İstasyon Günceleri - 11320 Sefer Sayılı Yalnızlık |
10-09-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İstasyon Günceleri - 11320 Sefer Sayılı Yalnızlık11320 Sefer sayılı Meram Express'i bir gidişi fısıldıyor zamanın kulağına Yolcular sayrık adımlarla ağlıyor her peronda Vagonlar kıyam gününün yalnızlığında Mahşer-i Kübrâ budur olsa olsa Bir diriliş gerek şimdi zamana Bir diriliş, yokluğa yolculara Bir ümminin kaleminden düşen ilk harf tadında Bir diriliş gerek fecrin bağrında! Eskitilmiş zamanların küf kokulu rüyaları! Uyanın bu asırlık yalnızlıktan… Uyan şehirli çocukların tırnak diplerindeki acıdan, dilimdeki tüyü bitmemiş yalnızlıktan… Ve uyanın direnişin tamda alnının ortasından! Bir diriliş gerek şimdi bu rüyaya… Bitebilmek hatrına! Ve bir düdük… Ve bir çığlık… Uyuyan güzel uykularından uyandı zaman… Masallardan bitti “sonu olmayan!”… Ve yüz yıllık sıfatından soyundu “kalan!”… Ve o anda, aynı istasyonun dokuzuncu peronunda, avuçlarını vedalara asmış bir kız, omzunda bir bavul yükü yara ve meleklerin unuttuğu günahlarıyla, nasılda yakışmıyordu bu kalabalığa… Nasılda eğreti duruyordu gidişi her masalda!!! Bir avuç arıyordu oysa bakışlarına, gidişine asılı kalacak yalnızca… Bir avuç arıyordu, sıradan olmak adına… Ve çokta zor olmuyordu bulamamanın huzurunu okumak, yanaklarının esmer utangaçlığında… Gözlerinden yorgun bir yolcuydu o… Omuz başlarında bir yangın, acıyordu attığı her adım… Ve acıyordu her adımda, masumluğu umutlarının… Öyle ya… Kirpiklerini çaldırmış adamların, ayakları altında titreyen saltanata imreniyordu yalnızca… Birde saçlarını tren raylarında uykuda unutmuş kızların, ömürlerinden çaldıkları adımlarına… Dipsizliğinde kuyuların, unutulmuş mavi gömlekli aşklara… Sırtlarında hiç açılmayan, yaması yırtık yaraya… Solgun bir bakışla… Ve kırık kanadıyla yollarla yarışan kırlangıcın, gidişlerini yoran umuda en çokta… Öykünüyordu işte unutulası ne varsa… Ve biliyordu ki; “yaşanmak” için değil, “yazılmak” için vardı yalnızca… || Ve bir düdük… Ve bir çığlık… Gözleri yorgun o yolcu, gözlerimde duruldu… Dilimde kanlı yarınlar dirildi… Yasak bir rüyaydı “gitmek”, satırlarımda irkildi! Haydarpaşa’da yorgun bir ölü, gri bir rüyaya gözlerini diriltti! Gidiyorum… “Kahraman” olmak adına değil, “kalan” olmak hatrına… Nefes alma zorunluluğumun bilincini, istasyon kalabalığında kaybetmek uğruna… Şehirler dolusu kimsesiz kalmak adına… Yıllanmış sevdaların, beklenileni olamayışımın huzuruyla… Dönüşüme hiçbir şiir yazılmamasının rahatlığıyla… Gidiyorum işte… Öyle kırgın… Öyle yorgun… Öyle sessiz… Nedensiz… Ve sebepsiz Öyle kimsesiz… Gidiyorum işte… Bir çocuk uyanıyor içimde… Kirpikleri raylara sıkışmış, ağlıyor… “Kirpiklerini çaldıran adam”, işte tamda o anda, gözlerimde gülümsüyor!!! ||| Çığlığı yutulmuş şehirlerden geçiyorum… Kulağımda yırtıcı yalnızlığı şarkıların… “Ne çok üşümüşüm” diyorum… “Hiç duyamadıklarım, ne çok titretmiş fikrimi!” Şehirlerden geçiyorum… Üşümeyi unutmuş şehirlerden… Öyle ılık gülümsüyor ki minareler; serçe parmağım aşka küsüyor… Serçe parmağım hep üşüyor! Üşüdükçe yanacağına, silikleşiyor içim… Buz tutuyor zihnim… Kimliksizliğimi ihbara yeltenen şarkıları yokluyor bilincim… “Haydi kalbim” diyor Oğuz Boran… Şehirler ağlıyor sesinde… Yırtılıyor karanlığı gecenin… Yolculuk başlıyor “gitmek” denene… Kırgın bir tebessüm oluyor sözler, ayaklanıyor içimde… “Haydi kalbim” dediğinde; yetmiyor yollar gidişime… Öyle ağlıyorum ki şarkıyı; yetişemiyor şehirler gözlerime… Bir ses ki içimde; yorgun düşüyor “gitmek” bile… Bir şarkı sonrası… Söğütlü Çeşme istasyonu burası… Az ileride raylara bakıp, geçmişini ağlayan bir adam… Gözlerinde “yalnızlığa serenat” yakılan… Bakışlarından d/inliyorum şarkıyı: “Cehenneme hüküm giydik/büsbütün yalnız!” diyor, yanmış kirpikleri… Ve ekliyor donmuş nefesi: “Hangi şehir alır bizi basar bağrına/hangi yalan avutabilir yüreklerimizi?” … Küskün bakıyorum istasyonlara… Kırgın geçiyorum şehirleri… Gidiyorum… Adını bilmediğim bir istasyonda, gözüm takılıyor bir ara, yaşlıca bir çocuğa… Üstü başı yorgun… Soluğu durgun… Hasta bakışları… Yinede gülümsüyor yarınları… Gülümsüyor umutları… Kulağımda yorgun sesiyle Ahmet Kaya’yı duyuyorum galiba… Yıllar sonrasının kırıklığını, ıslak sesiyle şimdi fısıldıyor kulaklarıma: “Penceresiz kaldım anne/uçurtmam tellere takıldı/hani benim gençliğim nerde?” Yitiyor bütün umutlar, bir çocuğun ağlayamayışında… Yitiyor yarınlar, henüz yazılmamış şarkılarla… Bitiyor aşk, bitiyor kavga… Tam o sırada… Yeni bir istasyon… Ve yeni bir şarkı diriliyor kulaklarımda… “Sende mi dostum?” diyor Efkan Şeşen… “Sende mi dostum?” … Gözlerinden trenler geçen kız gülümsüyor camda… “Buradayım” diyor… “Hiç gitmedin uzağıma!” … Yıllanmış bir dost, yeniden doğuyor şarkının her notasında: “Seninle dostum seninle/nice engeller aştık/şu yalan denizinde/doğrularla dolaştık…” Gülümsüyorum… İki dağın arasında kalmış bir kayaya benziyor gülüşüm… Neden güldüğümü unutsam da, bazen gülümsüyorum İşte o zaman, istasyonların az ilerisindeki mezar taşlarından, yada bir banliyönün gururlu kaldırımlarından, ölüler yağıyor gökyüzüne… Karanlığın yaraları parlıyor birden… Düşüyorlar sağa sola… Böyle olduğunda dilek tutmalıymış galiba… Ölüler gökyüzüne yağdığında ve bütün aydınlıkların ayağı kaydığında, neyi dilersen olurmuş o anda… Bunca ölünün uykusunun kaçtığı bir karanlıkta ve bunca nefesin dirildiği bir zamanda, adını söyleyemedim bağışla!!! Gözlerimde şarkı söyleyen bir korku, dilimde dans eden bir kabus var, hadi ağlasana!!! Gökyüzü de korkuyor sakın inanma! Ve dayanma yıldızlara, kayacaklar sonunda! Dileğin olmayacak, inancını bağışlama kör karanlıklara! Bir rüya bul, sığın ve ağla! Sıkışmasın parmakların raylara… Bekletme ölümü avuçlarında… Kirpiklerim yolların, düşmez dudaklarına! Sen yalnızca ağla! Her hakkın mahfuz olsun… Adında… Sen yalnızca, uzaklara baktığımda gör beni ve ağla!!! Bu yolculuk sesimi intihara, nefesimi darağacına… Ve yolcu kalmasın kirpiklerine, ellerimden başka!!! Fatıma Arslaner yirmialtıkasımikibinsekiz 05:21 Meram Expressi Ama kimse yok yalnızım! |
|