Türklerin Müslüman Olmaları... |
08-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türklerin Müslüman Olmaları...Turklerin Muslüman Olmalari 1 — Türkler ile Müslümanlar Arasındaki ilk Askerî Münasebetler Türklerin müslüman olmaları, Türk ve İslâm tarihinde olduğu kadar dünya tarihi açısından da büyük bir olaydır Türkler İslâm Dinini, İslâm Devletinin siyasî hâkimiyetinde kalarak değil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabul etmişlerdir Türkler ile Müslümanlar arasındaki ilk temaslar 642'de yapılan Nihavend savaşını müteakip İran'ın fethinin tamamlanmasıyla başlamıştır Ancak bu tarihten önce de, birbirinden çok uzak ülkelerde yaşayan Türkler ile Araplar, Sasanî İmparatorluğunun aracılığıyla birbirlerini az da olsa tanıma imkânını bulmuşlardı Cahiliye devri Arap şairlerinden Nabiga ez-Zubyanî, Hassan b Hanzala, Evs b Ha-cer ve Şammah b: Zırâr'ın şiirlerinde Türkler'in askerî yönleri ve kahramanlıkları üzerinde durulması dikkati çekmektedir Meşhur Arap müellifi el-Câhız, Fezâ'il-Etrâk adlı eserinde Türkler'in askerî kabiliyetlerini ısrarla belirtmektedir Bütün bunlar Araplar'ın Türkler'i tanımaları başlangıçta askerî sahalarda olmuş ve bu Arap edebiyatında aksini bulmuştur Hz Ömer zamanında (634–644) yapılan fetihler neticesinde müslümanlar, Horasan, bilhassa Maveraünnehr ile Kafkaslar'da Türkler ile karşı karşıya gelmişlerdir Halife Muaviye'nin Horasan valisi Ubeydullah b Ziyad 674 yılında İran ile Turan arasındaki tabiî hudut olan Ceyhun nehrini geçerek muhtelif Türk beyliklerinin hüküm sürdüğü Maveraünnehr'in önemli şehirlerinden Buhara'yı kuşattı Şehrin Türk asıllı melikesi Kabaç Hatun ile anlaşma yaptıktan sonra oradan aldığı ikibin Türk askeri ile geri döndü Göktürk devletinin zayıflaması üzerine ortaya çıkan bağımsız Türk beyliklerinin hâkim olduğu Maveraünnehr'in fethi Kuteybe b Müslim'in Horasan valiliği sırasında (705–715) kısmen gerçekleşti Fakat Kuteybe'den sonra Maveraün-nehr'de Emevîlerin nüfuzu zayıflamaya başladı Bir taraftan Arap kabileleri arasındaki rekabetin yeniden başlaması ve valilerin kötü idaresi, diğer taraftan Maveraünnehr'deki Türk beyliklerinin müşterek düşmana karşı birleşmeleri ve bu sıralarda güçlü bir devlet olan Türgiş Kağanlığı tarafından desteklenmeleri bu cephedeki başarısızlıklara zemin hazırlamıştır Kafkaslar'da Hz Ömer zamanında başlayan ve fasılalarla devam eden kanlı mücadelelerde her iki taraf da toprak kazanma bakımından başarılı olamamıştır Bu cephede Müslümanlar'ın kazandığı en önemli zafer 737 yılında Azerbaycan ve Ermeniye valisi Mervan b Muhammed'in Hazar başkenti İdil'i kuşatması ve Hazar hakanının müslümanlığı kabul etmek zorunda kalması ile neticelenen seferidir Abbasî hanedanının hilâfete geçmesiyle hemen bütün cephelerde olduğu gibi Türkler ile yapılan mücadeleler de hızını kaybetmiş veya tamamen durmuştur Abbasîler'in iktidara geldikleri sıralarda Doğu'daki gelişmeler, bir asırdan beri devam eden Türk-Arap mücadelelerinin yeni bir veçhe kazanmasına sebep olmuştur Maveraünnehr'de Türk-Arap mücadelelerinin devam ettiği sırada bazı Türk beyleri bu yeni düşmana karşı Çin'den yardım istemişlerdir Türkistan'da hâkimiyet kurmak için bu daveti iyi bir fırsat bilen Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile batıya doğru ilerlemeye başlamıştır Ancak Çin'in sert tutumu ve bilhassa Taşkent beyi Bagatur Tudun'un öldürülmesi bu sefer de Türkler'i Horasan valisi Ebû Müslim'den yardım istemeye şevketti Ebû Müslim yardım teklifini derhal kabul ederek Ziyâd b Salih komutasındaki bir orduyu Çin kuvvetlerine karşı gönderdi Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas suyu kıyısında bugünkü Almaata yakınında Çin kuvvetleriyle karşılaştı Temmuz 751'de beş gün devam eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek savaş meydanını terk ettiler Talas savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır Bu savaşla, yıllarca devam eden savaşlar yerini sulh devresine terketmiştir Artık Türkler ile Müslümanlar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler alıyor ve dolayısıyla İslâm dini Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmaya başlıyordu 2 — Türklerin İslâm Devleti Hizmetine Girmeleri Abbasîler ile birlikte İslâm devletinin iç ve dış politikasında önemli değişiklikler olmuştur Her şeyden önce Emevî hanedanının takip etmekte olduğu ırkçı politika terkedilmiş ve onun yerini müslüman olan herkese eşit haklar prensibi almıştır İhtilâlin yükünü omuzlarında taşıyan Arap olmayan unsur, devletin yüksek makamlarını ele geçirmiştir Başta ilk defa Abbasîlerle ortaya çıkan vezirlik makamı olmak üzere sivil ve askerî kadrolarda İranlılar söz sahibi olmuşlardı Bunlar arasında az sayıda olsa bile Türklerin de bulunduğu muhakkaktır Nitekim ihtilâlin birlik komutanlarından Muhammed b Sûl, Merv'de Abbasîler lehine propaganda yapan Tarhun b ez-Zâî ve Ebû Müslim'in güvenilir adamlarından Tarhun el-Cem-mâl, Abbasî idaresinde temayüz eden ilk Türklerdir Türklerin devlet içindeki sayı ve nüfuzları gittikçe artıyordu Kaynaklar, Halife Ebû Cafer el-Mansur'un, Türkleri askerî birlikleri arasına alan ilk halife olduğunu belirtirler Halife Harun er-Reşîd'in muhafız birliğinin tamamen Türklerden meydana geldiği bilinmektedir Diğer taraftan Harun er-Reşîd zamanında yeniden tanzim ve tahkim edilen Bizans hududuna yerleştirilen gönüllüler arasında Türklerin de bulunduğu, hatta bazı şehirlerin tahkim vazifesinin Ebu Süleym Ferec el-Hâdim et-Türkî'ye verildiği görülmektedir Harun er-Reşîd'in ölümünden (809) sonra oğulları el-Emin ile el-Me'mûn arasındaki hilâfet mücadelesi ve bu mücadeleyi takip eden yıllardaki gelişmeler, Halife el-Me'mûn'u devlet kadrolarında büyük bir değişiklik yapmaya mecbur etti Abbasîler'in iktidarı ile birlikte İranlı unsur devletin yüksek makamlarını ele geçirmişti İhtilâlin başarıya ulaşmasında başrolü oynayan Ebû Müslim ile daha sonraki yıllarda vezirlik makamında uzun müddet kalan Bermekî ailesinin devlet idaresindeki nüfuzları âdeta halifeyi bile gölgede bırakıyordu el-Emîn ile el-Me'mûn arasındaki mücadele, bir bakıma İranlı-Arap iktidar mücadelesi idi İranlı unsurun desteğiyle halife olan el-Me'mûn, kısa zaman sonra bilhassa veziri Fazl b Sehl'in tesiriyle takip ettiği politikanın hatalı olduğunu gördü ve dolayısıyla bu unsura karşı cephe almak zorunda kaldı Bu durumda itimat edebileceği ve dayanabileceği yeni bir kuvvete ihtiyacı vardı Halife el-Me'mûn bunu bulmakta da gecikmedi Horasan valiliği sırasında yakından tanıma imkânını bulduğu Türkler, askerî kabiliyetleri ve devlet idaresindeki tecrübeleri sayesinde İslâm Devletindeki kuvvet boşluğunu rahatlıkla doldurabilirlerdi el-Me'mûn halifeliğinin son yıllarında düzenli bir şekilde Türk ülkelerinden ücretli Türk askerleri getirtmeye başladı Çok kısa zamanda Bağdat'ta sayıları onsekizbini bulan Türk birlikleri teşkil edildi Bunlar, el-Me'mûn'un Bizans'a yaptığı seferlerde açıkça görülebileceği gibi hilâfet ordusunun çekirdeğini meydana getiriyorlardı Ordunun komuta heyeti el-Afşîn, Aşnas et-Türkî, Boğa el-Kebîr, Hakan Urtuc vs gibi Türklerden meydana geliyordu Halife el-Me'mûn'un kardeşi ve halefi el-Mûtasım zamanında (833-842) Abbasî ordusundaki Türklerin durumu daha da sağlamlaştı Hatta 836 yılında Samerra şehri kurularak halife muhafız birlikleriyle beraber hilâfet merkezini yeni şehre nakletti Samerra'da Türk birliklerine hususî mahalleler tahsis edildi Halife el-Mûtasım, sayıları otuzbeşbin civarında olan Türk birliklerine bazı imtiyazlar tanımıştı Giydikleri elbiseler ve aldıkları ücretler bakımından ordunun diğer kısımlarından farklı idiler İslâm tarihinde Samerra Devri adı verilen yarım asırlık devrede (836–892) Türkler yalnız askerî sahalarda değil, siyasî ve idarî sahalarda da devlet içinde büyük nüfuz sahibi oldular Halifeler bile Türk komutanları tarafından seçiliyor ve onların istekleri dışına çıkamıyorlardı Bununla beraber Halifeler ile Türk komutanları arasında amansız bir rekabet de hüküm sürüyordu Her iki taraf da ağır kayıplar veriyorlardı 892 yılında hilâfet merkezinin tekrar Bağdat'a nakli devlet idaresindeki Türklerin nüfuzunu bir dereceye kadar kırmıştır Fakat bir müddet sonra 834 yılında Halife er-Râdî, İbn Râik el-Hazarî'yi geniş yetkilerle Emirülümera tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi Bu durum Beckem ve Tuzûn'un Emirülümeralıklarında da devam etmiştir 945 yılında Bağdat, Şiî Büveyhîler tarafından işgal edilince halifeler siyasî kudretlerini tamamen kaybettiler Abbasî halifelerini Büveyhîlerin tahakkümünden bir Türk hanedanı olan Selçuklular kurtarmıştır Müslümanlığın Türkler arasında yayılması başlangıçta İslâm devletinin hâkimiyeti altına giren Türk ülkelerinde olmuştur Bunların başında Kuteybe b Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan Maveraünnehr gelir Kuteybe fethettiği bölgelerde bir taraftan askeri hâkimiyetin tam manasıyla yerleşmesi için tedbirler alırken, diğer taraftan da İslâm dininin yayılması için gayret sarf ediyordu Nitekim Buhara'nın kesin olarak zaptından ve bir müslüman garnizonunun yerleştirilmesinden sonra şehirde 713 yılında bir de cami yapılmıştır Diğer taraftan Maveraünnehr'in ikinci büyük şehri Semerkant'ın teslim şartları kararlaştırılırken şehirde bir caminin yapılmasına karşı konulmaması hükme bağlanıyordu Kuteybe, caminin inşasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu Bütün bu gayretlere rağmen, o zamanki halk arasında İslâmiyetin fazla hüsnü kabul görmediği, Cuma günleri halkı camie çekebilmek için nakdi mükâfat verileceğinin vaat edilmesinden anlaşılmaktadır Kuteybe b Müslim askerî sahadaki başarılarını, fethettiği bölgelerde İslâm dinini yayma hususunda gösterememiştir Bunda Kuteybe'nin tutumundan ziyade Emevî hilâfetinin takip ettiği koyu Arapçı politika tesirli olmuştur Fethedilen bölgelerde İslâmiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar devletin gelirlerini artırmak gayesiyle her türlü vergiyi ödemekle mükelleftiler Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı Bu tutum müslümanlığın yayılmasına engel oluyordu Halife I Velîd'in ölümünden (715) sonra hilâfete geçen Süleyman zamanında (715-717) Horasan valisi Yezid b Mühelleb, Curcân üzerine yürüyerek burasını zaptetmiş ve bölgenin hükümdarı Sûl Tegin'i esir almıştır Sûl Tegin daha sonra Müslüman olarak adamlarıyla birlikte Yezîd'in hizmetine girmiş ve efendisinin II Yezîd'e karşı isyanında Akr savaşında ölmüştür (720) (4) Ancak bu hadiseyle Curcân bölgesinin tamamının müslümanlığı kabul ettiği düşünülemez Ömer b Abdülazîz'in kısa süren halifeliği (717-720) sırasında Maveraünnehr'de müslümanlığın yayılmasında bir hareket görülür Valilerine gönderdiği kesin emirlerde müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını ısrarla istiyordu Bu kesin emirlerine rağmen valiler eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlardı Nitekim bir heyet halifeye valilerden şikayet etmek için bizzat Dımaşk'a kadar gelmiştir Ömer b Abdülaziz'in ölümüyle beraber onun takip ettiği politika da terk edilerek tekrar eskiden olduğu gibi Müslümanlar'dan cizye alınmaya başlandı Diğer taraftan Göktürk devletinin zayıflaması üzerine kuvvet kazanan Türgiş Kağanlığı Maveraünnehr'de Müslümanlar ile çetin bir mücadeleye giriştiler hattâ bir müddet için üstünlük Türkler'e geçti Böylece Maveraünnehr'de İslâm hâkimiyeti tehlikeye giriyordu Hişam'ın halifeliğinde (724-743) Horasan valisi Eşres b Abdullah, Türkler arasında müslümanlığın yayılması için Ebu's-Seydâ Salih b Tarîf ve Rebî b İmrân et-Temîmî'yi vazifelendirmiş ve bu iki şahıs Semerkant ve civarında Türkleri İslâm'a kazandırmak hususunda büyük gayret sarfetmişlerdir 742 yılında Belh şehrinde bir cami yapıldığı görülmektedir Meşhur İslâm coğrafyacısı Yakut el-Hemevî, Halife Hişam'ın Türk hakanını İslâm'a davet için bir heyet gönderdiğini, hakanın elçi heyetine büyük bir merasimle birliklerini gösterdiğini ve : “Bu askerler içinde ne bir hekim, ne bir kunduracı ve ne de bir terzi vardır; hepsi askerdirler, eğer bunlar müslümanlığı kabul eder ve İslâm'ın şartlarını yerine getirecek olurlarsa hayatlarını nasıl sürdürürler” dediğini kaydetmektedir Verilen bu bilgiden, elçi heyetinin ne zaman ve hangi Türk hakanına gönderildiğini tespit etmek mümkün olmuyor Muhtemelen bu sıralarda Türkistan'ın en kuvvetli devleti olan Türgiş kağanı Sulu'ya gönderilmiş olabilir el-Câhız, Hişam'ın Horasan valisi Cüneyd b Abdurrahman el-Murrî'nin (729-733 yılları arasında valilik yapmıştır Türk hakanı ile karşılaştığını, hakanın kuvvetleri karşısında Cüneyd'in dehşete düştüğünü, bunu fark eden hakanın teminatı üzerine sakinleştiğini ve hakana İslâm dini hakkında bilgi verdiğini belirtmektedir Verilen bu bilgilerden hakanın Müslümanlığı kabul ettiği hususunda bir neticeye varmamız mümkün değildir Ancak 730 yılında Cüneyd'in hezimetiyle biten bir savaşın olması hakanın müslümanlığı kabule yanaşmadığını göstermektedir Emevîler'in son Horasan valisi Nasr b Seyyar, Arap hâkimiyetine karşı mukavemet eden Maveraünnehr sakinlerini, Araplar ile aralarındaki farklılıkları ortadan kaldırarak teskin etmeye çalışmış ve bir dereceye kadar bunda başarılı olmuştur Nasr'ın bu tutumu halkın kendisine güvenmesine ve dolayısıyla Türklerin yeni dini az da olsa kabul etmelerine yardımcı olmuştur Nasr, 840 yılında Uşrusana'ya yaptığı bir seferde buranın hâkimini kendisine bağladı Şâş bölgesine yaptığı seferde mukavemetle karşılaştı ise de, galip gelerek burasını da itaat altına aldı Emevî hanedanının bir asra yaklaşan hâkimiyeti zamanında bütün fethedilmiş bölgelerde olduğu gibi Türk ülkelerinde de İslâmiyetin yayılması, bu hanedanın takip ettiği yanlış politika sebebiyle çok yavaş olmuştur Hele sürekli mücadelelerin olduğu Maveraünnehr ve Kafkaslar'da bu yayılma diğer bölgelere nispetle daha az olmuştur Ancak Buhara ve Semerkant gibi büyük şehirlerde müslüman Arapların da yerleştirilmesiyle birer köprübaşı kazanılmış oluyordu Diğer taraftan bölge halkı yeni dini tanımışlardı Dolayısıyla âdil bir idare gerçekleştiği takdirde bu dini kabul etmeye hazırdılar Abbasîler'in iktidara geçmesiyle İslâm devletinin takip etmekte olduğu umumî politikada büyük değişiklikler olmuştur Abbasî ihtilâli Mevali’nin nüfus bakımından çoğunlukta olduğu Horasan'da gelişti ve başarıya ulaştı Bu sebeple doğu eyaletlerinin halkı, özellikle Horasanlılar, devletin idarî ve askerî makamlarını paylaştılar Abbasî ailesi kendilerine iktidar yolunu açan Mevâli'ye iyi davranıyor ve ilk halife Ebu'l-Abbas bir emirname çıkararak müslüman olanlardan asla cizye alınmamasını emrediyordu 751 yılındaki Talas savaşında Çinlilere karşı Türkler ile Müslümanların birlik olması eskiden beri devam eden düşmanlıkları ve çekingenliği bir dereceye kadar ortadan kaldırmıştır Yeni hanedanın bu olumlu tutumları Türkleri Müslümanlara ve İslâm dinine daha da yaklaştırmıştır İkinci Abbasî halifesi Ebu Cafer el-Mansur, ilk defa Türkleri devlet hizmetinde vazifelendirmekle tanınıır Aynı zamanda oğlu el-Mehdî'ye Mevâli'ye iyi davranmasını onların isteklerine kulak vermesini ve onların haklarını korumasını vasiyet etmiştir Halife el-Mehdî'nin elçiler göndererek itaate ve İslâm'ı kabule davet ettiği hükümdarlar arasında Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrusana, Karluk, Dokuz Oğuz ve diğer bazı Türk hükümdarları da bulunuyordu Bütün bu gayretlere rağmen, Maveraünnehr ve çevresinde müslümanlığın tam manasıyla kabul edilmediği, el-Me'mun zamanında Soğd, Fergana ve Uşrusana üzerine yapılan alanlardan anlaşılmaktadır Halife el-Memûn adı geçen bölge sakinlerinin ahitlerini bozması üzerine bir taraftan askerî harekâta girişiyor, diğer taraftan da onları müslümanlığı kabule teşvik ediyordu Uşrusana'da gelişen dâhilî olaylar sebebiyle bölgenin hükümdarı Kâvus'un oğlu el-Afşîn halifeye gelerek Uşrusana'nın fethinde yardımcı olacağını bildirdi ve onun tavsiyesine uyularak bölge kolayca fethedildi Kâvus da müslümanlığı kabul etti Halife el-Memûn, Maveraünnehr'i tam manasıyla itaat altına aldıktan sonra bölge valilerine Türkistan üzerine seferler yapılmasını emrediyordu Valiler, müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanacağını vaadederek bilhassa hükümdar ailelerini kazanmaya çalışıyorlardı Müslümanlığı kabul için el-Memûn'a müracaat edenlere büyük ilgi gösteriliyor ve onlara önemli makamlar veriliyordu Mesela el-Me'mûn zamanının önde gelen komutanlarından el-Afşîn, Aşnas, Boğa el-Kebîr ve İtah gibi komutanların hepsi geldikleri bölgelerin idareci sınıfına veya hükümdar ailesine mensup idiler Aynı siyaset el-Mûtasım zamanında da devam ettirilmiştir Onun zamanında halife orduları saflarına alınan birliklerin çoğu Fergana, Uşrusana, Şaş ve Soğd gibi Türkler'in oturduğu bölgelerden sağlanmıştır Bir taraftan halifelerin iyi idaresi, diğer taraftan da orduda çoğunluğu ele geçirmeleri üzerine el-Mûtasım zamanında Maveraünnehr sakinleri büyük çoğunlukla müslümanlığı kabul etmişlerdir Kaynakların ifadelerine göre el-Me'mûn ve el-Mûtasım zamanlarında Maveraünnehr sakinlerinin tamamı müslüman olmuştur Bununla beraber müslümanlığı kabul eden Türkler'in, İslâm devleti hudutları dışındaki büyük Türk kitlesi yanında çok az olduklarını belirtmek lâzımdır Seyhun nehrinin doğusunda, yani büyük Türkistan ile Karadeniz ve Hazar denizinin kuzeyindeki bölgelerde yaşayan Türk boyları, Abbasî hilâfetinin siyasî hâkimiyetine girmemiştir Buralara müslümanlık bazı askeri seferler, karşılıklı ticarî münasebetler ve az da olsa derviş ile sûfilerin faaliyetleri neticesinde girmiş ve yerleşmiştir Seyhun'un ötesindeki ülkelere karşı askerî seferler Samanî emirleri tarafından düzenleniyor ve başarılı neticeler almıyordu Samanî emiri Nuh b Esed 840 yılında İsficab'ı itaat altına alarak halkın ekili arazisini ve bağlarını Türklerin akınlarından korumak maksadıyla savunma tedbirleri aldırmış ve bazı surlar yaptırmıştır Diğer taraftan Tahirîler de Oğuzlar'm ülkesine karşı seferler yapıyorlardı Bu fetihler devam ederken fethedilen ülkelerin iktisadî durumlarının düzeltilmesi için halifeler yardımda bulunuyorlardı Meselâ el-Mûtasım, Şâş vilayetinin ziraatinin geliştirilmesi için iki milyon dirhem yardım etmiştir Yine Samanî emirlerinden İsmail b Ahmed 893 yılında Karlukların elinde bulunan bölgeye akınlar yaparak başkent Talas'ı zaptetmişti Esirler arasında Karluk Yabgusu'nun karısı da bulunuyordu Fetihten sonra şehrin büyük kilisesi camiye çevrildi Aynı yıllarda Nasr b Ahmed, Batı Şavgar'a karşı bir sefer yapmıştı Türkler de bu akınlar karşısında sessiz kalmıyorlardı 904 yılında Maveraünnehr'i kısa süreli işgal ettikleri gibi 942'de Balasagun'u geri aldılar Samanîlerin, Türk ülkelerine karşı yaptıkları seferler bazen çetin mukavemetle karşılaşılmasına rağmen akınlar devam ettiriliyordu Nitekim 905 yılında İslâm hududu Balasagun'a kadar uzanmıştı, hattâ bu şehrin bile Samanîler'in hâkimiyetine geçtiği anlaşılıyor, zira az önce de belirtildiği gibi 942'de burası tekrar Türklerin eline geçmiştir Aynı zamanda müslüman olan Türkler de büyük bir şevk ve heyecanla, daha müslümanlıgı kabul etmemiş olan Türkler'e karşı çetin bir mücadeleye giriştiler Hudut şehirleri (Dâr'ül-cihad) ilân edilmiştir İsficab'da gazilerin barınması için binyediyüz ribat bulunuyordu Yalnız Kara-Tegin ribatının vakıf geliri yedibin dirheme ulaşıyordu Türkistan'daki vakıf ribatların sayısı onbine ulaşıyordu Bu çetin askerî mücadeleler, Türkler ile müslümanların bir bakıma birbirlerini tanımalarına yardımcı oluyordu Diğer bir ifadeyle Türkler, İslâm dinini daha yakından tanıma fırsatı buluyorlardı Bu tanıma, Türklerin müslümanlıgı kabul etmeleri açısından son derece önemlidir Samanîler, bu fetihlere paralel olarak Maveraünnehr'den gelen göçmenlerin sulh yolu ile bozkıra yerleşmelerine de yardımcı oluyorlardı Seyhun'un aşağı kısmında yer alan Cend, Huvare ve Yenikent adlı üç müslüman şehri bu şekilde meydana getirilmiştir İslâm kaynaklarına göre bu şehirler daha Müslümanlığı kabul etmemiş olan Oğuzların idaresinde bulunuyordu Oğuzların elinde bulunan Yenikent ile Samanîlerin elinde bulunan Talaş şehirleri Müslüman ülkeleri ile Orta Asya arasındaki ticarî faaliyetlerin ana merkezleri idiler Türkler ile müslümanlar arasındaki savaşlara rağmen, bu iki unsur arasında az da olsa ticarî faaliyetler oluyordu Savaşların duraklaması, ticarî münasebetlerin gelişmesini hızlandırdı IX yüzyılın ikinci yarısı ile X asrın başlarında İslâm ülkeleri Türk ülkelerine nazaran oldukça gelişmişti Bilhassa sanayi mamulleri Türklere çok cazip geliyordu Kaynakların verdiği ithal ve ihraç mallarının listesi bu hususu teyid etmektedir Müslümanlar daha çok kumaş, madeni eşya, hububat vs satıyorlar; bunlara karşılık bilumum hayvan ürünleri, kürkler, deriler, madenler, atlar, köleler vs satın alıyorlardı Bu ticarî münasebetlerde birinci sırayı Maveraünnehr alıyordu Ancak Harezm'in de bilhassa Hazarlar ve Volga Bulgarları ile yaptığı ticaret önemli idi Harezmli tüccarlar nehir yolu ile kuzeye çıkıyorlar ve mallarını sattıktan sonra aldıkları hammaddelerle geri dönüyorlardı Harezmliler, X asrın başlarında Hazar ve Bulgar devletlerinin askeri ve idari kadrolarını da ele geçirmeye başladılar Hatta Hazar ordusunun temelini ücretli Harezm askerleri teşkil ediyordu Ancak bunlar müslümanlar ile yapılan savaşlarda dövüşmüyorlardı Ticaret kervanları yanında, gerek bu kervanlarla ve gerekse tek başlarına Türk ülkelerine giden din adamlarının ve bilhassa derviş ve sûfîlerin de İslâm dininin Türkler arasında tanınıp yayılmasında tesiri olmuştur IX yüzyılın ortalarından itibaren gelişen askerî, ticarî ve dinî münasebetler neticesinde Türkler büyük guruplar halinde müslüman olmaya başladılar IX asrın ikinci yarısında Samanîlerin hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Talaş, İsficab) halkının çoğunluğunun müslüman olduğu söylenebilir Ancak büyük kitlelerin müslüman olmaları X asırda başlamıştır Nasr b Ahmed'in Talaş seferi ve İsficab beylerinin faaliyetleri sonunda Balasagun'un batısındaki Urdu şehrinde oturan Türkmen Meliki, İslâm'ı kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştır Türk boyları arasında kalabalık bir gurup hâlinde müslümanlığı ilk kabul edenler, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirkî kasabasında oturan Türkmenler olmuştur Türk devletleri arasında İslâm dinini devlet dini olarak kabul eden ilk devlet, İdil (Volga) Bulgarları'dır Bulgar hakanı Almuş 920–921 yılında Bağdat Abbasî halifesi el-Muktedir Billah'a bir elçi heyeti göndererek ondan İslâm dinini öğretecek fakihler, ülkesinde camiler ve istihkamlar yapacak ustalar ile yardım olarak para gönderilmesini istemişti Halife el-Muktedir, Bulgar Hakanının bu isteğini kabul etmiş, istediği eleman ve parayı 11 Safer 309 (2 Nisan 921) tarihinde Bağdat'tan yola çıkarmış, bu heyet yetmiş günlük bir yolculuktan sonra Bulgar'ın başşehri Bulgar'a varmıştır Bu heyete kâtip olarak katılan İbn Fadlan seyahat hatıralarını küçük bir kitap halinde kaleme almıştır Bu eser günümüze kadar gelebilmiştir İbn Fadlan'ın verdiği bilgilerden Bulgarlar arasında Müslümanlığın IX yüzyılın sonlarına doğru yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır X asrın başlarında Bulgarların ülkesinde mescitler yapılmış ve böylece İdil havzasında İslâmiyet kök salmıştır Bulgar hakanı Almuş da muhtemelen elçi heyetinin Bağdat'a gelmesinden önce X yüzyılın ilk yıllarında müslüman olmuştur İslâm ülkesine komşu olmamakla beraber Bulgarların devlet dini olarak müslümanlığı kabul etmelerinde Harezmli tüccarların rolü çok büyük olmuştur |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|