ve nâzir tayinle "kendileri için Ebû Ishak zaviyesini bina eyleyerek tevliyetini ahfadina sart kilmisti Timur vak'asinda Molla Fenari ve Seyh Muhammed Cezerî ile birlikte hapsedilmisti Hapisten kurtulduktan sonra Hacc farizasini eda etmek üzere Mekke'ye gitti Dönüste vefat eyledi Yerine oglu Seyyid Zeynelabidin geçti Onun da vefati ile bu makam uzun bir müddet bos kaldi Ancak Ikinci Bâyezid (Bâyezid-i veli) devrinde H 900 (1494/95) tarihlerinde "Emirî" mahlasli Kirimli Seyyid Mahmud Efendi Arap ve Acem seyahatini bitirip Osmanli ülkesine gelmisti Âyan ve cumhurun ittifaki ile seyyidlere nâzir tâyin edildi Araplarda bu vazifeyi alana "nakibü'l-esraf" dendigi için adi geçen zatin mensuru dahi bu ünvanla tayin edilerek ilk olarak bu zat hakkinda nakibü'l-esraf tabiri kullanildi Önceleri günde 25 akça vazife ile maas aliyordu Daha sonra bu maasi yevmiye 70 akçaya çikti
Mevzumuza isik tutacagi için Ali Emirî (öl 1924)'nin nakibü'l-esraflikla ilgili verdigi malumata temas etmeden geçemiyecegiz:
"Selâtin-i Osmaniyye'nin sâdât-i kiram hazeratina fevkalâde hürmet-i mahsuslari oldugundan bu silsile-i mübarekeye bazi müteseyyidler karismamak ve bir seyyid-i sahihu'n-neseb bir memlekete seyahat ederse hakkinda hürmet olunmak ve sayet gittigi sehirde temekkün ve tavattun buyurursa ismi zabt ve kayd olunmak üzere hicretin sekiz yüz tarihinde selâtin-i Osmaniyye'nin dördüncüsü olan Yildirim Bayezid tarafindan o vakit payitaht olan Bursa'da Nakibü'l-esraf ünvaniyle sâdâttan olmak üzere memur-i mahsus tâyin buyrulmus ve Fâtih Istanbul'u zapt ettikten sonra da bu hususa itina buyurduklari gibi mahdumlari sultan Bâyezid-i sani zamaninda umum vilayet ve liva merkezlerine vesair icabeden mahallere de Nakibü'l-esraf vekili ünvaniyle memurlar nasb ve tayin buyrularak sâdatin silsilelerinin muhafazasina itina edilmis ve el'an devam edilmekte bulunmustur Zaten o misillû sâdât-i kiramdan olanlarin ellerinde secereleri bulunmak tabii ise de secereleri ziyaa ugrar veyahut secere tutmamis bulunanlar olursa ya Dersaadette Nakibü'l-esrafa veyahut Nakibü'l-esraf vekillerine müracaatla siyadetini irae ve isbat edebilirler"
Nakibü'l-Esraf, Osmanli devlet tesrifatinda (protokol) diger bütün devlet erkânina takaddum ederdi Nitekim padisah cüluslarinda yeni sultani ilk tebrik eden Nakibü'l-esraftir Tesrifat-i Kadimede bu hususta söyle denilmektedir:
"Sevketlü kerametlü efendimiz hazretleri müsahede ve taht-i aliye cülûs buyurduklarinda alkis olunup ibtida Nakibü'l-esraf efendi gelüp dâmenbus ve kiyam ve alkis olunup duaya surû' eyledigi gibi çavusbasi aga ile kapucular kethudasi aga temenna edüp kubbe-i hümayuna seyhülislâm efendi hazretleri ile kaimakam hazretleri kaldirmaya azimet ve müsarünileyhima dahi yerlerinden hareket ve süratlice reftar ile gelinceye dek Nakibü'l-esraf efendi dahi duaya hitam virüp kad-i hamidey-i tâzim eyledikten sonra avdet etmeyüp taht-i hümayunun sag tarafinda sevketlü efendimizin nazargahlarinda durdular"
Sultan Ikinci Abdülhamid zamaninda, Nakibü'l-esraflarin oturmalarina mahsus Yildiz civarinda bir konak tahsis edilmisti
1908 senesine kadar 1000 kurus maas alan Nakibü'l-esrafin ayligi daha sonra 5000 kurusa kadar çikarilmistir Önceleri kalabalik bir kalem heyeti bulunan bu makamin bilahare 1000 kurus aylikli bir kâtible iktifa ettigi görülmektedir
Osmanli devlet ve toplum hayatinda büyük bir yeri bulunan Nakibü'l-esraflik müessesesi, adi geçen devletle birlikte tarihe mal olmustur
IMAMLIK
Insanlari dogru yola iletmek ve dolayisiyla onlara dünya ve ahiret saadetini tattirmak için, zaman zaman peygamber adi verilen elçilerini gönderen Allah, insanlara bu elçileri vasitasiyla emirlerini bildirmistir Bu emirler Allah tarafindan gönderilen Kitap veya Sahifeler'de yazili idi Peygamberlerin vefatindan sonra da emirlerine uyulmasi ve bunlarin tatbiki için bazi kimselere bu sahada çalisma imkân ve kolayligi verilmistir Çesitli dinlere göre farkli isimler alan bu zümre genel olarak "Din adami" sinifi diye isimlendirilebilir
Ilk emrinde okumayi emreden, ilmi herkese farz kilan ve ilimle mesgul olmayi ibadet sayan Islâm Dini, kendinden önceki dinlerde oldugu gibi, belli çizgilerle diger insanlardan ayrilan veya Allah ile insanlar arasinda aracilik yapan bir "din adami sinifi"na tarih boyunca yer vermemistir Bu durum Islâm'la öbür dinler arasindaki belli basli farklardan birini teskil eder Zira bir müslüman istedigi her yer ve zamanda Allah'a yalvarir, tevbe ve ibadet edebilir Hiç kimse onun bu istegini engelleyemez Ama öbür dinlerde meselâ hristiyanlikta oldugu gibi bir kimsenin günahlarinin bagislanmasini istemesi ancak bir papaz vasitasi ile mümkündür Arada bir rahip olmayinca Hristiyanin tevbe ve bagislanma istegi Allah'a ulasmaz Daha açik bir ifade ile Hristiyanlikta din adami Allah ile insanlar arasinda bir nevi aracilik yapar Iste bu sebeple Islâmdaki din adamligi anlayisi ile baska dinlerdeki din adamligi anlayisi arasinda önemli farklar vardir Burada bu farklardan sadece bir tanesine temas ettik Konu ile ilgili böyle kisa bir giristen sonra artik Islâmdaki din adami, dogru bir ifade ile din görevliligi sayilan imamlik müessesesine geçebiliriz
Kur'an-i Kerim'in yedi yerinde müfred (tekil), bes yerinde de cemî' (çogul) olarak geçen imam kelimesinin âyetlerin isigi altindaki lügat mânasi: "Nümune, isaret, misal ve rehber"dir Ilmî istilah olarak ta çok degisik mânalar ifade eden bu kelimenin bütün bu yönlerini simdilik bir kenara birakip sadece namazda müslümanlarin kendisine uydugu kimse (imâmet-i sugrâ) mâna ve medlûlüne temas edecegiz
Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasina sikismis bulunan imamin yetki ve selahiyetleri baslangiçta bu kadar kisitli degildi O, sosyal hayatin en önemli unsurlarindan biri oldugu için daha genis yetkilere sahipti Osmanli sehrinin toplum hayatinda özellikle mahallenin her seyi ondan sorulur, onun haberi olmadan mahalleye yabanci bir kimse giremezdi Ölüm ve dogumlarin kayitlarini o tutardi Mahallenin genel ahlâkindan bir dereceye kadar o sorumlu idi Nitekim Osmanli cemiyetinde mahalle imami kadi'nin vazife ve temsilciligini yapardi Mekâna göre bir görev taksimi yapildiginda kadi-nâib-imam hiyerarsisi görülmektedir Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani yöneticisi olan imamlar, ayni zamanda kadi'nin bir nevi temsilciligini de yapiyorlardi Vazifeye tayinleri bizzat padisah berati ile olan imamlarin bu durumunu ortaya koyan pek çok vasika vardir 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadi'sina yazilmis bulunan bir emre göre imam ve hatiblerin vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerekmektedir Aksi takdirde vazife yapamiyacaklari belirtilmektedir
Osmanli Devleti'nde mahalle halkinin beledî, idarî ve dinî yöneticisi olan imamin vazifesi sadece sivil hayatta degil, askeriyede de vardi Bu sebeple biz, onun askeriyedeki durumuna kisaca temas edecek daha sonra sivil toplumdaki yetkilerine temas edecegiz Onun, askeriyede de önemli bir mevkii vardi Osmanli Teskilât ve Kiyafet-i Askeriyesi adli eserinde Mahmud Sevket aynen söyle der: "Imam, basinda yesil çuhadan müdevveru's-sekl kalafat üzerine beyaz sarik sarip arkasina dar kollu kirmizi cübbe ve bunun altina sivâî entari ve bacagina dökme salvar iktisâ eder Ve ayagina mavi mest ve pabuç giyer ve Mushaf-i Serif vaz'ina mahsus olan cüz kesesini boynuna asar idi
Yeniçeri ocagina mahsus olmak üzere "ImamGi Hazret-i Aga" ünvanini haiz bir imam bulundugu gibi kapikulu sünûf-i askeriyesi ortalarindan her birinde dahi efrad-i askeriyeye talim-i serâit-i dîniyye etmek ve edây-i salât ile talkin, gasl ve tekfin vezâifi dahi ifa eylemek üzere bir imam mevcut idi
Kitâat-i askeriyenin büyük zâbitâni meyaninda vacibu'r-riâye olanlardan birinin ismine nisbetle yâdedilmesi orduy-u hümâyunca kadîmen mutâd oldugu cihetle yeniçeri ortalarindan 84 cemaat ortasina imâm-i Hazret-i Aga namina nisbetle "Imam" denirdi
Imam-i Hazreti Aga hakkinda Uzunçarsili (Osmanli Devleti Teskilâ-tindan kapikulu Ocaklari, I, 232-233)'da söyle der: "Ocak imami resmî zamanlarda ve ordu alaylarinda basina yayabasi keçesi giymeyerek ulemâya mahsus örf giyer Fakat Kadiasker ve Istanbul Kadisi gibi saçakli çuha abayi degil seraser abayi giyerdi Bes vakit namazda aga kapisindaki yeniçeri agasina imamlik eder ve aga sefere gitmeyince bu da sefere gitmezdi
Aga imami azlolunamazdi Kendi arzusuyla devecilik isterse yani deveciler ortasina yayabasi olmasini arzu ederse o makam ayrilmasina müsaade edilirdi Imam, yeniçeri agasinin yakini oldugundan ortasinin efradi fazla idi 1035 (1625) tarihindeki ulûfe defterinin 28 imam ortasi mevcudu 327 ve 1074 (1663) senesindeki defterde ise 94 imam ortasi mevcudu 261 kisi idi
Yeniçeri tesrifat defterinde (XVI asir) Ocak imami basçavus ve Haseki agalar arasinda görülmektedir Her ayda bir defa yeniçeri agasinin, alayla veziriazama gidip ziyaret ettigi vakit, Ocak imami da beraber gider ve el öptükten sonra diger bazi agalar gibi disari çikmayarak Yeniçeri Agasi ile beraber sadriazamin odasinda otururdu Bayram merasiminde de imam, ayni tesrifata tabi idi"
Halkin, daha dogrusu mahallenin idarî ve beledî âmiri olan imamlarin bu durumu, kendilerini bazi mükellefiyetlerden kurtarmaktadir Nitekim bu yüzden devlet, imam ve hatiplik vazifelerinde kaldiklari müddetçe bunlardan vergi almamaktadir
Osmanlilarda, mahalle yöneticisi olan imamlar, günümüzde oldugu gibi namaz kildirip köselerine çekilmiyorlardi Onlar, mahallenin gören gözü ve isiten kulagi idiler Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaata yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi Bununla beraber onlar, yalniz dinî bir kilavuz, ögrencilere ders okutan birer ögretmen, kahve ve minberlerde cemaata yol gösteren birer akil hocalari degillerdi Onlar, mahallelerinin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu birer yönetici idiler Mahalleleri onlar yönetirdi Nitekim, kötülükleri zahir olanlar, içki içenler ve namaz kilmayanlarin mahallelere sokulmamasi gibi bazi görevler bizzat imamlardan istenmektedir Onlara bu vazifelerini bildiren emirler verilmektedir Evahir-i Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihin, tasiyan asagidaki su emir bunlardan sadece bir tanesidir:
"Âsitâne Kaymakamina ve Istanbul Kadisina ve Sekbânbasiya ve Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahruse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmumeleri üzre bazi erâzil ve müdmini - hamr (içki içenler) olan eskiya ile ihtilat ve irtikâb-i fisk-u fücur ve bâsie-i fitne ve fesâd olduklari mesami-i aliyye-i mülûkâneme ilka olunub emr bi'l-ma'ruf ve nehy ani'l-münkerin mev'ize-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeâ-bimi vâcib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lâzim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarün ileyh ve siz ki mûmâ ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vacibü'l-imtisalim vüsuluna mahruse-i Istanbul ve tevabii mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede (bes vakit) cemaat ile eday-i salât-i mefruza içün hazir olup ve içlerinden târik-i salât (namazi terk edenler) ve sürb-i hamr vesair menahiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzre ma'rifet-i ser'le muhkem tenbih ve te'kid ve mehakime üzerlerine ta'zir-i ser'î iktiza eder cürmü sâbit olanlarin dahi müstahak olduklari cezalari töhmetleri tasrihi ile sen ki vezir-i müsarün ileyhsin huzuruna i'lam ve ser'an müstahak olduklari cezalari, sâire mucib-i ibret içün (baskalarina ibret olmak üzere) alenen tertib ve bitevfikillahi taala menhiyyat ve münkerati men ve ref'ine ve ibadullahin zill-i ma'delet-i mülûkânemde emn ve it'minanlerine ziyade takayyüd ve ihtimam eyleyüp tesamüh ve tekâsülün gayetü'l-gaye ihtiraz ve ictinab eylemeniz bâbinda ferman-i âlisanim sâdir olmustur"
Bu fermana göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar Belgenin metnini verdigimiz için burada daha genis bir açiklamaya girmek istemiyoruz Bundan baska Haslar kadisina Selh-i Safer 975 (5 Eylül 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyüp ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücur ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve vs oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulunduklari yerlerin kapatilmasi için de yine imamlardan yardim istenmektedir Bu emirlere uymayanlarin hapsedilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir
Osmanli döneminde mahalle imamlarinin birçok görevi bulunmaktadir Mahalle teskilâtinin basinda bulunan imamlar, mahallelerinde inzibati saglamak için siki tedbirler almak zorunda idiler Bu inzibat ve güvenlik sebebiyle özellikle Istanbul halki birbirine kefil ettirilirdi Kefilsiz olanlar mahallelerde barinamadiklari gibi, Istanbul'da bes yildan az oturanlar da geldikleri memleketlerine geri gönderilirlerdi Mahallede kefilsiz oturanlar ile bes seneden az kalanlarin arastirilip ortaya çikarilmasi tamamiyla imamlara ait bir görevidir
Mahalle halki tarafindan biriktirilip imama teslim edilen ve "avariz akçasi" denilen bir nevi yardimlasma sandigi vardi ki, burada biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardim edilirdi Imamlar, bu parayi çalistirmak suretiyle fakirlere yardim ettikleri gibi, câmi ve mescidin ufak tefek ihtiyaçlarini da görürlerdi Son senelere kadar devam eden bu faaliyet sayesinde memleket fukarasina önemli derecede yardim yapiliyor, az da olsa onlarin sikintilari giderilmeye çalisiliyordu Ancak Kavalali Mehmet Ali Pasa ile çikan harpte bu para, devlet tarafindan alinarak askerin masraflarina harcandi
Çesitli belge ve kroniklerin bildirdiklerine göre mahalle aralarindaki sokaklarin süpürülüp temizlenmesinden mahalle halki; çarsi ile pazarlardaki sokaklarin temizliginden de esnaf sorumlu tutulurdu Nöbetlese ve bazan da imece suretiyle halka bu hizmeti gördürmek mahallede imam, çarsi ve pazarlarda da esnaf kâhyalari tarafindan yerine getirilirdi
Imamlarin bu görevleri o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri zamanla daraltilmistir Bu durum Tanzimat (1839)'a takaddum eden senelere kadar uzanmaktadir Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar verilmistir Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin bu vazifelerine son vermeye baslamistir Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece camiye hasredilmistir
Gazete, radyo, televizyon vs gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vasitasiyle halka bildiriyordu Bu sayede devlet,memleketin her yerine ayni zamanda (yatsi namazi vakti) istedigi emri ulastirabiliyordu Çünkü mahallede, ergenlik çagina gelmis bulunan bütün erkeklerin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilan ederdi
Günümüzdeki vazife, yetki ve selâhiyetini çok iyi bildigimiz imamlik, asirlarca Isâm âleminde önemli rol oynamis mühim bir memuriyetti
Önemli bir memuriyet oldugundan, resmen tayin edilmemis olnalarla köy veya mahalle halki tarafindan gayri resmî olarak bu vazifeye getirilenlere "imam" ismi bile verilmemektedir Vesikalarda "namazci" adi verilen böyle kimselerin durumunu belirten uzunca bir vesikayi buraya almak istiyoruz Böylece hem imamlarin hem de toplumun dinî ve sosyal hayati hakkinda bilgi vermis olacagiz
"Mafharü'l-kudat ve'l-hukkâm ma''denü'l-fadli ve'l-kelâm Mevlâna Vize kadisi zîde fadluhû tevki'i refi-i hümayunum vasil olicak malum ola ki haliya taht-i kazanda vaki' olan Abdi köy demekle ma'ruf karye halki ve kaza-i mezburun sair ahalisi evkat-i salatta tekâsül ve eday-i feraiz ve vacibatta tesahül gösterüp ve ekser mesacid haraba müsrif olup tamir ve termim olunmayup ve bazi eimme Kur'an-i Azim-i sihhat üzre kiraatina kâdir ve erkân-i salata âlim olmayup ve bazi dahi ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf iken imamet eyledikleri pâye-i serir-i a'laya arz olunmagin buyurdum ki hükm-i serif-i lazimü'l-itbaim vardukta bizzat mübaseret idüp bu hususu ayan-i vilayetten bî garaz müslümanlar mahzarinda ser'le teftis ve tetebbu' edüp göresiz Vaki ise târik-i salat olanlari tenbih ve tehdid edüp evkat-i hamsede eday-i salat (namazi terk edenleri) ittüresiz Temerrüd ve inad idenlerin ser'le haklarindan gelesiz ve harap olan mesacidi dahi mütevellilerine telif idüp mahsul-i evkaflari ile tamir ve termim ittüresiz Ve vakfi olmayup sehirde vaki' olan mesacidi ehl-i mahallesine ve kurada olani ehl-i karyesine tamir ve termim ittürüp muhtac-i arz nesne vaki olursa yazup bildiresiz Ve eimmeden (imamlardan) sol ki Kur'an-i Azim'in sihhat üzre kiraatina kadir veya erkân-i salâta âlim olmayup yahud ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf oldugu tamam zâhir ve malum olivereni mehma emken Kur'an-i Azimin sihhat üzre kiratina kadir ve müberra imamete elyak kimesnelere tevcih idüp Asitane-i saadet penahiden arz idesiz Amma hakk-i sahiha tabi olup garaz ve taassubtan ve bu bahane ile kimesnenin bî-gayri vech-i ser'i irzina ve malina halel gelmekten ve bi'l-cümle emr-i serifime muhalif is olmaktan be-gayet hazer ve ihtiyat idesiz Ve bunun gibi husus oldukça vilayet kadilari taht-i kazalarinda "namazci" deyü bir kimesne tayin iderlermis reayaya teaddi olur imis Imdi namazci tayin olunmaga emrim yoktur Bu husus içün namazci deyü kimesne tayin etmeyüp ferman-i serifim muktezasinca emr olunan nesneleri kendin bizzat görüp Receb 953

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #11
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



XV ve XVI ASIRLARDA OSMANLILARDA ILMI HAYAT Toplumlarin, düsünce, anlayis ve davranislari üzerinde büyük ölçüde etkisi oldugunu bildigimiz dinler, onlarin, daha önce bagli bulunduklari sistem, anlayis ve hareketlerini de degistirirler Nitekim, Müslüman olmadan önceki anlayis, davranis ve hareketleri ile Islâm dinini kabulden sonraki hareket ve anlayislari arasinda büyük farkliliklar bulunan Türkler'deki bu degisikligi, ancak din faktörü ile izah edebiliriz
Islâm medeniyeti içindeki yerlerini aldiklari andan itiaren, hareket ve müesseselerini bu dinin emir ve prensiplerine uydurmaya çalisan Müslüman Türkler, bu sâyede ilmin gelismesine hizmet etme imkânina kavustular Gerek Osmanli öncesi, gerekse Osmanli döneminde böyle bir gelismeye hizmet etmek, Islâm'in ilme verdigi degeri anlamakla mümkün olmustur Bu bakimdan, Osmanlilari, XV ve XVI asirlarda ilim ve bunun sonucu olarak ortaya çikan gelismelere yönelten faktörden, baska bir ifadeyle Islâm'in ilme verdigi degerden biraz bahsetmek istiyoruz Böylece, Osmanli dünyasinin her bakimdan gelisme gösterdigi bu asirlardaki uygulamalarinin ilmî hayata yansimasini ve sebeplerini görmüs olacagiz
Bilindigi gibi Kur'an, ilk âyeti ile ögrenmeyi emreden bir dinin kitabidir Bu Kitab'in gönderildigi peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu Kitab ve Sünnet'in okuma ve ögrenme ile ilgili emirlerini gözönünde bulunduran Müslümanlar, daha Islâm'in ilk yillarindan itibaren ögrenmek için bütün imkânlarini seferber ediyorlardi Baslangiçta bu imkânlar, daha ziyade dinî alanda kullaniliyordu Zira bu bilgilerin bir kismi günlük, bir kismi haftalik, bir kismi aylik, bir kismi da senelik ibâdetleri için gerekliydi Bu bilgiler olmadan ibâdet yapilamazdi Bununla beraber, ibâdetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadigini da belirtmek gerekir Zira namaz kilmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, basini yerden kaldirip gökleri arastirmak ve ay ile günesin hareketlerini takip etmek zorundadir Böylece basit bir sekilde de olsa bir astronomi bilgisine; Zekât vermek isteyen bir baskasi matematik bilgisine; Hacca gitmek veya namaz için kible yönünü tayin etmek isteyen bir digeri de en azindan cografya bilgisine sahip olma zaruretini duyar
Islâm âleminde, astronomi ve matematik gibi ilimlerin gelismesi için en büyük tesvik, ibâdetlerin yerine getirilme zamanlarinin tayini ile ilgilidir Bu bakimdan matematik, astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardi Nitekim, Ramazan ayi ve bayraminin baslangicinda Hilal'i görme çalismalari, Müslüman matematikçi ve astronomlarin en önemli islerinden biri olmustu Ayrica bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küresel geometrinin kurulmasi, bu arada ibâdetlerle ilgili iki problemin çözümü için bu geometrinin tatbiki gerekiyordu Bunlardan biri, Dünya'nin herhangi bir yerinden Mekke'nin bulundugu (kible tayini için) yönünün belirlenmesi, digeri de günde bes defa kilinan namazin, vakitlerinin Günes'in hareketine göre tesbit edilmesiydi Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilme için gökküre üzerindeki üçgenlerin bilinen açi ve kenarlarindan hareketle, bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu Batlamyus'un metodunun kullanilisli olmamasi yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basit trigonometrik metodlara ihtiyaç duyuyorlardi Bunun bir sonucu olarak IX asirda bugün de kullanilan alti trigonometrik fonksiyon tarif edilmisti Bunlar, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonlari idi Batlamyus zamaninda bunlarin hiç biri bilinmiyordu Bu alti fonksiyondan besi kesinlikle Islâm kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintlilerden alindigi söylenebilir
Öyle zannediyorum ki Osmanli döneminde bu ilim dalinin (astronomi) gelisme seyrini takib edebilmek için iki âlimin ismini zikretmek kâfi gelecektir Bunlardan biri, Fâtih Sultan Mehmed dönemindeki Ali Kusçu, digeri de Sultan III Murad döneminin büyük astronomu Takiyüddin b Mehmed b Maruf'tur
Gerek Kur'an, gerekse hadislerden bir kisminin açiklanabilmesi, tarih ve metodolojisini bilmeye baglidir Zira âyetlerin "sebeb-i nüzûlü" ve hadislerin "sebeb-i vürûdu"nun bilinmesi, âyet ve hadislerin yorumlanmasinda büyük faydalar saglar Bu da tarih ilmine olan ihtiyaci ortaya çikarir Ayrica Kur'an'in 1/3 (üçte biri) ne yakin bir kisminin ibret alinmasi için tarihle ilgili olmasi, Müslümanlarin tarihle ilgilenmeleine sebep olmustur Nihayet bazi hadislerin genel anlamda ilmi tesvik etmeleri, Müslümanlarin asirlar boyu her türlü ilmî faaliyet ve arastirmalarda bulunmalarina vesile oluyordu Çesitli arastirmalarimizda konu ile ilgili âyet ve hadislere temas edildigi için burada bunlara deginmek istemiyoruz
Gerçekten Islâm, fark gözetmeden, insan ve insanliga faydali olacak egitim ve ögretim faaliyetlerinin devam edip gelistirilmesini emreden bir dindir Bu mânâda ona göre ilimler arasinda fazla bir fark yoktur Zira Islâm, hayatin bütün safhalarini kapsayan ve insani bütün yönleri ile ele alan bir dindir Bu bakimdan, bazi din ve felsefî sistemlerde oldugu gibi belli bazi ilimlerle ugrasip digerlerini bir kenara atmaz Nitekim, Bati dünyasinda asirlarca horlanan ve Allah ile Kilise'nin gazabina sebep olarak gösterilen tip ilmi, bizzat Hz Peygamber tarafindan tasvib görmüstür Bilindigi gibi, onun, daha sonra "Tibbu'n-Nebevî" diye basli basina eserlerin yazilmasina konu olacak hadisleri, küçümsenmeyecek bir yekûn teskil ederler Keza onun, Hendek Savasi esnasinda yaralilar için kurulan "Rüfeyde Çadiri"na tedavi maksadiyla kaldirilmalarini emretmesi, Islâm Hastahane tarihinin, onun zamanina kadar çikarilmasina sebep olmustur Bunun içindir ki, Islâm dünyasinin daha ilk asirlarindan beri hastahane kurma ve tipla mesgul olma, âdeta bir gelenek haline gelerek devam etmistir Bu gelenek, gerek Müslüman Arap dünyasinda, gerekse Müslüman Türk dünyasinda uzun süre devam etmistir Zira bu müesseseleri kurup gelistirenler, insanlarin izdirabini hafifletmeye ve onlara sifa dagitmaya çalisiyorlardi Bu gaye için onlar, özel tip medreseleri kurup adina da "Dâru't-Tib" diyorlardi Islâm dünyasinda ilim ve ibâdet, birbirlerinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için, tib ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir gibi telakki ediliyordu Bu sebeple Islâm âleminde tibbî önemli bazi kesiflerin yapildigi görülür Kan dolasiminin kesfi ile bazi mikrop ve ilaçlarin bulunmasi bu konuda akla ilk gelenler olarak zikredilebilir Benzer gelismelerin, Osmanlilarin daha ilk zamanlarinda basladigini görüyoruz Nitekim Osmanli medreseleri içinde özel ihtisas gerektiren müstakil "Dâru't-Tib"larin kurulmus olmasi, ifade etmeye çalistigimiz bu gerçekleri dogrulamaktadir
Islâm âleminde, tercümeler devri (IX asir, Me'mun devri) diyebilecegimiz dönemden hemen sonra, bilimlere karsi büyük bir istiha uyanmisti Bu istihanin bir sonucu olarak müsbet ilimler alaninda önemli gelismeler meydana gelmisti Bu sebeple, dönemi izleyen çaglarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncü olmuslardi Müslümanlarin bilimlere yaptiklari katkilar ile gerek Ortadogu'da, gerek Ispanya'da kurduklari bilim akademileri, semsiyyeler (rasathaneler) ve medreseler (üniversiteler) Avrupa'da Rönesans denilen dönemi hazirlamislardir Söz konusu müesseseler, Avrupa için daha sonraki yüzyillarda taklid edilip gelistirilen prototipleri olusturmustur
Büyük bilim tarihçisi George Sarton'a göre MS 750 - 1100 yillari arasinda her 50 yil o döneme bilimsel katkilari ile hakim olmus veya damgasini basmis olan bir ya da birkaç büyük Müslüman bilim adaminin ismiyle anilmaya layiktir Sarton'a göre: 750 - 800 arasina "Câbir çagi", 800- 850 arasina "Harizmî çagi", 850 - 900 arasina "Râzi çagi", 900 - 950 arasina "Mes'udî çagi", 950 - 1000 arasina "Ebu'l-Vefa çagi", 1000 - 1050 arasina "Beyrûnî ve Ibn-i Sina çagi" ve 1050 - 1100 arasina da "Ibnü'l-Heysem ve Ömer Hayyam çagi" demek gerekir 1300'e kadarki dönemde ise, Sarton'a göre elliser yillik bilim çaglarina artik Avrupa kökenli bilim adamlarinin da isimleri izafe edilmektedir Ama bu arada da onlarla birlikte Ibn Rüsd, Nâsirüddin Tûsî ve Ibnü'n-Nefis de zikredilmektedir
Briffault'a Making of Hummanity isimli eserinde: " Ilim diye isimlendirdigimiz olay, Avrupa'ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm metodlarinin sonucu olarak dogmustur Ilim, Islâm medeniyetinin dünyaya en önemli armaganidir" ve George Sarton'a da "Orta çagin temel fakat bir o kadar da az bilinen basarisi, deney ruhunun uyandirilmasidir ki bu, herseyden önce, XII yüzyila kadar Müslümanlarin sayesinde olmustur" dedirten Islâmin gelistirip yücelttigi ilim, acaba Islâm ülkelerinde XII yüzyildan baslayarak niçin gerilemistir? Bunun, bütün Islâm âlemi gözönünde tutuldugunda, zahirî iki ve batinî olarak da bir sebebi vardir Ayrica Osmanlilari ilgilendiren bir üçüncü sebep daha bulunmaktadir Bunlar: 1 Bagdad'in Mogollarca talan edilip Abbasî halifeliginin çökmesidir Mogol istilasi, bilim adamlarini koruyan pek çok hamiyetli emîrin mülkünü tarumar etmisti 2 VIII Yüzyildan itibaren mezheplerin ortaya çikmasi ve artik her seyin mezheplere göre düsünülüp tenbellige alisilmasidir Osmanlilarda ise ilmiye sinifi ile bu sinifin disinda kalan âlimler arasindaki çekismedir*
Daha önce de belirtildigi gibi Türkler, Islâmiyet'i kabul edip bu dinin medeniyet hâlesi içine girdikten sonra, yasantilarini bu dinin emirlerine göre düzenlemeye çalistilar Ilmî düsünce ve ahlakî mevzularda dinin emirlerini rehber edindiler Baska türlü davranmalari da mümkün degildi Zira Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki emirleri kesindi Bu sebeple Müslüman Türk dünyasinda, dönemlerine göre bilinen ilimlerin her bransinda söz sahibi olan, eser yazan ve birçok ögrenci yetistiren âlimler ortaya çikti Devletin en üst kademesinde bulunan hükümdarlar tarafindan da her türlü iltifata mazhar olan bu bilginler, yazdiklari eser ve yetistirdikleri talebeler vâsitasiyle asirlarca dünyaya isik tuttular
Osmanli döneminin XV ve XVI asirlarinda gerek günümüzde müsbet denilen gerekse dinî ilimlerin her subesi ile mesgul olan bilginler, belirtilen sahalarda fikir, düsünce, eser ve talebeleri ile zamanimiza kadar tesir etmeye devam etmektedirler Bunlarin sayilari o kadar çoktur ki, insan bunlarin hangisinden bahsedecegini âdeta sasirmaktadir Eskilerin tabiri ile böyle bir seçim, denizdeki baliklari saymaya kalkismaya benzer Keza bu, rengarenk çiçeklerle dolu ve adeta süslenmis bir bahçeden alinacak çiçekler hakkinda bir seçim yapmaya benzer Buna göre biz, simdi Fâtih döneminin din, hukuk, tip, matematik ve edebiyatçilarindan mi bahsedecegiz, yoksa onun, Akkoyunlu Hükümdari Uzan Hasan'in elçisi olarak Istanbul'a gelen ve kendisi ile tanisan astronomi ve matematik âlimi olan Ali Kusçu (öl 1474)'yu Istanbul'a davetinden mi söz edecegiz? Istanbul'a gelmek üzere yüz kisilik maiyeti ile birlikte Osmanli topraklarina girdigi andan itibaren her konak yeri (menzil) için bin akça gibi o günün ekonomik ve sosyal sartlarina göre gayet yüksek bir meblagin tahsis edildigi Ali Kusçu, Osmanli ülkesinde matematik ve astronomi ilimlerinin yayilmasini saglamisti Onun açtigi matematik okulundan Mirim Çelebi (öl 1525) gibi bir matematikçi yetismisti Yoksa bütün bunlari bir kenara birakip II Bâyezid döneminin, Hammer'in ifadesi ile altmis (60) büyük hukukçunun yaninda, tipta Hekim Sah, matematikte deyine Mirim Çelebi'den mi söz etsek? Veya bu dönemin tarihçilerinden olan Nesrî ile Idris-i Bitlisî'den mi bahsedecegiz? Yoksa güzel sanatlar subesinin, ismine layik nefasette eserler veren ve yeni bir çigir açip bu sahada ekol sahibi olan Seyh Hamdullah'tan mi söz edecegiz?
Âlimler denizi diyebilecegimiz Osmanli döneminin XV ve XVI asirlari içinde bir seçim yapmak pek kolay olmayacaga benzer Bununla beraber, sözü edilen asirlari "Türk asirlari" haline getiren ve ilmî gelismelerde hizmeti geçenleri, Tasköprülüzâde Isâmeddin Ahmed Efendi'nin Sakaik-i Numanîye ile daha sonra yapilan zeyilleri, Süleyman Sa'deddin Efendi'nin Devhatu'l-Mesayih'i, Bursa'li Mehmed Tahir'in Osmanli Müellifleri, Mahmud Karakas'in Müsbet Ilimde Müslüman Âlimler (Ankara 1991), Osman Sevki'nin Bes Buçuk Asirlik Türk Tababeti Tarihi, Franz Babinger'in Osmanli Tarih Yazarlari ve Eserleri ile Nuri Çaliskan'in henüz basilmamis epey hacimli eseri olan Osmanli Imparatorlugu'nda Fen Ilimleri ve Yetisen Bilginler (Kurulustan m 1700'e kadar) gibi eserlerinde görmek mümkündür Bu eserler, Osmanli döneminin çesitli ilimler sahasinda söhret olan ve eserleri ile zaman zaman üniversitelerimizde okutulan âlimlerin ne kadar çok oldugunu göstermek bakimindan örnek olarak gösterilebilirler
XV Yüzyilin ikinci yarisi, Osmanlilardaki kültür hayatinin en yüksek oldugu devirlerden biridir Tahsilleri yüksek olan Fâtih Sultan Mehmed ile oglu II Bâyezid, devlet erkânindan Mahmud, Karamanî Mehmed, Fenarîzâde Ahmed, Çandarlizâde Ibrahim ve Veliyüddin oglu Ahmed, Tazarruat sahibi Sinan, Cezerî Kasim Pasa'lar, gibi kiymetli âlim vezirler, gerek Osmanlilardaki ve gerekse disardan gelmis olan muhtelif âlim ve sairleri himaye eylemislerdir Bunlardan baska, devrine göre iyi yetistirilmis olan Osmanli sehzâdeleri, bulunduklari sancaklarda etraflarina âlim ve edipleri toplamislardi
Edebî hayat, Istanbul, Edirne ve Bursa'dan baska, sehzâde sancaklarinda, Bagdad, Diyarbakir, Konya ve Rumeli'de, bir ilim merkezi haline gelmis olan Üsküp ile Yenice-i Vardar'da da inkisaf ediyordu Bunun en önemli sebebi buralarda sair ve edipleri himaye eden sahsiyetlerin bulunmalari idi Uzunçarsili, bu dönemin edip ve sairleri hakkinda daha fazla tafsilat vermek suretiyle, belirtilen dönemdeki eserlerden uzun uzadiya bahseder Bu dönemde benzer bir gelisme de riyaziye denilen matematik sahasinda olmustur Nitekim Osmanli medreselerinin en alt seviyesi olarak kabul edilen Hâsiye-i Tecrid medreselerinde hesap ve eskâl-i tesis denilen hendese (geometri) ile kozmografya okutulmaktaydi Ali Kusçu Istanbul'a geldigi zaman bu medrese derslerinden baska ayri bir kurs açarak riyaziye (matematik) okutmustu Hatta Sinan Pasa, Ali Kusçu'dan riyaziye ögrenmek için talebelerinden Tokatli Molla Lütfi'yi göndermis, o da ögrendiklerini hocasi Sinan Pasa'ya ögretmisti Nitekim Sakaik-i Numanîye'de bu konu anlatildiktan sonra "Mevlana Sinan Pasa, bu tarikle ulûm-i riyaziyeyi itmam ve ikmal eyleyüp" denilerek Sinan Pasa'nin bu sayede matematik ilmini ögrendigini, ayrica bununla da yetinmeyip Kadizâde-i Rumî'nin Çagmînî'ye yazdigi serhe de hasiye yazdigina isaret eder
Bilindigi gibi, Bursa'li Kadizâde-i Rûmî denilen Musa Pasa, büyük bir Türk matematikçisi ise de ilmî tahsilinin bir bölümü ile, ders okutmasi Osmanli diyarinda olmayip Semerkant'ta olmustur Yalniz XV yüzyilin son yarisinda Osmanli medreselerinde okutulan riyaziye (matematik) dersleri Kadizâde-i Rûmî ekolünün Ali Kusçu vâsitasiyle devamindan baska bir sey degildir
Osmanlilar, bütün ilmî müesseselerde oldugu gibi sihhî ve tibbî müesseseler de açmislardir Onlar bununla kalmamis, ayni zamanda bu islerle mesgul olanlari da himaye etmislerdi Böylece onlar, saglik hizmetlerine de ehemmiyet verdiklerini göstermislerdi Bu maksatla ülkelerinin disindan gelen âlimleri de tesvik etmislerdi Ileride bu konuda biraz daha teferruatli bilgi verilecegi için burada üzerinde fazla durmadigimizi belirtmekle yetinmek istiyoruz
Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, ilim tahsiline büyük bir önem veriyorlardi Bu sebeple daha devletin ilk yillarindan itibaren medrese ile egitim ve ögretim faaliyetlerinin devami için vakiflar kurmuslardi Bu sâyede gerek hoca, gerek ögrenci ve gerekse diger hizmetliler, malî bakimdan sikinti çekmiyorlardi onlarin karsilasabilecekleri sikintilari, dönemin imkânlarinin elverdigi ölçüde ortadan kaldirmaya çalisiyorlardi
Osmanlilarin, ilim adamlarina olan ragbetleri ve onlari himayeleri, daha kurulus yillarindan itibaren bilindigi için disardan da pek çok kimse buraya gelmeye basladi Bu dönemlerde "Âlimler Yuvasi" diye isimlendirilen Iznik sehri, medreseleri ile bir ilim merkezi haline gelmisti Bu merkezin yetistirdigi ve Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi ünvanini alan Molla Fenarî, "Câmiu Husuli'l-Bedayi fî Usûli's-Serayi"adli muazzam eserini tam otuz yilda tamamladi Basilmis olan bu eser, fikih usûlüne dairdir Çaliskanligi, bilgisi ve takvasiyle Osmanli Devleti'nin en buhranli devrinde halki etrafina toplayabilmis olan Molla Fenarî, devrin hükümdarlarinin iltifatlarina mazhar olmustu
Osmanli Devleti'nde, ilim adamlarina gösterilen itibar, birçok bilginin (âlim) Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi yerlerden kalkip Istanbul'a gelmelerine sebep oluyordu Böylece Istanbul, âlimlerin akinina ugrayan bir merkez haline geldi Fâtih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân Medreseleri"ni tesis ettirmesi ve bunlar için genis vakiflar tahsis etmesinden sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da, pâdisahlar basta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensublari ve zengin halk tarafindan pek çok medrese insa olunmustu Sadece, Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da yapilan medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye Medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir XVII asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir Gerçekten, Osmanlilarda Orhan Gazi'nin kurdugu Iznik Medresesi ile mütevazi bir baslangiç yapilmisti Bunlara (medreselere) tahsis edilen ve önemli bir gelirin elde edilmesine vesile olan vakif sistemi, bir devlet politikasi olarak tesvik edilmisti Bu sebeple kisa sürede Osmanli ülkesinde birçok medrese kurulmustu Bununla beraber XV asir ortalarinda Fâtih'in insa ettirdigi Sahn-i Semân medreseleri (insasi 1463-1471) ile bundan bir asir sonra Kanûnî'nin insa ettirdigi Süleymaniye Medreseleri (insasi 1550-1557), Osmanli ilim hayatinda iki önemli dönüm noktasini teskil etmislerdir Bunlar, fizikî görünümleri, sahip olduklari maddî imkânlari ve nihayet egitim programlari ile kütüphânelerinin zenginligi bakimindan en üst seviyeyi temsil etmislerdir
XV ve XVI asirlarda Osmanli anlayisina göre problem, sadece medrese binasi insa edip ona gelir getiren vakiflar tahsis etmekle de bitmiyordu Zira buralarda okutulacak dersler, müfredat programlari ve takib edilecek egitim-ögretim metodu da önemliydi Osmanli'nin o asirlardaki anlayisini ve gelismisligini ortaya koyabilmek için basitçe Sibyan Mektepleri'ne bakmak yeterli olacaktir Fâtih Sultan Mehmed, medrese teskilâtini kurarken Eyüp ve Ayasofya'da açtigi iki medresede Sibyân Mektepleri'nde ögretmenlik yapacaklar için ayri dersler koydurmus ve bu dersleri görmeyenleri adi geçen mekteplerde ögretmenlik yapmaktan men etmistir Bu dersler, Arapça Sarf ve Nahiv, Edebiyat (meâni, beyân, bedi) Mantik, Muhasebe âdabi ve Tedris usûlü, Münakasali Akaid (Kelâm ilmi), Riyaziyat (Hendese ve Heyet)tir Fâtih'in, bu programinin ne kadar ileri oldugu açikça görülmektedir Matematigin, Avrupa'da ders programlarina giris tarihinin 1890 oldugunu düsünürsek, Osmanli egitim ve ögretim programlarinin ne kadar ileride oldugunu daha iyi degerlendiririz
Gerek medrese, gerekse diger müesseseler bakimindan meydana gelen bu gelismeler, sadece Istanbul'da degildi Halki tamamen gayr-i müslim olan Rumeli'de bile benzer müesseseler o kadar sür'atle kuruldu ki, fetihten 15 sene sonra buralari görenler, Osmanli idaresine geçmis olan yerlerin hemen tamaminin Müslüman Türk sehri haline geldigini görüp hayret etmislerdir Nitekim XVI asrin sonlarina dogru Sofya'da 53 câmi ve mescid, 40 mektep; Filibe'de 53 câmi, 70 mektep, 9 medrese, 11 tekke, 9 Dâru'l-kurra; Eski Zagra'da 17 câmi, 42 mektep; Vidin'de 24 câmi, 7 medrese, 11 mektep, 7 tekke; Lofça'da 30 câmi, 6 mektep; Sumnu'da 50 câmi; Varna'da 41 câmi; Silistre'de 40 câmi, 40 mektep, 8 medrese; Tirnova'da 26 câmi, 20 mektep, 10 tekke; Mostar'da 47 câmi, 11 mescid, 40 mektep ve 7 medresenin tesbit edilebilmesi, vakiflarla Islâm ve Türklestirme faaliyetlerinin nasil bir hizla yürütüldügü konusunda kesin bir fikir vermektedir
XV ve XVI asir Osmanli dünyasina bakildigi zaman bu dünyada, döneminin bilinen her müessesesinin gelisip tekamül ettigi görülür Bu gelisme, sadece maddî müesseselerde degil, onlara ruh ve hayat veren anlayislarda da görülür Adalet, günümüzde hosgörü denilen müsamaha, baskalarina yardim, fazilet ve hayirli seylerde yarisma (vakiflar gibi) gibi manevî hasletleri burada zikredebiliriz Bu anlayisin sebep oldugu hayat tarzinda, sosyal hayat, ekonomik gelisme, askerî, idarî, adlî, siyasî, mimarî, edebî, musikî, tip ve egitim sahalarinda da büyük bir gelismeye sahid olunmaktadir Arsivlerimizde bulunan belgeler, mahkeme kararlarinin yazildiklari ser'iyye sicilleri, vakfiyelerdeki bilgiler ve hâlâ ayakta duran canli birer sahid olan mimarî eserler, Osmanli döneminin XV ve XVI asirlarinin niçin "Türk Asirlari" ismine layik olduklarini ortaya koymakla kalmiyor, ayni zamanda günümüzde gelismis veya gelismekte olan birçok devlete örnek olarak modellik yapmaya da devam ediyorlar Biz burada,Yavuz Sultan Selim'in, Misir seferindeki ikmal ve lojistik uygulamasinin askerî bakimdan nasil örnek oldugunu, Ser'iyye Sicillerindeki kayitlarda bulunan mahkemelerdeki "Suhûdu'l-hal"in, nasil jüri olarak karsimiza çiktigina ve XVI asirda Istanbul'daki et ihtiyacinin giderilebilmesi ile ilgili belgelerden elde edilen bilgilerden nasil istifade edildiginden bahsetmeyecegiz Ancak, vakfiyelerde de rastladigimiz ve günümüzün modern tibbini ilgilendiren bir gazete haberinden örnek vermek istiyoruz
26 Mayis 1996 tarihli Milliyet Gazetesi'nin dördüncü sayfasindaki haberde, hastaliklarin musikî ile tedavisi hakkinda söyle deniyor: "Türk müzigi ile tedavi yönteminde Almanya'da 25 denek üzerindeki çalismalarin olumlu sonuç verdigi belirtildi Uzmanlar, Türk müzigi dinletilen ve beyin dalgalari filme alinan deneklerin, tedaviye olumlu reaksiyon gösterdigini açikladi MÜ Türkiyat Arastirmalari Enstitüsü Ög Üyesi ve Etnomüzikoloji Merkezi Baskani Y Doç Dr Rahmi Oruç Güvenç, Viyana Üniversitesi Müzik Psikolojisi Bölümü ve Köln Spor ve Sanat Akademisinde Türk müzigi ile tedavi çalismalari yapildigini kaydetti Güvenç "Trakya Üniversitesi'nde bir bölümün açildigini 4 yabanci ögrencinin buradan mezun oldugunu, Avrupa'da endokrik sistemle Türk müziginin iliskisi de arastirilmaya baslandigini açikladi Bu arastirma ile müzigin iç salgi bezlerini ne gibi degisiklige ugrattigi ortaya çikacak dedi Gazete haberini su sekilde devam ettirmektedir:
"Dinle iyiles:
Rast :Felc, bas ve göz agrilarina
Buselik: Kulunç ve bel agrilarina
Ussak: Uykusuzluk
Rehavî: Sirt agrisi
Hüseynî: Kalp, karaciger, mide ve sitma
Hicaz: Böbrekler
Zirefkent: Mafsal agrilari
Isfahan: Atesli hastaliklar
Nevâ: Kadin hastaliklarina"
Günümüz üniversitelerinde arastirmaya konu olan müzikle tedavi, XV asir Osmanli dünyasinda uygulaniyordu Nitekim Sultan II Bâyezid, Kili ve Akkirman fethine giderken Edirne'de bir süre konaklar Tunca Nehri'nin kenarinda 23 Mayis 1484 Cuma günü Câmi, Hastahane, Medrese, Imâret, Tophane, Hamam, Degirmen ve Köprüden ibâret büyük bir külliyenin temelini atar O, bu külliye için de vakiflar tahsis eder Müessesenin isleyisi için de bazi sartlar koyar Buna göre:
"Merhum ve magfur Bâyezid-i Veli, vakifnâmesinde hastalara deva, dertlilere sifa, divânelerin ruhuna gida ve def-i sevda olmak üzere on aded hânende (okuyucu) gulam tahsis etmistir ki, üçü hânende, biri nezyen, biri kemanî, biri musikarî, biri santurî, biri udî, olup haftada üç kerre gelerek hastalara ve delilere musikî fasli verirlermis Yüce Tanri emriyle nicesi sarkidan ve sazdan yararlanir, hos hal olurlar Hakka ki ilm-i musikîde Nevâ, Rast, Dügâh, Segâh, çargâh ve Suzinak makamlari onlara mahsustur Ama makam-i Zengûle ile makam-i Bûselikte Rast karar kilsa âdeme hayat verir Cümle saz ve makamlarda ruha gida vardir"
Bes Buçuk Asirlik Türk Tabâbeti Tarihi adli eserinde Osman Sevki musikî ile tedavi konusunda sunlari söylemektedir: "Türk tabâbeti, genislik ve kapsam itibariyle çok ileri idi Türkler, tabâbet ve saglikla ilgili bulduklari bilgilerden uygun gördüklerini hemen alip uyguluyorlardi Müzikle tedavi, Türk tabiblerinin icadi degildi Bununla beraber bu tedavi tarzi, Türk tabiblerinin elinde gelisme gösterdi" Osman Sevki, Türk musikî âletleri hakkinda bilgi verdikten sonra haftanin belli gün ve saatlerinde hastahanelerde mehterhâne-i hakanî'nin çalindigini, ayrica hastahânelerin musikî takimlarinin bulundugunu ve buralarda çalin enstrümanlari da vererek Rast'in felce, Irak'in atesli hastaliklara, Isfahan'in zihin açikligi, zekâyi gelistirme, düsünce ve gönül baglarinin yenilenmesi arzu olunan hastalara, Rehâvî'nin bas agrisi ve hafakani olanlara uygundu der
Osmanlilarda, sözü edilen dönemlerde özellikle akil hastalari musikî, su sesi ve çiçeklerle tedavi edilmeye çalisilirken XVIII yüzyila kadar Avrupa'da, benzer hastaliklarin seytanla isbirligi yaptigina inanilarak öldürülmeleri ve hatta diri diri yakilmalari bilgisizlik ve dinî taassubun bir örnegi olarak zikredilebilir
Osmanlilarin, yukarida kismen temas edilen sahalardaki gelismislik ve dönemlerindeki dünya devletlerine göre olan üstünlüklerinin tamamindan bahsetmek elbetteki mümkün degildir Ancak biz, ilmî gelisme ve ilerleme bakimindan Osmanlilarin XV ve XVI asirlarindan, günümüzün deyimiyle klip sahneler halinde ve bir nebze bahsetmek suretiyle canli anektodlari gözler önüne sermeye çalisacagiz Bir nebze diyoruz çünkü, belirtilen asirlarda yasamis ve ilmî gelismelerde katkisi bulunmus olan sahsiyetin hayatindan bahsetmek bile, basli basina bir eseri dolduracak kadar yer kaplar Bu sebeple sadece birkaç kisiden kisaca bahsedecek, daha sonra da belli sahalardaki bazi isimleri vermekle yetinecegiz
Bahsedecegimiz bu sahsiyetlerden biri, babasindan sonra Osmanogullari'nin en bilgini olarak kabul edilen II Bâyezid'dir Onun hayat hikâyesi, döneminin ilmî anlayis ve gelismeleri hakkinda bize bir fikir verecektir
Sultan Bâyezid, sehzâdeliginden beri etrafina ünlü bilginleri toplayip kendisini yetistirmeye gayret etmisti Ayni zamanda sair olan ve siirlerinde "Adlî" mahlasini kullanan Bâyezid'in bu siirlerinin büyük bir kismini (1256 kadar) gazellerin meydana getirdigi küçük hacimli divani Istanbul'da 1308'de basilmistir Hat san'atinda da oldukça yetenekli olan II Bâyezid'in, Uygur yazisini okumayi ögrendigi, biraz da Italyanca bildigi kabul edilmektedir O, mükemmel bir tahsil görmüstü Türkçe, Farsça ve Arapça'yi edebiyatlari ile ögrenmis, Islâmî Ilimler, Felsefe, Matematik ve Musikî tahsil etmisti Türkçe'nin Çagatay lehçesi ile Uygur alfabesini ögrenmisti Bestekâr, hattat ve sairdi
Onun, bilginler ve san'atkârlar için ayrilmis özel bir bütçesi vardi Kendisine takdim edilen eserlerden degerli bulduklarinin müelliflerini tesvik ederdi Dinî emirlere bagli bir hükümdardi Bu sebeple ilim ve ilim adamlarini seviyor, ilmî gelismelere vesile olabilecek her çareye basvuruyordu Bu çarelerin basinda da süphesiz ki dinî ve ilmî kurumlarin tesisi ile fizikî mekanlarinin saglanmasi geliyordu Onun bu sekilde çalismasi, döneminin ileri gelen devlet adamlari ile zenginler için de itici bir güç oluyordu Nitekim, hükümdarlarinin bu uygulamasini gören birçok vezir, imâret ve bunlara gerekli olan tahsisatlari temin etmislerdi Bu münasebetle Ali ve Mustafa Pasa'larin isimleri zikredilmeye deger O, saltanati müddetince ilim adamlarini, sair ve sanatkârlari himâye etmisti II Bâyezid, bu himâyenin karsiligini da nâmina yazilan birçok eserle almisti Kendisine takdim edilen eserleri okumak, onun en büyük özelligi idi Amasya'da maiyetinde bulunan Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi'nin tavsiyesi ile Ibn Kemâl diye söhret bulan Ahmed Semseddin'e meshur tarihini yazdirmistir Daha önce Akkoyunlularin hizmetinde bulunan ve Safevîlerin galebesi üzerine, Osmanlilara iltica etmis olan Idris-i Bitlisî'yi de himaye ederek ona meshur "Hest Behist" isimli tarihini kaleme aldirmisti
II Bâyezid, güzel sanatlarin bir kolu olan hattatlikta da mahirdi Amasya'daki valiligi sirasinda, Seyh Hamdullah'tan hat dersleri almisti Nitekim, Seyh Hamdullah ile aralarinda siki bir münasebet bulunan II Bâyezid, Seyh'in mânevî dünyasinda kendini bulurken, ayni zamanda dizinin dibinde hokkasini tutarak yazi mesk etmistir Sultan Bâyezid'in, hatta olan meyli sâyesinde Amasya'da, Seyh'in etrafinda bir hat mektebi (ekol) dogmustu II Bâyezid, saltanata geçince Seyh, Istanbul'a davet edilerek, saray-i hümayuna hat hocasi olarak tayin edilir
Surasi bir gerçektir ki, onun döneminde ilim ve ilim adamlarina gösterilen himâye, ilmî gelismelerde etkili olmustur Özellikle "Fikih" denilen Islâm Hukuk Ilmi, sür'atle gelismistir Bu ilimle söhret bulmus birçok muhterem insan yetismistir ki, bunlardan bir kismi, elçilik dahil pekçok görevde bulunmuslardir
II Bâyezid dönemi âlimlerinden bahseden Âsik Pasazâde, bize su örnek isimleri vermektedir: "Hocazâde, Mevlana Alaeddin Arabi, Seyyidzâde Seyyid Hamiduddin, Mevlana Kestelli, Hatipzâde, Manisazâde Bunlara benzer azizler dahi çok vaki oldu"
Siirleri ile söhret kazanmis olan Mihrî Hatun ile Müeyyedü'd-Din, taninmis bilim adamlarindandir Bu sonuncu zatin, ölümünde biraktigi kütüphânede yedi bin cild kitap vardi
Hammer'in ifadesiyle "Bâyezid asrina seref veren altmis fakih arasinda ikisi diger bir sube-i malumatta yüksek söhret kazanmislardir Buna göre II Bâyezid çaginda tipta Hekimsah, matematikte ise Mirim Çelebi çok büyük söhret kazanmislardir Yine bu zamanlarda, Tacî Bey'in iki oglu Cafer ve Sa'di'nin eserleri ile Osmanli yazisma (diplomatik, insa, protokol) modelleri iki iyi örnek olarak taninmistir II Bâyezid devrindeki Nesrî ile Idris-i Bitlisî'yi de burada tekrar hatirlamak gerekir
Bâyezid'in, edebiyat sahasindaki himayesi, yabanci ülkelere, hatta Horasan ile Iran'in diger vilayetlerine kadar genislemisti Büyük sair ve mutasavvif Abdurrahman Câmi ile büyük bilgin Fakih Devvânî'ye her yil para gönderiyordu ki bu, ilki için bin,ikincisi için de besyüz altin idi Bu arada Iran Müftüsü Mevlânâ Seyfeddin ahmed ile Hadis âlimi Cemaleddin Ataullah da padisahin ihsanlarindan pay alip faydalaniyorlardi
Kaynaklarimiz, Ibn Kemâl veya Kemâl Pasazâde diye büyük bir sahsiyetten bahsederler 16 Nisan 1534'te vefat ettigi zaman ebced hesabiyle "Ilimler Kemâl ile göç etti"ifadesiyle tarih düsülmüstü Bu ifadelerle düsürülen tarih, onun ilimlerdeki maharetini göstermeye yetmektedir Gerçekten de, onun ilmî sahsiyeti hakkinda söyle denilmektedir: "Kemal Pasaoglu, eserleri ve fikir savaslari bakimindan Osmanli tarihinin mühim sahsiyetlerinden biridir Dinî, edebî, lisanî konularda büyük eserleri, büyük ve mühim bir Osmanli tarihi, siirleri, yüzlerce risâle ve makalesi vardir Savasi, Safevîlerin, Anadolu Türklerini bölecek bir siddetle yaptiklari propagandaya karsi olmus O, sonu siyasî parçalanmalara kadar varacak olan dinî ayriliklari önlemistir Bu bakimdan hizmeti çok büyüktür Birçok eseri vardir Bunlardan Kur'an, Hadis ve Islâm Hukuku ile ilgili olanlarin sayisi 63 rakami ile ifade edilmektedir"
Son derece vakur, sade giyinen, âbid ve zâhid bir insan olan Seyhu'l-Islâm Ebu's-Suûd Efendi, bir hukukçu olarak fikih ve fetva alaninda Islâm Hukuku'nun Osmanlilardaki uygulamasina büyük katkilarda bulunmustu Tarihteki Islâm devletleri içerisinde, en fazla gayr-i müslim tebea (zimmî) barindiran Osmanli Devleti'nin, idarî kadrosunda da bulunan Ebu's-Suûd Efendi, fetvalarinda örf ve âdetleri de hesaba katarak uygulanabiliri tercih etmistir Bu yüzden onun fetvalari, kanun hükmünde sayilmistir 30 yila yakin (28 sene 11 ay) Seyhülislâmlik makaminda bulunan Ebu's-Suûd Efendi, basta padisah olmak üzere, saray ve divân erkâni tarafindan sevilip sayilan bir kimse olmustur O, durmaksizin çalismis, kitaplar yazmis, hergün fetvalar vermis, fethedilerek devletin sinirlarina yeni katilmis olan eyâlet, bölge ve sehirlere ait kanunlastirma hareketlerinin içinde, çogu zaman da basinda olmustur Nitekim Üsküp ve Selanik kanununun basina koydugu mukaddimesinde arazinin mirî olus sebeplerinden bahsederek, Osmanli arazisinin büyük bir kisminin, mirî arazi sekline dönüstürülmesini saglamistir
Bilindigi gibi gerçek ilim adami, toplumun kültürel varliklarini koruyan, yayan ve onlari yasatan kimselerin basinda gelir Ilim adami, engin bilgisi ve kültürü ile ister halk, ister belli bilgi birikimine sahip kesimlere sesini duyurabilmeli, verecegi mesaj, toplum ve devlet idaresinin ana ilkelerini belirleyebilmelidir Bu anlayisin meydana getirdigi hareket sayesindedir ki, asirlar boyu, Müslüman Türk devlet geleneginde âlime büyük bir deger verilmis, fikir ve düsüncelerine saygi gösterilmistir
Tarihimizde ve özellikle XV - XVI asirlardaki Osmanli dünyasinda, ilim-idare isbirligi, baska bir ifade ile kültür devlet bütünlesmesini son derece belirgin ve çarpici örnekleriyle görmekteyiz Öyle ki, âlim, bilgisini büyük ve mamur ülke yönünde gelistirirken, idareci de kültürel suura sahip güçlü devlet idealini, yönetici olmanin temel sarti bilmistir Iste bu karsilikli ortak anlayis, bir yanda güçlü devlet adamlari çikarirken, bir yandan da kuvvetli ilim adamlarini fikir ve kültür hayatimiza kazandirmistir Fikir hayatimiza damgasini vuran birçok ilim ve din adami arasinda en ünlüsü, kuskusuz XVI asra maddî ve manevî damgasini vuran Ebu's-Suûd Efendi'dir Kaynaklara göre, döneminde kalemle kilici birlestirmis, servet ve makamin imkânlarini en iyi sekilde ve ilmin hizmetinde kullanarak ölmez eserler ortaya koymustur Tefsiri, kendisine hakli bir söhret kazandirmis ve kendisine "Hatibu'l-Müfessirîn" ünvanini verdirmistir
Padisahlardan, Kanunî Sultan Süleyman'in Ebu's-Suûd Efendi'ye gösterdigi hürmet anilmaya deger O, Kanunî döneminin en çok sözü geçen sahsiyetlerinden biri oldugu halde, politik islere karismaktan uzak durmustu Kanunî, zaman zaman onun görüslerine basvurmus ve ugurlu olacagi düsüncesiyle Süleymaniye Câmii'nin temel atma törenlerinde, mihrabin temel tasini ona koydurmustur Kanunî'nin, Nis'ten yazip kendisine gönderdigi ve "Halde haldasim, sinde sindasim, ahiret karindasim, Tarik-i Hak'da yoldasim Molla Ebu's-Suûd Efendi Hazretlerine" diye baslayan mektubu, Ebu's-Suûd Efendi'nin hükümdar tarafindan ne kadar sevilip sayildigina isaret etmektedir Kendisine gösterilen bu saygi herhalde onun ilminden ileri geliyordu Bu saygi ve hürmet sadece hükümdar tarafindan degil, bütün devlet erkâni tarafindan gösteriliyordu Bu arada Devlet, onun ilmî faaliyetlerine yardimci olmak için her türlü kolayligi gösteriyordu Nitekim 972 (1564-65) tarihli bir hükümden anlasildigina göre Rodos Medresesi Müderrisi olan Bedreddin'in, Ebu's-Suûd Efendi'nin talebi üzerine onun yaninda tefsir kitabetinde bulunmak üzere Istanbul'a gelmesi gerektigi bildirilmektedir
Ebu's-Suûd Efendi'den bahsederken, Osmanli dönemi ilmiye sistemindeki mülazemetten söz etmemek mümkün degildir Zira, medrese ile egitim ve ögretimi yakindan ilgilendiren bu sistem bilinmeden, ilmiye tariki denilen bu meslek, pek kolay anlasilmaz
Baslangiçta Osmanlilarda medrese mezunu az oldugundan mezunlarin beklemesi söz konusu degildi Mezun sayisi, ihtiyaçtan fazla olunca yigilmalar meydana gelmis,bu ise bir süre beklemeyi ve bu arada staji gerektirmistir Böylece mülazemet sistemine özellikle XVI asirdan itibaren ihtiyaç duyulmustur Mülazemet sistemi ile ilgili kaideler, eskiden beri mevcud olmakla birlikte, aday sayisinin azligi sebebiyle titizlikle tatbikine lüzum görülmemisti 1540'larda medrese mezunlarinin izdihami yüzünden mezunlar, ugradiklari bazi haksizliklar üzerine sikâyetlerini Kanunî'ye iletmisler, hükümdar bu çok önemli konunun yeniden nizama konulmasi isiyle devrin Rumeli Kadiaskeri Ebu's-Suûd Efendi'yi görevlendirmisti Ebu's-Suûd Efendi, temel prensipleri belirleyerek ulemanin bulunduklari makamlara göre hangi vesileler ile ne kadar medrese mezununu mülazim olarak verebileceklerini bir sisteme baglamisti Kanunî de bu yeni düzenlemeye hakkiyle riayet edilmesini israrla emretmistir Daha sonraki Osmanli padisahlari da ilmiye mesleginin temelini olusturan mülazemet sistemine uyulmasini, tekrar tekrar ilgililere fermanlarla duyurmuslardi
Ebu's-Suûd Efendi'nin yeniden nizama koydugu bu sisteme göre, Mevâli'nin yani yüksek ilmiye mansiblarinda bulunan ricalin her biri için, kontenjanlar belirlenmistir böylece Seyhülislâm, Padisah Hocalari, Kadiaskerler, Nakibu'l-Esraf, büyük sehirlerin kadilari, büyük sehir müftüleri, önemli medreselerin müderrisleri, çesitli vesileler ile her biri kendileri için belirlenen kontenjan nisbetinde medrese mezunu talebeyi mülazim yaparlardi Yani müderrislik ve kadilik meslegine baslamak üzere staja baslatmis olurlardi Mülazemet çesitli vesileler ile verilirdi Bunlarin baslicalari mutad olarak belirli araliklarla mülazemet, padisah cülûsü, ulemadan birinin önemli bir göreve tayini, meshur ulemadan birinin ölümü ve baska münasebetlerle mülazemet verilmesi idi Bir defada verilen mülazemet miktari farkli olabilmekte idi Nitekim XVI asra ait mülazemet kayitlarinda bir defada ortalama 150-200 civarinda danismende mülazemet imkâni dogdugu görülmektedir Bu uygulama sayesinde Osmanli egitim ve ögretim sisteminde bir gelismenin oldugu ve günümüzün tabiri ile lisans sonrasi yüksek lisans veya doktora diyebilecegimiz bir ögretimin mevcud bulundugu görülmektedir Bu sistemin gelistirilmesi de Ebu's-Suûd Efendi vasitasiyla olmustu
Ebu's-Suûd Efendi, Seyhülislâmligi dönemindeki ilmî ve dinî faaliyetleri yaninda Tefsir, Hadis ve Islâm Hukuku sahalarindaki çalismalari ile de dikkat çekmektedir Onun, "Irsâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm" adini tasiyan tefsiri, bütün bir Islâm dünyasinca bilinmektedir Ebu's-Suûd Efendi'nin adini ebedîlestiren ve ününü dünyaya duyuran bu tefsiridir Bazi bilginlere göre kaynaklarini da asan bu tefsir, günümüz üniversitelerinde hâlâ büyük bir kaynak ve müracaat kitabi olarak mütalaa edilmektedir
Osmanli medreseleri ile hususi yerlerde, dönemin bilinen ilimlerinin tahsil edildigini ve bunun bir ibâdet sevki ile yapildigini söylemeye gerek duymuyoruz Zira Hz Peygamber'in ilim hakkindaki genel ifadeleri, Müslüman Osmanli dünyasini bu yöne kanalize etmisti Gerçekten, gerek mahlukat, gerekse Allah'a karsi vazifelerin yerine getirilebilmesi, bazi ilimlerin bilinmesine baglidir Din, tip, astronomi, matematik, tarih ve cografya gibi ilimler bunlardan sadece bir kismidir Dönemindeki dünya devletleri ile mukayese edildigi zaman XV ve XVI asirlardaki Osmanli ilmî hayati, digerlerine göre çok gelismis ve fevkalâde ileride görülür
Biraz önce, Osmanli dünyasinda din ve hukuk alaninda söhret kazanmis birkaç âlimden söz ettik Halbuki XV ve XVI asirlardaki Osmanli Seyhülislâmlari'na bakildigi zaman, tamaminin dönemlerine göre büyük birer kiymet olduklari görülür Dinî sahada böyle degerleri yetistiren Osmanli, baska sahalarda da ünlü isimler çikarmistir Biz, bunlardan -dinî ilimler hariç- sahalarina göre birkaçinin isim ve eserlerini vermekle o asirlardaki gelismenin derecesi hakkinda bir fikir vermeye çalisacagiz
Tarih:
Bilindigi gibi tarih ilmi, Islâm'in ilk dönemlerinden itibaren üzerinde durulan önemli bir koldur Öyle anlasiliyor ki, Islâm'in zuhurundan sonra Müslüman milletlerin, tarihle ugrastiklari kadar hiç bir millet ugrasmamistir Ibret alinmasi ve bazi Kur'an âyetleri ile Hadis'lerin yorumlanabilmesi bu ilim sâyesinde mümkün olmustur Bu sebeple tarih ilmi gerek Osmanlilarda, gerekse diger Müslüman devletlerde büyük bir gelismeye mazhar olmustu Bu bakimdan Osmanli dünyasinda tarih ilmi bir hayli mesafe katetmisti Bununla beraber, sunu da belirtmek zorundayiz ki Osmanli tarihçiligi XV yüzyilin ortalarina dogru baslamisti denebilir Bu tarihten önce yazilan vekayi, hem az, hem de bir mübhemlik arzeder Bu bakimdan Ahmedî'yi bir kenara birakacak olursak, derli toplu yazilmis olani Âsik Pasazâde'nin Tevârih-i Âl-i Osman isimli eseridir diyebiliriz Bu eser, mühim bir tarihtir Âsik Pasazâde, ilk Osmanli vekayiini babasindan naklen Bursa'da Orhan Gazi Camii Imami Yahsi Fakih'ten nakletmistir
Fâtih Sultan Mehmed zamaninda yasayan Kâsifî'nin Gazanâme-i Rum isimli bir tarihi ile içinde Osmanli vekayii bulunan Abdurrahman Bistamî'nin, II Murad zamaninda yazdigi eser, Osmanli tarihine ait bazi kisimlari ihtiva etmektedir Bundan baska, Mevlânâ Sükrullah'in (öl 868/1464'den sonra) Farsça yazdigi Behcetü't-Tevârih isimli eserin sonunda Fâtih Sultan Mehmed'in cülûsuna kadar gelen muhtasar bir Osmanli tarihi vardir
XV yüzyilin son yarisi içinde Enverî tarafindan yazilarak kismen Osmanli tarihinden bahseden ve Vezir-i A'zam Mahmud Pasa'ya ithaf olunan Düstûrnâme, Tâcizâde Cafer Çelebi'nin Istanbul Fetihnâmesi, Dursun Bey'in Târih-i Ebu'l-Feth isimli tarihi ile Fâtih'in son Vezir-i A'zami olan Karamanî Mehmed Pasa'nin Nisanci iken yazdigi Arabça Osmanli Tarihi'ni görmekteyiz Son iki eser Fâtih devrine aittir XV asir ortalarinda Rum beylerinden Imroz'lu Kritovulos, Fâtih Sultan Mehmed devrinin bir kisim vekayiini Rumca olarak "Târih-i Sultan Mehmed Han-i Sâni" ismiyle kaleme alarak padisaha takdim etmisti
Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Sehdî isminde bir sair, Âl-i Osman tarihini Sehnâme tarzinda yazmaya baslamis ve on bin beyitten daha fazla nazmetmisken vefati üzerine eseri yarim kalmistir
XV yüzyilin sonlariyla XVI yüzyil baslarinda -bilhassa Sultan II Bâyezid devri- Osmanli tarihi yazanlar çogalmis, gerek nazmen gerekse nesren müellifleri malum ve meçhul bir hayli tarihî eser kaleme alinmistir Bunlar içinde Âsik Pasazâde, Nesrî Mehmed Efendi, Katip Ruhî, Behistî ve Oruç Bey gibi isimleri zikredebiliriz Osmanli tarihçiligi hakkinda daha fazla teferruata girmeden sadece XV ve XVI asirlarda yetisen bazi tarihçi ve tarihle ilgili eserlerinin isimlerini vermekle yetinmek istiyoruz Böylece ilmin bu dalinda yetisen ünlü isimleri ve eserlerini görmüs olacagiz:

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlılarda İlim

Eski 04-22-2009   #12
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlılarda İlim



Tarihçi Eseri
1 Enverî Düstûrnâme
2 Sükrüllah Behcetu't-Tevârih
3 Dursun Bey Târih-i Ebu'l-Feth Sultan Mehemmed Han
4 Oruç Bey Tevârih-i Âl-i Osman
5 Âsik Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman
6 Nesrî Mehmed Cihannüma
7 Idris-i Bitlisî Hest Behist (Sekiz Cennet)
8 Kemal Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman
9 Sücûdî Selimnâme
10 Celâlzâde Mustafa Selimnâme
11 Hoca Sa'düddin Efendi Tâcü't-Tevârih
12 Bostan Çelebi Süleymannâme
13 Matrakçi Nasuh Süleymannâme
14 Gelibolu Mustafa Âli Künhu'l-Ahbar
15 Selanikî Mustafa Efendi Târih-i Selanikî
Cografya:
Osmanlilar, cografya ilminde de önemli mesafeler katedip bu ilmin gelismesine hizmet etmislerdi Bu devlette cografya ile ilgili eserlerin yazilmasi XV asrin ortalarindan itibaren, fetihlerin artmasina paralel olarak artis göstermistir XVI asirda ise önemli ve mükemmel eserler meydana çikmistir Bu mükemmeliyet XVII asrin son yarisina kadar devam etmistir Fâtih Sultan Mehmed, Batlamyus'un cografyaya ait levhalarini tedkik ederek, bunlarin aslina uygun ve anlasilir bir sekilde tertip ve düzenlenmesini emretmistir Bu hususta hiç bir fedakarliktan da kaçinmamistir
Bilindigi kadari ile en eski Türkçe cografya kitabi Yazicizâde Ahmed Bican Efendi tarafindan 857 (m 1453)'de Gelibolu'da tercüme suretiyle kaleme alinanidir Ahmed Bican Efendi, bunu Kazvinî'nin "Acaibu'l-mahlukat" adli eserinden tercüme etmistir Ancak XVI yüzyilin ortalarinda Osmanli ülkesinde ünlü bir denizci ve haritaci ile karsilasiyoruz Pirî Reis adini tasiyan bu ünlü denizci ve haritacinin tamamen orijinal olan dünya atlasinin sadece birkaç parçasina sahip bulunmaktayiz 1515'te ceylan derisi üzerine çizilmis bulunan dünya haritasi, 1517'de Yavuz Sultan Selim Han'a sunulmustur Burada Pirî Reis'in "Kitab-i Bahriye'sini de zikretmek gerekir Kitab-i Bahriye, orijinal bir cografya kitabi olup, haritacilik bakimindan da önemli bir gelismislik örnegini teskil etmektedir Mütehassislar tarafindan o tarihlerde Avrupa'daki haritalarin en mükemmeli olduguna isaret edilmektedir Kitabu'l-Bahriye, Türkçe'deki ilk deniz atlasi ve portulani (rehber)dir Ak Deniz çevresini, hem kendisinin genis tecrübesi ve hem de simdi çogu kaybolmus eski haritalara dayanarak kiyi, köse, liman, sahil, sehir ve kasaba tanitir Ilkin 1521'de telif edilmis, daha sonra yeniden genisletilip 1525'de Damad Ibrahim Pasa araciligi ile Kanunî Sultan Süleyman Han'a takdim edilmistir Kitab-i Bahriye'nin tibki basimi 1935 yilinda Istanbul'da yapilmistir Kitab, manzum bir önsözle baslayip yine manzum bir sonuçla biter Önsöz dikkatli bir sekilde okunursa, yazarin kuvvetli bir arastirma ve ince bir gözlem kudretiyle zamaninin cografya eserlerini ve gezdigi her yerin durumunu inceleyerek eserini yazdigi anlasilir
XVI yüzyilin denizcilerinden Seydi Ali Reis'in vücuda getirdigi Atlas'i (Muhit) pek degerlidir Pirî Reis'ten sonra Süveys kaptani olan Galatali Seydi Ali Reis (öl 970 = 1562) Umman ve Hind denizlerindeki seferleri sonucunda bas tarafi kozmografya ve bunun kaidelerinden, diger kisimlari da Kizildeniz, Aden ve Basra körfezleri ile Umman denizi ahvalinden bahseden mükemmel bir eser vücuda getirmistir Bu eser, Hammer tarafindan Almanca'ya tercüme edilmistir
XV ve XVI yüzyil Osmanli cografyacilari ve eserleri hakkinda bilgi veren pek çok kaynaga sahip bulunmaktayiz Ancak konuyu daha fazlauzatmamak için bunlardan bir kisminin sadece isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz:
Cografyaci Eseri
1 Ahmed Bican Acaibu'l-Mahlukat
2 Muslihiddin Mustafa b Vefa Mülheme-i Seyh Vefa
3 Kemal Reis Tuhfetu's-Selâtin
4 Ali Ekber Hitaî Hitaynâme (Çin'e seyahati anlatir)
5 Pirî Reis
a Dünya Haritasi
b Kitab-i Bahriye
6) Seydi Ali Reis
a Mir'atu'l-Memâlik
b Muhit
7 Müneccim Ahmed b Ali Kanun fi'd-Dünya
8 Ali Macar Reis 7 haritali bir kolleksiyon
9 Sipahizâde Ahmed b Ali
a Esmau'l-Buldan
b Evzau'l-Mesâlik ilâ Marifeti'l-Buldan
10 Kadi Abdurrahman Acaibu'l-Uzma (genisletilmis tercüme)
Astronomi:
Tarihimizde "Hey'et" veya "Ilm-i Hey'et" ismi ile anilan astronomi, riyazî ilimler cümlesinden oldugundan Osmanli medreselerinde matematik ve geometri ile birlikte okutulmaktaydi Osmanlilarda astronomi, esasli olarak Ali Kusçu'nun ülkeye gelmesiyle baslar Ali Kusçu'dan sonra Osmanli ülkesinde astronomi ve matematik ilimlerinin ilerlemesi için en çok çalisanlardan biri de Mirim Çelebi diye söhret bulan Mahmud b Mehmed'dir Kadizâde-i Rumî ile Ali Kusçu'nun torunudur Hocazâde ile Sinan Pasa'dan ders görmüstür Matematik, astronomi ve usturlaba dair eserler yazan bu bilgin astronom, Sultan II Bâyezid'in emriyle Ulug Bey Zic'ine "Düstûru'l-Amel ve Tashihu'l-Cedvel" adiyla Farsça bir serh yazmistir Yazar, eserde didaktik bir yol takip etmistir Nitekim bir derecelik bir yayin sinüsünü hesab etmek için çok açik misallerle bes sistem göstermistir
Mirim Çelebi, kendisini çok seven ve takdir eden Yavuz Sultan Selim (bu dönemde Anadolu kadiaskerligine kadar yükselmisti) adina Ali Kusçu'nun Fethiye'sine bir serh yazmistir
Ali Kusçu ve yetistirmis oldugu astronomlardan sonra bu ilimde ilk ciddi gelisme hamlesine 1577 senesinde tesadüf edilmektedir Zira bu yilda Takiyüddin Mehmed b Maruf'un gayretiyle Osmanli Devleti'nde ilk rasathane kurulmustur Takiyüddin'in bu rasathânesi, Tycho Brahe'nin Uranniborg (XVI yüzyil),Ulug Bey'in Semerkand (XV yüzyil) ve Nâsiruddin Tûsî'nin Meraga (XIII yüzyil) rasathâneleriyle karsilastirilabilecek nitelikte mühim bir rasathânedir Osmanlilarin ilk rasathânesinin bilimsel seviyesinin ortaya konulmasi, bilim tarihimiz bakimindan ayri bir önem tasimaktadir Bu sebeple, o dönemin çagdas bir rasathânesiyle Takiyuddin'in kurdugu rasathânenin mukayesesi degerlendirmeye katkida bulunacaktir Gerçekten, Avrupa'nin ilk ortaçag rasathanesi Tycho Brahe'ninkidir Ayrica, büyük bir tesadüf eseri olarak her iki rasathâne de hemen hemen ayni yillarda kurulmustur
Dönemin, bu ilimdeki gelismisligini ortaya koyabilmek için iki rasathâneyi mukayese etmek gerekir Takiyüddin'in rasathânesi ile ilgili bilgi, III Sultan Murad'in Sehnâmesi'nde ve "Âlat-i Rasadiye li zic-i Sehinsahiye"de bulunmaktadir Tycho Brahe ise 1598'de yayinladigi "Astronomiae Instauratae Mecanicae" adli eserinde aletlerini, gözlemlerini ve astronomiye katkisini ayrintilari ile açiklar Bir rasathânenin bilimsel seviyesi, orada insa edilen ve kullanilan âletlerin mükemmelligine, yapilan gözlemlerin niteligine ve ayrica mevcud astronomlarin evrensel çalismalarina baglidir Sehnâmedeki resimden anlasildigina göre 16 astronom veya görevlinin çalistigi rasathânedeki bütün aletler, bizzat Takiyüddin tarafindan imal edilmislerdi Osmanli dönemindeki astronomi ile ilgili bu kisa malumattan sonra, XV ve XVI asirlarda yetisip eser yazmis olan astronomlarindan birkaçini buraya alabiliriz:
Astronom Eseri
1 Abdülvacib b Mehmed
a Manzume fi'l-Usturlâb
b Meâlimu'l-Evkat
2 Hüsameddin Tokadî Kavs-i Kuzeh (Gökkusagi hakkinda)
3 Ali Kusçu
a Hallu Eskâli'l-Kamer
b Meserretu'l-Kulûb
c Risâletu'l-Fethiyye
4 Sinan Pasa
a Fethu'l-Fethiyye
b Risâle fî halli Eskâl-i Muaddili Utarid
5 Hüseyin b Hasan el-Konevî Ravzatu'l-Müneccimîn
6 Bedreddin Mehmed Mardinî
a ed-Dürrü'l-Mensûr
b el-Fethiyye fî Ameli'l-Ceybiyye
7 Hoca Ataullah Acemî
a Risâle fî Ilmi'l-Evzân
b Usturlab
8 Mehmed b Kâtib Sinan
a Hediyetu'l-Mülûk (II Bâyezid için kaleme alinmistir)
b Mizânu'l-Kevâkib (Kanunî'ye takdim)
c Muvazzihu'l-Evkat fî Marifeti'l-Mukantarat
9 Sinaneddin Yusuf Serhu'l-Fethiyye
10 Müeyyedzâde Abdurrahman Ef Risâle fî Küreti'l-Müdahrece
11 Sinaneddin Yusuf Acemî Risâle fi'l-Hey'e
12 Mirim Çelebi
a Düstûru'l-Amel
b Risâletu'l-Ceyb
c Risâle fi'l-Kible
d Risâle fi'l-Usturlâb
13 Mirim Kösesi Mehmed Ef Kitab fî Ilmi'l-Hey'e
14 Muslihiddin Larî
a Serhu Risâle fi'l-Hey'e
b Tezkire fî Ilmi'l-Hey'e
15 Muvakkit Mustafa b Ali
a A'lamu'l-Ibâd fî Ahbari'l-Bilâd
b A'mal-i Usturlâb
c Risâletu'l-Mikat fî Ilmi'l-Evkat
16 Perviz Efendi Mirkau's-Semâ
17 Takiyuddin Mehmed
a Âlâtu'r-Rasadiye li Zic-i Sehinsahiye
b Behcetu'l-Fikr fî Haleti's-Sems ve'l-Kamer
c Cedavilu Rasadiye
d Gurubu Semsin Sebebi ve Teahhuru
e Hülasetu'l-A'mal fî Mevakiti'l-Eyyam ve'l-Leyâl
Tip:
Osmanli ülkesinde gerek sivil, gerekse askerî hayatta büyük ragbet görerek gelisen ilim subelerinden biri de tiptir Osmanli padisah ve idarecilerinin baska ülkelerden gelen hekimlere olan iltifatlari ile onlara sagladiklari imkhanlar ve Müslüman hekimlerin yetisip çogalmasina hasredilmis hastahânelerin kurulmasi (vakfiye sartlarina göre gayr-i müslim hekim tayin edilemez) tabâbetin inkisafina sebep olmustur Osmanli tabâbetine hem hastahâne, hem de tip medresesi olarak hizmet eden Bursa Dâru't-Tibbi, Osmanli Devleti'nin ilk saglik tesisidir Uludag eteklerinde, havadar ve genis bir arazide iki katli olarak insa edilen hastahânenin genis bir bahçesi vardi Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi Bu ilk Türk tip müessesesi, kisa zamanda öyle bir söhret kazandi ki, meshur tabiblerden bir çogu buranin kadrosuna dahil olabilmek için gayret sarf ediyordu
Bilinen kadari ile Anadolu'da Türkçe yazilmis en eski tip kitaplari ancak XIV yüzyila kadar çikabilmektedir Eski Anadolu türkçesi döneminde XIII yüzyildan baslayarak dinî ve edebî ürünlerin yazilmis oldugu gözönüne alindiginda tipla ilgili eserlerin oldukça geç bir tarihte yazilmaya baslandigi görülür Bunun en önemli sebebi Anadolu Selçuklu Devleti zamaninda bilim dilinin Arapça olmasidir Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe'ye verilen önem artinca dinî ve edebî sahalarda oldugu gibi tip konusunda da Türkçe eserlerin yazildigi görülür Bu bakimdan burada Aydinoglu Beyligi'nin adini zikretmek gerekir
Osmanli döneminin ilk Türkçe telif tib kitabi olarak kabul edilen "Havâsu'l-Edviye"yi te'lif eden Ishak b Murad ile Amasya Hastahânesi bashekimi Sabuncuoglu Serafeddin ve Sultan II Murad adina 841 (m 1437)'de "Zahire-i Muradiye" adli büyük tip kitabini yazan Sinoplu Mü'min b Mukbil, sonradan Osmanli Devleti'ne gelip hizmet eden tabiblerdir
Fâtih Sultan Mehmed devri, tibbî faaliyet ve gelismeler bakimindan önemli bir devirdir Fâtih, saglik islerini organize eden ve o günün sartlarina göre çok ileri bir zihniyetin anlayisi oldugu anlasilan Hekimbasilik (Reisu'l-Etibba) müessesesini kurarak, basina Kutbeddin Ahmed'i getirmisti
Musikî, su sesi ve çiçeklerle de tedavi sistemini gelistiren Osmanli tip dünyasinda yeni metodlarla bazi hastaliklara tedavi uygulandigi görülmektedir Arastirma alanimizin disinda kalan bu konuda daha fazla teferruata girmeden sadece bazi tabiblerimizin hangi eserleri nasil meydana getirdikleri ve hangi hastaliklara çare bulduklarina kisaca temas edecegiz
873 (m 1468)'de Amasya'li Sabuncu oglu Serafeddin b Haci Ilyas'in, okudugu kitaplarla tecrübelerine dayanarak onyedi bâb üzerine te'lif ettigi tib kitabi dahilî ve haricî tedavi yollarini göstermektedir Ahmedî'nin "Tervihu'l-Ervah" adli manzum tib kitabi XV yüzyilin ortalarina dogru yazilmistir Bu eserde, anatomiye ait kisa bilgiler verildikten sonra birer birer hastaliklarin tedavisinden bahsedilmektedir XV asir sonlari ve XVI asir baslarinda yazildigi tahmin edilen "Yadigâr-i Ibn Serif" adli tibbî eser, havadan, sudan, yiyecek, içecek, spor ve hastaliklarin arâzindan bahseder Halka göre yazildigi için pek çok nüshasi bulunan bu eserde, özellikle Gelibolu'dan bahsedilmektedir Bu da müellifin Gelibolu'lu veya oraya yerlesmis bir kimse oldugunu göstermektedir Eserde, hastaliklarin belirti ve ilaçlarindan bahsedilmektedir Eser, Ibn Sina'nin Kanunu ile Ibn Baytar'in Müfredat'indan da istifade edilerek kaleme alinmistir
Daha önce kisaca temas edildigi gibi Osmanli Devleti, dis ülkelerden kendisine iltica eden veya herhangi bir sekilde gelen tabiblere fazlasiyla ragbet gösteriyordu Nitekim Timurlulardan, Ebu Said'in tabibi Kutbeddin Ahmed (öl 903 H = 1497 M), efendisinin, Uzun Hasan'a esir düsüp öldürülmesinden sonra Osmanlilara iltica etmisti Osmanlilar, kendisine büyük bir ilgi göstererek yevmî (günlük) besyüz akça üzerinden maas baglamislardi Bunun disinda ayrica her ayda 20 bin akça gibi gayet yüksek bir meblag vermislerdi Böyle bir ragbet, disaridan bir hayli tabibin gelmesine vesile olmustu Nitekim, Sirvan'li Hekim Sükrullah, Hoca Ataullah, Hekim Lâri, Hekim Arap, Tebriz'li Kemal gibi isimler, burada ilk akla gelenler olarak zikredilebilir Böylece Osmanli bir mânâda disardaki beyin göçünü ülkesine dogru hizlandirmak suretiyle bu bransin kendi topraklarinda inkisaf edip gelismesini sagliyordu
Bu tabiblerden baska, nebatî tipla mesgul olan Altunîzâde (öl XV yüzyil sonlari) ayni zamanda operatörlük yapabilecek bilgi ve beceriye sahipti Bunun, idrar darligi çekenlere sonda ameliyati yaparak muvaffak oldugunu Sakaik-i Numaniye'den ögrenmekteyiz Bu arada, XVI asir baslarinda Necmeddin Mahmud'un "el-Hâdî fî ilmi'z-Zâdî"adli eseri, "Mecmau'l-Mücerrebât" adiyla ve ilavelerle Türkçe'ye çevrilmistir
Izmitli Muhyiddin Mehmed (öl 910 H = 1504 M), Amasya'li Tabib Mehmed b Lütfullah ile Haci Hekim (öl 913 H = 1507 M), lugat ilminde Bahru'l,Garaib ve tiptan Kasimiyye müellifi Amasya'li Halimî (öl 882 H = 1478 M'den sonra), tip, matematik ve edebiyatta söhret sahibi olup teshil adli eserini yazan Perviz b Abdullah (öl 978 H = 1570 M) ve Tabib Tebriz'li Kemal'in oglu olup mesanedeki taslara dair Türkçe bir eser yazmis olan Ahi Ahmed Çelebi (öl 930 H = 1523 M) bu tarihlerde yetismis olan belli basli tabiblerdendi Bunlardan Muhyiddin Mehmed, Haci Hekim, Kaysunîzâde, Sinaneddin Yusuf ve Ahi Çelebi hekimbasilikta da bulunmuslardi
Ibn Kemal'in, "Rücûu's-Seyh ile's-Sabâ fi'l-Kuvveti ale'l-Bâ" isimli eseri, Arapça olup Yavuz Sultan Selim'in emri ile kaleme alinmistir Ihtiyarlarin kuvve-i bahiyyesinin artirilmasina dairdir Âli Çelebi tarafindan tercüme edilmistir yukarida adi geçen Mehmed b Lütfullah'in, II Bâyezid'in oglu ve Amasya Valisi Sehzâde Ahmed adina "Müfredât-i Tip" tarzinda Arapça bir eseriyle, kendisini himaye eden Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi nâmina yine Arapça onyedi fasil üzerine mafsal hastaliklarina dair diger bir eseri vardir 911 H (1505 M)'de Cerrah Ibrahim b Abdullah tarafindan Yunanca aslindan tercüme edilmis olan "Alaim-i Cerrahîn" ve 967 H (1559 M)'de vefat eden Ilyas b Isa'nin "Müfredât" isimli eserleri de XVI yüzyilin ilk yarisina aittirler Bu arada Atûfî Hayreddin'in (öl 948 H = 1541 M)de "Hifzu'l-Ebdân" isimli bir eseri oldugunu belirtmek gerekir Bu dönemin tibbî eserlerinden birisi de Yahudi Dotor adinda bir tabibin olup takriben 951 H (1544 M)'de ve Hekimbasi Kaysunîzâde zamaninda Kitab-i Asây-i Pirân isimli eseridir Hekim Dotor'un dede ve babasinin Ispanya'da doktor olduklari belirtilmektedir
Ele aldigimiz asirlarda, Osmanli dünyasinda tip, eczacilik ve hastahânelerle ilgili büyük bir gelisme görülmektedir Ser'iyye Sicili kayitlarinda da mesane ve ameliyatlarla ilgili bilgiler bulunmakla beraber biz, konuyu daha fazla uzatmamak için üzerinde fazla durmadik Bununla beraber Osmanli dönemi Dâru's-Sifalari ve buralarda çalisanlar hakkinda kisaca bilgi vermek ihtiyacini duydugumuzu belirtmek isteriz Böylece, nazarî tibbin yaninda amelî tibbin gerçeklestirildigi hastahaneler hakkinda da bilgi sahibi olmus olacagiz
Klasik Osmanli hastahaneleri olan Dâru's-Sifalarin mimarî özellikleri birçok arastirici tarafindan incelenmis olmakla birlikte buralarda yürütülen faaliyetler üzerinde yeterince çalisma yapilmadigi anlasilmaktadir Osmanli Dâru's-Sifalarinin vakfiyeleri dikkatle incelendiginde bu vakfiyelerde klasik Osmanli hastahanelerinin yönetiminin yanisira hekim ve diger saglik mensuplari ile ilgili degerli bilgiler bulundugu görülür Vakfiyelerde Dâru's-Sifadaki görev dagilimi, görevlilerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve beklenen bilgi ve beceri seviyesi ile ilgili olarak bütün hizmetliler için ayri ayri teferruatli sartlar kosulmasinin, özellikle XV ve XVI yüzyillarda bir Osmanli gelenegi oldugu anlasilmaktadir Gerçekten Bursa Yildirim Dâru's-Sifasi (802/1400), Fâtih Dâru's-Sifasi (875/1470), Edirne II Bâyezid Dâru's-Sifasi (889-893 / M 1484-1488), Manisa Hafsa Sultan Dâru's-Sifasi (H 946/M 1539), Haseki Sultan Dâru's-Sifasi (H 957/M 1550), Süleymaniye Dâru's-Sifasi (H 961/M 1553-1559), Atik Valide Dâru's-Sifasi (H 990/M 1582) ve Sultanahmet Dâru's-Sifasi (H 1018-1026/M 1609-1617) gibi Dâru's-Sifalarin vakfiyeleri üzerinde yapilan bir arastirmaya göre Dâru's-Sifalarda hizmet etmek üzere tayin edileceklerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve görevlileri tesbit edilmistir Buna göre Dâru's-Sifa görevlileri, tabib, kehhal, cerrah ve yardimci saglik mensuplari, assab, edviye-kûb, tabbah, kayyum, kâse-kes ile ferras, âb-rîzî, câme-suy, dellak gibi temizlik hizmetlileri ve nâzir, vekilharç, kâtip gibi idarî yetkililer ile mahzenci, bevvâb, gassal ve imamdan olusurdu*
Müellif (tabib, doktor) Eseri
Ahmedî
a Tervihu'l-Ervah
b Müntehab-i Sifa
2 Haci Pasa
a Kitabu'l-Feride
b Kitabu's-Saade ve'l-Ikbal
c Kitabu't-Ta'lim
d Sifau'l-Eskam ve Devau'l-Âlâm
e Müntehab-i Sifa
3Seyhî
Kenzu'l-Menafi'
4 Mü'min b Mukbil
a Kitabu't-Tib
b Miftahu'n-Nur ve Hazainu's-Surûr
c Zahire-i Muradiye
5 Aksemseddin
a Kitabu't-Tib
b Maddetu'l-Hayat
6 Serafeddin Sabuncuoglu
a Cerrahiye-i Ilhaniye
b Mücerrebnâme
7 Bedr-i Dilsad
a Kehhalnâme
b Kemalnâme
c Muhtasaru't-Tib
8 Ibn-i Serif Yhadigâr-i Ibn-i Serif
9 Mehmed b Lütfuullah
a Müfredat-i Tib
b Mafsal Hastaliklari
10 Sükrullah Sirvanî Ilyasiye fi't-Tib
11 Kaysunîzâde Mehmed Tib Mecmuasi
12 Halimî Lütfullah Efendi Kasimiyye
13 Hekimsah Mehmed Kazvinî
a Asbabu Sitteti'z-Zaruriyye
b Mucez Serhi
c Nasihatnâme
14 Ahi Çelebi
a Risâle-i Hassatu'l-Kilye ve'l-Mesâne
b Mucez Tercümesi
15 Kaysunîzâde Mehmed b Mehmed
a ed-Dürretu'l-Muntahab
b Düsturu'l-Bimâristan
c Düsturu't,Tibbi'l-Misbah
d Zâdu'l-Mesir fî Ilaci'l-Bevâsir
16 Atufî
a Hifzu'l-Ebdân
b Ravzu'l-Insan fî Tedabir-i Sihhati'l-Ebdân
17 Ilyas b Isa Müfredât
18 Nidaî
a Baytarnâme
b Manzume-i Tib
c Menafi'n-Nâs
d Tababet-i Beseriye ve Baytariyye
19 Hekim Dotor Asay-i Pirân
20 Takiyüddin Sirazî Enisu'l-Etibba fi't-Tib
21 Mehmed Efendi Menbau'l-Hayat
22 Davud Antakî
a Bugyetu'l-Muhtac
b ed-Durretu'l-Muntahab
c Elfiye fi't-Tib
d Letaifu'l-Minhac
e Mecmau'l-Menafii'l-Bedeniyye
Riyâziye:






Kâtip Çelebi'ye göre "Riyâziye" hendese (geometri), hey'et (astronomi), hesab (matematik) ve musikî dallarina verilen müsterek bir tabirdir Günümüzde, bu ilimlerin her biri müstakil birer brans olarak varliklarini sürdürmektedirler Bu bakimdan biz riyâziye bahsinde sadece aritmatik, geometri ve cebir gibi sayi ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen matematik ilminden bahsetmek istiyoruz
Osmanli Devleti'nin kurulusu ile beraber, ahenkli bir sekilde tesis edilen ilmî müesseseler arasinda Iznik ve Bursa medreseleri ilk sirayi alirlar Bu ilk Osmanli medreselerinde fikih denilen Islâm hukuku ile kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi anlasilmaktadir Adivar, su ifadelerle konuya bir açiklik getirmek ister: "Bu ilk medreselerde ne okutuldugunu açik bir sekilde bilmek pek faydali olabilirdi Fakat bu hususta kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, o vakitler hemen bütün ilim kitaplari Arapça yazilmis oldugundan, medreseler programinda bu dilin önemli bir yer tuttugu muhakkak olup, fikih ve kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve matematigin de tamamiyle ihmal edilmedigi kestirilebilir" Muhtemelen, Adivar'in bu görüsünü oldugu gibi benimseyen ve buna ilavelerde de bulunan Sehabettin Tekindag da konu ile ilgili olarak sunlari yazar: "Bununla beraber diger Anadolu medreselerinde oldugu gibi fikih ve kelâm yaninda, aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi kestirilebilir Nitekim Bursa'da dogan Türk riyazeci ve astronomu Kadizâde-i Rumî, Semerkand'a giderek Semerkand Rasathanesi müdürlügüne ve Semerkand Medresesi reisligine getirildi" O, Iznik'teki Orhan Gazi Medresesi'nden bahsederken de asagidaki bilgileri vermek suretiyle bu dönemde aklî ilimlerin ileri bir seviyede olduguna isaret eder: "Ilk Osmanli Medresesi, Iznik'te Orhan gazi tarafindan kurulan ve Iznik Orhaniyesi adini alan medresedir Orhan Gazi, gerekli vakiflarini yaptigi Iznik Orhaniyesi'nin müderrisligine naklî (ulûm-i ser'iyye) ve aklî (hikmet-i ameliye - hikmet-i nazariye) ilimlerde mütehassis bir bilgin olan Kayseri'li Serafeddin Davud (öl 1350)'u getirdi"
Daha önce de kisaca temas edildigi gibi, gerek Osmanli, gerekse daha önceki medreselerde riyâziye dersleri okutuluyordu Hele dönemimiz itibariyle bizi ilgilendiren XV ve XVI asirlarda riyâziyat denilen ilimlerde epey mesafe katedilmisti Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in kurdugu "Semâniye Medreseleri"nin en alt seviyesi olan "Hasiye-i Tecrid" bölümünde muhtasarat denilen Sarf, Nahiv, Hesap, Hendese ve Hey'et gibi ilimlerin tahsili, Osmanlilarda müsbet ilme verilen degeri göstermektedir Devrinin üniversitesi sayilan Sahn-i Semân'in muhtelif siniflarinda kelâm, fikih, hadis ve tefsir gibi dinî ilimlerin yaninda, matematik, astronomi ve geometri derslerinin de okutuldugu ve buradan kadi, müderris ve tabiblerin yanisira mühendislerin de yetistigi, okutulan derslerden anlasilmaktadir Kanunî Sultan Süleyman döneminde gerek okutulan dersler, gerekse müstakil fakülte diyebilecegimiz tip ve riyâziye medreselerinin açildigi görülür Konuyu daha fazla uzatmamak için Osmanli diyarinda XV ve XVI asirlarda yetiserek günümüze eser birakmis olan bazi riyâziyecilerin isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz Böylece bu dönemde adi geçen sahada da Osmanli dünyasinin nasil bir gayret içinde oldugunu görmüs olacagiz
Riyâzeci Eseri
1 Ali b Hibetullah (öl 1402) Hulâsatü'l-Minhac fî Ilmi'l-Hisâb
Kadizâde-i Rûmî
a Muhtasar fi'l-Hisâb
b Risâle fî Istihraci'l-Ceyb
c Serhu Eskâli't-Tesis
3 Ibrahim b Mehmed el-Halebî Umdetu't-Tullâb fî Ilmi'l-Hisâb
4 Mahmud b Kadi Manyas A'cabu'l-Uccab (son kisim matematik)
5 Fethullah Sirvanî Serhu Eskâli't-Te'sis
6 Molla Lütfi Tez'ifu'l-Mezbâh
7 Haci Atmaca Mecmau'l-Kavaid
8 Alaeddin Ali Fenarî Serhu Tecnis fi'l-Hisâb
9 Hayatî el-Hüseynî Tuhfetu'l-Hisâb
10 Müslihiddin b Sinan Risâle-i Eflatuniyye (Arapça matematik)
11 Muzafferuddin Ali Sirazî Hasiye li Halli Müskilât-i Öklides
12 Matrakçi Nasuh
a Câmiu'l-Kitâb ve Kemâlu'l-Hisâb
b el-Ken'aniyye fi'l-Hisâb
13 Mehmed b Ibrahim Halebî
a Adetu'l-Hâsib ve Umdetu'l-Muhâsib
b Ref'ul-Hicâb an Kavâidi'l-Hisâb
cTezkire (geometri ile ilgili)
14 Yusuf b Kemal Câmiu'l-Hisâb
15 Sa'dî b Halil Miftâhu'l-Müskilât
Görüldügü gibi sadece XV ve XVI asirlarda yetisen ve her biri sahalari ile ilgili eser yazanlardan sadece birkaçina isaret edildi Bu müelliflerin, eserleri sadece bizim siaret ettiklerimiz degildir Fakat konu itibariyle biz sadece alanlari ile ilgili eserleri verdik
Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki, XV ve XVI asirlar, Osmanli dünyasinda, hemen her sahada ilerlemenin kayd edildigi asirlardir Bununla beraber sunu da belirtmemiz gerekir ki, çesitli sebeplerden dolayi (burada buna girmeye gerek duymuyoruz) bu asirlardan sonraki dönemlerde ayni dinamizm devam ettirilememistir Bu da ülkeyi yavas yavas bir inhitata dogru götürmüstür

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.