Osmanlı'da Bilim |
11-25-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı'da BilimOsmanlıda Bilimin Kökleri "Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir İslam dünyasında 12 yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır Böylece İslam bilim geleneği, 16 yy’da zirveye ulaşmıştır İslam uygarlığının eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur" Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış birdevamı mıdır? Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu”Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde Bu konudaki röportajında Şahin Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?” E İhsanoğlu yanıt veriyor: “Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ” olmadığına; astronomide, matematikte,vs özgün katkılar olduğuna dikkat çekiyorum Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Türkçe’yi gördüler İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi arasında bir duvar bulunmadığı Osmanlılar bilime set çekmediler Batı bilimi ile 16 yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı Kendilerinde olmayanı aldılar Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine yarayanı alıyordu” Medreseler ve Enderun Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi İlk medrese, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu Bunu, başka kentlerdeki medreseler izledi(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118) Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor Şerafettin Turan hocamız, A Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum niteliğine kavuşmuştur Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu kabul edilmektedir" demektedir(Ş Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166) Abbasiler vaktinde,9 yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir İznik Medresesi Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey vaktinde 1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz Medreseler, Selçuklulardan devralınan kurumlardı İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi Öt yandanİznik , Bizans devrinden beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi Sufi ulemadan Antakya’lı Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti Palamas da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu Bu ilk medresenin ilk baş müderrisi de Davud b Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir Bu adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı Muhyiddin ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte) tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını sağladı Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren bir tutumun görülmesidir Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara Alaaddin (öl: 1393?) vaktinde Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu biçin bir kadı atanmasını istedi Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu işi kabul etmedi Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir |
Osmanlı'da Bilim |
11-25-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı'da BilimBursa Medresesi Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa Medresesi’dir Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi Bursa’da,1 Murat döreminde Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı Lala Şahin Paşa da bu ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti Burada okutulan dersler hakında bilgimiz yoktur Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir Fıkıh ve Kelam yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği kestirilebilir Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi 2, s:237) Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir Babasının adı Mahmut’tur Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini göstermiş değerli bir adamdı İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o tarihlerde yani 14 yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti Sonra memlekete döndü Muhyiddin Arabi ’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye intisa irfanen de yetişti Birçok öğrenci yetiştirdi Ününü duyan Orhan Gazi kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı 1350 yılında öldü ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi Bu eser, Hindistan’da da basılmıştır Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750 beyitli büyük kasidesidir Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve Nihayetü’l-beyan vardır Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini (Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir O dönemin önemli kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü Şöhretini duyan Orhan Gazi kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik yaptı Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini (vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir Muhyiddin Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile basılmıştır(Uzunçarşılı, s: 647-48) Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı Medreselerin yüksek bölümü ücretsiz ve yatılıydı Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası (müderris), kadı ya da yönetici oluyordu Medereselerde din ve ahlak bilgileri öğretiliyordu Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15 ve 16 yüzyıllarda doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu Bunlar, İbni Sina, Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu Fakat 16 yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu Enderun Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi Enderun Mektebi, 1 Murat vaktinde kuruldu Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu Birkaç kere açıp kapattılar Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu (O Bilim s:15-16 ve BGüvenç Türk Kimliği, s: 198) Enderun ve İç Oğlanları Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdiGerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdıKüçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi 1635'te Sultan 4 Murat vaktinde oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı Bu odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardıDerecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi nakledilirdi Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı |
Osmanlı'da Bilim |
11-25-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı'da BilimTıp 1Murat ve Yıldırım Bayazid devirleri (1359-1402)'nde tıp konusuna gelince: Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabı Hekim Bereket’in Lübabu’n-Nuhab adlı Arapça eserden yaptığı çeviridir Bu çeviri, 1312-1319 yılları arasında hükümdarlık yapmış olan Aydınoğlu Mehmet Bey adına yapılmıştır Bundan sonra Murat b İshak ’ın 1387 yılında yazdığı Havassu’l -Edviye adlı eseri dikkati çekmektedir Birtakım ilaçların etkileri üzerinde kısaca durulan bu eserin hazırlanmasında, Zeyneddin b İsmail Cürcani ’nin Zahire-i Harezşahi ve İbn Sina’nın ünlü El-Kanun fi’t-Tıb adlı eserlerinden yararlanılmıştır Eserde bazı hastalıkların tedavisinden de kısaca bahsedilmektedir Bu yüzyılda çevirildiği sanılan bir eser de Büveyhi Hükümdarı Alauddevle’ye sunulan, onun özel hekimi Ali b Abbas b El-Mecusi(öl: 994) ‘nin Kamilu’s-Sınaati’t-Tıbbıye adlı eserinin sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi üzerinde duran bölümü ile ülserler, çiçek ve kızamığa dair bölümünün bir çevirisidir Bu çevirinin 14 yy’da yapıldığı anlaşılmaktadır Eserini Türkçe Yazdığı İçin Okurundan Özür Dileyen Tıp Adamı Bu dönemin en tanınmış hekim yazarı ise Hacı Paşa adı ile ünlü Celaleddin Hızır (öl:1413 ya da 1417)'dır Mısır’da okumuştur Öğrenci arkadaşları arasında şair Ahmedi, Şemseddin Fenari bulunduğu gibi, Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin ile bazı derslere birlikte devam ettiği bilinmektedir Ancak yakalandığı bir hastalık yüzünden, öğrenimini tıp alanına yönelterek ünlü bir hekim olmuştur Mısır’da tıp öğrenimini tamamladıktan sonra Kahire’de Mansuriye-Kalavun Hastanesi’ne başhekim atandı Sonra yurduna dönerek Aydınoğlu İsa b Mehmet b Aydın’ın hizmetinde Ayasluğ ve Birgi’de çalıştı Tefsir ve tasavvufa dair de eserleri olan Hacı Paşa’nın tıp konusundaki eerlerini başında Aydınoğlu İsa Bey için 1381'de yazdığı Şifa ül-Eskam ve Deva ül-Alam (Hastalıklara Şifa ve Elemlere Çare) adlı Arapça eseri gelir Eserinde Galenus ve İbn Sina tıbbını temel almakla birlikte, kişisel gözlemlerini de ekler Anlatımı açık seçiktir Gereksiz ayrıntılardan kaçınmıştır Kitap dört “makale”, diğer deyişle dört bölüm halinde hazırlanmıştır Hacı Paşa’nın bundan başka tıp hususunda iki eseri daha vardır Bunlardan biri, Kitabu’t-talim (yazılışı 1369), öteki de Kitabu’s-Sa’ade ve’l-İkbal müretteb ala erbaa Akval adını taşımaktadır Kitabu’t-talim aslında iki kitaba (s: 239) çok benzemektedir İlk kitabından önemli farkı sonuna eklediği hekimlerin kıyafet ve davranışları ile iligili bahsin, ilk kitabında bulunmamasıdır Kitabu’s-Saade’nin de, yakından incelenince, Hacı Paşa’nın ilk eseri Şifa’nın yeni bir bileşimi olduğu anlaşılmaktadır Ancak bu son eser Muntehabu’ş-Şifa (Şifadan Seçmeler) adı ile Türkçe’ye çevrilmiştir İşin ilginç yanı, Hacı Paşa’nın kendisinin Türkçe olarak yazdığı Teshilu’ş-Şifa ’da verilen bilgiler de aslında kendi Arapça ilk eserinde verilen bilgilerin farklı bir çevirisinden ibaret olmasıdır Bu eserin önsözünde Hacı Paşa’nın eserini herkesin anlayabilmesi için Türkçe yazdığı için özür dilemesi ise, üzerinde önemle durulması gereken ilginç bir konudur Onun bu sözleri, bilim dili olarak Arapça dışında başka bir dilin, daha doğru bir deyişle bilginin ana dilinin dahi düşünülmediğini açık bir şekilde göstermektedir 14 yy’ın, eserleri bugüne kalmış olan diğer bir bilgini ise, Şeyh Cemaleddin Aksarayi (Öl: 1388)'dir Eseri Hallu’l- Mucez, İbni Sina’nın Kanun adlı ünlü eserinin İbnu’n-Nefis (1210-1288) tarafından Mucezu’l-kanun adı ile yapılmış olan özetinin bir açıklaması niteliğindedir Bilindiği gibi İbnu’n-Nefis, küçük kan dolaşımını bulan bilgindir Onun bu dolaşımı, ölüler üzerinde inceleme yapmadığı halde akli bir muhakeme ile keşfetmiş olduğu ileri sürülmüşse de, İbnu’n-Nefis’in bu görüşe mutlaka gözlem yapmış olması gerekir 16 yy’da Batı’da küçük dolaşımı açıklayan Miguel Serveto da Villanova (1511-1553) ‘nın İbnu’n-Nefis ’ten haberdan olduğu bugün artık anlaşılmış bulunmaktadır Bu dönemin tanınmış ozanlarından (şairlerinden) Ahmedî (1334?-1413) ‘nin de Tıbba dair mesnevi şeklinde Tervihi’l-Ervah adlı manzum bir eser yazdığı görülüyor Bu eserde ilkin Anatomi ile ilgili kısa fakat düzenli bilgi verilir; sonra da hastalıkların tedavilerinden bahsedilir (15 yy’ın ilk yılında 12 Mayıs 1400'de Bursa’da Yıldırım Bayezıd’ın Daru’t-Tıp adı ile bir hastane açtığını biliyoruz Bu hastanede, usta hekimlerin çırak yetiştirmiş ollaları mümkündür) Bu devrin sonlarına doğru, yani 2 Murat vaktinde yetişmiş ve bize iki eser bırakmış bir hekim yazar da Mukbil-zade Mümin’dir 1437'de yazılmış olan Zahire-i Muradiye, Arapça ve Farsça kitaplardan Türkçe’ye çevrilmiş bir derlemedir Özellikle Zeyneddin b İsmail el-Cürcani (öl: 1135) ‘nin Arapça eseri Zahire-i Harezmşahi’den yararlandığı anlaşılmaktadır Beş “makale” olarak düzenlenmiş olan bu eserde beyin, baş, göz, kulak, burun, mide ve yemek borusu hastalıkları üzerinde durulmaktadır Arapça terimler arasında türkçe terimlerin serbestçe kullanılmış olması, eserin tasnif ve tertibi, bu eserin dikkate değer yanını teşkil etmektedir Eserin en etraflı kısmı göz hastalıklarına aittir ve bu konuyla ve dağlamayla ilgili aletlerin resimleri de vardır Kaynaklarını açıkça belirtmiş olması da yazarın lehine kaydedilmesi gereken bir husustur Onun düşünce namusuna sahip bir yazar olduğunu göstermektedir(s:240) Mukbil-zade’nin ikinci eseri Miftahu’n-Nur ve Hazainu’s-Surur adını taşır Aynı hükümdara sunulmuştur Bu eserde kısavca Anatomi (Teşrih) ve sağlık bilgisi verildikten sonra ayırntılı bir şekilde göz hastalıkları hakkında bilgi verilmektedir Kitabın baş tarafında ayrıca bir hekimin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi verilmektedir Bu dönemde tıp dışındaki konulara ilişkin eserleri pek göremiyoruzYalnızca Ali Hibetullah’ın Hulasatu’l-Minhac fi İlmi’l-Hisab adlı Arapça matematiğe ait bir eserinin bulunduğu biliniyor 1 Mehmet vaktinde ansiklopedik eserlere ilgi gösterilmeye başlandığı anlaşılıyor Bu sırada Rukneddin Ahmet, Zekeriya el-Kazvini (1203-1283)'nin Acaibu’l-Mahlukat ve Garaibu’l-Mevcudat’ını Türkçe’ye çevirmiş ve 1 Mehmet’e sunmuştur Bu eser, 1561'de Sururi tarafından da çevrilmiş;ayrıca çok sayıda özeti yapılmıştır(Yazıcızade Ahmet Bican’ın Acibu’l-Mahlukat’ı da böyle bir özettir) Gözlem ve değerlendirme nitelikleri dolaysıyla “Ortaçağın Herodot’u yahut da Araplar’ın Plinus’u” sayılan Kazvini de Demiri’nin Hayatu’l-Hayvan adlı eserinden pek çok alıntı yapmıştır Öyle anlaşılmaktadır ki dünyanın yuvarlak olduğu düşüncesi bu çeviri ile Osmanlı-Türk eserlerine geçmiş bulunmaktadır Daha çok hayvan ve bitkilerden bahseden bu tih ansiklopedik eserlerin daha sonra da Türkçe’ye çevrilmiş bulunmaları,başta hükümdarlar olmak üzere böyle eserlere gösterilen ilginin bir sonucu olsa gerekir Bu sıralarda Hüsameddin Tokadi, gökkuşağı üzerine küçük bir kitap yazmış,fakat sonunda biraz bilime değinen bu sözleri için “bütün söylediklerim hep, filozofların öğretilerine göredir (mezheb-i hükeme üzeredir) günahtan sakınanlar ve şeriat yolunda gidenler (in), buna inanmamak gerekir” demeyi de ihmal etmemiştir Onun bu sözleri, artık iyece belirmeye başlayan acı gerçeği açıkça ortaya koymaktadır |
Osmanlı'da Bilim |
11-25-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı'da BilimOsmanlılar, Kelam ve Tasavvuf İmam Gazali, Osmanlı ulemasının en çok inecelediği ve tanıdığı İslam düşünürlerinden biridir Gerçekten Gazali’nin tüm eserleri klasik çağda birçok kez kopya edildiği gibi,matbaanın girmesinden sonra da sık sık basılmıştır Günümüzde Gazali, Türkiye’de büyük İslam düşünürlerinden eserleri en çok yayınlananlar arasındadır Hiç kuşkusuz, Gazali Osmanlıları etkileyen tek düşünür değildi Belki en çok etileyen düşünür de değildi (s:59) Daha önce de belirttiğim gibi,Osmanlı düşüncesinde formel bir plüralizm sayesinde çeşitli İslam alimleri birarada incelenmişlerdirFakat Gazali’nin önemi şuradan geliyor: Osmanlı kültür hayatı, Gazali’nin başlattığı Kelam’la Tasavvuf’u uzlaştıran okulun mirasçısı olmuştur Osmanlılarda sufiliğini meşruluğu, hatta Osmanlı sultanlarının birçoğunun bir tarikat mensubu olmaları bu sayede mümkün olmuştur Hiç kuşkusuz Osmanlılarda da zaman zaman sünni katılığı savunan ulema ile, sufilerr arasında tartışmalar, kavgalar çıkmıştır Fakat Osmanlı dünya görüşünde sufilik, hiçbir zaman şiilik, rafizilik, batınılik gibi reddedilen bir doktrin sayılmamıştır Kelam-Tasavvuf uzlaşması Osmanlı zihniyetini oluşturmuştur Osmanlı esprisi eleştirel akla değil, nakilciliğe ve”kalb”e dayanıyordu Aslında İslamda felsefe geleneği,Gazali’den sonra hemen son bulmamıştır İbni Rüşd’ün Gazaliye karşı yazdığı reddiye (Tehafü al-Tehafüt ) İslam düşüncesinin klasikleri arasındadır Fatih Sultan mehmet vaktinde bu tartışma yeniden canlanmış ve bizzat sultanın da isteğiyle felsefe yanlıları ile karşıtları fikirlerini tartışşmışlardır15 yüzyılın en güçlü alimlerinden Hacazade efendi, felsefeye şiddetle karşı çıkmış ve bir “Tehafüt” de(bu kez İbn Rüşd’e karşı) kendisi kaleme almıştır Bundan sonra Osmanlı düşüncesinde felsefe, ancak Fahreddin Razi ve Nasreddin Tusi gibi düşünürlerin eserlerinde nakledildiği ölçüde yaşamıştır Osmanlı esprisinin eleştirel akla fazla yer vermemesi ve sufiliğin kazandığı güç, anlama ve ifade aracı olarak şiirin önemini çok artırmıştır Gerçekten şiir Osmanlı kültüründe bugün ondan anladığımızdan çok farklı ve geniş bir yer işgal ediyordu Osmanlı ulemasının ve hatta sultanlarının büyük bir kısmı aynı zamanda şairdirler Şiirle ve şiirde ifadesini bulan “aşk”la kendilerini tanrıya adıyorlardıŞiirde tasavvuf egemenliği o kadar mutlaktı ki, aslında tasavvufa içten inanmayan yazar ve şairler bile şiirlerinde sufi aşkı dile getirmişlerdir Bununla birlikte Osmanlı tasavvufu tanrrıyla insanı vecd içinden birleşmesine ontolojik değer atfeden “Vahdet-ül Vücud” felsefesini ve “Ene’l Hak” doktrinini kesinlikle reddetmiştir Tanınmış oryantalist EJWGibb, bu yüzyılın başında yayınlanan klasik eserinde, sufiliğin Osmanlı edebiyatında nasıl bir dünya görüşü şeklini aldığını somut olarak anlatır Konunun temsili niteliğini gözönünde bulundurarak, Gibb’in çizdiği tabloyu nakletmenin yararlı olacağını sanıyorum: Mistik şairlerin ifade ettiklerine göre, Tanrı yaratılış dolaysıyla kendini göstermeye karar verince önce ışığından “Nur-u Muhammed” aydınlanmıştı Sonra Tanrı, Nur’a bakmış ve içinden cismani dünyaya çıkartmıştı Daha sonra ilk ruh ve giderek alçalan bir sıralama içinde çeşitli varlıkların ruhları yaratıldı tanrı nihayet, bir kürsü ve büyük bir kalem yarattı ve “Ey kalem yaz!” dedi Ve Kuran’ın ilk ilahi şekli yazıldı Bundan sonra sekiz cennet yaratıldı tanrı daha sonra kökü “kürsü”nün altında, dalları sekiz cennete uzanan büyük bir tuba ağacı yarattı Sekiz cennetten sonra altı deniz, bundan sonra da yedi gök yaratıldı Gibb, Osmanlılarda yaygın “Yaratılış” kuramının şiirdeki ifadesini eserinde daha ayrıntılı olarak veriyor Ancak yazarın da belirttiği gibi “yaradılış” kuramının bu şekli daha çok fazla okumamış kimseler, “avam” arasında yaygındı- Ulema ve mütekallim takımı, özündü pek farklı olmasa da (s: 61) daha nüanslı bir görüş dile getirmişlerdir Osmanlılarda “Kelam” ve “Tefsir” ilimlerine hasredilen binlerce eserde bu görüşler işlenmiştir Taşköprüzade Ahmet Efendi, Mevzuat-ül Ulum ’da(Arapça’dan tercüme ünlü eseri) Kelam ilmini şöyle tanımlıyor: “Bu bir ilimdir ki; anınla iktidar olunur; akaid-i diniye isbatına Bunun mevzu Hakk-ı Teali’nin zat ve sıfatıdır” Osmanlı alimi, Kelam’ın şüpheyi ortadan kaldırmak amacına yöneldiğine dikkati çektikten sonra filozoflara çatar ve ancak inançları sağlam ve her türlü şeri ilmi özümlemiş kimselerin “felsefe” ile uğraşabileceklerini ifade eder Katip Çelebi de eserlerinde Osmanlı tarihinin tanınmış kelamcılarını belirtmiştir Keşf-ül Fünun’da bunların tam bir listesini, Mizan-al Hak’da da en önemlilerini saymıştır İlmin her dalına hakim olan bu büyük bilginler listesinde İmam Gazali, Fahreddin Razi, Kadı Baydavi, Adud al- Din İci, Saadettin Taftazani, Seyid ve Şerif Cürcani ve Calleddin Davvani gibi kimselerdir Bu alimler kronolojik sıra içinde,11 yy’lla 15 yy arasında yaşamışlar ve daha çok birbirlerini tefsir ederek İslam dünya görüşünü akideler halinde özetleyen temel eserler vermişlerdir 15 yy’dan itibaren bayrağı Osmanlı alimleri almış ve 17 yy’da Katip Çelebi’nin Keşf-ül Fünun ’da ifadesini bulan bir bilgi birikim başlamıştır Osmanlı düşüncesinin skolastik niteliğini daha önce degalerca belirttim Bu yüzden yukarıdaki şahşiyetlerin az çok birbiren benzeyen eserlerini ve bunların tefsirlerini ayrı ayrı ele almkta büyük yarar yoktur Bu eserler, 17 yy’dan itibaren çağdışı olmaya başlamışlardır Bununla birlikte Osmanlı düşün hayatında 19 yy sonuna dek bu düşünce tarzı egemen olmuştur |
Osmanlı'da Bilim |
11-25-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı'da BilimFatih ve Bilim Osmanlı Devleti,Fatih ile birlikte gerçekten büyük bir imparatorluk kimliğine kavuşmuşturFatih Sultan Mehmet de bir imparatorluk bilincine ve kültürüne sahip bir padişahtır “Devletin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına (1451) kadar geçen 150 yıllık bir dönemde, müsbet bilimlerin Osmanlı Türkleri arasında özel bir yere sahip bulunmadığı, buna karşılık kelam, mantık ve fıkıhın Selçuklu Medreseleri’nde olduğu gibi okutulmaya devam edildiği görülmektedir Müsbet bilimler alanında matematik ve astronomide Kadızade-i Rumi ile tıpta Hacı Paşa anılmaya değer eserler bırakmışlardır Fatih ile birlikte müspet bilimlerin değilse bile felsefi ve bilimsel düşünüşün geliştiğine şahit oluyoruz Çocukluğunda okumak ve yazmaktan pek hoşlanmadığı bilinen Fatih’in, hükümdar olarak döneminin en büyük bilim koruyucularından biri olduğu görülmektedir(A Adıvar, OTİ s:31) Ayrıca yaşadığı sürece bilim ve felsefeye ilgi göstermiş, boş zamanlarında bilginlerle tartışmaktan zevk duymuştur Devrinin tarihini yazmış olan Kritovulos’göre “padişah (Fatih) Yunanca’dan Arahpça’ya çevrilmiş olan Felsefe eserlerin okur ve yüce katında bulunan bilginlerle bunlar üzerinde konuşur, özellikle Aristo felsefesi ve daha çok Stoik felsefe ile meşgul olurdu” Ayrıca Plutarkhos’un Ünlü Kişilerin Hayatı adlı eserinin Fatih’in emriyle Türkçeye çevrilmiş olduğuna dair rivayet vardır Yine bir rivayete göre Fatih’in emriyle GM Angiolello’nun Uzun hasan’ın hayatı hakkındaki eseri de Türkçe’ye çevrilmiştir Onun emriyle Türkçe’ye çevrilen ve bir nüshası Ayasofya Kitaplığında bulunan önemli bir eser de Ptolemaios yani Batlamyus’un Coğrafya’sıdır Fatih’in bu eseri 1461'de Trabzon Rum İmparatoru ile birlikte kendisine esir düşmüş olan ünlü filozof, filolog ve ilahıyatçı Gorgios Amirutzes ile birlikte incelemiştir Bu eserle birlikte biri dünya haritası olmak üzere 63 de harita vardır Fatih, 1465 yazında bu eserle ciddi bir şekilde ilgilenmiş, Amirutzes’e Arapça’ya çevrimesini emretmiştir Bugün Ayasofya Kitaplığı’nda bulunan iki nüshadah biri, sözü edilen eserin Yunanca’dan Fatih’in emriyle Arapça’ya yapılan çevirisini,öteki de Ptolemaios’un haritalarını içine almaktadır Bu vesile ile Fatih’in Saray Kitaplığı’nda, içlerinde sözü edilenler dışında Aristoteles, Homeros ve Hesiodos, Diogenes Laertios’un bazı eserlerinin re bulunduğu,İslam dilleri dışında 587 eser bumlunduğunu belirtmemiz, bu konUda bir fikir vermeye yetecektir İşte Fatih, Amirutzes ve oğlundan başka batılı bazı bilgin ve sanatçıları da etrafında toplamış bulunuyordu Bunlardan biri arkeoloji meraklısı Anconalı Cyriacus idi Cyriacus 1452-54 yılları arasında Fatih’in sarayında bulunmuştur Bu kişi İstanbul’a onunla birlikte girmiştir Fatih, Roma tarihi ve bazı başka tarihleri Cyriacus’okutmakta idi (Türkiye Tarihi 2 s:242) Öte yandan,Venedikli ressam Gentile Bellini ’nin 1479-80 yıllarında İstanbul’a gelerek sarayda yaşayıp Fatih’in resimlerini ve bu arada başka bazı resimler yaptığı bilinmektedir Bellini’nin yaptığı Fatih’in resmi, bugün Londra’da National Gallery’de bulunuyor Ayrıca Fatih’in,Venedik Cumhuriyetinden Veronalı ressam ve madalyacı Matteo di Patsi ’yi istediği ve bu isteğin hemen yerine getirildiği de bilinmektedir Ancak Paris Milli Kitaplığındaki, üzerinde Fatih’in resmi bulunan gümüş madalyayı onun yaptığını belgelemek güç görünmektedir Bu vesile ile belirtmemiz gereken bir nokta da Fatih’in gençliğinden beri din ve metafizik konularına gösterdiği ilgidir Bir örnek olmak üzere Hurufi tarikatı dervişlerine karşı gösterdiği ilgi üzerinde durulabilir Bazı Hurufi dervişlerinin padişahın iltifatına mazhar olarak sarayda oturmaya başlamaları üzerine Sadrazam Mahmut Paşa 1474'te durumu Edirne Müftüsü ve Üçşerefeli cami müderrisi Fahreddin Acemi’ye anlatmış ve padişahı Hurifiliğe olan eğiliminden kurtarmak için bir çare bulunmasını rica etmişti Müftü,ilkin onlarla tartışmış, sonra da verdiği bir vaazın arkasından saraydan zorla çıkartarak onları diri diri yaktırmıştır Öte yandan Fatih’in metafizik meselelerin tartışılmasından da hoşlandığı anlaşılmaktadır Zamanın iki büyük bilgini Hocazade ile Molla Zeyrek, Tevhid konusunu padişahın huzurunda tam altı gün tartışmışlardır Fatih, İstanbul’un alınmasından sonra Hıristiyanlıkla da ilgilenmiştir Fetih sırasında İstanbul patriği bulunan ve Latin kilisesine karşı düşünceleri ile tanınan Gennadios ile Hıristiyan inançları tartışmaya girişmiş, Hıristiyanlık inançlarının açıkça ve cesaretle anlatılmasını ve bu anlatılanların yazıya dökülmesini istemiştir Yazılanları daha sonra Kareferya kadısı Molla Ahmet Türkçe’ye çevirmiş ve bu metni bilindiği üzere Ebuzziya Tevfik ve Dr Aurel Decei yayımlamışlardır Bütün bu görüşleri özetlemek gerekirse Fatih’i bir Rönesans hükümdarı gibi görmek biraz abartmak sayılabilirse de onun döneminde Osmanlı düşüncesinin Batı kültürü ile serbest bir şekilde temasa geldiği, daha sonraki dönemde bunun kösteklendiği bir gerçektir |
|