Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #1 |
Şengül Şirin
|
Mezhepler Tarihi HANEFİ MEZHEBİ İmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı Ebû Hanife'nin asıl adı Numân, babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zûta'dır Zûta, Irak ve İran'ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve Kûfe'ye yerleşmiştir O ve oğlu Sâbit Kûfe'de Hz Ali ile görüşmüştürEbû Hanîfe H 80 yılında Kûfe'de doğdu, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi Çünkü Hz Ömer (ö23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kûfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti Hz Ömer Kûfe'ye fasih Arapça konuşan kabîleleri yerleştirmiş ve Abdullah b Mes'ûd (ö 32/652)'a onlara ilim öğretmesi için göndermiş, "kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah'ı size göndermeyi tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkin, I, 16, 17, 20) İbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluşundan Hz Osman'ın halifeliğinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur'ân ve fıkıh öğretmiştir Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir Ayrıca Kûfe'de Sa'd b Ebî Vakkas (ö 55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö 36/656), Selmân-ı Fârisî (ö 36/656), Ammâr b Yâsir (ö34/657), Muğîre b Şu'be (ö 50/670), Ebû Mûsa-Eş'ar, (ö 44/664) gibi seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nşr es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s 191, 192) Bunlar İbn Mes'ûd'a yardımcı oluyorlardı Hz Ali Kûfe'ye geldiğinde buradaki fakihlerin çokluğuna sevinmiş, "Allah, İbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ûd'un öğrencileri bu şehrin kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30) Mısır'a yerleşen sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-İclî, yalnız Kûfe'ye yerleşen sahâbilerin bin beş yüz dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaşan tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Alkame b Kays (ö 62/681), el-Esved b Yezîd (ö 75/694), Şurayh b e1-Hâris (ö 78/697), Mesrûk b el-Ecda' (ö 63/683), Abdurrahmân b Ebî Leylâ (ö 148/765), İbrahim en-Nehâî (ö 96/714), Âmiru'ş-Şa'bi (ö 103/721), Said b Cübeyr (ö 95/714), Hammâd b Ebî Süleyman (ö 120/738) İşte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti Ebû Hanife'nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b Ebî Süleyman vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b Mes'ûd, Hz Ali ve Hz Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır Hz Ömer'in Irak ekolüne etkisi tbn Mes'ûd vasıtasıyla olmuştur Hz Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılara önderlik yapmıştır Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından da zengindi Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduğu için, bu konularda Hicaz'ın hadis malzemesi bütün şehirlerin bilginlerince biliniyordu Çünkü onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardı Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı Sadece Ebû Hanife elli beş kere haccetmişti İmam Buhârî'nin (ö 256/869) hocalarında Affân b Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö 220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne kadar zengin olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip dört ay oturduk İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık Biz yalnız herkesin kabul ettiği hadisleri aldık Çok hadis yazmamıza Şerîk b Abdillâh (ö 177/793) engel oldu Kûfe'de Arapça'sı bozuk ve hadis rivâyetinde gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî, age,I, 35, 36) Affân hakkında, İbnü'l Medinî; "Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o hadisi almazdı"; Ebû Hatîm ise; "imamdır, sikâdır" demiştir Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b Hanbel'in (ö 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiştir Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ı hıfzetti Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi Kûfe, Basra ve bütün Irak'ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini öğrendi Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri arasında temayüz etti Onun ilme yönelmesinde Âmiru'ş-Şa'bî'nin etkisi olmuştur Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiş olan Atâ b Ebî Rabah (ö 115/733) ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö 117/735) gibi tâbiîlerden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir Hocası Hammâd'ın vefâtında Ebû Hanîfe kırk yaşlarında idi Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde ders vermeye başladı Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklıdır Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin oluştuğu anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiği düzenli fıkıh dersleri b) Dışarıdan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular (istiftâ) Hanefi mezhebi istişâre esasına dayandırılmıştır Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaşa ederdi Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiş sayılır ve sıra Ebû Hanife'ye gelirdi O, meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan karar çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle, bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi Bu imlâ vecizeleri daha sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu Bağdâd XI, 307 vd; el-Kevserî age, I, 36 vd) Ebû Hanife'nin bu ilim halkalarında İslâm'ın bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b Hasen eş-Şeybânî'dir (ö189/805) eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini daha sonra Ebû Yusuf'un yanında tamamlamıştır Ebû Hanife, öğrencileri için şöyle demiştir: "İçlerinizde otuz altı tane yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem başkadılık ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb, II, 125) Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir" Zâhiru'r-Rivâye kitapları altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir Bunlar; " el-Asl (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Sağîr", " el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Sağîr", "es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını alırlar Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için bunlara "Mesâil-i usûl"de denilmiştir Zâhiru'r-Rivaye'de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in görüşleri toplanır Devrin özelliği olarak Ebû Hanife fıkıh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır Bu altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit olduğunda şüphe yoktur Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere bile Ebû Hanife'nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir Zâhiru'r-Rivâye kitapları Hâkim eş-Şehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene yeterli görülmüştür el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö 490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basılmıştır Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların rivâyet, nüsha ve şerhleri için bk, Brockelmann, Galş Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Şibay, " Ebû Hanife ", İA, IV, 26, 27) Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, mezhebin teşekkülünde etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir Ebû Yûsuf, mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda bulunmuştur Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında "kâdıu'l-kudât (baş kadı)" olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir el-Kâsânî'nin (ö 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî' adlı eseri son derece sistemli ve değerli bir eserdir Daha sonraki önemli te'lîf ve şerhlerden bazıları da şunlardı el-Merginânî'nin (ö 593/1197) el-Hidvye adlı eseri Bunun başlıca şehrleri İbnü'l-Hümâm'ın (ö 861/1457) Fethu'l-Kadîr, es Siğnakı'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö 786/1384) el-İnâye ve el-Kurlânî'nin (ö VIII/XIV asır) el-Kifâye adlı eserleridir en-Nesefi'nin (ö 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli te'liflerden olup, yine aynı müelif tarafından, el-Nâfı adıyla şerhedilmiştir Diğer önemli şerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö 970/1562) el-Bahru'r-Râik adlı eserlerdir Osmanlılar döneminde yazılan en önemli eserler şunlardır: Molla Hürsev'in (ö 885/1480) ed-Dürer'i ve buna Vankulî (ö 1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan şerhler, el-Halebî'nin (ö 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun Şeyhzâde (ö1078/1667) tarafından te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlı şerhi Timurtâşî'nin (ö1004/1595) Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile el-Haskefî'nin (ö 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına yazılan şerh ve İbn Âbidîn (ö 1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük şerh de önemli eserlerdendir Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiş önemli bir çalışmadır Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakmıştır Mecelle'nin şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin (ö1355/1936) Düraru'l-Hukkâm adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö 1310/1893) Arapça Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir 1875 M tarihinde Mısır adliye nâzın Muhammed Kadri paşa tarafından tedvîn edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlı Hukuk Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû Hanife ictihad ederken takip ettiği usûlü şu şekilde açıklamıştır: "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim Onda bulamazsam Rasûlullah'ın mûtemed alimlerce mâlûm, meşhur sünnetiyle amel ederim Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim kimsenin re'yini alırım Fakat iş, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî, Menâkıb, s 20-21) Ebû Hanife fıkhı; "kişinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü tanımak" diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve kıyas delillerinden birisine bağlar Herhangi fıkhî bir mesele önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır Âyetin İbâre, işâre, iktizâ veya delâletinde bir şey varsa ona bağlı olarak çözülürdü Kur'ân'da bir çözüm bulunmazsa, sünnete başvurulur Ancak Hanefilerin sünnetin Hz Peygamber'e dayanmasını tâyin hususunda özel metotları vardır Bu usûle göre, her an'ane bir sünnet olmayabilir Mütevâtir ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmaması şartıyla kabul eder Meselâ Ebû Hüreyre'nin (ö 58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın" (Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebû Hanife kabul etmez Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi Bu durum hadîsi rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadını bile şüpheli bir duruma sokmaktadır Ebû Hanife'nin âhâd haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Ahâd haber, İslâm hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre değerlendirilir Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle bir haber "şâz" sayılır b) Âhâd haber Kur'ân'ın genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse, haber terkedilerek Kitap'la amel edilir Burada da iki delilden daha kuvvetli olanı tercih vardır Çünkü Kur'ân'ın sübûtu kat'îdir Ebû Hanîfe'ye göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine aykırı olmaksızın, onun mücmel'ini beyan ederse, bu haber kabul edilir Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmına gelmez c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık kabul edilmez e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız olan "umumî belvâ", yanı sık sık vukû bulduğu için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meşhûr olması gerekir f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; başka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliştirmiştir (M Zahid el-Kevserî, age, I, 27, 28) Aynı Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361 Kahire, s 152-154) Mürsel hadisler için de bazı şartlar öngörülmüştür Senedi Hz Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatı' hadis denir Şâfiîler mürsel için birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik mürsel hadisi kayıtsız-şartsız kabul eder Yalnız hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasını yeterli görürler Diğer yandan mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir delille çatışmamalıdır İslâm'ın ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel edilmiştir Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö 310/922), "mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attır" demiştir Buhârî ve Müslim gibi mûteber hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 111) Ebû Hanife'nın az hadis bildiğini, hadise gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini, ya da zayıf hadisleri aldığını öne sürenler, mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri sürdükleri şartları tetkik etmeyen kimselerdir Fitne ve yalanın yaygın olduğu bir devirde, Hz Peygamber şöyle buyurdu, diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiği hadîsi kabul edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini sanırlar Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların kaynaklarını araştırmada son derece titizlik göstermişler; nass'a dayanan ve kabule lâyık görülen, birbirine benzer meseleleri çıkardıkları temel prensibe dayandırarak bir kaide altında toplamışlardır Tarafsız âlimlerin incelemesini göre, Ebû Hanife'nin ictihad şûrâsında kendisine yardımcı olan hadis hâfızlarının bulunduğu ve ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği dört bin kadar hadis kullandığı açığa çıkmıştır Onun bazı hadisleri reddetmesi, hadisin sıhhati için ileri sürdüğü şartlara bu hadislerin uymaması yüzündendir Ebû Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm, Nşr AM Şakir Mısır (ty), s 929; el-Kevserî, Te'nîb, s 152; Mekkî, Menâkıb, II, 96) Ebû Hanife ictihadlarında kıyas ve istihsana çok yer vermiştir Kıyas; hakkında Kur'ân ve sünnette hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak demektir Aslında daha önce sahâbe devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa başvurulmuştu Ebû Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak ve henüz meydana gelmemiş hâdiselere de uygulamaktan ibarettir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, l, 77, 227) Kıyas uygun düşmeyen yerde Ebû Hanife istihsan yapardı Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö 340/951) İstihsânı şöyle tarif eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır" (Ebû Zehra, age, s 262) İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur" derken; İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil saymamı ve onu " Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş ve güzel bulmasıdır"sözleriyle reddetmiştir Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde, "Kitâbü İbtâli'l-İstihsân" başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna hücum etmiştir (bk el-Ümm, VII,267-277) İbn Hazm'a göre istihsan; "Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde hükmetmektir" (İbn Hazm el-İhkâm, s 22; İbn Hazm İbtâlü'l-Kıyâs, s 5-6) Ancak hiçbir İslâm hukukçusu, bu arada Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır Aksi görüşte olanlar yanlış anladıkları için tenkitte bulunmuşlardır Kıyası kabul edenler arasında Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur Şafiilerin istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru bulunursa, bu onların benimsediği kıyası da geçersiz kılar (M Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 270 vd) el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö 370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder a) İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve tespitinde re'yimizi kullanmak Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi b) Daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası terketmek es-Serahsî (ö 490/ 1097) bunu şöyle açıklar: "Gerçekte istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi açık (celî) ve etkisi zayıftır Buna "kıyas" adı verilir Ötekisi kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir Buna da "İstihsân" adı verilir, yani "kıyas-ı müstahsen" denilir Bunlarda tercih, tesire göre olup, açıklık ve kapalılık sebebiyle değildir" (es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; el-Kevserî age, I, 24-27) Yukarıdaki kıyasa şu örneği verebiliriz: Kurt vb yırtıcı hayvanların etleri haram olduğu gibi, içtikleri suyun artığı da haramdır Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem etleri, hem de artıkları haramdır Bu zâhir (açık) kıyasın bir sonucudur İstihsana göre ise, hafi (gizli) kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca ulaşılır Şöyle ki; yırtıcı hayvanların artıkları salyaları karıştığı için pistir, çünkü salyaları onların pis olan etlerinden meydana gelmektedir Yırtıcı kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri için artıkları salyalarıyla temas etmez Gagaları de kemik olduğu için artıkta herhangi bir eser bırakmaz Buna göre, istihsânen yırtıcı kuşların artığı olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakımından böyle bir suya mekruh denilir Bazan şer'i bir delille çatışan kıyas terkedilerek istihsan yoluna gidilir Kıyasa göre, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacağına dair Hz Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis (Buharî, Savm, 26; Müslim, Sıyam,171) sebebiyle kıyas terkedilmiştir Yine namazda kahkaha ile gülenin, kıyasa göre yalnız namazının bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı bildirilmiştir (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47) İstisnâ' (sanatkâra bir iş ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında mevcut olmadığı için kıyasa göre akdin bâtıl olması gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele yapılageldiğinden, onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül etmiş ve bu yüzden kıyas terkedilmiştir Bazan zarûret yüzünden kıyas terkedilerek istihsan yapılır Meselâ; kadının bütün vücudu mahremdir Fakat, hastalık hâlinde doktorun onun bazı uzuvlarına bakması câiz olur Burada, "zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya kıyasa, ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadır Bu temele dayanan istihsânı, başka kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin de kabul etmesi gerekir Şâfiî'nin itirazları belki, sadece örf sebebiyle istihsan çeşidini içine alabilir Çünkü örfün hüküm istinbâtı için bir temel teşkil edip etmemesi bu iki mezhep arasında ihtilâflıdır (bk eş-Şâfiî, el-Ümm, VII, 267 vd; el-Kevserî, age, I, 23-27; es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; es-Serahsî, el-Usûl, II, 201; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 263-273) Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur Mezhep özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük gelişmesini göstermiştir Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere mensuptur Mağrib'te Hanefîler V yüzyıla kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardı Sicilya'da ise hâkim durumda idiler Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüşse de, Osmanlı devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş; Osmanlı sınırları içinde, halkı başka bir mezhebe bağlı olan yerlere bile, İstanbul'dan Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu gibi) Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir Bugün Türkiye ve Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler Hicaz, Suriye Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı da Hanefidir (Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc O, Keskioğlu, İst 1966, s 473 vd) Hamdi DÖNDÜREN |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #2 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler Tarihi ŞAFİİ MEZHEHBi İmam Şafiî (ö 204/819)'ye nispet edilen fıkıh ekolü Şafiî'nin künyesi,Ebû Abdullah Muhammed b İdrîs elKureşî el-Hâşimî el-Muttalibî b Abbas b Osman b Şâfi' olup H 150'de Gazze'de doğmuştur Hz Peygamber'in dördüncü batından dedesi Abdu Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur İmam Şafiî'nin doğum yılı Ebû Hanîfe'nin (ö 150/767) vefat yılına rastlar Babası İdris bir iş için Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye getirdi Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti Fasih Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi Sonra Mekke müftîsi Müslim b Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi O zaman on beş yaşlarında idi Bundan sonra Medine'ye gitti Orada müctehid İmam Mâlik b Enes (ö 179/795) fıkıhta üstad idi Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini gizleyememişti İmam Şafiî, Süfyan b Uyeyne, Fudayl b Iyâz'dan, amcası Muhammed b Şâfi' ve başkalarından hadis rivayet etti Muhammed b el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarını aldı Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu 187 H'de Mekke'de, 195 H de Bağdâd'ta Ahmed b Hanbel (ö 241/855) ile görüştü Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu Sonra Bağdad'ta "İmam Şafiî'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya koydu 200 Hde Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb" denilen görüşlerini tasnif etti Orada iken 204/819'da vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki görüşlerini kapsar İmam Şafiî mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı O, Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi Ahmed b Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi" demiştir (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 36,37) Şafiî Mezhebinin Usûlü Delil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a dayanır Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur" derdi Masâlih-i Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi Bağdad'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir Bunlar Ahmed b Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni şu Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî, er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b Süleymân ve başkaları Şafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir Çünkü İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû' etmiş ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal etmem" demiştir Ancak basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, age, 1, 37; Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd) dediği bildirilir Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım usûl kurallarına uyuluyordu İlk müctehid imamların devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı bir eser haline getirilmemişti İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir Kendi yetiştiği çevre olan Mekke fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü tedvin etmiştir Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır Usûl ise bir metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme niteliği gibi doğuştan vardır Aynı konuda birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması gibi Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b Abbas'ın ilminin nakledildiği Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu öğrenmiştir Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez el-Âmidî (ö 631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (ty), I, 265) Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiştir Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve benzeri konular da tartışılmıştır Şafiî veya kelamcıların metodu ile yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır 1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b Alî el-Basrî'nin (ö463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî ekolünden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı, 3), İmam el-Gazzalî'nin (ö505/1111) "el-Mustasfâ"sı Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö 606/1209) özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö 631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir Daha sonra el-Mahsûl'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında özetlediler Sihâbuddîn el-Karafi (ö684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği küçük bir eserde topladı Abdullah b Ömer el-Beyzâvî (ö685/1286) de bunun bir benzerini yaptı el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise İbn Hâcib (ö 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ" isimli eserinde özetledi Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan şerhler izledi Şafiî Fıkhının Dayandığı Kaynaklar İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır Birincisi, Kitap ve sabit olan Sünnettir İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan meselelerde İcmâ'dır Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir Beşincisi, Kıyas'tır Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanır İşte ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, VII, 246) Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz Şafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti aynı sırada delil kabul eder Çünkü Sünnet Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel) genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı inceliklerini açıklar Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir Birçok sahabîler de hadise bu gözle bakıyordu Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez Çünkü her şeyden önce Kur'an Allah kelâmı, Sünnet Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir Kur'an ibadet amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz Kur'an tevatür yoluyla sabittir Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz İmam Şafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar Bu bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır Ancak bunun için, Sünnet sağlam olmalıdır Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler, birinciler kadar kuvvetli değildir Diğer yandan Şafiî, inanç esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir (M Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc Abdülkadir Şener, İstanbul 1978, s 336, 337) Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Alması Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayırırlar Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet kabilindendir Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayısına ulaşmamaktadır Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrılır Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları öngörmez İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur: 1 Hz Peygamber, İslâm'a davet için tevatür sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir Bu elçilere, sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı çıkan olmamıştır 2 Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin şahitliği ile karar verilmektedir (bk el-Bakara,2/282) Halbuki iki kişi tevatür sayısında değildir 3 Hz Peygamber, kendisinden hadis işitenlere, bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta buna özendirmiştir Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz işitip bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b Hanbel, I, 437,V,183) Diğer yandan Vedâ haccı sırasında irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111) 4 Sahabîler Hz Peygamber'in hadislerini, birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, age, 339, 340) İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alışı Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz Peygamber'den işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu olur Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne sürmeksizin kabul ederler İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını da şart koşar: 1 Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda başka bir hadis desteklemelidir 2 Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir 3Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir 4 İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetva vermiş olmalıdır Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, ts, 111,112) Uygulamadan örnek: Hz Âişe (ö 58/677)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi O sırada ikimiz de oruçlu idik Bu yiyecekle orucumuzu bozduk Sonra Rasûlüllah (sas) yanımıza girdi Ona durumu anlattık Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç tutun" Bu hadis mürseldir Çünkü ez-Zuhrî (ö 124/741) bunu Hz Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz Âişe'den duymamış, Urve b ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV, 319) İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini söyler Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise, ravisi Said b el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul eder Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, Terc İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81) Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil Almayışı İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur Sükûtî icma'; şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî icmâ delil sayılmaz Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan görüşe katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir Henüz o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir Kısaca, ittifak gerçekleşmedikçe icma'ın varlığından söz edilemez Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M Ebû Zehra, eş-Şafiî, Terc Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s 252 vd) Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkması İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır Bu eserde şöyle der: "Allah'ın, Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına kıyas yapma yolu ile olur İstihsan ile fetva verilmez İstihsan bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz" Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle" veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır: 1 Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis) veya kıyas yoluyla nass'a dayanır İstihsan bunlardan birisine dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz Aksi halde Cenab-ı Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir 2 Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte, nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ, 4/59) 3 Hz Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından konuşmazdı Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti (el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir 4 Hz Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (ra)'ın bu davranışını uygun görmemiştir 5 İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur Serbest bırakılırsa, aynı konuda farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar 6 Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd) Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek gerekir Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği bir şekildir Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine dayanması şarttır: 1 Nass'a dayalı istihsan Meselâ mevcut olmayan bir şeyin satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para peşin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü', 57) İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir 2 İcma'ya dayalı istihsan Meselâ sanatkâra mal sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin olmamıştır 3 Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, I, 67 vd; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd) 4 Gizli kıyasa dayalı istihsan Meselâ; yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya geçmez Bu konuda vakfın satıma kıyası açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, 168) 5 Örfe dayalı istihsan Yerleşik kurala göre vakfın ebedî olması gerekir Bu da vakfın sadece gayri menkullerde olabileceği anlamına gelir Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir Bu esastan hareket edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir 6 Maslahata dayalı istihsan Yerleşik kurala göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona erer Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa'ban, age, 171) Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir ayrılığın bulunmadığı görülür Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını uygun buluyorum", "Şüf'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III, 138) Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alışı Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b Süleyman el-Murâdî'nin naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M ,Sakir nesri, Kahire 1940, s 597) Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine uymak şarttır Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur Eğer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246) Şeriat İlminin Kısımları İmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi ikiye ayrılır 1 Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit olan kesin ilim 2 Galip zanna dayanan zannî ilim İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma girer Müctehid nasslardan kesin hüküm çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir Şâfiî Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir Şâfiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır Bazan iki veya üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek verebiliriz Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı bunların zekâtının verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur: a Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini feshetme hakkına sahiptir? b Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir Alıcı burada seçimlik hakka sahip midir? c Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini belirtir Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir Çünkü bu mezhebte tercih kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm'daFıkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355) Şâfiî Mezhebinin Yayılması Şâfiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır Çünkü mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir Bu mezhep, Irak'ta da yayılmıştır Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle hâkim durumda idi Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe göre atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır Ancak bu dönemde de Şâfiî mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiştir Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir Günümüzde Şiî ekolü ile yanyana bulunmaktadır Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî mezhebidir (Ebû Zehra, age, 358 vd) |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #3 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler Tarihi MALİKİ MEZHEBİ Malik b Enes b Malik b Ebi Amir el Asbahî'ye nisbet edilen fıkhî ekolün adı Büyük fıkıh ekollerinden biri olan Malikî mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'den doğmuştur İmam Malik, ilimle uğraşan bir aileye mensup olduğu için tahsil hayatına küçük yaşta başlamış ve Medine'nin seçkin âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri alarak kısa zamanda ilmî olgunluğa erişmiş, yeterliliğine kanaat getirince de Mescid-i Nebî'de ders okutmaya başlamıştıİmam Malik'in fıkıhta hocası Rabi'atu'r-Rey'dır Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b Sa'id el-Ensârî ve Hz Ömer'in azadlısı Nafi'in büyük katkıları olmuştur O Nafi'den Hz Ömer (ra) ve oğlu Abdullah'ın fıkhını ve fetvalarını iyice öğrenmişti O, hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmemiştir İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih bir şekilde Medine'de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu Tahsilini Medine'de yapması ve hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının oluşmasındaki tesirleri büyük olmuştur İmam Malik'in zamanı, âlimlerin odaklaştığı bir kısım şehirlerde, daha önce Ashab'ın ve Tabiinin buralara taşıdığı ilimler çerçevesinde, ekolleşmelerin başladığı bir dönemdir Basra fıkıh ile birlikte, akaidle alâkalı meselelerin tartışıldığı, kelâmı görüşlerden doğan fırkalaşmaların görüldüğü, vaizlerin ve az da olsa fakihlerin bulunduğu bir şehirdi Burada kendi şartlarına has bir fıkıh ekolü oluşmakta idi Kûfe ise, İbn Mes'ud'un rivayetlerine dayanan Irak fıkhının merkezini oluşturuyordu Bu fıkıh ekolünün, İmamı Malik'in de kendisiyle görüşüp bilgi alış verişinde bulunduğu Ebu Hanife'dir Burada fıkıh, sadece vuku bulmuş olaylara verilen fetvalar üzerine bina edilmiyordu Meydana gelmiş hadiseler yanında, vuku bulması muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî fıkıh oluşmuştu Irak fıkhının en belirgin özelliği ise, reye çokça başvurulmasıdır Kıyas ve istihsan, orada en çok kullanılan temel fıkhi öğelerdendir Şam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve Tabi'in fetvalarına dayanan fıkıh hakim olup, reye pek başvurulmazdı Şam ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir İmam Malik'in imamı olduğu Medine ise, hadisin beşiği, Sünnetin amelî rivayetinin yapıldığı ve herkesin Sünnete sıkıca yapıştığı bir yerdi Ayrıca, Hz Ömer (ra), Zeyd b Sabit (ra), Hz Aişe ve İbn Ömer'in fıkhî görüşleri ve onları takip edenler, Medine'de bulunmaktaydı Medine'nin Yedi Fukahası diye şöhret bulan Tabi'inden, Sa'id b Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Harise b Zübeyr, Ebu Bekir b Ubeyd, Süleyman b Yesar ve Ubeydullah b Abdullah Ashabın fıkhını nakleden Medine'nin seçkin âlimleriydi İmam Malik bu âlimlerin fıkıh usullerini kavramış, fıkhî görüşlerini iyice özümlemişti Medine; hadis, sünnet ve reyin hepsinin bir arada bulunduğu, her taraftan ilim arayanların doluştuğu ve yüksek bir ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yerdi İmam Malik'in kendine has fıkhî ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir: a) İbn Hürmüz'den edindiği çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklı fıkhî ve fıkıh dışındaki mezhebler ve bunların ayrılık sebebleri hakkındaki derin bilgi b) Ashab'ın, özellikle Hz Ömer'in oğlu Abdullah ve Hz Aişe (ra)'nın fetvaları ve Tabii'nin büyüklerinden İbn Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği fetvaları c) İlk hocası Rabi'atu'r-Rey diye şöhret bulan Rabia b Ebu Abdurrahman'dan aldığı rey fıkhı Ancak Rabianın reyi Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas alınarak halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına dayanmaktaydı d) Çok mevsuk gördüğü ravilerden aldığı hadisler O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini tenbihlerdi Malikî fıkhı; İmam Malik'in Mescid-i Nebi'de ders vermeye başlamasından sonra, derslerine devam eden öğrencilerinin onun fıkıh usulüne göre şekillenmesiyle yavaş yavaş oluşma aşamasına girdi İmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylemiş değildir Zaten, diğer imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle hareket etmiş değildi Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan öğrencilerine aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirme endişesinden başka bir duygu ile hareket etmiş değildir Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkın meselelerini İmam Malik'in fetvalarına göre çözüyorlardı Onun fetvalarının yetersiz olduğu konularda ortaya çıkan yeni meseleleri onun usulüne uygun olarak, hallediyorlardı İşte onun talebeleri, mezheplerinde ihtiyaç duydukları usulü, Malik'in ana hatlarıyla işaret ettiği doğrultularda ortaya koymuşlardır İmam'ın Muvatta'da takip ettiği yöntem, onun fıkıhtaki usulünun temel prensiplerini açıklar niteliktedir O fıkhî bir mesele ile alâkalı olarak önce hadisi alır, peşinden Medineliler'in o konudaki uygulamalarına değinir, arkasından da Tabi'in ve diğer ulemanın görüşlerini zikreder Anlaşılacağı gibi, diğer fakihlerden ayrı olarak, onun fıkıh anlayışında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet edilmesidir Zira onlar, hayatlarını, aralarında yaşamış olan Hz Peygamber (sas)'in gösterdiği doğrultuda şekillendirmişlerdir İmam Malik'in fıkıh usulü ve hukuk ekolünde reye az başvurulmuş olmasına rağmen, diğer mezheplerde rey için delil durumunda olan Kıyas, İstihsan, Mesalih-i mürsele vb Fer'i deliller çokça kullanılmıştır Malikî mezhebinin dayandığı deliller şunlardır: 1- Kitap: Bütün mezheplerde olduğu gibi, uyulması icab eden ana kaynak, dinin her şeyini içine alan Kur'an-ı Kerim'dir Sünnet ise, Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu açıklamaktadır Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur'an tefsirinin sünnetle olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasına şiddetle karşı çıkardı O, Cumhur'un icma ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in lâfız ve manadan ibaret olduğu inancındadır İmam Malik, her şeyde olduğu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartışmaya girmemiştir (Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, 200) 2- Sünnet: İmam Malik, fıkıhta imam olduğu gibi hadiste de imamdır Onun hadisi fıkha nasıl hâkim kıldığı Muvattada açıkça görülmektedir Bütün imamlar, meseleleri çözümlerken hadisi ikinci sırada delil almakla beraber, ondan hüküm çıkarmada kullandıkları usuller birbirinden farklı olmuştur İmam Malik, Ebu Hanife gibi Kur'an'ın zahirini Sünnetten önde tutar Ancak Sünnet, ayrıca başka delillerle takviye edilirse o zaman Kur'an'ın bu umumunu tahsis, mutlakını da takyid eder Bir kadını halası veya teyzesi ile birlikte nikahlamanın yasak oluşu böyledir Kur'an'da nikahı yasak olanlar arasında zikredilmediği halde, Sünnette bunun yasaklığı üzerinde icma' vardır Dolayısıyla İcma, Sünneti desteklediği için, ayetin umumunu tahsis etmektedir Malik'e göre Sünnet; icma', Medineliler'in amelî veya kıyasla desteklenmediği takdirde, zahiri üzere olduğu gibi kalır Meselâ: "Sizden birinizin kabını köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa yıkasın" hadisi: Av için yetiştirdiğiniz köpeklerin avladıkları yenir" ayetine aykırı olduğu için, köpeklerin necis olmadığına hükmetmiş ve haberi vahidi terketmiştir Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade etmektedir Ayrıca, ravileri mevsuk ve güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmış, onlara göre fetvalar vermiştir Tek şahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadır (Muvatta, III, 180) Onun Muvatta'ında üç yüze yakın mürsel hadis bulunmaktadır Böylece o çağının seçkin fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüğü yoldan yürümektedir İmam Malik'in hadis fıkhını takib ettiği ve re'yi kullanmadığı iddiaları doğru değildir Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak kabul etmektedir (Ebu Zehra, age, 291) O, bazan rey ve kıyasla hüküm vererek, haber-i vâhid'i terkederdi Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi tercih ederken belirli sağlam temel kıstaslardan hareket etmekte olduğu görülmektedir (bk M Ebu Zehra, age, 291-300) 3- Sahabe kavilleri: İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi O, bunları sünnetin bir parçası sayar Onun görüşüne göre sünnet, Ashabın kabul ettikleri şeylerdir Bundan dolayıdır ki o, Abdullah ibn Ömer'in fetvalarını öğrenebilmek için Nafi'in peşini hiç bir zaman bırakmamıştır Muvatta'daki sahabe görüş ve fetvalarının çokluğu, onun delil olarak buna verdiği önemi gösterir Sahabe fetvalarını Sünnetten sayması ve onlarla sürekli ihticac etmesi, onun sünnet imamı sayılmasına sebep olmuştur Ashabın görüşlerini delil kabul etme ve onların yolundan ayrılmama hususunda diğer mezheb imamları da aynı titizliği göstermiş olmakla beraber, Malik onlara, fıkhında diğerlerinden daha çok istinat etmiştir Sahabe fetvasını alırken de bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvası sünnet hükmünde olmakla birlikte, eğer ictihada dayanıyor ve o konudaki merfu bir hadisle çelişiyorsa, merfu hadis tercih edilmektedir İmam Malik, Ebu Hanife ve Şafiînin aksine tabiinden itimad ettiklerinin görüş ve fetvalarına çok önem verirdi Bunun sebebi, onların fıkıhtaki mevkilerini, meseleler hakkında görüş bildirirken ve fetva verirken Kur'an ve sünnet'e uygun hareket ettiklerini bilmesidir Ömer b Abdülaziz, Sa'id b Müseyyeb, Zuhrî ve Nafi'ye çok değer verirdi 4- İcma: Malikî mezhebi, diğerlerine nazaran icma'ı daha çok kullanmıştır Ancak onun icma olarak kabul ettiği, sadece Medine ulemasının icma'ıdır Muvatta'da icma konusunda kullandığı ifadelerden bu anlaşılmaktadır İmam Malik, Medine dışındakilerin fıkıh konusunda Medinelilere tabi olduğu görüşündedir Zaten İmam Şafiî'de; "Medineliler aralarında ihtilâfa düşmedikçe diğer memleketler halkı Medine ehline muhalif olmaz" sözü ile bunu desteklemektedir 5- Medineliler'in amelî: İmam Malik'in fıkhında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır Zira o, Medineliler'in yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder Aslında o, bu konuda hocası Rabî'a'yı takip etmektedir Malik'in de kullandığı; "Bin kişinin bin kişiden rivayeti, bir kişinin bir kişiden olan rivayetine, uyulmak bakımından daha hayırlıdır" sözü, Rabî'a'ya aittir (M Ebu Zehra age, 325) Bundan dolayı İmam Malik, Medineliler'in amelini fetvalarına dayanarak yapar, haber-i vahid, Medineliler'in ameliyle çelişirse, Medineliler'in amelini tercih ederdi Medine ehlinin amelî üç kısımda değerlendirilir: a) Bir konuda icma etmeleri ve o konuda başkalarının onlara muhalefet etmemiş olması b) Medineliler'in icma ettikleri bir meselede, başkalarının onlara muhalefet etmesi c) Bir meselede bizzat Medineliler'in ihtilâfa düşmesi Birinci çeşide giren meselelerde bütün mezhepler aynı görüştedirler Malikîler ikinci ve üçüncü türe giren konularda diğerlerinden ayrılmaktadırlar 6- Kıyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri Kıyastır Ashab'da Kıyası fıkhın kaynaklarından kabul etmişlerdir (bk Kıyas mad) İmam Malik, Kur'an'da bildirilen ve hadislerde ortaya konmuş olan hükümlere kıyas yapardı Bu, Muvatta'da açık bir şekilde müşahade edilebilir O, her babın başında o konuda hüküm bildirdiğini kabul ettiği hadisleri verir, peşinden de fer'î meseleleri sıralayarak; kıyas yoluyla benzer olayları birbirine ilhak eder İmam Malik, Medine ehlinin icmaını Sünnetten saydığı için, bunu da kıyasında temel almıştır Sahabe fetvaları kendi usulü çerçevesinde hüküm niteliği taşıyorsa, bunlara da kıyas yapardı Onun kıyas kaynakları şöylece sıralanabilir: Kitap, Sünnet, Medine ehlinin icmaı ve sahabe fetvaları Malikîler, Mesalih-i mürsele'yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman maslahatı gözetmişlerdir 7- İstihsan: İstihsan, İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer'î bir delil olarak kullanılır Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun menfaatına bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel bir delile dayanarak hüküm vermesi İstihsan olarak adlandırılır İmam Malik'in Muvatta'da rivayet ettiğini bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Zarar verme ve zararla karşılıkta bulunma yoktur" (Muvatta, II, 122) İmam Malik, İmam Şafiî'nin itirazlarına rağmen (Ebu Zehra, age, 349) İstihsanı zarurî görmektedir O, istihsanı alırken şerîatın özünden hareket etmektedir İnsanları zararlı olan şeylerden korumak ve onların maslahatına uygun olanı almak, dinin temelinde yatan bir gerçektir Bir şeyde zararlardan arınmış olarak kesin iyilik varsa, bunun uygulanması mutlak anlamda arzulanan bir şeydir Aksi bir durum sözkonusu ise, derhal giderilmesi gerekir 8- İstishab: Sabit olan bir hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir İmam Malik, İstishab'ı bir delil olarak almıştır Zira o, zann-ı galib'e göre mevcut olan durumun, onu değiştiren bir şey olmadıkça bulunduğu şekliyle bâki kalmasının esas olduğunu kabul etmektedir Eğer böyle olmazsa, hakların kaybolması kaçınılmazdır Kayıp bir kimsenin durumu hakkında bir bilgi yoksa, bu delile göre o, yaşıyor kabul edilir Hâkim öldüğüne karar verinceye kadar bu böyle devam eder Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye kadar, onun hakkındaki muameleler hayatta imiş gibi yürütülür İstishab, isbat edici bir delil olmayıp koruyucu bir delildir Yani başkasının aleyhinde olan bir şeyi isbat etmez Mevcud olan hakları korur İstishab delili diğer fukaha tarafından da kullanılmıştır 9- Mesâlih-i Mürsele: İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından çok olanı terketmektir Bu prensip İmâm Malik'in en çok kullandığı prensiplerden biridir Malikîler'in müstakil bir delil olarak aldıkları Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduğu ileri sürülerek birtakım itirazlar yapılmıştır Ancak, bunu ilk ortaya koyan İmam Malik olmamıştır O, Ashab'da bu konuda görmüş olduğu örneklere istinat etmiş olup diğer üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanılmıştır İmam Malik'in en çok kullandığı delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir O, Hakkında müsbet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda maslahata uygun olanı almayı şeriat'ın rükünlerinden biri saymıştır Din, her şeyiyle insanların yararına olanı ihtiva ettiğine göre, maslahatın dışına çıkan hiç bir şeyin şeriat'le ilgisi sözkonusu olamaz (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l Muvakkıın, Mısır ty, III, 1) İmam Malik, Maslahatı delil olarak alırken şu noktalara dikkat etmiştir: Maslahat olarak gözettiği şey ile şeriatın maksadları arasında bir uygunluk olmalı ve dinin ortaya koyduğu prensiplerden birisiyle asla çelişmemelidir Çözüm makul olup, akıl sahiplerince yanlış bulunmamalı 10- Sedd-i Zerîa: Sebebi yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir Harama sebeb olan şey haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir Sedd-i Zeriâ'da esas, fiilin doğuracağı neticenin gözetilmesidir Eğer fiilden bir fayda elde edilecekse, o sağlanan fayda nisbetinde mübahtır Fakat fiil, bir zarar ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacaksa, kötülüğün ölçüsünce haram olur Yani ameller, sonuçları göz önüne alınarak ya serbest bırakılır ya da yasaklanır Bu prensibin temelleri Kur'an-ı Kerim'de açıkca müşahade edilmektedir Bir müslüman, kâfirlerin tapındıkları şeylere küfretse, bunun neticesinde sevap bile umabilir Ancak bu, müşriklerin de kızarak Allah Teâlâ'ya küfretmelerine sebeb olabileceği için yasaklanmıştır: Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyin, onlar da bilmeyerek düşmanlık göstererek Allah'a söverler" (el-En'am, 6/108) İşte bu, Sedd-i Zerîa'dır Bunun Sünnette de örnekleri bulunmaktadır Faize götürmeye sebeb olacağından alacaklıların borçludan hediye alması yasaklanmıştır Yine Ashabın ilk fakihleri, ölüm döşeğindeki kimsenin boşadığı kadını mirasa dahil ettiler Bunun sebebi, hastanın karısını mirastan mahrum bırakmak için bu yola başvurmuş olabileceğidir Boşama böyle bir haksızlığa vesile yapılmasın diye böyle hareket etmişlerdir 11- Örf ve Âdet: Bir toplumda yerleşmiş olan hareket ve yaşam tarzı örf olarak adlandırılır Toplumun ve fertlerin aynı şekilde tekrarlanan amellerine de âdet denilmektedir Örf ve âdet ayrı kavramlar olmakla birlikte genellikle aynı anlamda, müteradif olarak kullanılırlar Hanefiler'de olduğu gibi, Malikîler'de de örfün usulde saygın bir yeri vardır Malikî mezhebinin eksenini oluşturan kaide, maslahatlardır Örfe göre amel etmek, maslahatın türlerinden birisi olduğu için İmam Malik bunu ihmal etmemiştir Malikîler örfe muhalif kıyası terkederler Onlara göre örf, ammı tahsis, mutlak'ı takyid eder Örf ve âdetin delil olarak alınması fakihler arasında tartışmalı bir konudur Bir nass'ın herhangi bir şekilde işaret ettiği örf, bütün fakihler tarafından mesned kabul edilmiştir Aynı şekilde nass'ın yasaklayıp haram kıldığı örf de, icma'en muteber değildir Onu, naslar doğrultusunda değiştirmek icap eder Bir de nass'da bildirilmeyen ve dolaylı da olsa işaret edilmeyen örf vardır ki, Hanefîler'le Malikler bunu fıkıhta müstakil bir asıl kabul ederler Şafiîler ise bunu tartışmışlardır Örfler değiştikçe kelimeler ve kavramlara yüklenen anlamlarda değişir Bu sebepten, değişik bölge veya zamanlarda yaşayan toplumlarda, aynı kelimelerin ifade ettikleri anlamlar birbirinden farklılıklar gösterebilmektedir Dolayısıyla bu kelime ve kavramların manalarını anlayıp ona göre hüküm verilebilmesinde örfün önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Hükümler, örflerin değişmesiyle değişen anlamlara ve kelimelerin değişik sanat dallarında değişik istilahî kullanımlarına göre verildiğinde, gerçekler üzerine bina edilmiş sayılırlar İmam Malik, toplumun iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriat'a ters bir tarafı bulunmayan geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır İnsanlardan bu gelenekleri gereksiz yere değiştirmelerini istemek, o toplumda birliği bozar, örf ve âdetlere göre yorumlanan kavramlar birbirine karışır, akitlerin yürütülmesi imkânsız hale gelir Ancak örf ve âdet İslâm'ın ruhuyla çelişiyorsa; dinin insanlara değil, onların dine uymaları asıl olduğu için, örf, mutlak anlamda toplum hayatından silinip atılır Maliki Mezhebinin Gelişmesi: İmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiği yol, Maliki Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini sağlamıştı O, meseleleri tartışmaz, öğrencileriyle de kesinlikle münakaşa etmezdi Dinin hiç bir konusunda tartışmaya girmemek onun değişmez temel vasfı olmuştur İmam Malik, olayları tartışma kapısını açmamakla, onlar üzerinde değişik yorum ve içtihadların doğmasını engellemiş ve bu ekolün furu'unun Hanefî mezhebine nazaran çok yavaş gelişmesine sebeb olmuştu Onun sağlığında hiç bir talebesi ona muhalefet etmemiştir Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan öğrencileri, ondan öğrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öğrendiklerini tartışmadan diğer insanlara öğretir ve fetva verirlerdi Ancak Malikî fıkhının usulü ve dayandıkları delillerin çeşitliliği, İmam Malik'ten sonra bu ekolün furu'unun hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır Muvatta, bizzat İmam Malik tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir Onun fıkhı, derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir Talebelerinin yazdığı bu notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çıkmıştır Malikî fıkhının, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan ve Malikîler'ce gördükleri itibardan dolayı sık sık yeni baskıları yapılan iki kitap daha vardır ki, bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabı haline getiren, Abdullah b Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl 386?) er-Risale'si, diğeri de, Halil b İshak (öl 767)'nin el-Muhtasar'ıdır Ancak el-Müdevvene, Malikî fıkhının en muteber temel kaynağı kabul edilmektedir Zira doğru ve mevsûk olarak rivayet edilmiştir El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usûlüne göre yaptıkları içtihadlar, diğer bazı talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ve Ashab dahil sonraki âlimlerin görüşleri bir araya getirilmiştir Malikî Mezhebinin Mısır'a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip hakim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır'dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir İmam Malik'in Mısırlı yedi öğrencisi: 1- Ebû Abdillâh, Abdurrahman b el-Kâsım (Ö191/807) İmam Malik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh tahsil etmiş ve mutlak müctehidlik derecesine ulaşmıştır Mısır fakihi Leys b Sa'd'den de fıkıh ilmi almıştır el-Müdevvene'yi gözden geçirip tashih eden odur Malikîler'in en değerli fıkıh eserlerinden olan el-Müdevvene, Sahnûn (Ö 240/854) tarafından fıkıh ile ilgili yazılan eserlerin tertip ve tasnif metoduna göre düzenlenmiştir 2- Ebû Muhammed, Abdullah b Vehb b Müslim (Ö197/812) İmam Malik'in yanında yirmi yıl kaldı Malikî fıkhını Mısır'da yaydı Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu İmam Malik O'na; "Mısır fakihine; Ebû Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek mektup yazardı Leys b Sa'd'dan fıkıh öğrendi Güvenilir (sika) bir muhaddis idi "Divanü'l-ilm" diye adlandırılırdı 3- Eşheb b Abdilaziz el-Kaysî (Ö 204/819) İmam Malik ve Leys b Sa'd'dan fıkıh öğrendi Abdurrahman b el-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkıh riyaseti ona geçmiştir Malikî fıkhını rivayet ettiği Müdevvenetü Eşheb" adı verilen bir kitabı vardır Bu, Sahnûn'un kitabından ayrıdır İmam Şafiînin; "Mısır, Eşheb gibisini yetiştirmemiştir" dediği nakledilir 4- Ebû Muhammed, Abdullah b Abdilhakem (Ö 214/829) Eşheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiştir 5- Asbağ b Ferec (Ö 225/840) İbn Kasım, İbn Vehb ve Eşhebten fıkıh öğrendi, Malik'in mezheb ve görüşlerini en iyi bilenlerdendi 6- Muhammed b Abdillah b Abdilhakem (Ö 268/881) Fıkıh ilmini babasından, çağdaşı Malikî fakihlerinden ve İmam Şafiî'den aldı Mısır'da fıkıh konularında başvurulan sembol kişi haline geldi Hatta Mağrib ve Endülüs'ten öğrencilerin ilim almak için koştukları bir kişi idi 7- Muhammed b İbrahim el-İskenderî b Ziyad (Ö 269/882) İbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye" diye ünlü bir kitabı vardır Malikî fıkhına ait en değerli, meseleleri en sağlam ve en basit biçimde kapsayan geniş bir kitaptır İmam Malik'in Mağribli ünlü yedi öğrencisi: 1- Ebû Hasan Ali b Ziyad et-Tunûsî (Ö183/799) Fıkhı İmam Malik ve Leys b Sa'd'dan aldı Afrika'nın fakîhi idi 2- Ebu Abdillah Ziyad b Abdurrahman el-Kurtubî (Ö 193/809) "Şabtun" lakabıyla bilinir Muvatta'ı, Malik'ten dinlemiş ve onu Endülüs'e ilk sokan kişi olmuştur 3- İsa b Dinar el-Kurtubî el-Endelûsî (Ö 212/827) Endülüs fakihlerindendir 4- Esed b el-Fürât b Sinan et-Tunûsî (Ö 213/828) Nisaburlu olan bu zat, İmam Malik'ten Muvattaa okudu Daha sonra Malikî mezhebinden olduğu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî mezhebine girmiştir Hanefî fıkhını Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'den almıştır 5- Sahnûn b Abdisselâm b Saîd (Ö 240/854) Önce Tunus'un Kayravan şehrinde tahsiline başladı Daha sonra Medine ve Mısır'a giderek ilmini ilerletti Afrika'nın kuzeyi ile Endülüs'te Malikî mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur Keskin buluşları olması sebebiyle kendisine "Sahnûn" lakabı verilmiştir Malikî fıkhının temel kitaplarından olan "el-Müdevvene"nin hazırlanmasında bu zatın büyük emeği geçmiştir 6- Yahya b Yahya b Kesir el-Leysî (ö 234/848) Kurtuba'lı olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuş ve tanıtmıştır 7- Abdülmelik b Habib b Süleyman es-Selemî (Ö 238/852) Yahyâ b Yahyâ'dan sonra Malikî fıkhının riaseti ona geçmiştir Malikî Mezhebinin yayıldığı yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz'da yaygındı Ancak sonraları çeşitli sebeblerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır İmam Malik'in görüşleri, henüz hayatta iken, yukarıda kendilerinden bahsedilen öğrencileri tarafından Mısır'a taşınmıştı Mısırlı öğrencilerin memleketlerine döndüklerinde, Malikî fıkhına göre yetiştirdikleri öğrencileri vasıtasıyla mezheb, Mısır'da yayılarak yerleşmeye başladı Ancak daha sonra, Şafiî mezhebi buradaki üstünlüğü ele geçirmişti Bundan sonra, Mısır'da her iki mezheble de amel edilmeye devam edilmiş, yargı işlerinde Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak varlığını göstermişti Ancak daha sonra Fatımîler Mısır'a hâkim oldukları zaman, kaza ve fetva işlerinde Şia ön plana çıkmıştı Fatımîler, Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayı, Şia Mezhebinin ilmî merkezi haline getirmişler ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalışılmıştır Selahaddin Eyyubî tarafından Fatımî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiş, Şafiî meıhebi tekrar birinci seviyeye çıkmıştı Bununla birlikte, Malikî fıkhının okutulduğu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazannııştır Memlûklular devrinde kaza işlerinde dört mezheb esas alınmıştır Mısır baş kadısı Şafiîlerden, ikinci kadı da Malikîler'den atanırdı1920'lerde Mısır'da şahıslar hukuku Malikî mezhebi esas alınarak yeniden gözden geçirilmiştir Bu mezhebin hakim olduğu diğeı bir bölge de Mağrib ülkesidir İmam Malik'in öğrencileri tarafından buraya getirilen Malikî fıkhı, âlimlere danışmadan karar almayan, ciddi ve fukuhaya saygılı yöneticilerin uygulamalarıyla halk arasında yaygınlık kazanmıştır Malikî Mezhebi, Endülüs'te de en çok müntesibi bulunan mezhebdir Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi üstündü Fakat, Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya başladı Mlikîliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin öğrencilerinden biri olan, Ziyad b Abdurrahman olmuştur Endülüs Emevi devletinin Abbasilerle olan kötü ilişkileri onların Malikî mezhebini devletlerine hâkim kılmasına sebeb olmuştur Malikî mezhebi, Sicilya, Fas, Sudan'da yayılmış; Bağdat, Basra hatta Nişabur'a kadar uzanmıştır Malikî mezhebinin Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılıp da, diğer bölgelerde etkinlik gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede, Medine'nin kuzey ve doğu tarafındaki memleketlerde olduğu gibi, ilmî merkezler ve etrafında ders halkalarının oluştuğu müctehid imamların olmayışı, ayrıca Batı'dan gelen öğrencilerin fıkhî ekolleşmelerin geliştiği doğu taraflarına yönelmelerinin zorluğu gösterilmektedir İmam Malik'e gelen talebeler onun gibi bir üstada kavuştuktan sonra ilmin kaynağı Medine'nin dışına çıkıp doğuya yönelmeye, ihtiyaç da duymuyorlardı Kuzey ve doğuya doğru Malikîliğin az gelişmesinin sebebinin yolları üzerinde bulunan Şam ve Irak bölgesinde ilmî hareketliliğin had safhaya ulaşmış bulunması sebebiyle buralara ilim tahsili için uğrayan öğrencilerin burada bulduklar ile ilmî doygunluğa ulaşmaları olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır (bk Ebu Zehra, age, 407 vd) Ömer TELLİOĞLU |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #4 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler Tarihi HANBELi MEZHEBİ Ebû Abdillâh Ahmed b Hanbel eş-Şeybânî'ye nisbet edilen mezhebin adı İslâm'da dört büyük fıkıh mezhebin birisi Ahmed b Hanbel 164/780 yılında Bağdad'ta doğdu 241/855'te yine orada vefat etti Büyük babası Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi Babası Muhammed b Hanbel de komutanlık görevi üstlenmiş bir askerdi Hanbel ailesi, Ahmed'in doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş ve orada yerleşmiştiAhmed b Hanbel önce Kur'ân'ı hıfzetmiş, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarını incelemekle ilim çalışmalarına başlamıştır Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Şam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaşmış, uzun bir süre İmam Şâfiî'ye (ö 204/819) talebelik etmiştir Hatta bu yüzden O'nu Şâfiî mezhebinden sayanlar bile olmuştur Böylece O'nun başlıca fıkıh üstadı İmam Şâfiî'dir Şâfiî, O'nun hakkında şöyle demiştir: "Ben Bağdad'tan ayrıldım ve orada Ahmed b Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse bırakmadım"(el-Hudarî, Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, terc Haydar Hatipoğlu, s 260, 261) Ahmed b Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö150/767) öğrencisi ve devrin ünlü baş kadısı Ebû Yûsuf'tan (ö182/798) fıkıh ilmi aldı Rivâyetle dirayeti birleştiren bir yol izledi O, hükmü hadisten çıkarır, bu hükme yeni bir takım meseleleri kıyas ederdi Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b Hemmâm'la (ö 211/826) görüştü Orada iki yıl kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve İbnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldı(Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s 423 vd) Adının ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayılışı toplumu onun ilmine yöneltti Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayısının beş bine kadar ulaştığı nakledilir Derslerinde dikkati çeken üç husus şudur a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi Kendisi şaka ve alay etmeyi sevmezdi b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı Hadis rivayetinde hafızasına güvenmez, Hz Peygamber'e söylemediği şeyi isnad etmemek için yazılı metne bakarak nakiller yapardı Kendisine sorulmadıkça konuşmazdı c) Verdiği fetvaların yazılıp nakledilmesini menederdi Ona göre yazılması gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi Ahmed b Hanbel'in görüşü bu olmakla birlikte öğrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmişlerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b Hanbel, Müsned'in baştarafı, Mektebetü'l-Maarif tab'ı, Mısır, ty); Ebû Zehra, age, s 437) Hâlife Me'mûn'un ortaya attığı Kur'ân'ın mahlûk (sonradan yaratılmış) olduğu fikrini İbn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atıldı Dayak yedi, kendisine işkence yapıldı, fakat yine inancından taviz vermedi (Ahmed b Hanbel'in hal tercemesi için bk el-Hatîbü'l-Bağdâdî, Târihû Bağdâd, Mısır 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hılye, Mısır 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd 1360, I, 2, 5; İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; İbn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: İbnü'l-Cevzî; Menâkıbu'l-İmam Ahmed, Mısır 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 431-432; Târihu'l-İslâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Şâkir'in Müsned neşri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509) Ahmed b Hanbel'in İctihad Usulü: Dört mezhep imamı içinde usul ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b Hanbel'dir O, daha çok hadisleri toplayıp tasnif etmeyi gaye edinmiştir Şâfiî gibi O da senedi sahih olunca başka hiçbir şart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olması yanında rivayet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını şart koşar Sahabe adı zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b Hanbel zayıf sayar ve konu ile ilgili başka bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karşısında kalırsa bunu delil olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ı, y ve ty, s 108 vd) Böylece O, mürsel ve zayıf hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih ederdi Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayıf" şeklinde üçlü taksim yapılmamış, hadisler genellikle sahih ve zayıf kısımlarına aynlmıştır Bu yüzden İbn Hanbel'in kıyasa tercih ettiği hadisler, bâtıl ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalıdır (İbnti'l-Kayyim, İ'lâmil'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, I, 29, 30) İbn Hanbel'e göre, aynı konuda aksi bir görüşün bulunduğu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteliğindedir Eğer sahabe görüşleri arasında ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakın olanı tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksızın sadece görüşleri nakletmekle yetinir konu hakkında sahabe görüşü nakledilmemişse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder Mesele hakkında âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayıf ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kıyas yoluna başvurur (İbnü'l kayyim, age, I, 32) " Hanbeliler, hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ'a dayalı bir delil bulunmayan maslahatı (kamu yararı) kıyastan sayarlar Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larının toplamından elde edilen genel maslahatlardır Diğer yandan İbn Hanbel "Siyaset-i şer'iyye" de de maslahadı esas almıştır Siyaset-i şer'iyye, İslâm Devlet başkasının, toplumu islah amacıyla, insanları yararlı işlere teşvik etmek ve zararlı işlerden uzaklaştırmak için izlemiş olduğu yoldur Nass olmasa bile bu konuda bazı cezaların uygulanması mümkün ve caizdir İbn Hanbel'in konu ile ilgili bazı fetvaları şöyledir: Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler Ramazan ayında gündüz şarap içenlerin cezası arttırılır Sahabeye dil uzatan cezalandırılır ve tevbeye davet edilir Hanbelî mezhebine bağlı bazı bilginler de kamu yararına dayalı fetvaları sürdürmüşlerdir Meselâ; bir ev sahibi, eğer evi elverişli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtması için zorlanabilir Bıı konuda İbnü'l-Kayyim (ö 751/1350) şöyle der: "Bir topluluk, herhangi bir şahsın ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan başka bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlaşmazlığa düşmeksizin evini bunlara vermesi gerekir Bazı Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, s 493, 494) Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir Sedd-i Zerâyi, prensibini en şiddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye şöyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldığına göre, bu vâsıta ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alırlar Allah bir şeyi haram kılmışsa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamış demektir Aksi halde haram kılmanın hikmeti kalmazdı Meselâ; doktorlar, hastalığı önlemek için, hastayı buna sebep olan şeylerden menederler Aksi halde hasta daha kötü duruma düşebilir (İbnü'l Kayyim, age, I, 119) Hanbelîlerin çokça kullandığı başka bir metot "istishâb" adını alır Bu manası sabit olan bir hükmün, onu değiştiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir Onların istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar şunlardır: a) Yasaklandığına dair bir delil bulununcaya kadar eşyada aslolan mübahlıktır b) Pis olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir c) Eşini boşayan bir koca, daha sonra bir defa mı yoksa üç talakla mı boşadığında şüphe etse, bir talakla boşadığı esası kabul edilir Çünkü tek talakla boşama kesindir (Ebû Zehra, age, s 497, 498) İbn Hanbel istishabı; "daha önce var olanı sabit görme, önceden yok olanı yok sayma" şeklinde uygularken, aynı metodu bazı hanefîler, sâbit kılmada değil, sadece def'ide geçerli görürler Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alınamayan kimsenin hayatı, aksi sabit oluncaya kadar devam eder Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafından ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sıfatı devam eder; fakat bu kayıp kimse, kayıplığı süresince bir takım yeni haklar elde edemez Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir şey intikal etmez Bir yakını ölürse, kayıp kişinin payı bekletilir, sağ olarak döner gelirse bu pay ona verilir Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras bırakan öldüğü vakit o da ölmüş sayılarak onun miras payı mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasında paylaştırılır Hanbelî ve Şâfiîlerin istihbab anlayışı ise "hem isbat hem de def etme" esasına dayandığı için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayıplık sûresince sağ olarak kabul ederler Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (İbnü'l-Kayyim, age, Delhi tab'ı, I, 125; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 299, 300) İstishâb delilinin re'y ve kıyas ictihadıyla yakın ilgisi vardır Kıyası tamamen inkâr eden Zahirîlerle, İbn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmediği meseleleri İstishâba bırakarak; Allah'ın haram kıldığı haram, helal kıldığını helal, bunların dışında kalanları ise İstishâb esasına göre mübah kabul eder ve bu metodun alanını çok geniş tutarlar Hanbelî Mezhebinin Bazı Görüşleri: Ahmed b Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir Kişi imandan çıkabilir, İslam'dan çıkmaz Tevbe edince yeniden imana döner İnsanı ancak Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan dışarı çıkarır İnsan herhangi bir farz tembellik veya gevşeklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder Hz Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) işleyenlerin durumu bilginler arasında tartışılmıştır Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah işleyenin dinden çıkacağı görüşünü benimsemiştir Hasan el-Basri bunların münafık olacağını söylerken Mürcie fırkasının sapıkları, iman olduktan sonra, günahın hiçbir zararı olmadığını savunmuşlardır Ebû Hanîfe ve çoğunluk İslâm hukukçularına göre büyük günah işleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder Eğer tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder Ahmed b Hanbel'in görüşü de, diğer fakihlerin görüşü gibidir O, şöyle demiştir: "Mü'min kendisine gizli olan şeyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na bırakır Günahlarla Allah'ın mağfiret kapısını kapatmaz Herşeyin, hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir İyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanın da âkıbetinden korkar Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve kazandığı günah sebebiyle cehenneme girmez Bu konuda Allah'ın dilediği olur" (İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l İmam Ahmed b Hanbel, s 168) Ahmed b Hanbel'in İslâm Devlet Başkanı seçimi (İmam, halife) ile ilgili görüşü şu şekilde özetlenebilir: O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çoğunluğuna tabi olur Buna göre, İslâm Devlet başkanı (halîfe), kendisinden sonra uygun gördüğü birisini hilâfet için aday gösterebilir Burada son söz mü'minlerin bîatıdır Nitekim Hz Peygamber, Ebû Bekir (ra)'in, kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça söylememiştir Şöyle ki, Hz Peygamber, hastalığı günlerinde Ebû Bekr'i namaz kıldırması için öne geçirmiştir Ashâbı kiram; "Peygamber (sas) O'nu din işimiz için seçmiştir O halde biz O'nu dünya işimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz Ebû Bekr'e bîat etmişlerdir Hz Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz Ömer'i aday göstermiş, müslümanları O'na bîat edip etmeme konusunda serbest bırakmıştır Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz Ömer'e bîat etmişlerdir Daha sonra, Hz Ömer, peygamber (sas)'in rızasını kazanan altı kişiyi seçmiş ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanları buna bîata davet etmelerini tavsiye etmiştir Bunların dört tanesi Hz Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat etmişlerdir Hz Ali de O'na biat edenler arasındadır Ahmed b Hanbel, "Onların işleri, aralarında danışma (şüra) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti uyarınca, halifenin şûrâ ile seçilmesi prensibini benimser Diğer yandan sünnete uyarak halîfenin Kureyş'ten olmasını kabul eder Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaâtın gerekli olduğunu söyler Böylece fitnelerin önüne geçilmiş olur O, bu konuda müslümanların maslahatını gözetmektedir O'na göre, düzenli ve kalıcı bir yönetim teessüs etmelidir Bu düzenin dışına çıkanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadır İbn Hanbel'i böyle düşünmeye sevkeden şey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve şiddetli eylem ve hareketleridir Müslümanların nizamını bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin işledikleri suçtan daha fazla suç işlemiş olurlar (İbnü'l-Cevzî, el Menâkıb, s 176) Ahmed b Hanbel, meşru nizarıım korunmasını savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir şekilde temas kurmamış, onların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir O, hak ve adalete inanan, zulmü tanımayan, fitne, fesat, isyan ve karışıklığı istemeyen yüksek bir ruha sahipti Ahmed b Hanbel'in Hadisçilik Yönü: İbn Hanbel 40 yaşına kadar hadis öğrenmek ve ilmini artırmak için çalışmış, Irak, Hicaz ve Yemen arasında ilim seyahatlerinde bulunmuştur Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçınmıştır O, Hz Peygamber'in peygamberlik çağı olan 40 yaşında hadis rivayetine ve ders vermeye başladığı zaman ilminin en yüksek derecesine ulaşmış ve akranları arasında temayüz etmişti Şeyhi Abdurrezzâk İbn Hemmâm (ö 211/826) O'nu diğer hadisçilerle karşılaştırarak şöyle demiştir: "Bize en kudretli hâfız eş-Şazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b Maîn geldi, fakat bunların hepsini kendi şahsında toplayan Ahmed b Hanbel gibi bir İmam daha gelmedi (İbnü'l-Cevzî, el-Menâkıb, s 69) Ahmed b Hanbel te'lif ettiği Müsned adlı hadis eseriyle şöhret bulmuştur Müsned; üçüncü hicret asrında ortaya çıkan ve hadisleri, diğer hadis eserlerinden farklı bir şekilde tâsnife tabi tutan kitaplardır Sünen, musannef ve câmi' adı verilen hadis kaynaklarında tasnif, "konulara göre" yapılırken, müsnedlerde, hadislerin konuları dikkate alınmamış, fakat kitaba alınacak hadisler ya onları rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki râvilerden birinin ismi altında biraraya getirilmiştir Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz Peygamber'den rivayet ettiği hadisler, konuları dikkate alınmaksızın, Ebû Hureyre ismi altında biraraya getirilerek bir kitap içinde çeşitli sahabîlerin hadislerinden oluşan bir mecmua te'lif edilmiştir Müsned'in kelime anlamı "isnad edilmiş" demektir İşte İbn Hanbel'in Müsned'i de, diğer müsnedler gibi sahabe adlarına göre tasnif edilmiş, ve her sahabenin rivâyet ettiği hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altında toplanmıştır Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müsnediyle başlayan eserde sırasıyla Hulefâ-i Râşidîn ve diğer sahabelerin müsnedleri bunu izlemiştir Ahmed b Hanbel, Müsned'ini topladığı 700 binin üzerindeki hadisler arasında seçtikleriyle meydana getirmiştir Müsned'de tekrarlarıyla birlik te 40 bin, tekrarlar dışında yaklaşık 30 bin kadar hadis yer alır (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Şakir tarafından Müsned mukaddimesinde nakledilmiştir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Mısır 1379, s 101) Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldığı söylenemez Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadığı ileri sürülmüştür (es-Süyûlî, age, s 101) Müsned, Ahmed b Hanbel'in hayatında iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel tarafından Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir Ancak asıl nüshaya Abdullah'ın başkalarından işittiği bazı hadislerle, nüshayı Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazı hadisleri de ilâve edilmiştir Ancak bunların sayısı bütünü etkilemeyecek kadar azdır (el Medînî, age, I, 21; es-Suyûtî, age, s 101) Sonuç olarak İbn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasında büyük itibar görmüştür O'nun kaleme aldığı Kitabü'l-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiğinde, hadisleri ve râvîlerini tanımada geniş bilgiye sahip olduğu anlaşılır Hanbelî Mezhebinin Yayılması: Ahmed b Hanbel usûl ve fetvâlarını yazmaktan kaçınmıştır Hatta o, fıkhının yazılmasını menetmiştir Bunun sebebi, İslâm'ın asıl ana kaynağını teşkil eden Kitap ve Sünnetle meşgul olmayı ön plâna çıkarmaktır O, bu düşüncesini şöyle ifade eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynıdır Huccet ve delil olma sıfatı yalnız "âsâr'a aittir" (İbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-İlm, Mısır 1346, II,149) Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid değil "ittiba" denir Burada artık müctehidin söz ve re'yi ile değil, onun dayandığı delil ile amel edilmiş olur İbn Hanbel bu görüşünü şu ifadeleriyle biraz daha aççıklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al Dinini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz Peygamber ve ashabından geleni al, sonra tabiîler gelir ki kişi onlar hakkında muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, İ'lâm, Mısır 1955, II, 178,181, 182) Daha önce hanefi fıkhı İmam Muhammed'in kaleme aldığı ve Ebû Hanîfe (ö150/767), İmam Muhammed (ö 189l805) ile Ebû Yûsuf'un (ö 182/798) görüşlerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitapları yoluyla nakledilmiş, İmam Şâfıî de (ö 204/819) kendi fıkhını bizzat yazmıştı Ahmed b Hanbel'e ait bazı fıkıh meselelerin yazılı metinleri nakledilmişse de bunlar, kendisi için tuttuğu notlardır Hanbelî fıkhı, ahmed b Hanbel'in talebeleri aracılığı ile nakmedilmiştir Bunların başında oğlu Salih (ö 266/879) gelir O, babasının fıkhını, yazdığı mektuplarla yaymış, kadılık yaptığı yerlerde bizzat pratikte uygulamıştır Diğer oğlu Abdullah da (ö 290/903) el-Müsned'i ve babasının fıkhını gelecek nesillere nakletmiştir Ahmed b Hanbel'in yanında uzun yıllar kalan ve onun fıkhını nakleden öğrencileri; Ahmed b Muhammed el-esrem (ö 273/886), Abdülmelik b Abdillah b Mihran (ö 274/887), Ahmed b Muhammed b el-Haccâc (ö 275/888) başta gelenleridir Bu öğrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö 311/923) Ahmed b Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalışmış, bu amaçla seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif etmiştir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s 499, 500) Ahmed b Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayılır Bu yüzden tercih yapmaktan sakınır, aynı konuda birden çok sahabe veya tabiî görüşünü terketmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüşü mezhebinde ayrı ayrı kabul ederdi Meseleyi soran kimsenin içinde bulunduğu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi Hanbeliler ictihad kapısının kapanmadığını ve her asırda, mutlak bir müctehidin bulunmasını farz-ı kîfa ye olduğunu söylerler Çünkü toplumda karşılaşılan yeni olaylar bunu gerekli kılar Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çıkmaması için de gereklidir Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü olduğu halde, istenilen ölçüde yayılmamıştır Halktan bu mezhebe bağlı olanlar azınlıkta kalmışlardır Hatta hiçbir İslâm ülkesinde çoğunluğu teşkil edememişlerdir Ancak Necid ile Saud (ö 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasında Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmiştir Bu mezhebin fazla yayılmamasının sebepleri şunlardır: Hanbelî mezhebi teşekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Mısır'da Şâfıî ve Mâlikî, Endülüs ve Mağrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi Diğer yandan Hanbelîler önceleri, başkalarına karşı delilden çok sert hareketlere başvuruyorlardı Güçleri arttıkça, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma için insanlara baskı yapıyorlardı Hanbelîlerin bu gibi davranışları yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüşlerdir Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamıştır (Ebû Zehra, age; s 505, 506) Hamdi DÖNDÜREN |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #5 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiSELEFIYYE Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanilan bu kelime, Selef'in mezhebi ve görüsü anlamina gelir Akaid konu ve meselelerinde nass (Kur'an-i Kerim ve Hadis) da varid olan hususlari mütesabih olanlar da dahil olmak üzere, oldugu gibi kabul edip, tesbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düsmemekle birlikte, te'vile (yoruma) de basvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmistir Bunlar, Hz Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarinda takib ettikleri yolu oldugu gibi izleyenler diye bilinirTâbiîn mezhep imamlari, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler Hicrî dördüncü yüzyilda Es'arî ve Maturidî tarafindan Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yasamis olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüslerini paylasmislardir Selefiyye, ayrica, bir görüs (mezhep) halinde hicri IV yüzyilda ortaya çikmis ve Hanbelî mezhebi mensuplari tarafindan ortaya atilip savunulmus bir görüsü de ifade eden bir terimdir Bu anlamiyla Selefiyye mezhebi, Selefin akidesini canlandirmayi hedef edinir Söz konusu mezhep VII hicrî asirda kuvvetlenmis, özellikle Ibn Teymiye tarafindan bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmistir Selefiyye, metod olarak nakle ve nassa kesin olarak bagliligi kendilerine gaye edinmisler, tartismayi gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile ugrasmamislardir Âyetlerde ve Sünnette bulunan her seye, meselâ; habere ait sifatlara ve mütesabihat dahil tartisma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmislerdir; tesbihten kaçindiklari gibi te'vile (yorum)'de gitmemislerdir Selefiyye, Islâm'a, Yunan düsüncesinin tesiriyle sonradan sokuldugunu kabul ettikleri mantik akil metodlarini, Sahabe ve Tâbiînin bunlari bilmedigini ve kullanmadigini ileri sürerek benimsemezler Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diger mezheplerin aksine, mantikî münakasa (cedel) ve akil yürütme metodunu kullanmayip; akidenin esaslarini sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tesbit ve tayin etmenin gerekliligini savunmuslardir Yani, inanç esaslarinin kaynagi nass'lar oldugu gibi; bunlarin delilleri de oradan çikarilmalidir Bu sebeple Selef mezhebi, Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'in sifatlari ve fiilleri ile ilgili hususlari, mecazi manasina bakmaksizin, oldugu gibi kabul ederler; onlari te'vil ve yoruma gerek duymazlar Selefiyye, sadece kendilerinin takib ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu oldugunu kabul eder Onlara göre Kur'an'da Islâm dinine ve Allah'in yoluna davetin metodu gösterilmistir:" Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel ögütle davet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125) Görüldügü gibi, âyette, irsad için; hikmet, güzel ögüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadir Hikmet; düsüncede ve fiilde hakikate ulasmak demek olup, hakki arayan iyi niyetli kimselere uygulanir Dogruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularina uyanlara güzel nasihat ve bunlarin hiç birine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktir (Bekir Topaloglu, Kelam Ilmi (Giris), Istanbul 1987, s 87 vd) Mu'tezile ekolünün akaid konularindaki aklî yorum ve izahlarina karsi çikan ve özellikle nass'daki mütesabih (farkli anlayis ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline siddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini su yedi temel prensip karakterize etmektedir: 1- Takdis: Cenab-i Allah'i sanina uygun düsmeyen seylerden tenzih etmek 2- Tasdik: Kur'an-i Kerim ve hadislerde Allah'in isim ve sifatlari hakkinda nasil bir ifade kullanilmis ve ne söylenmisse, onlari oldugu gibi kabul etmek; yani, Allah'i bizzat kendisinin ve peygamberinin tanittigi gibi bilip tasdik etmek 3- Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen mütesabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek 4- Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen mütesabih ifadeleri anlamayanlarin, bunlar hakkinda soru sormayip susmalari 5- Imsak (uzak tutma): Mütesabih ifadeler üzerinde yorum ve te'vilden kendini alikoymak 6- Keff: Mütesabih olan hususlarla zihnen bile mesgul olmamak 7- Ma'rifet ehlini teslim: Mütesabihe giren konulari bilmesi mümkün olan Hz Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassis âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul 1339/1341, I, s 98 vd; Neset Çagatay - I Agah Çubukçu, Islâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s 191) Dördüncü hicrî yüzyildan sonra Selef inancini özellikle Hanbelî mezhebine bagli olan ulema devam ettirmistir Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini Ibn Teymiye (751/1350), Ibnül-Vezir (840/1436) ve Sevkânî (1250/1834) gibi alimler teskil eder Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakasi (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmistir Ancak çesitli felsefe ve kültürleri tanimis olanlar için, Selefin bu metodu yeterli görülmemis; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcilarinin metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmistir Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir Ancak, konu ve meseleleri kisa (icmali) ve genis, teferruatla ele almalari bakimindan iki kisma ayrilabilir Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye, icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem vermistir Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser Imam Ebu Hanife'nin Fikh-i Ekber'idir Tafsile itina edenlerin basinda Ibn Teymiye bulunur Selefiye mezhebine mensup olanlarin hepsi Ehl-i Sünnettendir (Ismail Hakki Izmirli, age, I, s 105 vd) Necip TAYLAN |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #6 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiSELEF VE SELEFILIK Tarih içinde izine rastlanmadigi halde, günümüzde birçok firka ve fikir akimi dikkat çekmektedir Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur'an (Kur'aniyyun, Mealciler) ve Islâm'in saf haline dönme iddiasinda bulunan Selefîler bunlardan baslicalaridir Günümüzde ilmin zayiflamasi ve dogru ile yanlisin birbirine karistirilmis olmasi sebebiyle bu tür akimlar, bazi iyi niyetli müslümanlarin aldanmasina, yanlis yollara sapmasina vesile olmaktadir Bu yazi, son dönemlerde ortaya çikan akimlardan biri olan Selefîligi kisaca tanitmak ve yanlisliklarini ortaya koymak maksadiyla kaleme alinmistir Bu akimin görüsleri, temsilcileri ve onlarin tenkidi, hakkinda müstakil kitaplar yazilacak kadar ayrintili ve önemlidir Biz burada sadece konuyu ana hatlari ile ele alacak ve kisa degerlendirmeler yapacagiz Selef kime denir? Hz Peygamber sav'in “En hayirli nesil benim dönemimde yasayanlardir Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan gelenlerdir” (1) seklindeki hadisinde “en hayirli nesiller” olduklari haber verilen ilk üç kusaga Selef denir Bu ilk üç kusak, sirasiyla Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiîn'dir Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerdir Sahabe kusagi, Hz Peygamber sav'in vefatindan sonra Islâm'in biricik temsilcileri olarak yasamis, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde Islâm'i hakkiyla teblig etmis, ögrenciler yetistirmislerdir Kur'an'i, hadis-i serifleri ve Islâmî uygulamalari bütün müslümanlar Sahabe kanaliyla ögrenmistir Bu sebeple Sahabe'nin Islâm ilim tarihinde oldugu kadar, iman, amel, edep, zühd, vera, takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardir Onlardan sonra gelen kusaga Tabiun denir Bu kusak da Sahabe'nin dizinin dibinde yetismis, imani, ilmi ve ameli onlardan almistir Bu kusaga Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe'ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir Sahabe'nin önemi, Kur'an'da hayirla yad edilmis olmalari, Hz Peygamber sav'in yasantisinin ilk ve en önemli temsilcileri olmalari hasebiyle Islâm'i en dogru sekilde anlayip yasamanin kistasi olmalari gibi hususlardan kaynaklanmaktadir Tabiun'un önemi ise temelde su iki noktaya dayanmaktadir: 1 Islâm'i, Sahabe kusagindan, yani en dogru sekilde anlayip yasamis olan kusaktan ögrenmis olmalari 2 Sahabe zamaninda rastlanmayan, sonradan karsilasilmis yabanci birçok fikir akimi, kültür ve inanç sekliyle ilk defa onlarin muhatap olmasi Basta felsefî akimlar ve Mu'tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid'at firkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde Islâm toplumuna girmis ve önemli fikrî ve akidevî sarsintilara sebebiyet vermistir Iste Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akimlarla mücadele ederek Sahabe'den devralinan sahih Islâm anlayisinin zedelenmeden yasamasina ve gelecek nesillere aktarilmasina sebep olmus ve çok büyük hizmette bulunmuslardir Dolayisiyla Islâm'in özüne yabanci her türlü cereyan karsisinda nasil bir tavir takinacagimizi, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz Tabiun dönemi, ayni zamanda fikhî mezheplerin temellerinin atildigi ve müstakil mezheplerin ortaya çiktigi dönem olarak da dikkat çeker Bu dönemde yasamis olan Hasan-i Basrî , Süfyan -i Sevrî , Ibrahim en- Nehaî , Sa'bî gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanîfe de bu kusaga mensuptu (Allah hepsinden razi olsun) Tabiun'dan sonra gelerek onlara ögrencilik etmis olan kusaga da Tebe-i Tabiîn veya Etbau't-Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir Bu dönem de ilmî ihtisaslasmanin ya sandigi, hadis-i seriflerin yaygin olarak müstakil kitaplarda toplandigi, itikadî ve fikhî mezheplerin iyice yerlesip müesseselestigi bir zaman dilimidir Kisaca tanittigimiz bu üç nesil, gerek Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olmalari, gerekse sahih Islâm anlayisinin bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmistir Bu sebeple, daha sonraki asirlarda devamli olarak merkezî bir yer tutmus ve adeta dogru-yanlis ayriminin ölçüsü olarak algilanmistir Tarih boyunca Islâm toplumlarinda ne zaman bir sarsilma, gevseme ve bozulma görülmüsse, bu üç neslin temsil ettigi Islâm anlayisina dönüs gayretleri sayesinde toparlanma olmus ve dogru çizgi muhafaza edilmistir Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, Islâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktasi ve ölçü olmustur Selefîlik nedir? Selefilik, Islâm'i, yukarida tanittigimiz Selef-i Salihîn'in anlayip yasadigi gibi anlayip yasama iddiasinin vücut verdigi bir akimdir Ilk defa Misir'da Cemaleddin Efganî ve ögrencisi Muhammed Abduh tarafindan baslatilan “ Islâmî islah” hareketi, daha sonra Selefîlik adiyla anilan zümrenin dogmasina kaynaklik etmistir Asagi yukari ayni dönemde bugünkü Suudi Arabistan'in sinirlari içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çikan ve Misir'daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b Abdilvehhab'in yürüttügü “ Vahhabîlik ” hareketine de daha sonra Selefîlik denmistir Bu iki hareket arasinda temelde önemli farkliliklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akim su noktalarda birbirlerinden ayrilir: 1 Itikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezheplerini kabul etmezler Ehl-i Sünnet'in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu'l-Hasan el-Es'arî Vahhabîler'e göre, saf Islâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve akli nakle (ayet ve hadislere) hakem kilmak suretiyle bulandirmislardir Özellikle mütesabih (2) ayet ve hadislerin Allah Tealâ'nin sanina ve yüceligine uygun olarak tevil edilmesine siddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da ayni siddetle karsi çikarlar Efganî-Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandigi metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantik ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve mütesabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasinda benzerlik kurulmamasi için tevil edilmesi taraftaridir 2 Vahhabîler, fikhî mezhep olarak Ibn Teymiyye ve ögrencisi Ibnu'l -Kayyim'in çizgisini izler Diger mezhepleri ise istihsan, istislah, mesalih-i mürsele gibi delillere yer verdikleri için bid'atçilikle itham ederler Efganî-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fikhî mezhepleri birlestirme egilimindedir Aralarindaki ihtilaflari kisaca zikrettigimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklasarak “Selefî” diye anilmislardir Ortaya çikis döneminden günümüze dogru ilerledikçe, Selefîlik akiminin içine baska görüsler de katilmistir Dolayisiyla “ Selefîlik ” dendigi zaman akla her ferdinin ayni sekilde düsündügü homojen bir gruptan ziyade, asagida zikredecegimiz görüsleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir Selefîlerin görüsleri Mütesabih ayet ve hadislerle ilgili görüsleri: Selefîligin en bariz vasiflarindan birisi, mütesabih ayet ve hadisleri lugat anlamini esas alarak oldugu gibi kabul etmek seklinde kendisini göstermektedir Buna göre Kur'an'da ve hadislerde Allah Tealâ hakkinda zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, Ars'a istiva etme, gazaplanma, gülme” gibi sifatlar, mahlukat hakkinda ne ifade ederse, Selefîler'e göre Allah Tealâ hakkinda da ayni seyi ifade eder Oysa Kur'an'da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ'nin bu gibi sifatlarini mahlukatin sifatlarina benzetmenin dogru olmadigini ortaya koymaktadir Her ilim dalinda, o sahanin mütehassislarinin söylediklerine itibar edilecegi açiktir Bu gerçekten hareketle tefsir sahasinda müfessirler, hadis sahasinda muhaddisler , fikih sahasinda fukaha ve akaid sahasinda kelâm/akaid alimleri ne demisse ona itibar edilir Ömrünü fikih ilminin meselelerine vakfetmis bir kimsenin akaid alaninda söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi degerlendirilmez Yahut yillarini tefsir alaninda çalisarak geçirmis bir alimin, hadis ilminin derinlik ve inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir Tasavvuf hakkindaki görüsleri: Islâm dünyasinin bazi yerlerinde tasavvuf adi altinda sergilenen birtakim yanlis anlayi s, Selefîler'in tasavvufun özüne düsmanlik beslemesine gerekçe teskil etmistir Oysa Ehl -i Sünnet ve'l -Cemaat'ten asla ayri düsünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batinîlik, Hurûfîlik gibi sapik cereyanlardan uzaktir Ehl-i Sünnet çizginin muhafazasinda ve yayilmasinda son derece büyük katkilari bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanlarin kalbî ve ruhî hayatinin inkisafinda, ahlâkin güzellestirilmesinde ve erdemli fertlerin yetismesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemis ve tamamen onlara uymustur Gerek itikadî, gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüsleri ortadadir Taklid hakkindaki görüsleri: Bir kisim Selefîler, fikhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamin taklid edilmesine de siddetle karsi çikarak, bunun da kisiyi sirke ve küfre götürecegini iddia ederler Bu iddialarini ispat için de birtakim ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler Oysa bu ayet ve hadislere yakindan bakildiginda taklidin haramligi iddiasina uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür Tipki tevessül konusunda oldugu gibi, taklidin haramligi konusunda da bu ümmetin tatbikati Selefîler'in iddialarinin geçersiz oldugunu gösteren en büyük delildir Hadis alimleri arasinda ittifakla dile getirilen bir husus vardir: Hadislerin sahih, hasen veya zayif oldugu konusunda hadis alimleri tarafindan verilen hükümler, onlarin kendi içtihadlarinin sonucudur Dolayisiyla onlardan sonra gelen ve onlarin kitaplarinda yer alan hadisleri delil kabul edenler, onlarin bu hadislerin sihhati konusundaki içtihadlarini taklid etmis olmaktadirlar Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz, bin üçyüz sene önce yasamis hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarini bilmemizin bir tek yolu vardir O da hadis alimlerinin bu konudaki görüslerini bize nakleden kitaplara basvurmaktir Su halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadigi yolundaki degerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadina dayanmaktadir ve bu da tamamiyla bir “taklid”dir Her hususta Selef'e tabi olduklarini iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer “mukallid”dir Eger herhangi bir alimin bir görüsünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu harami Selefîler de islemektedir Eger hadis alimlerinin hadislerin sihhati-zaafi konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamlarin fikhî konulardaki içtihadlarini taklid etmek niçin haram olsun? Kiyas konusundaki görüsleri: Günümüzde Selefîler olarak anilan grup içinde, kiyasin ser'î bir delil sayilamayacagini, çünkü kiyasin, “Allah'in dininde sahsi görüs ile hüküm vermek” oldugunu söyleyenler mevcuttur Oysa fikih usulü kitaplarinda ayrintili bir sekilde açiklandigi gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakia olarak sinirlidir ve insanligin karsilastigi her olayin hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmis olmasi mümkün degildir Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumati olan herkes bu noktayi kabul ve itiraf eder Su halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkinda yapilabilecek iki seçenek var Ya bu olaylar hakkinda Islâm'in herhangi bir hükmünün ve açiklamasinin olmadigini söylemek, ya da karsilastigimiz olayin bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkinda Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmü, aralarindaki benzerlik dolayisiyla yeni olaya da tatbik etmek Bu seçeneklerden ilkinin dogru oldugunu söylemek, Islâm'in evrensel oldugunu, bütün zaman ve mekânlarin problemlerine çözüm getirme özelligini haiz bulundugunu inkâr etmek demektir Kiyas'i inkâr eden Ibn Hazm , bu iddiasi sebebiyle, birakalim bir “Islâm alimi”ni, akli basinda siradan bir kimsenin bile gülüp geçecegi seyler söylemistir Mesela Kur'an ve Sünnet'de domuz etinin haram oldugu zikredilmistir Ama domuzun yaginin haram olduguna dair ne Kur'an'da , ne de Sünnet'te herhangi bir hüküm yoktur Sirf bu gerekçeyle Ibn Hazm, domuzun yaginin haram olmadigini söylemistir Iste kiyasin reddedilmesi sonucunda varilacak komik nokta budur Ehl-i Sünnet ne diyor? Her ne kadar Selefîler, yukarida özetlemeye çalistigimiz görüslerinde Selef-i Salihîn'i örnek aldiklarini söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia oldugunu söylemek durumundayiz Esasinda mesela Imam-i Azam Ebu Hanife Hazretleri de Selef'tendir ve onun gerek itikadî, gerekse fikhî görüslerini benimsemek, gerçek Selefîliktir Bu söyledigimiz diger büyük imamlar için de söz konusudur Ebu'l-Muzaffer el-Isferâînî , Ehl -i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra söyle der: “ Bilmis ol ki, Firka-i Naciye'nin (kurtulusa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettigimiz bütün bu hususlar, imanin sihhati babinda bilinmesi gereken hususlardir () “ Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadi olarak zikrettigimiz hususlarin hiç birisi hakkinda Safi'î ile Ebu Hanîfe; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasinda herhangi bir ihtilaf yoktur Sadece bu iki imam degil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b Sa'd , Ahmed b Hanbel , Süfyan es-Sevrî , Süfyân b Uyeyne , Yahya b Maîn , Ishak b Rahuye , Muhammed b Ishak el-Hanzalî , Muhammed b Eslem et-Tûsî , Yahya b Yahya en-Nisaburî , Hüseyin b Fadl el-Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b Hasan, Züfer b Hüzeyl, Ebu Sevr ve Hicaz, Sam, Irak imamlari, Horasan ve Maveraunnehir imamlari gibi Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis'in tümü ile onlardan önce yasamis olan Sahabe, Tabiun ve Etbau't-Tabiîn de bütün bu konularda görüs birligi içindedir Bu iki firka ( Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis) arasinda bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadigini tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe'nin Kelâm sahasinda yazdigi Kitabu'l-Âlim (ve'l-Müte'allim)'e, el-Fikhu'l-Ekber'e () ve Osman el-Bettî'ye yazdigi () el-Vasiyye'sine baksin Keza Safiî'nin yazdigi eserlere baksin Bu ikisinin mezhebi arasinda herhangi bir farklilik bulamayacaktir “Bütün bu imamlardan, burada zikrettigimiz hususlar ile çelisik olarak nakledilen görüslerin tümü, bid'atçilerin, kendi mezheplerini güzel ve dogru göstermek için uydurdugu yalanlardir () Bu kimseler, Ehl-i Sünnet'in kiliçlarindan korktuklari için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe'ye nisbet etmis ve onun arkasina gizlenmislerdir” (et-Tabsîr fi'd-Dîn, s 113-114) Bu ifadeler bize sunu göstermektedir: Selefîler'in “Selef” anlayisi ile gerçek Selef arasinda büyük farklilik var Dolayisiyla adina Selefîlik denen akim, her ne kadar Selef'in anlayis ve uygulamalarini esas aldigini söylüyorsa da, aslinda Selef'in anlayis ve uygulamalariyla bagdastirilmasi hayli zor olan fikirler benimsemistir Onlarin reddedici, dislayici, kati ve tekelci anlayisi, ne “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” dedigimiz Selef'te, ne de “ Ehl-i Sünnet-i Âmme” dedigimiz Halef'te görülür 1 Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir 2 “Allah Teala'nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars'a istiva etmesi” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin zikredildigi ayet ve hadisler |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #7 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler Tarihi EŞ´ARi MEZHEBİ Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü Çoğulu "Eşâ'ira" gelirEş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153 Ayrıca kaynaklar için bk Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10) Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503) Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz 1 Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir Aklen bir vucûbiyyet yoktur Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir 2 Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir Kadında peygamber olabilir 3 Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır 4 Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur 5 Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez 6 Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur 7 Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir 8 Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir Ama böyle bir durum vaki olmamıştır 9 İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir 10 İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur 11 Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir 12 Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir O Allah'ın kelâmıdır Ses ve harflere muhtaç değildir Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır 13 Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir 14 Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur 15 Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir 16 Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23) Abdurrahim GÜZEL |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #8 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler Tarihi MATURİDİ MEZHEBİ İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b Muhammed b Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilirAlemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur 333/944'te Semerkand'da vefat etmiştir O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir Ehli Sünnet kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v 324/936) Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi Bize kadar gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b Mukatil er-Râzî'dir Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b Musa el-Cürcânî'dir İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi Matüridi, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v 345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b Musa el-Pezdevî (v 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi İmam Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu Matüridî'nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at akımlarından uzak kalmıştı Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti Onun Kitâbü't Tevhid'i bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır Metodu: Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur Allah'ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz Muhammed (sas)'in peygamberliği akılla isbat edilir Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s 7-8) Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır 2- Peygamberlerin haberleri Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir Matüridî akıl hakkında şöyle der: Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s 78) Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der: "İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s 136) Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz Peygamber'den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s 212-213) Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir: 1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir Allah'ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz" demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s 78) Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur Akıl tek başına Allah'ı bilebilir Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar 2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder (Hüsün emrin medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder" Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle anlaşılır Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O'dur Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur 3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir) Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır Allah boş ve abes işlerden münezzehtir Her işinde hikmet vardır Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir Allah yaptığından sorumlu değildir 4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun" (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef Kütüphanesi No: 47 vr 1829) "Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef Küt No: 496, vr 86) Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar: a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82) Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler: Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir Matüridî pek çok eser telif etmiştir Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir: Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır Hemen hemen İstanbul'un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur'an tefsiridir Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini reddeder Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b Ahmed es-Semerkandî (v 533/1158) tarafından şerh edilmiştir Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur Matüridi'nin diğer eseri Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır Dr Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b Muhammed en-Nesefi'dir (417-508/1024-1115) Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır Eş'ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v 403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır Matüridi'nin kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır Mesela Beyazıd Küt No: 3078,158 (vr) Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't Te'vil" isimli tefsiri pek meşhurdur Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez" (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef Küt No: 496, vr 86; Fatih Küt No: 2907, vr 96-10) Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır Çünkü iman Allah'ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur Muhiddin BAĞÇECİ |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #9 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiSÎA mezhebi Hz Peygamber'in vefatindan sonra Imametin Hz Ali ve evlatlarina ait bir hak olup nass ve tayinle gerçeklesecegini iddia eden birbirlerinden farkli mezheplerin müsterek adi Sîa kelimesi Arapcada se-ye-a kökünden firka, bölük, taraftar, yardimci, bir kimseye uyan ve yardimci olan manalarina gelen bir kelimedir Kur'ân-i Kerîm'de degisik yerlerde geçen bu kelime (bk el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlaminda kullanilmistir Genel olarak halife Osman b Affan'in öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b Ebi Talib tarafini tutan, onunla birlikte düsmanlarina karsi savasan ve mücadele edenlere Ali b Ebi Talib'in taraftarlari (Satu Ali b Ebi Talib) denildigi görülmektedir (es-Sehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146) Sîa kelimesinin bu manada kullanilisi genel olarak Hz Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da sehid edilisinden sonraya kadar devam etmistir Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Sîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karsi Hz Hüseyin'in intikamini almak, Hz Ali ve soyunun haklarini aramak, onun nesline yardim etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanlari ifâde etmeye baslamistir Sîa'nin ne zaman dogdugu konusu oldukça ihtilaflidir Sii kaynaklar, Hz Peygamber zamaninda, Ali b Ebî Talib'i diger sahabelerden üstün gören ve onu halifelige en layik sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gifarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b el-Esved gibi ashabin ilk siîler oldugunu, bu bakimdan Sîa'nin Hz Peygamber devrinde dogdugunu belirtmektedir (bk En-Nevbaht, Firaku's-sîa, Necef 1368, 39-40) Fakat Hz Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak tesekkül etmis olan Sîa'nin Hz Peygamberin vefatini takiben, Hz Ali'nin mesru halife oldugu iddiasiyla dogan tamamen bir siyasi hareket olarak çiktigi iddiasi (bk Bernard Lewis, the Origins of Ismailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-Islâm, Kahire 1964, 266 vd) yaninda Hz Osman'in öldürülmesinden sonra (bk J Wellhausen, el-Havâric ve's-Sa, Kahire 1968, 146) veya Hz Ali'nin halifeligi esnasinda özellikle Camel ve Siffin savaslarini takiben (bk Ibnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile dogdugu (bk Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür Bütün bu olaylar Sîa'nin ortaya çikis zamanini kesin olarak belirtmeseler de olaylarin hepsinin Sîa'nin gelismesinde müessir oldugu görülmektedir Sîa diger firkalar gibi, Islâm'da ana bünye diyebilecegimiz cemaatten ayrilarak, yine Islâm içinde ortaya çikan bir zümrelesme hareketidir Hz Ali'nin, Hz Peygamber tarafindan takdir edilen, yigitlik, kahramanlik, ilim ve takva gibi sahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir Onun bu özelliklerinden dolayi bazi sahabîler tarafindan begenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir baglilik ve samimi bir dostluk ifade etmektedir Hz Peygamber'in ashabindan bazilarini takdir eden ifâdeler kullanmasi ve onlara iltifati düsünüldügünde sadece Hz Ali'nin özelliklerini takdir etmedigi de görülür Bütün bunlar dikkate alindigi takdirde Hz Ali devri de dahil Hulefâyi Rasidin devrinde, dostluk ve sevgi izhari ötesinde bir mezhebî gruplasma olmadigi anlasilir Bu açidan Sîa'nin Hz Peygamber devrinde tesekkülü mümkün görülmemektedir Sîa en erken, Hz Hüseyin'in sehâdetinden sonra siyasî bir egilim olarak kamuoyu olusturmaya baslamistir Özellikle 65/684 yillarinda ortaya çikan ve Hz Hüseyin'in intikamini almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardimsiz biraktiklari için izdirap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin olusturdugu Tevvâbin hareketi, Sîa'nin bir terim haline gelisinin ve Islâm içinde bir kitlelesme hareketinin baslamasinin ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir Tevvâbin hareketinin Emeviler karsisinda basari kazanamamasi sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamini almak için ortaya çikan Hz Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den dogan oglu Muhammed b el-Hanefiyye'nin imametini savunan, Islâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüslerle esasli yankilar uyandiran Muhtar b Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz Ali'nin neslinin adini kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalismislardir Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çikan ve Muhammed b el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu firka günümüze ulasmamistir Sia'nin bütün firkalarinda ilk ve ihtilafsiz Imam Hz Ali'dir Onun ölümünden sonra imamet görevi ogullari Hasan ve Hüseyin'e intikal etti Hüseyin b Ali'nin ölümünden sonra imamet oglu Ali b Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti Emevilere karsi Muhammed b el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b Hüseyin'e baglandilar Böylece imamet hemen tamimiyle Hz Ali'nin, Hz Hüseyin'den gelen evlâtlarina intikal etmis oldu Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklasarak ölümüne kadar (95/713) ilimle mesgul oldu ve çevresindeki insanlari yetistirmeye gayret etti Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oglu Muhammed el-Bâkir ölümüne kadar (114/733) babasinin prensiplerini izleyerek ilmî konularla mesgul oldu ve çevresindeki mensuplarini korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti Altinci Imam Ca'fer es-Sâdik gerçekten alim ve faziletli bir kisidir (bk Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadik", TDV Islâm Ansiklopedisi, VII, I, 3) Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmistir Bu imamin devrinde, Islâm tarihinde, Hz Hüseyin'in sehadetinden sonra Emevilere karsi, Ehl-i Beyt adina ilk defa ayaklanan Zeyd b Zeynü'l-Abidin'dir Ali b Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oglu, Muhammed el-Bâkir'in kardesi ve Ca'fer es-Sadik'in amcasi ve akrani olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hisam b Abdulmelik'e karsi Kûfe'de isyan etti Kendisine bey'at eden onbesbin kisi ile Hisam'in Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b Ömer es-Sakafi ile giristigi savasta (122/740) basarisizliga ugradi ve öldürüldü Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oglu Yahya (ö 125/743) ile Zeydîyye firkasi ortaya çikmistir Zeyd b Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çesitli firkalara ayrilan Zeydîyye mensuplari uzun süre daginik halde kalmislardir Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayiflamasindan faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuslardir Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yilina kadar varligini sürdürmüstür Yemen Zeydîligi ise günümüze kadar varligini muhafaza edebilmistir VI/XII yüzyildan itibâren sinirlarini Tihâme'ye kadar genisleten Zeydler daha sonra Osmanli hakimiyetine girmislerdir Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir Imâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu firka mensuplari büyük günah isleyenler hakkinda daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altinda bulunduklari için bu tip kimselerin tam anlamiyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacaklari görüsündedirler Fikih konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefilige yakin bir yol izlerler Isnaaseriyye'den * farkli olarak mut'a nikahini mesru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili genis bilgi için bk Zeydîyye Mad) Ca'fer es-Sadik'in imamet devresinde önceleri oglu Ismail'in kendisine halef olacagini kesin olarak belirtmisken daha sonra bazi sebeplerle onu halifelikten çekti Ismail babasinin sagliginda vefat etti 148 (765) yilinda, Ca'fer es-Sadik'in ölümü üzerine, Ismail'in taraftarlari onun adina oglu Muhammed b Ismail'e bey'at ettiler Böylece Sîa bünyesinde Ismailiyye adi ile anilan yeni bir firka ortaya çikmis oldu Asiri bir Siî mezhebi olan Ismailiyye kurulusundan itibaren bir buçuk asir süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafindan idâre edildi Basra, Kûfe, Iran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler Ali b el-Fadl ve Ibn Havseb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oglu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah es-Siî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular III/IX asrin sonuna dogru Suriye'nin Selemiyye sehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden Ismaili imami Ubeydullah 297 (909) yilinda Fatimîler Devletini kurmayi basardi Kisa zamanda Misir'i ele geçiren Fatimler, burada kurduklari müesseselerle yaklasik üç asir süreyle mezheplerini yaymaya çalistilar Fatimî halifelerinden el-Mustansir'in 487 (1094) yilinda ölümü ile birlikte Ismailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrildi Dogu ve Bati Ismailiyyesi diyebilecegimiz bu iki koldan birincisi Iran'da Hasan Sabbah'in sahsinda büyük bir himayeci bulmus, özellikle Kazvin yakininda basta Alamut kalesi olmak üzere diger kalelerde yerlesen Nizarî fedaileri Islâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuslardir Ismailiyye'nin bu kolu 1254 yilinda Hülagu tarafindan, Suriye Nizârleri ise 1273 yilinda Sultan Baybars tarafindan ortadan kaldirilmistir Ismailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kisa bir müddet Misir'da hâkimiyetini sürdürmüs, daha sonra birbirinden farkli kollara ayrilarak Yemen'e intikal etmistir Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kisma bölünmüslerdir Müsta'lî Ismailleri Hindistan'da Bohra adiyla anilmaktadirlar Hülagu'dan sonra daha çok Iran Azerbaycan'inda kalan Nizarî Ismailîler, tasavvufi bir görünüm altinda varliklarini sürdürmüslerdir 1718 yilinda öldürülen 45 Nizarî imami Halilullah Sah'tan sonra Iran Kaçar sarayinda Aga Han ünvani ile damat olan 46 Ismailî imami Hasan Ali Sah'tan itibaren Nizârî imamlari Aga Han ünvani ile anilmislardir Ali Sah ve Sultan Muhammed Sah'dan sonra günümüzdeki Nizârî Ismailîyyenin 49 imami olan Kerim Aga Han bu görüsü sürdürmektedir Tarih boyunca Batiniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb isimlerle anilan Ismâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalismalari, bir tefsir ve fikih sistemleri mevcut degildir Daha çok ticâretle ugrasan Ismailiyye mensuplarina göre dinin en önemli özelligi imâmettir Ibadetler konusunda diger Sîa firkalarindan oldukça farkli özellik gösterirler (Genis bilgi için bk Ismilyye mad) Ca'fer es-Sadik'tan sonra taraftarlarinin ekseriyeti oglu Musa el-Kâzim'a tabi oldular Harun er-Resid zamaninda isyan edebilecegi endisesiyle Medine'den Bagdad'a celbedilen Musa el-Kâzim uzun süre hapis hayati yasamistir Kendisinin 183 (799) yilinda ölümü üzerine imam olan Ali er-Riza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafindan Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmis daha sonra 203 (818) yilinda zehirlenmek suretiyle öldürülmüstür Bundan sonraki imamlar sirasiyla Muhammed et-Takî (ö 220/835), Ali en-Nakî (ö 254/868), Hasan el-Askerî (ö 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplariyla anilan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduguna, yeniden dünyaya gelip dünyayi islâh edecegine inanilan bu imamla, imamlarin sayisi onikiye ulastigi için Sîa'nin bu firkasi Isnaaseriyye (onikiciler) diye anilir Ayrica imameti dinin en önemli rüknü saymalari hasebiyle Imamiyye, Imam Ca'fer es-Sadik'in fikhini uygulamalari sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler Imamiyye bir firka olarak 260 (873) yilindan sonra teessüs etmistir Bu bakimdan Zeydiyye ve Ismiliyye'den daha geç olusmus bir firkadir 12 imamin 260 (873) - 328 (940) yilina kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b Ruh ve Ali b Muhammed gibi sefirler araciligiyla imamla irtibat kuruldugu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir 238 (940) yilinda son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildigi için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandirilmaktadir Imamiyye Sîasi gaybet-i kübra yani büyük gaybetin baslamasindan itibaren Iran'in resmi mezhebi oldugu 10 (16) asra kadar Islâm dünyasinda güçlü bir varlik göstermemistir Ancak Safevilerin kurulmasiyla Imamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yillari arasinda kendisini himaye eden bir devlete sahip olmustur Sah Ismail devrinden itibaren Iran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlastirilmis, ezana ilaveler yapilmistir Safevilerin Siîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanli siyaseti arasindaki farklilik sebebiyle Osmanlilarla Iran ordusu arasinda 1514 yilinda cereyan eden Çaldiran savasinda Iran ordusunun maglup olmasi sonucunda Osmanli-Iran münasebetleri normal mecrasinda yürümemistir 12/18 yüzyildan 14/20 yüzyila kadar saglanan bir devlet destegi olmadan kendi seyri içinde gelisme kaydeden Imamiyye sîasinin temsilcileri olan ulema 1905-6 yillarindaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamislardir Kaçar hanedaninin 1925 yilinda yikilisindan sonra Iran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kismî nüfuz kaybina ugramistir Uzun bir hazirlik döneminden sonra Sîa yetullah Humeynî'nin çabalariyla 1979 yilindan itibaren Iran'da hakim kilinmis ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmis bulunmaktadir Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarini usuluddin olarak kabul eden bu firka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir sii firkasi olarak kabul edilir Kitap, sünnet, icma ve akli, ser'i deliller olarak kabul eden bu firka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahi hariç Ehl-i Sünnet fikhi ile cüz'i ayriliklar göstermektedir Günümüzde Iran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensuplari Sîa'nin büyük ekseriyetini teskil etmektedirler (bk Ca'feriyye mad) Bu üç firkanin ötesinde kendilerini siî sayan ve fakat mutedil Sîa'nin kendileri ile ilgileri bulunmadigini belirttikleri gulat, galiye yahut asiri siî firkalar vardir Islâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Mugiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi firkalar Hz Ali'yi ilâh yahut Allah'in ona hulûl ettigini iddia ettikleri için mutedil Sîa tarafindan Islâm ve Sîa disi asiri cereyan olarak degerlendirilmektedir Sîa firkalari arasinda müsterek nokta Imamet esasidir Düsüncelerine göre Cenab-i Hak Hz Peygamber'i Islâm dinini yaymak için göndermis, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'in dinin nesretmistir Hz Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfinda gerçeklestirdigi islah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkmasi Allah'in hikmetine uygun düsmez Bu sebeple Hz Peygamber'in faaliyetlerinin bosa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle es deger olan bir imamet müessesesi gereklidir Islâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduguna göre bütün zamanlar boyunca, Hz Peygamber adina dinî konulara çözüm getirecek ve Islâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardir Bu imamin Hz Peygamber'in neslinden olmasi gereklidir Imamlarin ilki Ali b Ebi Talib'dir O, sadece Hz Peygamber'in yakini ve damadi oldugu için degil Allah'in emrinin geregi olarak imam tayin edilmistir Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz Fâtima'dan olan neslinden devam edecektir Hz Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler Imamlarin tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasina ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafindan degil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafindan gerçeklestirilir Imamlar Hz Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir Aksi halde onlarin sözlerine itimad edilemez Sîa'nin imamet konusunda böyle düsüncesine ragmen aralarinda en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet oldugu söylenebilir Hemen her imamin ölümünden sonra o imâmin ogullari arasinda cereyan eden mücâdelelerde Imam olan kisinin güçlü ve itibarli olmasi sebebiyle mi yoksa Allah'in onu Imam tayin ettiginden dolayi mi Imam oldugu konusu daima tartisilabilir Yukarida Imamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan Imamiyye yahut Isnaaseriyye tarafindan benimsenen hususlardir Imamet konusunda en mutedil davranan Siî mezhebi Zeydiyye'dir Onlar yukarida belirtildigi gibi, imamin Hz Peygamber'in kizi Fatima neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler Imamin vasfen tayin edilmesi geregi üzerinde duran bu firkaya göre, Hz Fatima neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olmasi gereken imam, kendini izhar edip imamligini ilan etmelidir Takiyye veya mestur imam düsüncesi Zeydiyye'de mevcut degildir Ismail b Ca'fer es-Sâdik'i imam tanimakla Ismailiyye, naslarin bâtinî manasi bulundugunu iddia ettikleri için Batiniyye ve bilginin akil ve duyularla degil ancak masum imamin ögretmesiyle elde edilecegini iddia ettikleri için Ta'limiyye adini alan bu firka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtimîler devrinde farkli özellikler göstermistir Imami bilme ve ona baglanma dinin asli oldugu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu sekilde ulasilacagi, genel olarak Ismailiyye'nin prensipleri arasinda bulunmaktadir Bu firka günümüzde imamet konusundaki müfrit düsüncelerini sürdürmektedir Imametin disinda takiyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Sîa firkalarinin ekseriyeti tarafindan benimsenmektedir Günümüzde Islâm dünyasinin muhtelif yerlerinde Sîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasina ragmen %7 - %9 arasinda tahmin edilmektedir Mustafa ÖZ |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #10 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiHÂRICÎLIK (HÂRICIYE, HAVÂRIC) Hz Ali döneminde ortaya çikan siyasî ve itikadî mezhep Mezhebe Hârici"lik adinin verIlmesi konusunda çok çesitli yorumlar yapilir Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin basindaki hak Imam olan Hz Ali'ye karsi çikarak itâattan ayrildiklari için Havâric (Hâriciler) olarak anIlmis, mezheblerine de Hâricilik adi verIlmistir Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayi hâricîler adini almislardir Hâricîler baska adlar ve lâkablarla da anIlmis, taninmislardir Sözgelimi Hz Ali'nin ordusundan ayrildiklarinda Ilk toplandiklari yer olan Harûra'nin adina izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan baska kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadigi gerekçesiyle hakem olayina karsi çiktiklari için el-Muhakkime adiyla anIlmislardir Kendilerinin ençok hoslanarak kullandiklari isim ise Sürât'tir Satin alici anlamindaki Sârî'nin çogulu olan Sürât'i kendini Allah'a verenler, satanlar anlaminda kullaniyorlardi Hâricîler iman sorununa yanlis bir usulle yaklasarak bu konuda kimlerin kâfir oldugunu tartistilar Hakem olayinda hakemlik yapanlari ve taraflarini kafir ilan ettiler Cemel Vak'asi'na karIsanlari ve taraftarlarini lânetlediler Adâletsiz hükümdara karsi isyani bütün mü'minlere fari kabul ettiler Büyük günâhlar isleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bagdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s 55) Hâricîler, Hz Ali ile Sam valisi Muâviye arasinda yapilan Siffin savasinda, sorunun çözümü için taraflarin birer hakem atamalari üzerine ortaya çiktilar Onlara göre Allah'tan baska kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur (lâ hukme illâ lillâh) Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar Sorunu hakemler araciligi ile çözmeyi kabul ettigi için Hz Ali de kâfir olmustur Kâfir olduguna inandiklari Hz Ali'den ayrIlmanin farz oldugu düsüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrilarak Harûra'da toplandilar Bu huruc (çIkis) hareketi ile Islâm tarihindeki Ilk siyasî parçalanma gerçeklesti Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, Islâm tarihinin en kati, en savasçil partisini olusturdu (Ahmet Emin, Duha'l-Islâm, III, 5) 0sin ilgin ç yani, Kur'ân'i mizraklarinin ucuna takarak Hz Ali ve ordusunu kitab'in hükmüne çagiranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amaciyla bir hile olarak yapmisladi ve Ilk basta buna aldanarak savasi durdurmasi ve Isteklerini kabul etmesi için Hz Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle ayni Insanlardi Savasi kendileri durdurmus, Hz Ali adina, onun hiç Istemedigi bir kisiyi hakem atamislar, sonra da bütün bunlardan dolayi Hz Ali ve ona uyanlari kâfir ilân ederek ayrIlmislardi Bu durum, en bagnaz düsmanlarinca bile teslim edilen dogruluk ve samimiyetleri konusunda süphe uyandirdiktan baska, hareketin kökeninde sadece inanç farkinin yatmadigini da düsündürmektedir Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çIkisini ünlü hakem olayina baglamakla birlikte baska nedenlerin varligindan ve etkisinden de sözetmektedirler Bunlarin en önemlileri söyle özetlenebilir: 1 Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettigi bir düsünceyi temsil etmektedir Bu kesim siyas"i çalkantilardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsiz olmakta, Islâm'in Ilk yillarindaki ideal toplumun özlemini duymaktadirlar Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçeklestirme girisimidir 2 Hâricîligin ortaya çikmasindaki önemli bir neden, merkezî yönetime karsi süregelen geleneksel direnis psikolojisidir Buna, câhiliye döneminin zihin yapisini karakterize eden bireysel bagimsizlik egiliminin de önemli bir etkisi oldugu eklenebilir 3 Hâricîlik hareketinde, çesitli Arap kabîleleri arasinda eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan ogula geçen savas ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir 4 Hâricîlerin ortaya çikmalarina yol açan nedenlerden biri de, bu kisilerin asiri Sii firkalardan olan Sebeiyye ile olan baglantilaridir Hz Osman'in sehid edIlmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafindan baslatIlmis ve yürütülmüstü Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmislardi Hâricîler, Hz Osman'in sehîd edIlmesi sorumluluguna katiliyorlar, hattâ bununla övünüyorlardi Haremlerin bir anlasma saglamalari durumunda hiç süphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardi bu riedenle Hz Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelismenin etkilerinden kendilerini kurtarmak Istemislerdi Hz Ali'den ayrilarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kIsa zamanda tam bir terör havasi estirmeye basladilar Görüslerine katIlmayan, önderlerini halife olarak tanimayan, Ali ve Osman'i kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümani kâfir sayiyor, acimasizca öldürüyorlardi Baslangiçta sayilari on Iki bin kadardi Hz Ali'nin çesitli girisimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarina katIlmis, geride yalniz dört bin kisi kalmisti Bunlarin bütün uyarilara ragmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu Nehrevân'da, Hz Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasinda yapilan savas, güçler arasindaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandi Bazi rivâyetler bu savastan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildigini belirtir Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin baska bir yere kaçtiklari ve çok sayida hâricî kollar olusturduklari söylenir Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki birakmis, onlar için Allah yolunda ölmenin, sehâdetin bir simgesi hâline gelmistir Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmus ve bu, bir türlü tatmin edilememistir Hz Ali bir Hâricî tarafindan sehîd edIlmis; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayisiz isyan hareketiyle varliklarini sürdürmüslerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd) Hâricîlerin büyük çogunlugunu bedevî çöl Araplari olusturuyordu Yasama sartlari ve biçimleri, çogu yoksul olan bu Insanlari sertlige, siddete ve kabaliga sürüklemisti Taskin bir ruha, atilgan bir mizaca sahiptiler Islâm'a samimiyetle inanmislardi ancak ufuklari dar, düsünceleri yüzeyseldi Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu Bu nedenle inançlarindaki samimiyet onlari bagnazliga, katiliga, hosgörüsüzlüge götürmüstü Kendilerini bilgi degil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlari yönlendiriyor, muhâlif olma düsüncesi gerçege ulasmalarini engelliyordu Kur'ân'i çok okuyor, zâhir anlamina sariliyor, kendi anladiklarinin disinda baska bir anlam tanimiyorlardi Kendilerinin haklilik ve dogrulugundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazirdilar Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atIlmaktan sakinmiyorlardi Kendileri gibi düsünmeyen bütün Insanlari kâfir sayiyor, öldürülmeleri gerektigine inaniyor ve bu yolda son derece acimasiz davraniyorlardi Baslangiçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafinda toplanan Hâricîler, Nehrevân olayindan sonra çesitli kisileri önder taniyarak kollara ayrildilar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düsünce Ilkeleri belirlediler Bu kollar arasinda, ayni kökten geldiklerinden süpheye düsürecek kadar derin görüs ayriliklari görülür Muhâlif tavirlari ve savasçiliklari bir yana, düsünce ve inanç açisindan paylastiklari görüsler son derece azdir Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Sehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnizca su üç noktada görüs birligi içindedirler 1 Hz Ali ve Hz Osman'i, hakemler Amr b el-Âs ve Ebû Musa el-Es'arî'yi, Cemel savasina katilan Hz Âise, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razi olan herkesi kâfir kabul etmek 2 Büyük günâh isleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak 3 Zâlim devlet baskanina karsi isyani farz kabul etmek Bunlara göre ayrica devtet baskaninin Kureys'ten olmasi gerekli degildir Hür seçimle isbasina gelmesi sartiyla herkes Imam olabilir Hattâ zulme saptiginda görevden alinmasi daha kolay olacagi için Imam'in Kureys'ten olmamasi daha iyidir Seçimle basa geçirilen kisi dogru yoldan saparsa görevden alinmasi, hattâ öldürülmesi farz olur Es'arî ve Bagdâdî'ye göre hâricîler yukarida siralanan maddelerden yalnizca birinci ile üçüricüde sözbirligi içindedirler 0sferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalniz birinci ve Ikinci maddede ittifak edebIlmektedirler Bu bilginlere göre Hâricîler yalniz büyük günâh isleyenleri degil, küçük günâh isleyenleri, hattâ bir hata yapanlari bile kâfir saymaktadirlar Muhakkime-i Ulâ da denilen Ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayida kola ayrildi Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, Ibâdiyye ve Sebibiye'dir Ezârika, Ebû Râsid Nâfi b el-Ezrâk'i Imam taniyan Hâricîlerin olusturdugu koldur el-Ezrâk, taraftarlariyla birlikte 64/683 yilinda Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savasirken öldürüldü (ö 65/684) Ezârika'nin görûsleri söyle özetlenebilir: Hz Ali, Hz Osman, Hz Âise, Hz Talha, Hz Zübeyir, Hz Abdullah b Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardir Savaslarda kendilerine katIlmayarak bir kenarda oturmayi seçenler de kâfirdir Hem bunlar, hem de kadin ve çocuklarinin öldürülmesi mübahtir Zinâ suçunun cezasi kirbaçtir, recm uygulamak yanlistir Müsriklerin çocuklari da babalari ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardir Takiyye hiçbir sekilde câiz degildir Büyük günâh isleyen kimse Islâm'dan çikmistir Imam'in emrine itâat, emri Ister hakli, Ister haksiz olsun, farzdir Imamin emrine karsi gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir Necedât, Necde b Âmir el-Hanefiyye'yi Imam taniyan Hâricîlik koludur Necde, Yemâme'de isyan etti Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti Kendisi ve taraftarlari Haccac tarafindan öldürüldü (ö 69/688) Necedât'a göre din Iki bölümdür Birincisi, Allah'i, Peygamber'i, müslümanlarin (yani kendilerinin) kanlarinin haram oldugunu ve Allah katindan gelen seylerin tümünü bIlmektir Bunlari bIlmek farzdir, bIlmemek özür sayIlmaz Ikincisi ise bu sayilanlarin disinda kalan hususlardir Insanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayi mazurdurlar Kendileriyle anlasma yapilan kisilerin kan ve mallari helâldir Küçük, zararsiz bir yalan söyleyip bu yalaninda israr eden kisi müsriktir Buna karsilik zinâ eden, içki içen, hirsizlik yapan fakat bu hareketinde israr etmeyen kimse müsrik degildir Can korkusu varsa takiyye câizdir Insanlarin basinda bir Imam'in bulunmasi sart degildir Sufriyye Ziyâd b el-Asfar'a uyanlarin olusturduklari koldur Buna Ziya'diyye de denir Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savasa katIlmayanlar, inançlari kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edIlmez Zinâ eden recmedilir Müsriklerin çocuklari cehennemlik degildir Takiyye, amelde degil, ancak sözde câizdir Zinâ, içki ve Iftira gibi dünyada cezayi gerektiren fiilleri isleyenlere kâfir ya da müsrik denilemez Fakat bu dünyada cezasi olmayan namazi terk gibi büyük günâhlari isleyenler kâfirdir Birisi seytana uymak, digeri putlara tapinmak olmak üzere Iki çesit sirk vardir Küfür de, birisi nimeti inkâr, digeri Allah'i inkâr olmak üzere Iki çesittir Berâet de Ikiye ayrilir; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri isleyenlerden uzaklasmak; digeri de farz olan ve Allah'i inkâr edenlerden uzaklasmak Acâride, Abdulkerim b Acred'e uyanlarin olusturdugu Hâricîlik koludur Kurucusu hakkinda hemen hiçbir sey bilinmeyen bu kolun baslica görüsleri sunlardir: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan degil, yalnizca bir kissadir Böyle bir ask kissasinin Kur'ân'da yer almasi câiz degildir Büyük günâh isleyenler dinden çikmislardir Savasa katIlmayanlar, ayni inanci paylasiyorlarsa düsman sayIlmazlar Acâride kolu, kendi içinde Hazimiyye, Su'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltiyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrildi Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Seybaniyye, Rûseydiyye, Mukremiyye adlariyla anilan kollar sürdü Ibâdiye, Abdullah b Ibâd tarafindan kurulan Haricilik koludur Günümüze kadar varligini sürdüren tek Hâricîlik kolu budur Haliç ülkelerinden Umman sultanligi ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadir Bu kola göre kendi görüslerini paylasmayanlar kâfirdir Ama bunlarla evlilik iliskisi kurulabilir, miraslari helâldir Bu kimselerle savasildigi zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanlari haramdir Muhâliflerin sâhitligi câizdir Büyük günâh isleyenler mü'min degildirler Müsriklerin çocuklarini ne olacagim yalniz Allah bilir 0ntikam amaciyla iskence câizdir Nifak çikaran kimse müsrik degildir Ibâdiyye'nin Hafsiyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlariyla anilan üç kolu vardir (bk E Ruhi Figlali, Ibadiyenin Dogusu ve Görüsleri, s 53) Sebibiyye, Sebib b Yezid es-Seybâni'ye uyanlarin olusturdugu koldur Abdulmelik b Mervan zamaninda huruç eden Sebib, Haccac ve Abdulmelik tarafindan üzerine gönderilen yirmi ayri askerî birligi bozguna ugratti Sonunda Kûfe'yi basti Mescide giderek orada bulunanlari öldürdü Ancak sabahleyin toplanan Haccac'in askerlerince kaçmak zorunda birakildi Sebib, Duceyl (Küçük Dicle) irmagi üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'in askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine irmaga düserek boguldu Sebib, kisisel Isteklerinin yerine getirIlmemesi üzerine isyan ettigi için düsünce ve inançlari konusunda bilgi yoktur Fakat kendisinin ve taraftarlarinin Hâricîligin genel inançlarini benimsedigi bilinmektedir Hâricîler "Allah'in vahyettigi ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan baska kimse hükmedici degildir) seklinde formüle ediyorlardi Akîdelerini de mâsum mü'minleri kiliçlariyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadilar (el-Malatî et-Tenbîh, Nesr Izzet el-Attar el-Hüseynî, s 51) Hâricîler Allah'in sifatlarinda tesbihe karsidirlar Kur'ân'in mahluk oldugunu, çünkü yalnizca Allah'in Kadîm oldugunu ifade ederler 0mâmet hakkinda Imamlarin Kureys'ten olmasina karsidirlar Son derece sert ve acimasiz bir adâlet görüsüne sahiptirler Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker Ilkesini siddet yoluyla müslümanlara tatbik etmislerdir Hâricîler bu görüsleriyle Mu'tezile'ye tesir etmislerdir Bazi görüslerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandiklarindan ehl-i sünnet'e uygun görüsleri de vardir Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düstükleri meseleler de vardir Allah'in hem dünyada hem âhirette görülemeyecegi, haktan ayrilan Imami azletmek için isyan etme, ehl-i kibleyi tekfir, Islâm'in imandan oldugu, Kur'ân'in yaratIlmis olmasi, Hz Peygamber'in günahkârlara sefâatini red, büyük günâh isleyenin ebedî cehennemde kalacagi gibi görüsleriyle ehl-i sünnet'e karsi çikmislardir Ahmed ÖZALP |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #11 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiCA'FERIYYE Hz Ali'nin torunlarindan Câ'fer-i Sâdik (ö 148/765)'in etrafinda toplanan ve onun ictihadlarina göre amel eden müslümanlarin bagli olduklari siyasi ve fikhî mezhep Imâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir O, kendisini ilme ve tefekküre vermis, Ebû Hanîfe ve Imâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmistir Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmislerse de, Imam Sâfiî ve Yahya b Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmislerdir Mezheplerinde "imâm" ve "on iki imam" konusuna agirlik verdikleri için bu mezhebe "Imamiyye" veya "Isnâ Aseriyye" adi da verilmistirCâ'fer-i Sâdik Kur'an'i delîl olarak alir, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafindan rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi Kitap ve Sünnet'te delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karsilastiklari zaman ona söyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden söyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kiyasa ilk basvuran Iblîs'tir Allah ona, Âdem'e secde et dedi O da, Ben Âdem'den hayirliyim, çünkü beni atesten, onu topraktan yarattin' dedi Kim dinde re'yi ile kiyas yaparsa Allah onu Kiyâmet günü Iblîs'e arkadas yapar Çünkü o, kiyas yapmak suretiyle seytana uymustur" Ebû Hanîfe su cevabi verdi: "Ne münasebet! seytân Allah'in emrine isyan için kiyas yapti Ben ise, Allah'in emirlerine itaat yollarini bulmak için kiyas yapiyorum" (M Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Târîhi, (çev A Sener) Ankara, 1968, s 235; Ahmed Emin, Düha'l-Islâm, Kahire 1936, III, 261) Temelde Ehl-i Sünnet'e yakin olan Câ'fer-i Sâdik'a ölümünden sonra birtakim iftiracilar birçok seyi isnat etmisler ve bunlari halk arasinda yaymislardir Imâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazi sapik görüsler ortaya atilmis ve bunlari bizzat kendisi reddetmistir Bu sapiklarin basinda Ebû'l Hattâb Muhammed b Ebî Zeyneb gelir Ebû'l Hattâb, küfre düsmüs, peygamberlik davasinda bulunmus ve Câ'fer-i Sâdik'in tanri oldugunu öne sürmüstür Haramlari helâl saymis ve imami taniyan herkesin haramlardan muaf sayilacagini söylemistir Üstelik bu görüsleri Câ'fer-i Sâdik adina çikarmistir Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmis, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadigini, bütün talebe ve arkadaslarina bildirmis, Islâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmustur (Ibnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9) Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakin bir Siî mezhebi olan Câ'ferîligin bazi görüslerini söylece özetlemek mümkündür: Imâmiye'ye göre imâmet (devlet baskanligi); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdir Peygamber gibi imâmi da Allah seçer Insanlarin imam tayin etme yetkisi yoktur Hz Muhammed (sas) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin imam (halife, müslümanlarin lideri) olacagini nass'la tayin etmistir Bu imam da kendinden sonra gelecek olani ayni sekilde belirlemistir Imâmin zahir, meshur ve meydanda olmasi caiz oldugu gibi; gaib, mestur ve gizli olmasi da mümkündür Son imam Muhammed Mehdî onikinci imam olup, hâlen hayattadir, fakat gaibtir Imâmin bulunmadigi bir zaman yoktur Simdi gaib olan Mehdî'ye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir Oniki imâm sunlardir: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö 50/670), 3) Hüseyin es-Sehid (ö 61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö 94/713), 5) Muhammed Bâkir (ö 113/731), 6) Câ'fer es-Sâdik (ö 148/765), 7) Musa Kâzim (ö 183/799), 8) Ali Riza (ö 192/808), 9) Muhammed Cevad (ö 220/835), 10) Ali Hâdi (ö 254/868), 11) Hasan Askerî (ö 260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendigi tarih 260/874) Câferîlere göre imâmlik mertebesi, insan olmanin üstünde; fakat peygamberligin altinda bir makamdir Imamlar peygamber gibi masum olup, yanilmazlar, günah islemezler Câ'ferîler imamin masumiyetini söyle açiklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasden veya yanlislikla unutarak, yahut ictihadinda hata ederek, yahut da Allah'in hataya sevketmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadir olmaz Bu imamin sözü dinlenir, korkusu kalpten çikmaz bir kisi olmasi için böyledir Onlardaki ismet sifati, Allah onlarin akillarini kemâle erdirdigi andan itibaren ruhlarini kabzedene kadar onlardan ayrilmaz bir vasiftir Câ'ferî'ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanin içindedir Onlara göre Hz Muhammed (sas)'den sonra halîfe olma hakki Hz Ali'nin idi Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur Fakat Ashab-i Kirâm'in ileri gelenleri, kendi ictihadlarina dayanarak bu nass'lari tevil ettiler ve Hz Ebu Bekir'i halife seçtiler Hz Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi Ancak fitne çikmamasi için Ebû Bekir'e bey'at ettiler Ilk üç halifede gördügü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz Ali, hilâfet hakkindan feragat etmisti Ancak Muaviye'nin degil halife, vali olarak kalmasinin bile zararli oldugu kanaatine vardigi için Emevîlere karsi savas ilân etmistir Câ'ferîler, ilk üç halifenin imâmligini kabul etmemekle beraber onlara karsi saygili olduklari halde, Muaviye ve oglu Yezid'e lânet okurlar (Muhammed Hüseyin, Kâsifu'l-Gita, Aslu's-Sia ve Usulühâ, Kahire 1958 126 vd; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168) Câ'feriye mezhebi mensuplari, onikinci imam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandirilan bir siginaga girip gizlendigine ve bir daha dönmedigine inanirlar Ancak gizlenen onikinci imamin yasi konusunda ihtilaf edilmis ve bazilari gizlendiginde yasinin dört oldugunu söylerken, bazilari da sekiz yasinda oldugunu ileri sürmüstür Yine, gizlenen imamin verecegi hüküm konusunda ihtilaf olmustur Bazilari, kayboldugu yastayken, halifenin bilmesi gereken seyleri bildigini ve ona itaat etmenin vacip oldugunu öne sürerken; diger bir kismi da hüküm vermenin gizlenen imamin mezhebine bagli âlimlere ait oldugunu iddia etmislerdir Isna aseriyye, diger adiyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnet'te oldugu gibi iki ana bölümde ele alinir 1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din Usûlü Din (dinin asillari) bes esas üzerine kurulmustur: Tevhîd, Nübüvvet, Imâmet, Mead (Ahiret), Adalet Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad) Onun zati her türlü noksan sifatlardan münezzehtir Esi,benzeri ve mahlûkatina benzer bir tarafi yoktur Nübüvvet: Peygamberlik, Allah'in seçtigi kullarini Cebrâil vasitasiyla ve vahy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kilmasidir Peygamberler Allah'in emirlerini halka teblig eder ve onlari dogru yola iletirler Onlar insanlarin en üstünü ve kullarin en hayirlisidirlar Emindirler, masumdurlar ve teblig vazifelerinde bir noksanlik ve hata bulunmaz Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir Hz Muhammed (sas) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dir Imâmet: Imân, dinin asillarindan olan imamete inanmakla tamamlanabilir Imamiye, nübüvvetin nasil Allah'tan bir lütûf olduguna inanirsa, her asirda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmis, insanlarin hidayet ve irsadlarini üstlenmis bir imamin varligina da inanir Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatinin hak oldugu esasidir Kiyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sirat, sefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunlarin hiçbiri akilla yorumlanamaz Keyfiyetini de bilemeyiz Fakat hepsinin gerçek olduguna inaniriz Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir Adalet: Isna aseriyye'ye göre dinin besinci asli ve dolayisiyla inanç esaslarindan olan adalet, Allah'in adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar olusudur Onun, iyiye iyiligine karsilik mükâfatta, kötüye kötülügüne karsilik mücazatta bulunmasi adaletinin zarurî bir icabidir Kul, fiillerinde hür ve muhtardir Isna aseriyye, ser'i hükümlerin kaynagi olarak dört esasi kabul eder Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akildir Ayrica füru-u din ikiye ayrilir: 1) Ibâdât, 2) Muamelât Ibâdât: Namaz, oruç, hacc, zekât, humus, cihat, emri bi'l ma'ruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan olusan bir bütündür Muamelât: Ticaret hayati, sahis hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardir Görüldügü gibi Isna aseriyye, usûl-i din dedigimiz inanç esaslari ve fer'i hükümlerde, yani fikhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farkli düsüncelere sahip bulunmamaktadir Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birlesmis olmalarina ragmen; Imametin dinin esaslari arasinda zikredilmesi dolayisiyla Hz Peygamberden sonra belIi kisilerin peygamber gibi "ismet" sifatina ve baskalarinda bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulunduklari hususlarinin kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrilmaktadir Ayrica takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur Onlar, cebir ve zor karsisinda bir Siî'nin inancini gizlemesine "takiyye"* adini verirler Muaviye'nin baskisi altinda inançlarini gizleyen Siî'ler Mekke döneminde sahabenin de müsriklerin baskisindan kurtulmak için bu prensibe basvurduklarini söylerler Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur Bedâ ise, Cenâb-i Hakk'in Levh-i Mahfuz'a* yazdigi bir seyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra degistirmesidir Bu durum, velî ve imamlar için de söz konusudur Islâm serîatinin önceki serîatlari neshetmesi veya Islâm serîatinda bazi ayetlerin diger ayetleri neshetmesi de bedâ kavramina yakindir (Muhammed Hüseyin, age, 131) Câ'ferîlik bugünkü Iran'da çogunlugun ve Iran Islâm devletinin resmî mezhebidir Iran'dan baska, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardir Imâm Câ'fer'den sonra yüzyillar boyunca yapilan ictihadlarla bir hayli genisleyen Câferîye fikhi, yukarida zikredilen yerlerde ve bir kisim Ortadogu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Siîler arasinda tatbik edilmektedir Hamdi DÖNDÜREN |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #12 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiISMAILIYYE Sianin müfrit ve bâtinî bir kolu Imamiyyenin Hz Ali neslinden altina imami Cafer a-Sadik (148/765)'in ölümünden sonra büyük oglu Ismail'in adina ortaya çikan bir firka Ismailliye siasi yedinci imam olarak Cafer es-Sâdik'in büyük oglu Ismail'in oldugu görüsündedirler Imâmîyye'ye göre kesin olarak açikliga kavusturulamamis bazi sebepler nedeniyle Ismail'de bulunan görev küçük kardesi Musa'ya intikal etmistir Bu haksizligin Ismail taraftarlarinca ve özellikle Ismail'in arkadasi Ebu'l-Hattab (138/755) tarafindan "Ismailiyye" adi altinda bir firka tesekkül ettirilmistir Zamanla kuvvet kazanan Ismailiyye firkasi prensip ve görüsleriyle, ihtilâlci teskilat temellerini yine Ebu'l-Hattab'in olusturdugu görülür Bu firka taraftarlari Ismail'in ölümüyle oglu Muhammed ve Ebu'l-Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddâh ve yerine oglu Abdullah (261/784)'in geçmesiyle kisa sürede yayilma imkâni buldu Bunlar ayni zamanda Islâm öncesi eski Ortadogu, Iran ve Hind dinleri ile yeni Eflâtuncu felsefeden derledikleri inanislari ile Bâtinî inanisi denilen bir akîdenin mimarlari olmuslardir Irak'ta ortaya çikisindan sonra iki buçuk asir gibi uzun bir süre gizli olarak yürütülen firka faaliyetleri, bu zaman zarfinda dâî (tebligci) ler araciligiyla Kûfe, Basra, Iran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika gibi yerlerde kurulari teskilat merkezleri araciligiyla yayilma imkani buldu Hatta belli bir müddet Bahreyn'de iktidari ele geçiren dâiler, Karmatiler* adiyla fazla yasamayan bir devlet kurmayi basarmislardir Bir ara Suriye ve Mezopotamya civarlarinda çikardiklari isyanlardan istedikleri sonucu alamadilar (289-294/901-906) Dâîler tarafindan bu tür faaliyetler arasinda nüfuz kazanmak amaciyla ortaya attiklari "dünyanin kurtulusu ve sulhu için Mehdinin gelecegi" görüsü özellikle iktisaden zayif ve baski altinda bulunan, Abbâsî yönetiminden hosnut olmayanlarca benimsenmistir Bu zaman zarfinda Ismâilîlik mevcut iktidara karsi sosyal ve dini bir güç olarak ortaya çikti Özellikle Yemen'den Kuzey Afrika'ya gönderilen tebligciler (dâi) kendi görüs ve düsüncelerini orada öylesine basariyla anlattilar ki, "gizli imam" saklandigi yerden çikarak halkin beklentisini geciktirmedi Kendine "Mehdi" ünvani vererek halife ilan eden "Mehdi" sayesinde Ismailîler 297/909 yilinda Kuzey Afrika'da Fatumî devletini kurdular Mehdinin halîfeligi hilâfetinin de baslangici olmustur Devletin Kuzey Afrika'daki kurulus döneminden sonra doguya dogru genisleme siyaseti güderek 363/973 yilinda Kahire'ye sahip olan dördüncü Fâtimî halifesi el-Muiz yeryüzünün tek halifesi oldugunu iddia etme yoluna gitmistir Fâtimî hilâfeti en parlak döneminde Misir, Suriye, Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika ve Sicilya gibi topraklari elinde tutuyordu Ismailiyye firkasi fikrî merkez olarak meshur el-Ezher Medresesi ve Camiini kullaniyor ve burada yetisen dâîler Islâm dünyasinin dört bir yanina tebligci olarak gönderiliyordu Söz konusu medresede ögrenim görmüs Fatimî müelliflerinden bazilari sunlardir: Kadi Numan (363/974); Hamidü'd-Din el-Kirmânî 408/1017-1018); el-Sirazî (470/1077) vs Misir Fâtimîlerinin hizla yayilmasi Selâhaddin Eyyübî'nin 567/1171 tarihinde yaptigi Misir seferinde onlari yenmesiyle yavaslamistir Özellikle Ismailiyye firkasinin el-Mustansir'in (424-487/1036-1094) uzun halîfeligi döneminden sonra Nizarî ve Musta'lî diye iki kola ayrilmasiyla daha da güç kaybettigi görülür Ismaililer arasindaki bu çekismeler ordu kumandanlarini Misir Fâtimî devletinde Ismailiyye aleyhtarligina götürmüs ve kisa zamanda halîfelik askerî sinifin elinde bir oyuncak halini almistir el-Mu'iz zamaninda ise tamamen askerî bir hüviyete bürünmüs ve dini hüviyetini kaybetmis yerel bir Misir hanedanligi biçimine dönüsmüstür Bu tür bir degisiklik firka taraftarlari arasinda hosnutsuzluga yol açmis ve bunun sonucunda yönetime karsi isyanlar görülmeye baslamistir Bu isyanlarin en büyügü Ömer Hayyam'in Nisabur'dan ögrencilik arkadasi olan aslen Iranli Hasan Sabbah tarafindan gerçeklestirilmistir el-Mustansir'in ölümüyle Nizâr'a bey'at eden Hasan Sabbah ihtilalci fikirleriyle islâm dünyasinda Bâtiniye akîdesinin yayicisi olmustur Diger taraftan Nizar'a bey'at etmeyenler ise Yemen'de azinlik olarak kalmislar ve Nizarîlerin aksine Müsta'liligi sessiz bir sekilde yasamaya çalismislardir Bugün dahi Hindistan'da Bohora (Bohra) adiyla taninmaktadirlar Musta'lilerde kendi aralarinda Dâvûdî ve Süleymânî olarak bölünmüslerdir Davûdîlerin merkezi Hindistan, Süleymanîlerin ise Yemen'dir Bohra (Musta'li) lar Bombay, Baroda ve Haydarabat'da teskilatlanmis 1931'de nüfus olarak ikiyüz onüçbin civarinda oldugu tesbit edilmistir Hindistan'da yasayan Barodalar kendi içlerinde yasamayi tercih ederek Hindlilerle iliskileri çok sinirlidir Bu durumda onlarin güçlerini yitirmelerini engellemekte ve daima bölünmemis bir güç olma özelligini korumalarini saglamaktadir Diger yandan Yemen'de bulunan Süleymanî Musta'lilerin ise 1930 yilinda 25-30 bin civarinda bir nüfusa sahip olduklari görülmektedir Hasan Sabbah Nizarî Ismâîlîlerin basina geçerek 483/1090 yilinda Selçuklu hükümdari Meliksah'a karsi ayaklanmis, Kazvin'de Alamut kalesini ele geçirerek Bâtinî Ismailiye devletini kurmustur Kaynaklara göre Hasan Sabbah Selçuklular arasinda Siilik propagandasi yapmaya baslamis ve halki kendi etrafinda toplamaya çalismistir Kendine bagli bulunan adamlarini uyusturucu vererek fedâiler yetistirme yoluna gitmis ve bunlara Hashasîler de denmistir Meliksah'in ciddi bir tehlike olarak gördügü bu durum karsisinda Alamut kalesini kusatan Kizilsari! adli komutan Hasan Sabbah'i ele geçiremeden Meliksah'in ölümünden sonra geri dönmüstü Bu durum Ismailiyye devletinin 654/1256 yilinda Mogollar tarafindan ortadan kaldirilincaya kadar bir devlet olarak varligini sürdürmesini saglamistir Ismâîliyye devletini kurarak merkezî bir güce sahip olan bu firka taraftarlari XII yüzyilda faaliyetlerini Suriye üzerinde yogunlastirarak 1070-1079 yillarinda ele geçirdikleri bu topraklar üzerinde açtiklari medreselerle Ismaililigin yayicisi olmaya devam etmislerdir Hasan Sabbah'in etrafa saldigi korku Komutani Hülâgü'nun Alamut kalesini zaptiyla (1256) ve son Alamut hakimi Rukneddin Hürsah'in teslimiyle nispeten hafiflemis ancak firka olarak Iran, Suriye ve Orta Asya'da varliklarini koruyabilmislerdir XIV asirda Nizari imamlar arasinda görülen bölünme Suriye ve Iran Ismailileri ile aralarindaki iliskiyi koparmistir 1233/1840'da l Agahan Hasan Ali Sah'la Hindistan'da yeni bir devreye giren Nizari Ismaililigi lll Agahan olan Sultan Muhammed Sah Ali zamaninda (1202-1374/1885-1957) büyük gelisme gösterdi Bugün IV Agahan olan Kerim Sah Ali'nin idaresinde (1374/1957 imamete gelisi) Nizarî Ismâîlîleri yalniz Hindistan'da degil, Avrupa, Asya, Afrika'da 22 ülkede 20 milyon civarindadirlar Bunlar Suriye, Iran ve Afganistan'da çiftçilik; Hindistan, Pakistan ve Dogu Afrika'da ticaret ve sanayii ile ugrasmaktadirlar (bk Bernard Lewis, Ismaililer, IA, Ethem Ruhi Figlali, Çagimizda Itikadî Islâm Mezhepleri, Ankara 1986, s 130 vd; Fazlu'r Rahman, Islâm, çev Mehmet Dag-Mehmet Aydin, Ankara 1981, s 220 vd; Irfan Abdülhamid, Islâm'da itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, çev M Saim Yeprem, Istanbul 1981, s 46 vd; Suphi es-Sâlih, Islâm Mezhepleri ve Müesseseleri, çev Ibrahim Sarmis, Istanbul 1981, s 80 vd) Fikhin ibadet ve muamelelere ait hükümlerinde Isnâ aseriyye'den pek farklilik göstermeyen Ismaililer, Hacca giderken, Kerbelâyi ziyaret ederler Ismaililer, bâtini inançlara sahiptirler Fakat, Batiniligi Ismailiyyenin bir kolu olarak kabul etmek yanlistir Ismaililerden Karmat yani, Hamdan b Karmat b Es'as'a tâbi olanlara Karâmita (Karmatîler) adi verilir Bunlar hakikati yalniz imamin bildigini ve ancak onun bildirmesi (ta'lim) ile gerçege ulasilabilecegini söyledikleri için Ta'limiye adiyla da anilmislardir Ayni sekilde, te'vili kabul ettikleri için Müevvile de denmistir Ismailiyye mezhebinin bes esas kaidesi vardir: a- Imamlik: Sadece Ismail ve onun çocuklarina geçer, baska birisi bu makama sahip olamaz b- Imam, yeryüzünde Allah'in halîfesidir Bu halife Allah'in nurunu özünde toplamistir Bu sebeble Allah'in imamda zuhûr ettigine inanmak din ve imana ait bir deger tasir c- Imamlik makaminda bulunan kisinin her sözü ilâhî bir emir niteligine sahiptir d- Imamlarin yaptigi her sey haktir Onlar yanilmazlar, suç islemezler, bu bakimdan, masumdurlar e- Din ve iman bu mezhebe inanmakla mümkün olur Dine baglanmak imam'a tâbi olmayi kesinlikle gerekli kilar Ismailiyye mezhebine göre imamlik gizlidir Onun için gerçek imamin kim oldugunu bilmek kolay degildir Gizli kalan imamlik, Hz Muhammed'in peygamber olusundan sonra ortaya çikti Insanlik tarihi boyunca gizli kalan, insanlara görünmeyen Hz Muhammed'in peygamberligiyle ortaya çikan gerçek imam Hz Ali'dir Imamlik Hz Ali'den sonra onun nesline geçti Cafer-i Sadik'in büyük oglu saklandi, gözlere görünmez oldu Imamlar ondan sonra yeniden ortaya çikti ve göründü (Ismail Hakki Izmirli, Yeni Ilmi Kelam, Istanbul 1339, I, 161) Ismailîlerde "yedi imam" inanci degismez bir akidedir Bu da onlara göre yedi sayisinin mübarek olusundan kaynaklanir Yedi gezegen, yedi kat sema, birer mübarek olus belirtisidir Bütün sirlari yedinci imam bilir ve bu sirlara bâtini mana adi verilir Ismailiyye mezhebinin sonraki dönemlerde en çok dikkat çeken temsilcisi, efsanevî bir sahsiyete sahip olan Hasan Sabbah'tir Naci YENGIN |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #13 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiMU'TEZILE MEZHEBI Islâm'da ilk zuhur eden ve akideleri aklin isiginda izah edip temellendirmeye çalisan büyük kelam ekolünün adi Lügatta, "uzaklasmak, ayrilmak, birakip bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" kelimesinin ism-i fail sigasindan meydana gelen çogul bir isimdir Müfredi, "mu'tezilî"dir Kelime, hemen hemen ayni anlamlarda Kur'ân-i Kerim'de de geçmektedir: "Eger bana iman etmezseniz benden ayrilin, çekilin" (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan baska taptiklarinizdan ayrildim" (Meryem, 19/48; ayrica bk el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90) Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildigi hususunda çesitli görüsler ileri sürülmüstür: Bu konuda en yaygin kanaat, devrin en büyük alimi sayilan Hasan el-Basrî (öl 110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsil b Ata (öl 131/748) arasinda geçen su olaya dayanmaktadir Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdigi bir sirada bir adam gelir ve büyük günah isleyenin bazilari tarafindan kâfir olarak vasiflandirildigini, günahin imana zarar vermeyecegini iddia eden bazilari tarafindan ise tekfir edilmeyip mü'min sayildigini söyler ve bu mesele hakkinda kendisinin hangi görüste oldugunu sorar Hasan el-Basrî verecegi cevabi zihninde tasarlarken, ögrencilerinden Vâsil b Ata ortaya atilir ve büyük günah isleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacagini, bilakis bu ikisi arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasinda bulunacagini söyler Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah isleyenin münafik oldugu kanaatindeydi Iste bu hadiseden sonra Vâsil b Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrilir (bir rivayete göre de hocasi tarafindan dersten uzaklastirilir) ve arkadasi Amr b Ubeyd (öl 144/761) ile birlikte caminin baska bir kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi olusturup görüslerini anlatmaya baslar Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsil bizden ayrildi (Kadi'tezele anna Vâsil)" der Böylece Vâsil'in önderligini yaptigi bu gruba mu'tezile adi verilir (Abdulkerim es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev E Ruhi Figlali, Istanbul 1979, s 101, 104) Mu'tezile ismini bu görüs etrafinda temellendirmeye çalisanlara göre, bu isim onlara muarizlari tarafindan verilmistir Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrilmislar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terketmisler, dinin büyük günah isleyen kisi (mürtekib-i kebîre) hakkindaki görüsünden ayrilmislardir Takilan bu isim onlarin bu tutumunu gösteriyordu" (Irfan Abdülhamit, Islam'da Itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, Çev M Saim Yeprem, Istanbul 1981, s 94) Mu'tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayiran ve ikincisini birincisinin devami sayan bazi ilim adamlarina göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu Bunlara göre, Hz Osman'in sehit edilmesinden sonra meydana gelen Cemel ve Siffin savaslarinda tarafsiz kalip, savaslara katilmayanlar, Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir Sa'd b Ebî Vakkas, Abdullah b Ömer, Muhammed b Mesleme ve Usame b Zeyd gibi bazi kimseler meydana gelen savaslarda her hangi bir tarafi desteklemeyip, olaylardan uzak durmayi (itizali) tercih etmislerdi Bu nedenle bunlara, "ayrilanlar bir kenara çekilenler" anlaminda Mu'tezile denmistir Diger bir görüse göre ise, Vasil b Ata mürtekib-i kebîre konusunda icma-i ümmete muhalefet ettigi için, ona ve taraftarlarina bu ad verilmistir Mu'tezile'ye bu ismin verilmesinin sebebi, onlarin bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardir (I Abdülhamit, age, s 94 vd; Kemal Isik, Mu'tezile'nin Dogusu ve Kelâmî Görüsleri, Ankara 1967, s 52 vd) Mu'tezile mezhebi, kaynaklarda daha degisik isimlerle de anilmaktadir Fiillerde irade ve ihtiyari insana verip, insani fiillerinin yaraticisi kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'in sifatlari ve halk-i Kur'an gibi meselelerde Cehm b Safvan'in görüslerine katildiklari için el-Cehmiyye Allah'in bazi sifatlarini kabul etmedikleri için de Muattila olarak zikredilmislerdir Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak vasiflandirmislardir (Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, Istanbul 1981, s 170; Kemal Isik, age, s 56 vd) Mezhebin Dogusunu Hazirlayan Faktörler ve Tarihî Seyir: Islâm'da itikadî meselelerin gündeme gelip tartisilmasina sebep olan ve neticede itikadi mezheplerin dogusunu hazirlayan çesitli faktörler vardir Bunlar ayni zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düsünme biçimi olan Mu'tezile mezhebinin dogmasina da zemin hazirlamistir Bu faktörlerin basinda, müslümanlar arasinda zuhur eden ihtilaf ve çekismeler yer almaktadir Çok ciddi boyutlara ulasan bu ihtilaflar neticesinde bir takim yeni meseleler ortaya çikmis ve tartisilmaya baslanmisti Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi firkalarin dogmasina neden olmustur Müslümanlar arasinda hararetle tartisilan meselelerden birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir oldugunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min oldugunu iddia ediyorlardi Vâsil b Ata ve taraftarlari ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasinda bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm sekli teklif ediyordu Yaygin olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çikmis oldu Bu durumda Mu'tezile, müslümanlar arasinda zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakis açisini ifade etmektedir Mu'tezile'nin dogusuna zemin hazirlayan amillerden birisi de, Islâm dininin fetih politikasiyla ilgilidir Müslümanlar çok kisa bir zaman zarfinda Arap Yarimadasini asarak bir çok ülkeyi kendi topraklarina kattilar Degisik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhaki ile, bir takim yeni problemler ortaya çikti Bu ülke halklarindan Islam'i kabul edenler yaninda etmeyenler de vardi Kabul etmeyenler mensup olduklari dinlerin savunmasini yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamiyorlardi Köklü bir geçmise sahip olan Yahudilik, Hristiyanlik, Seneviye, Zerdüstlük gibi din ve görüsler, zaman içerisinde müesseselesmis ve belli bir savunma mekanizmasi da gelistirmislerdi Islâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut degildi Çok geçmeden müslümanlarla tartismaya dalan yabanci unsurlarla basedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme ihtiyaç vardi Iste bunu hisseden ve bu dogrultuda yöntem gelistirmeye çalisan ilk alimler Mu'tezilîler olmustur Mu'tezile, yabanci kültürlerden de istifade ederek Islâm düsüncesine Kelâm metodunu getirmistir Gayri müslimlere karsi Islam'i savunma ve akideleri aklî bir platformda degerlendirme yolundaki takdire sayan Mu'tezilî gayret Islam düsüncesine yeni bir renk katmistir Mu'tezilî düsüncenin temel esprisi; Islâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akilla çatistigi anda nassi aklin istekleri dogrultusunda tevil etmektir Naklî düsüncenin yaninda, zaman içerisinde aklî düsüncenin de tesekkül etmesi; akli rehber kilan bir zümrenin ortaya çikmasi tabii bir durumdur Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin ifadesidir Islam düsüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayisiyla felsefi düsünceye ve yeni ilimlere ragbet gösteren ilk kisiler Mu'tezilîler olmustur (Irfan Abdülhamit, age, s121 vd; Bekir Topaloglu, age, s 171; Kemal Isik, age, s 28; Muhammed Ebu Zehra, Islam'da Siyasi ve Itikadi Mezhepler Tarihi, Çev ERuhi Figlali, Osman Eskicioglu, Istanbul 1970, s180 vd) Iste bu ve benzeri sartlar altinda Mu'tezile cereyani Hicri birinci asrin sonlariyla ikinci asrin baslarinda Vâsil b Ata ve Amr b Ubeyd'in önderliginde Basra'da ortaya çikti Genelde kabul gören görüse göre, Mu'tezile akimi Vâsil b Ata ile Hasan el-Basrî arasinda geçen tartisma neticesinde ortaya çikmistir Mu'tezilî düsüncenin Basra'da ortaya çikisindan yaklasik bir asir sonra Bisr b el-Mu'temir (öl 210/825) baskanliginda Bagdat Mu'tezile ekolü de tesekkül etti Temel prensipler itibariyle ayni görüsleri paylasan bu iki ekol mensuplari arasinda teferruatla ilgili bir çok görüs farkliligi da vardir Vâsil b Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl 235/850), Ibrahim en-Nazzâm (öl 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl 303/916), el-Câhiz (öl 225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne; Bisr b el-Mu'temir, Sümame b el-Esras (öl 213/828), el-Hayyat (öl 298/910) gibi Mu'tezilîler de Bagdat ekolüne mensuptur Terceme faaliyetleri çerçevesinde Islâm kültür dünyasina kazandirilan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan Itizal akimi kisa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelisip yayginlik kazandi Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karsi tutumlari genelde müspet olmustur Harun er-Resîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmis olan Mu'tezilî düsünce, altin çagini el-Me'mun (öl 218/833), el-Mu'tasim ve özellikle el-Vâsik'in hilafetleri esnasinda yasamistir Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüs devletin resmi mezhebi durumuna gelmis, Mu'tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kisiler olarak saygi ve itibar görmüslerdir Mu'tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düsünce ve kanaatleri dogrultusunda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi olmuslardir Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldigi, yaklasik 198-232/813-846 yilllarini kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açisindan ve izdirabin hüküm sürdügü bir dönem olmustur Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüsü olarak benimseyen, devrin hükümdarlari el-Me'mun, el-Mu'tasim ve el-Vâsik, bununla yetinmeyip resmi organlar vasitasiyla halki da bu görüsleri kabullenmeye zorladilar Özellikle, Kuran-i Kerim'in yaratildigini varsayan (Halku'l-Kur'ân'i* Mu'tezîli görüsün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalisildigi bu dönem, Islâm mezhepleri tarihinde "mihne" olarak bilinmektedir Basta Ahmed b Hanbel (öl 241/855) olmak üzere, resmi düsünceye karsi çikan pek çok Islâm âlimi, bu tutumlarindan dolayi mahkûm edilip iskenceye maruz kaldilar Bir tür Engizisyon anlamina gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasim ve el-Vâsik dönemlerinde de siddetini artirarak devam etti (Macid Fahrî, Islâm Felsefesi Tarihi, Çev Kasim Turhan, Istanbul I987, s 54) Baslangiçta hür düsüncenin savunucusu olarak ortaya çikan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmustur Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayisiyla "mihne" hadisesi, el-Vâsik'in ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu Mu'tezilî düsünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandirilmisti Fakat asil darbe el-Mütevekkil'den geldi Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiyle devlet kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye basladi Bu mezhep, sonraki asirlarda Büveyh ogullari ve Selçuklu sultani Tugrul Bey dönemlerinde ragbet görmüsse de bir daha eski itibarina kavusamamistir (Kemal Isik, age, s 59 vd; Bekir Topaloglu, age, s 183; M Ebu Zehra, age, s 182) Mezhepler tarihi kaynaklari, Mu'tezile'nin çöküsünü hazirlayan sebepler arasinda, "mihne" hadisesini, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Es'arî ile el-Matüridî'nin öncülügünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâminin zuhur etmesini göstermektedirler (Irfan Abdülhamid, age, s125; B Topaloglu, age, s 183) Mu'tezile'nin Metodu ve Kelamî Görüsleri: Islâm'da akaid esaslarini aklin isigi altinda ele alip degerlendiren, meselelere aklin ölçüleri dogrultusunda çözüm getirmeye çalisan ilk düsünürler, Mu'tezile ve onlarin selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki Islâm âlimlerinin yaptigi gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermis, hattâ naklin yeterince açik olmadigi ve önceki Islâm âlimlerinin susmayi tercih ettigi konularda tek otorite olarak akli kabul edip te'vil yoluna gitmistir Selefiyye tarafindan siddetle elestirilen bu yeni yaklasim tarzinin adi Kelâmî metottur Mu'tezilîler, benimsemis olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla degerlendirip, Ehl-i sünnet ögretisinin disinda farkli kanaatlere ulastilar Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bid'at firkalari arasinda zikredilmektedir (el-Bagdâdî, age, s 100) Mu'tezile doktrininin esasini teskil eden ve bütün Mu'tezile alimlerince benimsenen bes temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardir: 1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayisi, bütün Islâm düsüncesinin de temelini olusturmaktadir Sadece Mu'tezile'ye göre degil, bütün Islâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, esi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamina gelir Bu konuda Mu'tezile'yi digerlerinden ayiran husus, Allah'in sifatlarina dair tartismalarda ortaya çikmaktadir Mu'tezile'ye göre Allah'in en önemli iki sifati "birlik" ve "kidem"dir Mu'tezile Allah'in sifatlarini kabul eder, fakat bu sifatlara Allah'in zatinin disinda bir varlik hakki tanimaz Onlara göre "Allah âlimdir" demek dogru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlistir Çünkü ilim, sem', basar gibi, sifat-i maânînin kabulü, kadim varliklarin çokluguna (taadüdü kudemâ) delâlet eder Halbuki tek kadim varlik vardir O da Allah'tir Mu'tezile, sifatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafinda da Muattila (Allah'in sifatlarini inkâr edenler) olarak vasiflandirilmistir 2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur Yapmis oldugu iyilik de kötülük de kendisine aittir Bu nedenle yapmis oldugu iyi amellere karsi mükâfaat, kötü amellere karsi da ceza görecektir Eger kulun fiillerinde Allah'in bir müdahalesi olsaydi, o zaman kul yapmis oldugu fiillerden mesul olmazdi Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu Insani, zorlama altinda yapmis oldugu fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür Bu, Allah'in adaleti ile bagdasmaz Çünkü Allah en âdil varliktir 3- Iyi amellerde bulunanlarin mükâfatlandirilmasi, kötü amellerde bulunanlarin cezalandirilmasi (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karisik görmesi kaçinilmazdir Bu nedenle Allah, adâletinin bir geregi olarak, iyi amellerde bulunan kullarini cennetle mükafatlandiracagini (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarini ise Cehennemle cezalandiracagini (el-va'îd) bildirmistir Allah'in, bunun aksini yapmasi, bu sözünden vazgeçmesi mümkün degildir Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah isleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir Allah'in adaletinin geregi budur Mutezile, bu görüsü ile sefaati reddetmistir 4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (Iki Yer Arasinda Bir Yer): Bu prensip, büyük günah isleyen kimsenin imanla küfür arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasinda bulunacagini ifade eder Bu görüs, büyük günah isleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri arasinda mütevassit bir görüsü temsil etmektedir 5- Iyiligi emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin saglanmasi ve ahlâkî yapinin saglikli olabilmesi için, her müslümanin iyiligi emredip, kötülügü yasaklamasini gerekli görmektedir (el-Bagdâdî, age, s 100 vd; Kemal Isik, age, s 67 vd; M Ebu Zehra, age, s174 vd; B Topaloglu, age, s174 vd; I Abdülhamid age, s 105 vd; es-Sehristani, age, I, 43) Yasar K AYDINLI |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #14 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiYEZIDIYYE Seyh Adiy bin Musafir bin Ismail bin Musa bin Mervan bin el-Hasan bin Mervan'a (ö1160 ya da 1162 Lales, Musul) dayandirilan Islâm disi inanç akimi Akim üyeleri halk arasinda seytana tapanlar (seytanperest, abade-i iblis) ve çerag söndürenler olarak adlandirilir Inanç sistemleri eski Iran inanislarinin etkisiyle olusmustur Yezidilik'in ortaya çikisi ve adlandirilisi konusunda mezhepler tarihine iliskin eserlerde degisik görüsler öne sürülür Bir görüs, Yezidî adlandirmasinin Haricilik'in Ibâdîlik kolundan ayrildigi söylenen Yezid bin Ebi Üneys'ten geldigini ve bu nedenle topluluga Yezîdi denildigini savunur Diger bir görüse göre Yezidî adi, eski Iran inançlarindaki iyilik tanrisi Izd ya da Yezdan kelimesinden gelmektedir Yezidîlik de Iran ve Asur inanç ögelerinin karismasindan ortaya çikmistir Çagdas arastirmalar bu görüsleri dogrulamamakta, Yezidîlik'i dogrudan Seyh Adiy ile iliskilendirmektedir Seyh Adiy, Umeyyeogullarina mensup, döneminde büyük ün kazanmis bir mutasavviftir Bölge halkini irsad amaciyla Hakkari'ye gelmis, ölüm yeri olan Lales'te bir zaviye kurmustur Düsünce ve inançlari bütünüyle sünnî Müslümanlik sinirlari içinde kalmis, kendisinin hadis ehlinden ve selef mezhebinden oldugunu söylemistir Itikadu Ehli's-Sünne ve'l-Cemaa isimli eserinde sünnî Müslümanlarin inançlarini ve bunlarin kurtulan topluluk (firka-i naciye) oldugunu savunur Yezidîlik'in temel kitaplari olan Kitabu'l-Cilve ile Mushaf-i Res (Kara Kitap), Seyh Adiy'e isnad ediliyorsa da, arastirmalar bunlarin çok sonralari yazildigini ortaya koymustur Seyh Adiy'in ölümünden sonra yerine geçen Seyh Hasan döneminde, özelikle Siilerin Yezid bin Muaviye'ye saldirmalarina ve lânetlenmelerine karsilik Seyh Adiy'in izleyicileri Yezid'i savunma adina sünnîligi kötüye kullanarak hem Yezid, hem de Seyh Adiy hakkinda asiri inançlar gelistirdiler Bu inançlar zamanla Seyh Adiy ve Yezid'in insan üstü varliklar oldugunu savunan Yezidîlik'in temel inançlarini olusturdu Kitabu'l-Cilve ve Mushaf-i Res'te açiklanan Yezidîlik inançlarina göre, bütün yaratilmislardan önce Melek Tavus vardi Abtavus (Abd Tavus) onu kendi seçilmis yolunu aydinlatmasi için yeryüzüne gönderdi Abtavus, öncesiz ve sonrasizdir Yabancilar yaninda asagilanma konusu olmamasi için adi ve nitelikleri söylenmez Bu inanç, Mushaf-i Res'te biraz daha açilir Buna göre Allah baslangiçta beyaz bir inci yaratarak bunu Enfer adli kusun üstüne koydu Kirk bin yil onun üzerinde oturdu Sonra ilk olarak pazar gününü yaratti Bu gün, sufi seyhler ile bir tutulan yedi melegin en büyügü olan Azrail'i yaratti Azrail, Melek Tavus'tur Pazartesi günü Melek Derdail'i yaratti Bu da Seyh Hasan'dir Sali günü Melek Israfil'i yaratti ki bu, Seyh Sems'tir Çarsamba günü Melek Mikail'i yaratti Bu, Seccadeddin'dir Cuma günü Melek Cebrail'i Yaratti Bu, Nasiruddin'dir Cumartesi günü de Nurail'i yaratti ki bu da, Fahreddindir Allah, Melek Tavus'u meleklerin reisi yapti Sonra yedi kat gögü yeri günesi ve ayi yaratti Daha sonra, son yaratilan Melek Fahreddin, insan ve hayvanlari yaratarak bunlari hirkasinin yakasina koydu O zaman meleklerle birlikte inciden çikti ve öyle bir bagirdi ki, inci dört parçaya ayrildi Inciden akan sularla deniz meydana geldi Dünya da deliksiz desiksiz, yusyuvarlak oldu Allah, Cebrail Seccadeddin'i bir kus sekline sokarak saliverdi O da incinin parçalarindan günesi, ayi, yildizlari, daglari, bitkileri, meyve agaçlarini ve arsi yaratti Allah, bir gemi yaratarak içinde otuz binyil yolculuk etti, sonunda gelip Lales'e oturdu Mushaf-i Res'te anlatilan bir baska yaratilis inancina göre, yer ve gök yaratilmadan önce Allah, karanlik bir uzay durumundaki buharlar üzerinde dolasiyordu Sonra bir papagan yaratti ve kirk yil ona hükmetti Sonunda kizdi ve onu öldürdü Tüylerinden daglar ve kayalar, nefesinden hava, dumanindan gök meydana geldi Gökyüzünü direksiz diktikten sonra ve kendisi de oraya çiktiktan sonra, kendi nur ve cevherinden günes, ay, fecr, safak, sabah yildizi ve diger yildizlari yaratti Arkasindan ilki seytan olmak üzere yedi melegi yaratti Seytan kibre düsünce, cehenneme atildi ve orada yedi bin yil kaldi Yaptigina pismanlik duyarak öyle agladi ki, göz yaslarindan yedi büyük küp doldu Allah onu bagisladi, diger meleklere üstün kildi Ona Melek Tavus adini vererek onunla birlesti Gözyaslari ile dolu yedi küp, Seyh Adiy'in yeryüzünden dönüsüne kadar cehennem atesini söndürmek üzere orada sakli bulunmaktadir Muhsaf-i Res'te bazi yasaklar da yer almaktadir Yiyeceklerden marul, bakla, lahana, balik, geyik, horoz eti yemek haramdir Özellikle horoz kutsaldir Melek Tavus'un Adiy bin Musafir tarafindan tunçtan yapilan dört heykeli horoz seklindedir Koyu mavi elbise giymek, helaya girmek, hamamda yikanmak haramdir Hamam ve helalar seytanlarin oturduklari yerlerdir Seytan, kaytan (ip), satt (sel), ser (kötülük), mel'un (lanetli), lanet ve nal kelimelerinin kullanilmasi da yasaklar arasindadir Günümüz Yezidilik'inde önemli degisiklikler görülmektedir Bugün Allah'in varligina, O'nun yedi kat gögü ve yeri yarattigina, her seye kadir olduguna, evrendeki isleri yarattigi melekler araciligi ile yönettigine inanilmakta, bununla birlikte O'nun en büyük üç melegin Melek Tavus, Seyh Adiy (Adiy bin Musafir) ve Sultan Yezid (Yezid bin Muaviye) oldugu söylenmektedir Allah, insanlar sapikliga düstükçe, meleklerden birini insan kiliginda onlara dogru yolu göstermek üzere yeryüzüne gönderir Allah'in binbir adi vardir ve bunlarin en güzeli Hüda adidir Yezidîlik'te kelime-i sehadet, Seyh Hadi'nin (Adiy bin Musafir) Hüda'nin melegi ve Yezidilerin müsridi, Sultan Yezid'in Hüda'nin melegi, yerin nuru ve insanligin sevinci; Melek Tavus'un (seytan) Hüda'nin melegi ve elçisi oldugunu söylemekten olusur Bu inanç, aksam yatarken, sabah kalkarken tekrar edilir Yezidilik'te baslica dinî görevler namaz, oruç, hac ve zekattan olusur Namaz, dogus ve batisi arasinda günese dogru yönelerek dua etmektir Namazdan önce yalniz eller ve yüz yikanarak abdest alinir Namaz büyük bir gizlilik içinde yerine getirilir Baskalarinin yaninda ibadet etmek zorunda kalinirsa, eller günese karsi çevrilerek yüze sürmekle yetinilir Özel ve genel olmak üzere iki tür oruç vardir Özel oruç, yalniz din adamlari tarafindan tutulur Bu oruç; Aralik ve Temmuz aylarinda yirmiser ve arkasindan Seyh Adiy'in türbesine yapilan ziyaret sirasinda da kirk gün olmak üzere toplam seksen gündür Genel oruç, her yezidînin aralik ayi basinda tuttugu üç günlük oruçtan ibarettir Oruç, sabahleyin günes dogustan hemen önce baslar, günes battiktan sonra sona erer Gün boyu yemek içmek yasaktir; ancak bir ikram edilmesi durumunda geri çevrilmez, yenilir ya da içilir Ayrica Hizir-Ilyas için üç gün oruç tutmak da bir gelenektir Hac, 23-30 eylül arasinda Adiy bin Musafir'in Lales'teki türbesine yapilan ziyarettir Yezidîlerin en alt tabakasini olusturan müridlere özgü bir görev olan zekât, gelirinin yüzde onunu seyhlere, yüzde besini pir'e ve yüzde iki buçugunu fakire vermektir Yezidîler kendi içlerinde sekiz sinifa ayrilirlar Bu siniflar, yukaridan asagiya dogru, Mir, Baba Seyh, Fakir, Kavval, Seyhler, Pir, Kuçek ve Mürid adlarini tasir Yezidî inanisina göre Seyh Hadi, dünyadaki görevini tamamladiktan sonra yerine Hala Mira kabilesinden Berekat'i birakmistir O günden bu güne, bu kabileden birisi Mir seçilir Mir, din isleriyle ugrasir Bu kabile üyeleri baska kabile ve siniflardan kiz alip vermezler Mir, her tür dünya isinde de tek söz sahibidir Baba Seyhlik yezidilerin en yüksek fetva makamidir Mir bulunmadigi zaman ona Baba Seyh vekâlet eder Baba Seyh saç ve sakalini hiç kesmez, bastan ayaga beyaz elbise giyer Baba Seyhler yalniz Seyh Fahreddin'in soyundan gelenler arasindan seçilir Vaaz, telkin, nasihat ve aileler arasi uyusmazliklari çözmekle görevlidir Sürekli olarak yezidîler arasinda dolasir, sirtlarina giydikleri hirkalari ölünceye kadar çikarmazlar Boyunlarina meftul denen bir tasma takarlar Fakir olabilmek için, zaruri haller disinda tek kil bile kesmemis olmak sarttir Kavuallar, Adiy bin Musafir'in türbesi çevresinde oturan görevlilerdir Bunlar yilda bir kez Yezidî köylerini dolasir, yanlarinda tasidiklari Melek Tavus heykellerini öptürerek ve çevresinde tavaf ettirerek hac görevini yapamayanlara bu görevi eda etmelerini saglarlar Bu hizmetlerinin bedeli, yanlarinda bulundurduklari kutsal testilere (serbik) sadaka konularak ödenir Adani, Semsani ve Katani kabilelerinin üyeleri Seyhler sinifini olusturur Bunlar okuma-yazma isleriyle ugrasir, irsad eder, cenaze törenlerini yönetirler Beyaz cübbelerinin üstüne siyah bir külah ve kirmizi bir kusak takarlar Zekât toplama ve dagitma isini yönetmek seyhlerin görevidir Pirler, Yezidîlere yol gösteren yaslilardir Hacca gelenlerin yiyecek, içecek ve diger ihtiyaçlarinin karsilanmasi pirlerin görevidir Adiy'in türbesine bekçilik edenlerin baskanlarina Kuçek denir Bunlar da Kavallar gibi Melek Tavus heykelleriyle köyleri dolasirlar Yezidîlerin en alt sinifini olusturan Müridler, çiftçilikle ugrasan köylülerdir Ancak kendi siniflarindan kimselerle evlenebilirler Baslica görevleri, "efendilerimiz" dedikleri üst siniflara hizmet etmek ve vergi vermektir Yezidîlerde son derece kati olan bu siniflar arasinda geçis imkânsizdir Yezidîler, yeni dogan çocuklarini hemen sünnet ettirirler Mümkün olabilirse ilk hafta içinde, olmazsa iki yasina kadar Adiy bin Musafir'in Lales'teki türbesi çevresindeki zemzem dedikleri suya üç kere daldirarak vaftiz ederler Yeryüzündeki toplam sayilarinin üçyüz bin dolayinda oldugu tahmin edilen yezidîler Türkiye'de Mardin'in Midyat, Urfa'nin Viransehir, Siirt'in Kurtalan ve Besiri ile Batman'in köylerinde, Hakkari çevresinde; Gürcistan'da Tiflis, Batum; Azerbaycan'da Bakü ve Erivan'in köylerinde; Irak'ta Singal (Sinçar) daglarinda ve Iran'in muhtelif yerlerinde yasamaktadirlar Türkiye'deki sayilarinin on bin dolayinda oldugu sanilmaktadir |
Cevap : Mezhepler Tarihi |
04-21-2009 | #15 |
Şengül Şirin
|
Cevap : Mezhepler TarihiBEKTASiLiK Haci Bektas Velî tarafindan kuruldugu kabul edilen tarikatin adi Bu tarikatin kurulusu her ne kadar Haci Bektas Velî'ye nisbet ediliyorsa da esas tesekkülü daha sonraki dönemlere rastlar Bektasî tarikatinin silsilesini Bektasîler su sekilde naklederler: "Hz Ali, Hasan-i Basri, Habib el-Acemi, Davud et-Tai, Ma'ruf el-Kerhi, Seyh Sirri es-Sakatî, Cüneyd-i Bagdâdî, Ebû Ali Merâgî, Seyh Ebû Ali Hasan, Seyh Ebu Osman Magribî, Seyh Ebu Kasim Gürganî, Seyh Ebû Hasan Harkânî, Seyh Ebû Farmidî, Fazl Ibn-i Muhammed et-Tusi Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Yusuf Hemedâni, Seyh Lokmanü'l-Horasanî, Pir-i Tarikat Es-Seyyid Muhammed Bektas-i Velî Ibn-i Ibrahimü's-Sânî"Haci Bektas-i Velî'nin neseplerini de söyle gösterirler: Imam Ali, Imam Hüseyin, Imam Zeynelâbidin, Imam Muhammed Bakir, Imam Musa el-Kâzim, Imam Ali Riza, Imam Muhammed Nakî, Imam Hasan el-Askerî, Imam Muhammed Mehdî, Seyyid Ibrahimü'l-Mükrimü'l-Hicap, Seyyid Hasan, Ibni Seyyid Ibrahim, Seyyid Muhammedü's-Sânî, Seyyid Mehdi, Ibni Seyyid Muhammedü's-Sani, Seyyid Ibrahim, Ibn Seyyid Hasan, Seyyid Muhammed, Ibn Ibrahim, Ibn Seyyid, Elhak Ibn Seyyid Muhammed, Seyyid Musa Ibn Seyid Ishak, Seyyid Ibrahimü's Sani, Ibn Seyyid Musa, Seyyid Muhammed es-Sehir Haci Bektasî Velî, Ibn Seyyid Ibrahimü's-Sânî Haci Bektasî Velî'nin annesi Seyh Ahmed Nisâbûri'nin kizi Hâtem Hatun'dur Bektas-i Velî hicrî 645 yilinda Nisâbur'da dogdu 680'de Ahmed Yesevî'nin tavsiyesiyle Anadolu'ya geçti Kirsehir yakininda "Karabük"e yerlesti, 738 de vefat etti Bektasîlik, Anadolu'nun ortasinda issiz bir köyde dogmustur Âlimlerden uzak kaldigi gibi sehirlilerden çok köylüler ve yörükler arasinda yayildi Hatta çogu kez göze bile çarpmadi Ancak tamamiyla kurulduktan ve dal budak saldiktan sonra anlasildi Bektasilik her tarikat gibi batinîdir Bâtina ait birtakim tasavvufî esrar ile içli dislidir Fakat bâtinilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrilir Mâlum olan "Bâtinî"lere yaklasir Bektâsîler her seylerini gizli tutarlar Her türlü teskilatlari saklidir Birtakim isaretler ve remizler kullanirlar Buna binâen tarihte meshur olan "Bâtinî"lerle alâkalari vardir Tarikatlarin birçoklarinda bulunan "seyr-i sülûk" Bektasilik'te yoktur Muayyen "evrad ve ezkâr" bile mevcut degildir Ancak "inâbe" ve "ikrar" ile "âyin-i Cem" vardir Bektasîlik'te Ehl-i Beyt'e fazla sevgi gösterilir Bu muhabbet ifrata kadar varir Hatta Bektasiligi mezhep itibariyla "Ca'feri"; irfan ve felsefe itibariyla "Hurûfi" diye tanimlayanlar vardir Gerçekten Anadolu Bektasîleri (Alevîler) Ca'feri mezhebinde olduklarini açiktan açiga söylerler Mezhepte Ca'feri, tarikatte Bektasî ve Alevî bulunduklarini itiraf ederler Bektasîler, Ca'ferî fikhini kabul ettikleri gibi Imamiyye mezhebini de kabul etmislerdir Oniki imami takdis ederler Hz Ebû Bekr, Osman, Ömer ile Hz Âise'yi pek sevmezler Bektâsîlik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfilik, Ahilik, Bâbailik,* Bâtinilik, Hulûl* ve Tenâsuh*, Ca'ferilik, Siî'lik, Imami'lik, Sâmani'lik, Lama'lik hatta teslis gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardir Onun için içinden çikilmaz bir sekil almistir Yeniçeri Ocagi'nin kurulusunda Haci Bektas Velî dua etmis, bu nedenle Yeniçeriler onu pir olarak tanimislardir Yeniçeri Ocagi'na "Haci Bektas Ocagi" denmesi bundan dolayidir Bu tarikatin Türkler arasinda tutunmasinin, yayginlik kazanmasinin sebeplerinden birisi Yeniçerilerle ilgisinin bulunmasidir Çesitli gruplari ve cereyanlari bünyesinde barindirmasi, toleransi, tarikat mensuplarinin halkla içli disli olmasi; özellikle Bektasî edebiyatini olusturan eserlerin Türkçe ile ve halkin rahatlikla anlayacagi bir üslupla yazilmasi, Bektasîligin yayginlik kazanmasini saglayan baslica hususlardir Bektasîlik Anadolu sinirlari içinde kalmamis; Bulgaristan, Romanya, Sirbistan, Misir, Arnavutluk ve Macaristan'a kadar yayilmistir Sünnî bir yapiya oturan Osmanli devletinde, Siî-Bâtinî unsurlarin karistigi Bektasîlik, ayni tempo ile yürüyemedi Yeniçeri Ocagi'nin etkisi azalinca, hatta Sultan II Mahmud'un Yeniçeri Ocagi'ni ilgasiyla Bektasîlik de ilga edildi Ancak Sultan Abdülaziz zamaninda yeniden canlandi, gelisimini sürdürmeye basladi 30 Kasim 1925'te tekkelerin kapatilmasiyla Bektasîlik resmen son buldu Bektasîlik baslica iki kola ayrilmaktadir Bunlardan birincisi Haci Bektas Veli'nin evli oldugunu kabul eden Çelebiler koludur Bunlar, kendilerini Haci Bektas Veli'nin neslinden sayarlar Bu nedenle bunlara "bel oglu" adi verilir Bu kol Anadolu'da yayginlik kazanmistir Ikinci kol mensuplarina Babagân kolu denilir Bunlar tarikat yoluyla Haci Bektas Veli'ye bagli olduklari için "yol oglu" adiyla anilirlar Bu kola mensup olanlar Haci Bektas Velî'nin bekâr oldugunu kabul ederler Bu anlayis Istanbul, Rumeli ve Avrupa'nin çesitli ülkelerinde yayginlik kazanmistir Zaman zaman bu iki grup birbirlerine karsi düsmanca tavir takinmislardir Bektasîlige girecek olan kisi belirli bir müddet denenir Sonra "ikrar âyini" denilen bir törenle tarikata girer Bektasîlik'te müridler bes dereceye ayrilir: 1-Muhiblik, 2-Dervislik, 3-Babalik, 4-Mücerredlik, 5-Halifelik Muhib'in iki Bektasî'nin kefâletiyle tarîkata intisabi kabul edilir Buna "el almak" veya "nasib almak" da denilir Dervisligi isteyen erkek muhib tekkeye alinir Hizmetleriyle bunu isbata çatisirsa dervislige kabul edilir ve dervislik taci giydirilir Üçüncü derece babaliktir Babalik dervise halife tarafindan verilen bir mertebedir Yetenegini ispat eden dervise bizzat halife tarafindan bu pâye verilir Halîfenin icâzetiyle bundan sonra muhib ve dervis yetistirebilir Babalarin Hz Peygamber soyundan geldiklerini kabul edenler yesil sarik sararlar Dördüncü derece mücerredliktir Bu dereceye yükselmek için evlenmemis olmak gerekmektedir Mücerredlige seçilen aday dervislerden ve babalar arasindan seçilir Bu derece halifeye en yakin olanidir Belirli bir merâsim yapilir Adayin sag kulagi delinir; Mengûs adi verilen bir küpe takilir Bunlar kendilerini tarikata adadiklari için evlenemezler, çocuk sahibi olamazlar Bektasî babasi halifelik makamlarindan birine müracaat eder Eger halifelige gerek varsa ve müracaati da kabul edilirse ona halifelik icazeti verilir Bunun disinda bir baba, üç mücerredin imzasiyla da halifelik makamini elde edebilir Bektasîlik dört temel üzerine oturur Bu dört temele dört kapi denir Serîat kapisinin mensuplari Serîata ve Ehl-i Beyt'in yoluna uymak zorundadir Tarikata giren "yol oglanlari" da bu yolun gereklerine uymaga mecburdur Hakikat kapisinin mensubu, evrenin sirrini ögrenecek, marifet kapisinin mensubu da nefsini mâsivâdan temizleyecektir Bektasîlikte ana ilke Hz Muhammed (sas)'in soyunu ve oniki imami sevmek ve Ehl-i Beyt düsmanlarindan uzak olmaktir Bektasî tarikatinin kendine özgü gelenekleri vardir: Biyiklarini ve sakallarini uzatirlar Karsilastiklari zaman sag ellerini kalplerinin üstüne koyarlar Birbirinin ellerini öperler Baslarina oniki dilimli taç giyerler Gögüslerine "teslim tasi" adini verdikleri oniki dilimli bir taç takarlar Hirka giyerler, kemer kusanirlar Birbirlerine ömür boyu yardimci olmak amaciyla :"yol kardesi" adini verdikleri bir arkadas edinirler Evfi Bektasîler bosanmazlar Nasib kapanmasin diye kasigi sofra üzerine yüzüstü birakmazlar Kapinin esigine basmazlar Hulûl, tenâsuh ve hattâ teslis anlayisi, inanç olarak Bektasîlige hakim olmustur Bektasîlik alevîlikle iç içe girmis bu nedenle özellikleri bozulmustur Bazi âdetler degisiklige ugramistir- Çelebiler ile Babagân arasindaki mücadeleden sonra evlenmemek âdet haline getirilmeye çalisilmistir Daha önceleri serbet içilirken, sonralari bunun yerini sarap ve içki içme âdeti almistir Allah'in yasakladigi bazi haramlar mübah sayilmaya baslanmistir Namaz kaldirilmis, yerine niyaz ikame edilmistir Bektasî tekkeleri genellikle dag eteklerinde, issiz, sakin yerlerde kurulmustur Bektasî edebiyati halk siirinden yararlanmis, genellikte halk siirindeki vezin, kafiye vb özelliklere sadik kalinmistir Bektasî tekkelerinde ve dergahlarinda icra edilen musîki genelde halk musîkisine çok yakindir Bektasîlik zengin bir tekke musîkisine sahiptir |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|