|
|
Konu Araçları |
başkalarını, düşünenleraltruizm, insankendinden, toplumda, önce |
Toplumda İnsan-Kendinden Önce Başkalarını Düşünenler(Altruizm) |
10-14-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Toplumda İnsan-Kendinden Önce Başkalarını Düşünenler(Altruizm)KENDİSİNDEN ÖNCE BAŞKALARINI DÜŞÜNENLER (ALTRUİZM) Hepimiz Darwin'in doğal seçilim kuramını biliyoruz Kurama göre doğaya en iyi uyumu sağlayan organizmanın hayatta kalma olasılığı ya da doğal seçilim yoluyla genlerini bir sonraki kuşağa aktarabilme yetisi daha yüksek oluyor Yüzeysel olarak düşünecek olursak, başkaları için kendinden fedakârlık yapma davranışı doğal seçilim fikrine ters düşüyor gibi görünüyor Çünkü diğerleri için kendinden ödün veren bir organizma, bir bakıma hayatta kalma şansından da ödün vermiş oluyor Bu nedenle de beklentimiz kendini feda etme davranışının evrimsel yok oluşu doğrultusunda olsa da, niçin halen kuvvetle varlık sürdürebildiği akıllarda soru işareti uyandırıyor İşte, yıllarca altruistik davranışın temellerini sorgulayan biyolog ve psikologların ortaya koydukları açıklamalar zihnimizde oluşan bu soru işaretlerinin yanıtı oluyor Altruizm kişiye maddi ya da manevi bir yük getirmesine rağmen diğerleri için gönüllü yardımlarda bulunması anlamına geliyor Kendinden bir şeyler feda ederek diğerlerine yardımlarda bulunma davranışı içeriğinde genellikle empati barındırıyor Empati, diğerlerinin duygularını anlayabilme ve olaylara onların penceresinden bakabilme anlamı taşıyor Daha açık ifade edecek olursak, yardıma ihtiyacı bulunan kişilerin hissettiklerini anlayabilen ve kendisini onların yerine koyabilen birey, büyük yüklerin altına girme pahasına bile olsa onlara yardım etmeye devam ediyor Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz Anne-çocuk ilişkisinde annenin yaptığı fedakârlıklar da altruistik davranış şekli olarak görülebiliyor "Yemeyip yediren, giymeyip giydiren" anne, zamanının ve kaynaklarının birçoğunu çocuğu için harcıyor Tam bu noktada evrimsel psikologlar, bireylerin kendi hayatta kalımlarından çok genlerinin hayatta kalımı için savaşım verdiklerini hatırlatıyorlar Her ne kadar bilinçli olarak böyle bir düşüncenin farkında olmasak da, aslında her şeyi genlerimizi hayatta tutabilmek için yapıyoruz! Bahsettiğimiz bu güdünün terimsel karşılığı akraba seçilimi Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz Öyleyse evrimsel pencereden bakılınca kendini feda etme davranışının gen ortaklığının fazla olduğu yakın akrabalara yönelik olması bekleniyor Ancak bazı durumlarda yakın kan bağımızın olmadığı kişiler için de büyük fedakârlıklar yapabiliyoruz Bilim insanları bu davranışıysa karşılıklı altruizm olarak değerlendiriyorlar Birey diğerine yardımcı olurken, bir zaman içinde kendisinin de ondan yardım göreceğini umuyor Arkadaşlıkların çoğunda yapılan fedakârlıklara karşılık bekleniyor Karşılıklı altruizm için okul arkadaşlıklarını örnek verebiliriz Oyun saatinden ödün verip tüm gece çalışarak aaaaini tamamlayan bir çocuk bunu bir diğer arkadaşıyla paylaşırken mutlaka ki ileride kendisi de benzer bir yardım görme beklentisi içinde oluyor Kimler Daha Yardımsever? Hepimiz farkındayız ki bazı kişiler diğerlerine göre daha yardımsever oluyor Bunun nedenlerini araştıran bilim insanları yardımseverlikle ilişkili karakter özelliklerini açığa çıkarmaya çalışıyorlar Buna dair öne sürülen kuramlardan biriyse kişisel normlara gönderme yapıyor Norm "standart model" olarak benimsenen anlamına geliyor Kişisel normlarsa kişisel değerlerimizi oluşturuyor Eğer ki yardımseverlik kendi normlarımızda değerli bir yere sahipse, bu davranış öz tatmin sağlıyor Daha açık ifade etmemiz gerekirse, böyle kişiler için yardımseverlik aslında bir şekilde yardım eden kişinin kendi kendini tatminiyle de ilişkili bir davranış şeklini alıyor Trafik kazaları sonrasında gönüllü ilk yardım yapanlar üzerinde yürütülen bir çalışmada yardım eden kişilerin sosyal sorumluluk duygularının daha yüksek olduğu saptanmış ŞİDDET DOĞAYA AİT BİR SALDIRGANLIK DEĞİL "Yılın en iyi basın fotoğrafı ödülü (1996 / Francesco Zizola ) - Angola'daki iç savaşta öldürülen ve şok içinde yaşayan küçük çocuklar" Yıllardır tanık olduğumuz sıcak gündemler uluslararası barış düşüncesini her geçen gün biraz daha derinlerine gömüyor hayallerimizin Savaş mağduru gözlerden akan her gözyaşı ister istemez aynı soruyu getiriyor akıllarımıza: "Böylesi bir nefret ve saldırganlık insan doğasının bir parçası olabilir mi?" Evrildiği süreç içerisinde üst düzey bilişsel yetiler kazanan insanoğlunu, bu yetileri öldürmeye programlanmış teknolojik silahlar ve bombalar üretmeye iten güç doğadaki biricik amaç olan hayatta kalma çabasını aşıyor gibi Böylesi bir hırsın nedenlerine inebilmek, insanın nefret ve saldırganlığını anlayabilmek kolay değil Zira insanın biyolojik ve psikolojik sistemlerinin etkileşimli karmaşıklığı bu konuda da set örüyor kuramların önüne Hormonların, güdülerin, dürtülerin, deneyimlerin, sosyal koşullanmaların, bilişsel işleyişlerin doğurduğu bir etkileşim sözünü ettiğimiz Kimi zaman en güçlü aşk ve sevgiye, kimi zamansa vahşetle noktalanan nefret ve saldırganlığa salık verebilen güçlü bir etkileşim Gruplaşma ve "taraf" oluşumu İnsanı anlayabilmek, ona dair bir soruya yanıt verebilmek için öncelikle insanın dünyayı nasıl algıladığını ve anlamaya çalıştığını incelemek gerekiyor kuşkusuz Dış dünyanın insan zihnindeki temsilinin nasıl olduğu sorusuysa bizi binlerce yıllık bir felsefe birikimine, daha sonrasındaysa yarım asrı aşan deneysel psikoloji tarihine çağırıyor Bu geniş bilgi dağarcığı ve bulgular öyle gösteriyor ki dış dünyayı, nesneleri belli sınıf ve gruplara yerleştirerek algılıyoruz Bu nedenle de yeni bir nesne örneğiyle karşılaştığımızda, onu anlamamız ve algılamamız belli bir süre alıyor; ta ki onu da bir gruba dâhil edene dek İşte, kendi sosyal kimliğimizi ve diğerlerini de zihnimizde gruplandırmalar yaparak anlamlandırıyoruz İnsanın doğasında dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi çok güçlü Doğamızda dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi öyle güçlü ki, bilim dünyası yıllarca bunun biyolojik bir gereksinim olup olmadığını tartışageliyor 1970'lerde ise, Tajfel ve Turner önyargılara dair literatürdeki en güçlü kuramlardan birini ortaya atıyor: "Sosyal Kimlik Kuramı" Bu kuram, insanların belli gruplara dâhil olarak öz güvenlerini yüksek tuttuklarını, diğer gruplara karşı ise önyargılar geliştirdiklerini savunuyor Kuramın 3 çekirdek düşüncesi: Gruplandırma, kimlik belirleme ve sosyal karşılaştırma Gruplandırma, din, ırk, kültür, dil gibi sosyal yapı öğeleri üzerinden yapılabileceği gibi, göz rengi, boy uzunluğu gibi tamamen fiziksel özellikler temel alınarak da gerçekleştirilebiliyor Kişiler, yaptıkları gruplandırmalar çerçevesinde kendilerini bir grubun üyesi olarak algılamaya başladıktan sonra ise bu grubun içinde kendilerine kişisel ve sosyal bir kimlik belirliyorlar Ait oldukları grupla özdeşleşecek davranışlarda bulunup, o grubun fikirlerini benimsiyorlar Örneğin, fanatik bir futbol takımı taraftarı tuttuğu takımın kazandığı her maçı kendi başarısı gibi benimseyebiliyor Son aşama ise sosyal karşılaştırma Gruplar, kendilerini diğer gruplarla karşılaştırdıklarında, olumlu özelliklerini ön plana çıkaracak alanlara yoğunlaşıp, öz güvenlerini arttırıyorlar Sosyal statü açısından daha düşük gruplar ise kendilerinden daha iyi durumdaki gruplarla aralarındaki açığı olduğundan küçük algılıyorlar "Biz" ve "onlar" ayrımındaki tutumlarımız için çok basit bir örnek verelim: İçinde bulunduğumuz gruptan biri gözlük takıyorsa onun zeki ve çok okuyan biri olduğunu düşünebiliriz; karşı gruptan gözlüklü bir başkasını ise "çirkin" olarak yorumlayabiliriz İşte, nefrete, kavgalara ve savaşlara giden yolda atılan ilk adımlar diyebiliriz bu gruplaşmalara "Biz" ve "onlar" ayrımından bahseden bu kuram, önyargıların oluşumunu kişilerin farklı sosyal kimlikler içinde sınıflanarak "taraflı" algılar geliştirmelerine bağlıyor Saldırganlık, gerçekten de insan doğasına ait bir vazgeçilmez mi? Çatışmaların taraflarını belirleyen grup oluşumlarına dair "Sosyal Kimlik Kuramı"na kısaca bir göz attıktan sonra, konu başlığımızın belki de en can alıcı noktasına geliyoruz: "Saldırganlık" Saldırganlık, karşı taraftan herhangi bir kışkırtma görmeksizin ilk saldırı hamlesini gerçekleştirme olarak tanımlanıyor Saldırganlığın insan doğasının bir parçası mı, yoksa öğrenilmiş sosyal bir davranış mı olduğuna dair öne sürülen fikirlerse farklı bakış açılarıyla çeşitleniyor İnsandaki saldırganlığı anlamaya yönelik 5 temel yaklaşım bulunuyor Bu yaklaşımlardan ilki, insanları hayvanlar âleminin bir parçası olarak ele alıp saldırganlığın kökenini evrimsel sınıflandırma çalışmaları ışığında arayan etolojik yaklaşım Bu yaklaşımın öncülerinden Konrad Lorenz'e göre saldırganlık, canlıları hayatta tutmaya yönelik bir dürtü En güçlüyü ayakta tutup, genç nesilleri koruyarak türlerin doğadaki dağılım dengesini sağlayan bir kuvvet İçimizde sürekli bir birikim halinde bulunan bu saldırganlık dürtüsü bir şekilde tatmin arıyor Lorenz, doğadaki etobur hayvanların, birbirlerine zarar vermedikleri bir takım ritüel dövüşlerle bu enerjilerini boşaltabildiklerini, insanların ise etobur hayvanlar ailesine ait olmadıklarından söz konusu ritüel dövüşler gibi saldırganlığı bastıran koruma mekanizmalarına sahip olmadıklarını savunuyor Oysa silah teknolojisindeki gelişim, bizleri çelişkiye itiyor: Doğal yönden saldırganlık dürtülerimizi inhibe edecek herhangi bir koruma mekanizmasından yoksun bir durumdayken, elimizde herhangi bir etçilin öldürme gücünden çok daha fazlasını bulunduruyoruz Bu dengesiz durum, bizi kendi türümüzdekilere zarar verme davranışına sürüklüyor Kısacası, doğada türlerin kendilerini korumaları için evrilmiş olan saldırganlık dürtüsü, akıllı beyinlerinin ürettiği silah teknolojisi dolayısıyla insan türünün kendi kendisine zarar vermesine neden olan bir dürtü haline geliyor Lorenz'e yöneltilen en büyük eleştiriyse, saldırganlığı salt bir dürtü olarak ele alıp, sosyal yapıyı göz ardı etmesine dair Çünkü insanları da içine alarak tüm hayvanlar âleminde, ihtiyaçları ve çevreleri arasında köprü görevi gören sosyal bir yapının varlığından söz ediliyor Özellikle de içerdiği şiddet dozu yüksek saldırganlıkların sosyal yapı incelenerek çözümlenebileceği düşünülüyor Saldırganlığın nedenlerini ortaya koymaya yönelik ikinci yaklaşımsa psikoterapisel yaklaşım Psikoterapisel yaklaşım kendi içinde de çeşitlenmeler gösteriyor Sigmund Freud ve Erich Fromm bu yaklaşımda adı geçen önemli temsilcilerden Freud, tüm canlıların birbiriyle yarışan iki temel içgüdü sahibi olduğunu düşünüyor: Yaşam içgüdüsü (Eros) ve ölüm içgüdüsü (Thanatos) Ölüm içgüdüsü canlının kendisini yok ederek hayatın getirdiği rahatsızlıklardan kurtulmasına yönelik çalışıyorken yaşam içgüdüsü, onu koruma görevi üstlenerek ölüm içgüdüsüyle çatışıyor Bu iç çatışma sonucunda yaşam içgüdüsüne yenik düşen ölüm içgüdüsü kendisini dışa yönelik bir saldırganlık, yönetme ve güç sahibi olma arzusu şeklinde yansıtıyor Kısacası Freud'un kuramında saldırganlık, her zaman olumsuz ve zarar verici bir dürtü olarak yer alıyor Davranışlarımızınsa ölüm ve yaşam içgüdüleriyle yönlendirildiğine inanılıyor Freud'un kuramındaki ölüm iç güdüsüne verdiği ad olan "Thanatos", Yunan mitolojisinde ölümün kişileştirilmiş sureti İnsandaki saldırganlığın her zaman zararlı olmayabileceğini vurgulayan Fromm ise, saldırganlığı zararlı ve zararsız olmak üzere iki çeşide ayırarak Freud'dan farklı bir noktaya oturuyor Fromm, canlıların kendilerini korumaya yönelik dürtüsel olarak doğalarında barındırdıkları saldırganlığı zararsız görüyor Ancak karaktere yerleşmiş ve insan arzularının bir sonucu olan saldırganlığın zarar verici boyutlara ulaştığını düşünüyor Böylesi tehlikeli saldırganlıkların öç ya da haz almaya yönelik sadistik (başkaları üzerinde kontrol sahibi olma arzusu) ya da mazoşist (başkalarının egemenliği altına girme arzusu) formlarda görülebileceğine de parmak basıyor Sosyal Yapı ve Kültürün Saldırganlıktaki Payı Saldırganlığı, canlının içinde sürekli birikerek salınıvermesi için tatmin arayan bir akışkana benzeten Lorenz ve Freud'un dürtü kuramlarının göz ardı ettiği sosyal etki, aslında savaşların ardında yatan en büyük etmenlerden biri Saldırganlığın büyük ölçüde sosyal çevredeki koşullanmalar, ödül ve cezalarla öğrenilmiş deneyimlerle tetiklenebileceğine dikkat çeken ve adı Bandura ile anılan "Sosyal Öğrenme Kuramı" saldırganlığa yönelik 3 temel yaklaşım Bu yaklaşımda insanın doğasına ait nefret ve saldırganlık hisleri inkâr edilmiyor olsa da, bu hislerin davranışa dökülmesinde sosyal öğrenmelerin, dolayısıyla da "dış" etmenlerin etkili olduğu savunuluyor Gerek kendi deneyimlerimizden elde ettiğimiz çıkarımlar gerekse televizyon, sinema ya da diğer medya araçlarında gözlemlediklerimiz, şiddet içeren davranışların sonunda ödüllendirildiğini dikte ettiğinde saldırganlık, kendisini sosyal yolla öğrenilmiş bir davranış olarak ister istemez gösteriyor Peki, yaşantısını hedefler belirleyerek ve bu hedeflere ulaşmaya çalışarak düzene koyan insanoğlu, bu yolda başarısızlığa uğrarsa, hayal kırıklığının bedeli ne olur? Yanıt, saldırganlığa dair ortaya atılmış 4 ve son zamanlarda en fazla tartışılagelen kurama götürüyor bizi: "Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı" Yoksun bırakılmışlıklar, eşitsizlikler ve istismarlar özellikle de sosyal statü ve ekonomik gücü düşük gruplardaki şiddetin altında yatan nedenler olarak görülüyor Belli amaçlara ulaşmada güçlük çeken bu gruplar, uğradıkları hayal kırıklığı ve engellenmişlik dolayısıyla şiddet eğilimli hisler beslemeye başlıyorlar Bugün, sosyal servis programlarıyla da işte bu şiddetin kaynağını kurutmaya yönelik sosyal eşitlik ve adalet programları oluşturmak hedefleniyor Gerek Sosyal Öğrenme Kuramı gerekse Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı'nın bağlandığı tek bir düğüm var gibi görünüyor: Kültür Saldırganlığa dair yaklaşımların sonuncusu olan kültürel yaklaşımda bilim adamları, saldırganlığın tıpkı bir dil öğrenilir gibi kültürün içinde yoğrularak öğrenildiğini savunuyor Erkek çocuklara oyuncak tabancalar alınıp, gelecekte karşıt cinsleriyle karşılaştırıldıklarında daha saldırgan bir kişilik geliştirmelerinin tetikleniyor oluşu kültürün bir etkisi olarak ele alınabilir Araştırmacıları bu fikre itense kimi kültürlerde saldırgan davranışların daha fazla görülüp kimilerindeyse şiddet eğilimine daha az rastlanıyor olması Nefret ve şiddet İnsanlık tarihine kısaca göz atacak olursak yıllar süren kanlı din savaşlarına, kültürel hegemoni yarışlarına ve ideoloji çatışmalarına tanık oluyoruz İnsan psikolojisinde çok büyük bir yeri olan "çelişki çözme", uluslararası platformlarda da etkili bir öğe Psikolojik tüm işleyişlerimiz hayatımızdaki çelişkileri çözmeye ve geleceğimizi tahmin edilebilir bir süreğenliğe oturtmaya yönelik çalışıyor Tıpkı algı mekanizmalarımızın da yaptığı gibi; iki ağaçtan küçük olanının daha uzakta olduğunu tahmin ederiz, daha açık renkteki elmanın daha fazla ışık aldığını Tüm bu çıkarımların hizmet ettiği amaç ortaktır: Genellemelere giderek yorumlar yapmak, çevreyi anlamak ve geleceğe dair beklentiler oluşturmak İşte, sosyal, politik ve ekonomik olarak dalgalanmalar yaşayan ve değişen şartlara çok kısa zamanlarda uyum sağlamak zorunda kalan toplumlarda çelişki bir vazgeçilmez oluyor Bu çelişki de huzursuzluk yaratarak saldırganlığa ve şiddete neden oluyor Çünkü çelişkilerle yaşamak insan doğasına aykırı bir durum Norm, değer ve beklentileri sabit toplumlar ise daha düşük şiddet oranlarına sahip oluyor Öyle ya da böyle, şiddet toplumlarda artış göstermeye devam ediyor Dinamikler değiştikçe ve insan, zihnini kullanarak doğaya yabancı teknolojiler üretmeye devam ettikçe, dozu sürekli artan saldırganlıkları ve ardındaki nefreti anlamak da giderek daha zor bir hal alıyor Yukarıda saydığımız tüm kuramlar ise tek tek analiz edilmektense, etkileşimli ve bütünsel bir model içinde daha derin anlamlar kazanıyor |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|