|
|
Konu Araçları |
üç osmanlı yazarı nobel edebiyat ödülü almıştı |
"Üç Osmanlı Yazarı Nobel Edebiyat Ödülü Almıştı" |
03-12-2008 | #1 |
black_R-O-S-E
|
"Üç Osmanlı Yazarı Nobel Edebiyat Ödülü Almıştı""Üç Osmanlı yazarı Nobel Edebiyat Ödülü almıştı!" Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması geniş yankı uyandırdı Bu ödülü alan ilk Türk olduğu manşetlere kadar çıktı Ancak konunun bir de tarihe ilişkin kısmı var Hem Nobel ödüllerinin, hem de Osmanlı’nın yakın tarihine eğildiğimizde şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşmaktayız Eğer Osmanlı Devleti 19 yüzyıldaki gibi devam etmiş olsaydı, bugün bir değil 4 Nobel’imiz olacaktı Geçen yıl 12 Ekim 2005 günü The Guardian gazetesinde The Sea (Deniz) adlı romanıyla ciddi bir ödül kazanan İngiliz yazar John Banville ile yapılan söyleşi yayınlanmıştı Banville, İrlanda kökenli İngiliz yazar ve sanatçılarının uzun bir listesini yapıyor ve İngiliz edebiyatı içinde bir “Irish” (İrlandalı) damarını vurguluyordu Oradan çağrışım yaptı “Sahi, İngilizler, idarelerindeki millet ve dillerin İngilizce içindeki maceralarını da “İngiliz edebiyatı” kapsamında mütalaa ederken, biz neden Osmanlı için aynısını yapmayalım ki? Diye düşündüm Mesela bir “Boşnak Osmanlı edebiyatı”, bir Gürcü, Arap, Yunan, Sırp, hatta Macar Osmanlı edebiyatı neden olmasın? Bunlar büyük Osmanlı şemsiyesi ve medeniyeti altında yaşadılar ve nefes alıp verdiler Öyleyse, “Osmanlı edebiyatı” terimini de yeniden tartışmaya açmamız gerekmez mi? Osmanlı edebiyatı, yalnızca Osmanlıca, yani Arap harfli Türkçe metinlerden mi oluşuyordu? Hayır: Mesela Karamanlıca neydi? Mübadelede Yunanistan’a giden Karamanlı Türkler Yunan alfabesiyle Türkçe yazmıyorlar mıydı? Yazılan bal gibi Türkçeydi ama harfler Yunan alfabesindendi: O zaman Türk edebiyatı da kapsama alanını genişletmek durumunda Nitekim ilk romanımız kabul edilen Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat”ının tahtına da, bir Osmanlı Ermenisi Hosep Vartan’ın Ermeni harfleriyle ama Türkçe kaleme aldığı 1851 tarihli “Akabi Hikâyesi”ni geçirmemiz gerekiyor Velhasıl Türkçenin sınırları genişliyor, onun ateşinde Osmanlı’nın sınırları genleşiyor Osmanlı’ya bakışımız büyük ölçüde değişiyor Tabii bu durumda Nobel’e bakışımız da değişmek durumunda Osmanlı Devleti’nin, son zamanlarında parsel parsel paylaşıldığını biliyoruz Nihai paylaşma ise Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleşti ve Balkanlardan Kafkaslara, Adriyatik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan bu devletin bünyesinden onlarca devlet, onlarca millet doğdu Bu devlet ve milletler bütün nesillerini bizimki gibi on yılda “yarattıkları”nı iddia etseler bile, kökleri Osmanlı’ya dayanıyordu ve Osmanlı’nın etkilerini, 1980’lere kadar üzerlerinden atamadıkları gibi, bu zengin ve verimli etki sayesinde kazandılar bir kısım başarılarını Bizde bile Mesela Yaşar Kemal’in İnce Memed tipi bile ancak bir Osmanlı şemsiyesi varsa yeşerebilirdi Ne kadar inkâr etmeye çalışırsak çalışalım, Osmanlı’nın üzerimizdeki etkisi, olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte kalıcı olmuştur Bunu iyi bilelim Bu açıdan bakarsak üç Osmanlı kökenli yazarın edebiyat dünyasının bu en büyük ödülüne sahip olduğunu görürüz Bunlar İvo Andriç, Yorgo Seferis ve Elias Canetti'dir İvo Andriç: “Bizim romancımız” 1961 yılında Nobel’le ödüllendirilen İvo Andriç’i bir Osmanlı eseri köprünün yaklaşık 4 asırlık macerasını anlattığı Drina Köprüsü’yle tanıyorsunuz Andriç 10 Ekim 1892’de Travnik’te doğmuş Travnik Bosna’nın en ziyade Osmanlı kokan şehirlerinden birisi “Vezirler şehri” deniliyor, çünkü çok sayıda vezir yetiştirmiş saraya Buram buram Osmanlı kokan bu şehirden bir Sırp yazar çıkıyor ve Vişegrad şehrindeki bir köprüyü anlatarak Nobel Ödülü’nü kazanıyor 1892’de Bosna Avusturya’nın işgalinde bulunuyor ama henüz resmen Osmanlı’ya bağlı Bu bağ, 16 yıl sonra kopacak ve 1908’de Bosna, Avusturya tarafından resmen ilhak olunacaktır Andriç’in ilginç yanı, Boşnak kardeşlerimiz biraz duygusal davranarak onu mahkûm etse de, aslında “bizim romancımız”dır Nitekim 1964 yılında Büyük Doğu dergisine yazdığı “Romancımız İvo Andriç” yazısında Sezai Karakoç bu durumu bütün berraklığıyla vurguluyor, şöyle diyordu: “1961 yılı Nobel Edebiyat Armağanı Osmanlı edebiyatına verilmişti denilebilir Hatta Osmanlı romanına Çüntü: Bu yıl Nobeli alan İvo Andriç, bir Yugoslav yazarı, bir Slav yazarı, hattâ Avrupalı bir yazar olmaktan çok, bir OSMANLI YAZARIDIR Gönüllü olarak Osmanlı tebaası bir yazardır sanki Yalnız romanlarının kahramanlarıyla değil, yalnız romanının “zaman”ıyla değil, yalnız “mekân”ıyla değil, yalnız romanında örülen oluşlar ağıyla değil, batan bir dünyayı [Osmanlı dünyasını – MA] yavaş yavaş ortaya çıkarmayı deneme niyeti ve tarzıyla da, her biri bir yöne giden insan kütleleri içinde, imparatorluğun ağırlık merkezi olan bir bölgenin halkını değerlendirme ve bir medeniyet tarzı olarak sunma, orijinal bir kadro yakalama ve bundan yeni bir estetik kurma farkıyla da Osmanlıdır İvo Andriç” (“Edebiyat Yazıları II”, Diriliş Yayınları, 1986, s 101) Bunları Necip Fazıl’ın dergisinde yazan Karakoç, daha da ileri gider ve Andriç’i Osmanlıların “Homeros”u, eserini de bizim İlyada ve Odise’miz ilan eder Bu eser, Osmanlı çoğulculuğu ve çok yanlılığının içinden yükselen “birlik türküsü”nü çağırmaktadır Velhasıl, İvo Andriç iki açıdan Osmanlıdır Bir: Henüz Osmanlının terinin soğumadığı bir zamanda ve mekânda dünyaya gözlerini açması ve oradan beslenmesi anlamında İki: Eserine bu batmakta olan dünyanın son ışıklarını, veda türküsünü serpiştirdiği anlamda Yani kendisi Osmanlı olabilirdi ama eseri başka telden çalabilirdi ama bunu tercih etmedi Eleştirdiği tarafları olsa bile, o bir Osmanlıydı, Osmanlının zenginlik ve derinliğini başarıyla yansıtarak ünlendi Kendisinden, geçmişinden utanmadan, ona sövmeden, onunla yüzleşti, ondan beslendi ve kazanan o oldu Yorgo Seferis: Nobel’in İzmirlisi 13 Mart 1900’de İzmir’de bir Rum çocuğu dünyaya geldi 14 yaşına kadarki çocukluğu İzmir'de geçti 1914'te ailesi ile birlikte Atina'ya göç etti 1963'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı 1971'de Atina'da öldü Daha İzmir’deyken şiire başladı ve “Yorgo Seferis” adını kullandı Şiirlerine hakim olan hava, vatanından sürgün olmanın acısı ve Akdeniz’e, özellikle doğum yeri olan sevgili İzmir’ine duyduğu derin nostaljidir İzmirli hemşehrisi olan Batı şiirinin babası Homeros’a büyük ilgi duydu ve onun şiirinden ilham aldı İzmir’e geri dönmek istiyordu ama 1922’de İzmir’in yeniden Türklerin eline geçişi, ümitlerini suya düşürdü Kendisini asıl o zaman sürgünde ve yersiz yurtsuz kalmış hissetti Bunun üzerine Paris'te hukuk tahsili yapmış olmasına rağmen diplomasiye geçmeye karar verdi İngiliz Dışişlerinde çalıştı Arnavutluk, Güney Afrika, Mısır, Türkiye (Ankara), Lübnan, Suriye'de elçi müsteşarlığından büyükelçiliğe dek çeşitli kademelerde görev aldı Daha da ilginci, 1959’da Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte bağımsız Kıbrıs’ın önünü açan Londra Antlaşması’nın mimarlarından oldu Seferis’in diplomatik misyonla tayin olduğu ülkelere bakarsanız, eski Osmanlı toprakları etrafında dolaştığını görürsünüz İmparatorluk dağılırken, köklerinden kopan ve savrulan acılı bir nesle mensuptu o Bir anafordu yaşanan; ama bazılarının sandıkları gibi yalnızca “azınlıklar”ın kapıldığı bir anafor değildi Seferis’in memleketine dönüş umutlarını yitirdiği 1924 yılında bir başka Osmanlı, Mehmed Akif, bu defa ana vatanın gövdesinden koparak eski bir Osmanlı toprağı olan Mısır’a savrulacaktı İmparatorluğun sonu ve sürgünlük: Binlerce yetişmiş ruhun evlerinden koparak kendilerine yeni bir yurt aradıkları, ne çare ki, bulamadıkları sürecin iki hazin çığlığı olarak kanat çırpıyor kâinatımızda Elias Canetti: Nobel alan son Osmanlı çocuğu Son “Nobelli Osmanlı” ise belki romanlarını okuduğunuz ama Osmanlı olduğunu bilmediğiniz biri: Elias Canetti 1905’de Bulgaristan’ın Rusçuk şehrinde bir İspanyol Yahudisi (Sefarad) ailesinde doğmuş 6 yaşındayken ailesi Manchester’a göçmüş Burada babasını kaybedince annesi çocuklarını alarak Viyana’ya dönmüş 1994’te ölen Canetti, Nobel Edebiyat Ödülü alan “son Osmanlı” olmuş (1981) Canetti’nin ölümünden sonra yayınlanan hatıraları (The Tongue Set Free adıyla 1999’da basıldı) onun Osmanlı arka planına güçlü ışıklar tutuyor “Kendimi”, diyor yazarımız, “daima Türkiye’den gelmiş gibi hissetmişimdir Sonraları yaşadığım hiçbir şey yoktu ki, Rusçuk’ta onu yaşamamış olayım” Canetti renk körlüğü yaşayan dünyamıza Osmanlı Rusçuk’unun rengarenk havasını yansıtıyor: “Tuna nehri üzerindeki Rusçuk, bir çocuk için harika bir şehirdi ve şayet Rusçuk’un Bulgaristan’da olduğunu söylersem, o günlerin resmini yanlış aksettirmiş olurum (Anlayın canım Yazarımızın dili, o yıllarda iç işlerinde özerk ama resmen Osmanlı’ya bağlı olan Bulgaristan Prensliği’nde doğduğunu söyleyemiyor Bu müthiş renklilik ancak Osmanlı gibi çoğulculuğa kucak açan bir bünyede var olabilirdi demeye getiriyor) Burada en farklı kökenlerden gelmiş insanlar beraberce yaşardı Bir Allah’ın günü yoktu ki, 7-8 dilin konuşulduğunu işitmeyesiniz Genellikle kırsal bölgelerden gelen Bulgarların yanı sıra onlarla aynı mahallede oturan çok sayıda Türk vardı Onun yanında İspanyol Yahudilerinin oturduğu mahalle bulunurdu Rumlar, Arnavutlar, Ermeniler ve Çingeneler de eksik değildi Tuna’nın öbür yakasından Romanyalılar gelirdi; asla unutamayacağım süt annem, Romanyalıydı Bir de şuraya buraya dağılmış Rusları görürdünüz" Batı kriterlerine göre gerçekten de inanılmaz olan bu çeşitlilik, bir çocuğa, 20 yüzyılın sonlarında böyle gülümsüyor ve ona şu unutulmaz sözleri söyletiyordu: “Bu çeşitliliğin mahiyetini gerçek anlamda hiç kavrayamadım ama onun etkileri de hiç bir zaman yakamı bırakmadı” Böylece 20 yüzyılın en “kozmopolit” yazarlarından birisinin Osmanlı Rusçuk’unun çok-kültürlü havasından neleri miras aldığını öğrenmiş oluyoruz Böylece 3 Nobelli ‘yazarımız’ın Osmanlı arka-planlarına bakınca, ödülü kazanmalarını, Osmanlı dünyasının akıl almaz zenginliğine borçlu olduklarını görüyoruz Bir başka şeyi daha: Çocukluklarında hafızalarına içirdikleri Osmanlı “nesîm”ini dünya edebiyatına yansıtmış ve özgünlüklerini o bir daha geri gelmeyecek büyük dünyaya borçlu olduklarını itiraf etmişlerdi
__________________
SenDe biR gaRip oLdun saRhoşmuSun düNya
|
|