|  | İlkel Dinler |  | 
|  08-20-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   İlkel Dinlerİlkel Dinler Dinlerin özü sayılan kutsal fikrinin kök ve kaynağı hakkında 4 teori vardır: Ruhçuluk (animisme), Tabiatçılık (naturisme), Totemcilik (totemisme) ve Vahiycilik (Revelationisme)  İlk üç sistem üç ilkel dini karşılar  Dördüncüsü evrensel ve göksel dinlerin ayırt edici niteliğidir  Bu sonuncusu kelam (theologie) konusu olduğundan incelenmesi oraya düşer  İlk üç teori dinler tarihinin konusudur  Fakat kök ve sebeplerinin araştırılması aynı zamanda din sosyolojisini ilgilendirir  Her üçü de ilkel din kadrosu içinde olmakla beraber bunlardan hangisinin daha eski olduğu sosyologları düşündürmüştür  Bu araştırmaya başlamadan önce en ilkel dinden ne anlaşıldığını belirtmek yerinde olur  En ilkel dine yalınçlık bakımından en aşağı basamakta yer alan bir toplumda rastlanır  Böyle bir dinin başka bir niteliği de kendinden önceki bir dinin tarifine başvurulmadan açıklanabilmesidir  Bu kısa ön sözden sonra sırasıyla ruhçuluk, tabiatçılık ve totemciliği inceleyelim  A) RUHÇULUK (Animisme): Ruhçuluk teorisine göre kutsal fikrinin esası, insanlardan tabiat ve eşyaya aktarılan eş (ruh)’tur  İyi ve kötü ruhlar vardır  iyilerin yardımını sağlamak ve kötülerden korunmak için dua etmek, törenler yapmak, adaklar adamak gerekir  İnanç tören ve tapınmaların bir bütünü olan dinlerin böylelikle doğdukları ileri sürülmektedir  Terimin, felsefe, sosyoloji ve dinler tarihindeki anlamları başka başkadır  Felsefede animizm, ruhu, hayatın başlangıcı sayan bir sistemi gösterir  Sosyolojide ruhçuluk, toplumun, insan iradesine benzeyen ruhların iradeleriyle yönetildiğini benimseyen sistemdir  Dinler tarihinde Ruhçuluk ilkel bir din olarak ele alınır  Bununla, dinler tarihi bilgilerinden Edward Burnette Tylor etraflıca uğraşmıştır  Bu yazara göre animizm ilkel kavimlerin en eski dinidir  Ölüm ve rüya olayları, ilkel insanda ruh fikrini doğurmuştur  İlkel insanlar kendilerinde gövdeden ayrı bir başlangıcın varlığını fark etmişlerdir  Can çekişen bir insanda ölümü gösteren belirti soluğun kesilmesi olduğundan ilkel insan, ruhun gövdeden ayrı soluk, hava ve benzeri türden bir şey olduğu kanısına varmıştır  Bugün bir inançta Amerika, Avustralya ve Afrika’nın bir çok bölgelerinde sayısı milyonları aşan insan vardır  İlkel insanların ruhu beden dışında tasavvur ettikleri doğru ise buna vermekte oldukları anlam başka başkadır  Mesela bazıları ruhları yiyen, içen ara sıra gövdeden ayrılarak uçan, avlanan, uçtuklarında insanlara duyuracak derecede ses çıkaran varlıklar olarak anlarlar  Bazları da yine aynı niteliklerde olmakla beraber bunların akışkan bir şey olduklarına inanırlar  Başkaları da gölgenin insanın yanında yürümesi, insan hayalinin duru suda görülmesi, sesin aksetmesi ve benzeri olaylara bakarak ruhu hafif buğu türünden bir şey olarak tasavvur ederler  Fakat genel olarak ilkel insanların ruhu son derece inc bir madde olarak tasarlandıkları her dilde buna verilen adlardan anlaşılmaktadır  Fransızca ruh anlamındaki (esprit) kelimesi Latincede solunmak anlamına gelen (Spiritus) sözünden gelmektedir  İngilizcede aynı anlamda (Soul) veya (Spirit) sözü kullanılır  Eski Yunanda Psukhe sanskritçede ruh anlamına gelen (Atman) kelimesi aynızamanda rüzgar, hava, nefes dmektir  Farsça’daki (revan) sözü bu anlamda kullanılır ki bu da yürümekle ve rüzgarla ilgilidir  Arapça’daki ruh kelimesinin rüzgar anlamındaki (riyh) koku anlamındaki rahiyadan geldiği herkesçe bilinmektedir  İbrani dilinde nefes sözü de yine solumak anlamındadır  İnsanlık alemi hayatın sonu olan ölüm olayını soluğun kesilmesi şeklinde görerek ruhu hava gibi bir şey sanmıştı  Rüya olayı karşısında da ruh bağımsız ve duyularla farkına varılmayan bir cevher sanılmıştı  Ölüm, olayı ruhun bir soluk, rüya ise bu ruhun gövdeden ayrı bir cevher olduğu kanısını vermiştir  Bu duruma göre ruhun iki niteliği ortaya çıkmış demektir  bu da ruhun soluk veya nesef oluşu ve gövdeden ayrı bir cevherden meydana gelişidir  Bu konu ile başta Tylor olmak üzere Dawson, Roth, Parker, Strehlow gibi bilginler uğraşmışlardır  İlkel kavimlere göre düş, eşlerin geçici olarak gövdeden ayrılıp başıboş dolaşması, ölüm ise bu eşin sonsuz olarak gövdede ayrılmasıdır  Hayalet, cadı, hortlak masalları kaynaklarını buradan almışlardır  Tylor, filozof Hume’un ortaya attığı iyi ruhlar (ervahı tayyibe-Esprits bienveillants) kötü ruhlar (ervahı habise-leseprist hostiles) tasnifinden yararlanmıştır  İlkel toplumlar ata ruhlarını iyi ruhlardan sayarak onlardan yardım dilemişler; nedeni bilinmeyen çıldırma, delirme ve çarpılma gibi durumları kötü ruhların varlığına yormuşlardır  Bunun bir sonucu olmak üzere ilkel toplumlardaki Atalara Tapınma (Cute des Abcetres) fetişizm, büyücülük, cincilik, bakıcılık gibi inançların animizmden doğmuş olduğu ileri sürülebilir  İlkel insanlara göre ruh i’e ervah birbirinden ayrıdır  Ruh gövdeye bağlıdır  Ruhların bulunduğu yer gövde olmakla beraber istediği zaman gövdeden ayrılan ruhlar geçirdikleri değişiklik dolayısıyla ervah olmuşlardır  Ölen bir kimsenin ruhu bir ervaha karışarak insan toplumlarından ayrı bir ruhlar alemi meydana gelmiştir  Bu konudaki fikirlerin incelenmesiyle şöyle bir durum ortaya çıkar: Ervah insanların arasına karışarak ya onları nezih, kibar, şanslı yapar yahut deli, nöbetli, saralı, çarpık hasta eder  Bundan dolayı insana benzetilen ruhların öfkesini gidermek üzere adaklar adanır, kurbanlar kesilir ve dini törenler yapılırdı  Davranışlarına göre ruhların kimisine iyi kimisine kötü denmiş ve sonunda iyiler tanrılara, kötüler ise şeytan ve cinlere dönmüştür  Tylor bu açıklama ile ilk dinin animizm olduğu sonucuna varmıştır  Bu yazara göre ilk törenler, cenaze törenleri, ilk adaklar ölülere sunulan yiyecekler ve ilk tapınaklar ise ataların mezarbaşı olmuştur  Tylor’a göre din, atalara tapıunma ile başlamış ve tabiata tapınma yoluna gitmiştir  İnsanlardaki ruhu veya benzerinin hayvan, bitki ve canmsızlarda olduğu sanılmış ve bunların öfkelerini gidermek için gerçek anlamı yakınlık olan kurbanlar (Kurbiyet’ten gelir) kesilmiş, törenler yapılmış ve adaklar adanmıştır  O halde natürizm diye bilinen tabiata tapınma animizmin bir devamı ve ikinci bir aşaması olmuştur  Herbert Spencer, Tylor nazariyesinde atalara tapınma kısmını kabul etmiş, fakat tabiatatapınmanın atalara tapınmadan daha ileri bir şekil olduğunu reddetmiş  B) TABİATÇILIK (Naturisme ou animatisme) Bu teori, kısaca fizik çevrede rastlanan kuvvet vevarlıkların kişileştirilme ve tanrılaştırılması demektir  insanlar gök gürültüsü, yabardağ, yıldırım, fırtına, kasırga, ay, yıldız, karanlık, güneş, güneş tutulması, ateş, deniz ve ırmak gibi büyük tabiat olayları karşısında hayret, korku ve saygı duymuşlar ve onlara tapınmağa başlamışlar  Tabiatçılığa göre din buradan çıkmıştır  Natürizme tabiat dini diyenler de vardır  eskiler naturizm ile natuealizmi birbirinden ayırt etmek için Natürizme Teb’aniye, Naturalizme tabiiye demişlerdir  Sosyolojide naturizmö dinin kaynağını tabii kuvvet ve varlıkları tanrılaştırmada bulan bir sistemin adıdır  Teori, Hindin kutsal kitabı olan Vedaların (Las Vegas) bulunması sonunda olağanüstü bir önem kaanmıştır  Bu öğreti son devirlerde Max Müller tarafından düzgün bir sistem haline getirilmiştir  Durkheim’in pek çok hırpaladığı bu nazariyenin esası şöyledir: İlk olarak dünyayı görmeğe başlayan insanoğlunun gözünü amaştıran, dikkatini çeken ve ponu hayrette bırakan şey tabiat olayları olmuştur  Tabiat, ilkel insanı gözünde en büyük bir yaşama etkeni, en güçlü bir dehşet nedeni ve sonsuz harikalar alemi olarak görülmüştür  Tabiatın gözlere sunduğu çeşitli görünüşler ruhlarda çabucak din fikrini uyandırmış, böylece naturizm denilen inanç sistemi doğmuştur  İnsanların olağanüstü olaylarla dolu olan bu alemdeki varlıkları tabii karşılaması için uzun yıllar geçmiş ve sonunda insanoğlu tekrarlanan bu tabii olayları önceden görebilmek sırrına ermiştir  Max Müller bu nazariyesini Hind’in Vedalarından çıkarmıştır  Vedalar, Hindi-Avrupai bir dille yazılmıştı  Burada tanrıadları tabiat güçleini gösteriyordu  Öörneğin en önemli tanrılardan birinin adı Agni’dir  Agni, ateş demektir  hindi-Avrupai dilelrdebunun karşılığı vardır  latince’de İhniş, İngilizce’de İgnition türevleri Agni ile ilgilidir  Bu ise Max Müller nazariyesini doğrulamaktadır  Bunun gibi Sanskrit dilince parlak gök anlamında olan Dyaus, Yunanca’ya Zeus, Latinceye Jovis, İtalyanca’ya Dio, Fransızca’ya Dieu, İspanyolca’ya Dios olarak geçmişti  Bu nazariyeden yana olanlara göre ilk tanrıların tabiata vetabiat güçlerine bağlı bulunması, ilk dinlerin tabiatçılık olduğunu gösterir  Söz, dikrin hem dış kalıbı hem de onun iç çemberidir  Bu bakımdan denilebilir ki kelimeler yardımıyla fikirlerdoğmuştur  Az sonra tabiat güçleri insanlara benzetilmiş kişiselleştirilmiş ve böylece maddi aleme bir de ruhi alem eklenmiştir  Bu görüşe, Emile Durkheim takışmıştır  En son buluşlara gör ne naturizm ne de animizm en eski ve en ilkel bir din olarak alınamaz  Fakat işin gerçek yönü her ikisinin de insanlık inançlarını yöneten işlkel dinlerden olmasıdır  C) TOTEMCİLİK (Totemisme) Totem bazı ilkel kılanların atası sayılan ve bu sıfatla kutsal tanınan hayvan, bitki ve cansıza verilen bir addır  Kelimenin Kuzey Amerika’daki Algonkin (Algonquins) kabilesinden alındığını bir çok yazarlar söylemişlerse de Prof Hz  Ülken bunun Arunta kabilelerinden Ojivayların kendi kılanlarına verdikleri ad olduğunu ve terim olarak bütün bu türlü amblemler için kullanıldıüını bildirmektedir  Bazıları asıl deyimin Otam olduğunu, ileri sürerler  Reinach’a göre otam veya totem yukarıda sözü geçen kabilenin dilinde belirti, (alamet) veya işaret demektir  etnoğrafyanın en ilkel topluluk olmak üzere gösterdiği ilk örnek klandır  Klan üyeleri, kendilerinin bir hayvan veya bitkiden geldiklerini sanar ve o hayvan veya bitkiyi kutsal sayarlardır  Toplumların en ilkel şekli olan klanın din ve toplum teşkilatına kısaca totemizm denir  Totemizmde ayırt edici nitelikler, üyelerin ana tarafından akraba olmaları, dış evlenme, totem inanı, mantık öncesi zihniyet ortaklaşa mülkiyet ve parazit ekonomi olarak özetlenir  Bir klanda hekes birbirinin akrabasıdır  Buakrabalık kandaşlığa dayanırsa da bu gerçek değil, saymacıdır  Diğer bir nitelikte her klanın taşıdığı ad, o klanın sıkıca ilgili bulunduğu eşya, bitki vehayvandan birisinin adı olmasıdır  Klan üyeleri ile bu eşya, bitki veya hayvan arasında bir akrabalık varsayılır  Klanın totemi üyelerden her birinin totemidir  Klan büyük çapta bir aile sayılabilir  Burada inceleme konusu ikidir: Biri, bu en küçük toplumun, toplumsal, öteki ise dini durumudur  Fakat bu iki hal birbirinden ayırt edilemeyeceğinden her ikisi de bir arada incelemek yerinde olur  Klan üyeleri kendilerinin bir totemden geldişklerine inanırlar  Bu ise her klanın toptemini kutsal saymasının bir sonucudur  Totem kadar klan üyeleri de kutsal sayıldığından bunların birbirleri ile evlenmeleri yasaktır  Bundan dolayı dış evlenme kuralı klanın temelli bir niteliğidir  Totem yenmez; çünkü kutsaldır  Totem, totemin tasviri olan şuringa ve klan üyeleri (her üçü de) kutsaldır  Şuringa (Churinga), totemin taş veya tahta parçalarından yapılmış bir sembolüdür ve kutsaldır  Klan üyeleri de kutsaldır  Durkheim, bütün dinlerin totemizmden çıktığını iddia etmekte ve bu dinlerde totem yerine tanrıyı koyunca yeni dinler için bir açıklama şekli bulunacağını ileri sürmektedir  Totemizm etrafında toplanan insanlar, eylem ve eşyayı kutsal ve kutsal dışı diye ikiye ayırır  Bu ise totemizmdir, bir din olduğunda hiçbir şüphe bırakmaz  İddia edildiğine göre totemizm bugün bilinen dinlerin en ilkel şeklidir  Nasıl klan ilkel bir toplum şekli ise, totemizm de buna bağlı ilkel bir dindir  Totemi olmayan kılan yoktur, nerede kılan varsa orada totemcilik vardır  dış evlenme dolayısıyla kılan teşkilatı iki kılanın varlığını gerektirir  Başta Durkheim olmak üzere bir çok bilginler totemizm hakkında nazariyeler kurmuşlardır  Durkheim’ı bir yana bırakırsak bunlar totemizmi en ilkel din olarak kabul etmezler  Totemizm sanıldığı gibi hayvana tapma değildir  Totem hayvanı, tapınılan tek bir varlık değildir  Kılan üyeleri de totem kadar kutsaldır  Totemizm bitkiye tapma da değildir  Totemizm biri kişiye ötekisi kılana bağlı olmak üzere iki türlüdür  Kişisel totemizm totem dininin ferdi bir görünüşüdür  Totemizmin ilki, kişisel totemizm olup kılana bağlı totemizm bundan çıkmıştır  Bu duruma göre din ferdin vicdanından doğmuş demektir  kılana bağlı totem ise ortaklaşa bir totemdir  Kılan totemi, gerçekte yavaş yavaş genelleşmiş kişisel totemden başka bir şey değildir  Frazer, totemizmi bir sihirler dizisi olarak görür  Bu görüş yanlıştır  Çünkü totemizmde kutsal ile kutsal-dışı ayrımı vardır  bu ayrımı yapan sistem ise bir dindir  Burada kutsal olan totem denilen nesne, hayvan veya bitki değil, fakat bunlarda gizli olduğu sanılan mana gücüdür  Buna siukslar Vakan, Urukvalılar ve Malenazyalılar mana adını verirler  Türkler buna Kut, Ziya Gökalp ise Altın Işık demektedir  Bu güç, kişisel değil ölümsüzdür  Yani kendinde mana gücü olan bitki ya da hayvan yok olduktan sonra da mana devam eder  Totem birbirinden farklı iki şeyi gösterir  Bir kere mana, totem, mabut veya hayat prensibi denilen şeyin duyulara çarpan dış görünüşüdür  Öte yandan kılanın bir sembolüdür  Totem, bir kılanı ötekinden ayırt etmeye yarayan bir belirtidir  Devrinin en büyük sosyoloğu olan Durkheim, bütün varlıkları kutsal, kutsal-dışı diye ikiye ayırmıştır  Tanrı ve ona bağlı olan her şey kutsaldır  Bunun dışında kalan kutsal değildir  Bu duruma göre dinin temel şartı, kutsal dışı olanların kutsal olanlara yaklaşmasını yasak etmektir  Tapınmanın iç yüzü ise kutsal olmayan (Zenim) insanın kutsal olan tanrıya yaklaşmasıdır  Bu sebepten ibadetin yapılabilmesi için yaratığın yaratana yaklaşması gerekir; bu ise ibadet edecek kimsenin kişisel duygudan kurtulması ile mümkündür  Çünkü ibadet eden kimse içten ve dıştan temizlenerek kutsallaşmalıdır ki aslında kutsal olan Tanrı’ya yaklaşabilsin  Bu sebeple Durkheim, ibadeti iki devreye ayırmaktadır  Din, insanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, diğer yargıları,m davranış kuralları, tapınma biçimleri, ve kuramsal yapılar  Dinlerin temelini kutsal gerçekliğin olağanüstü ya da kişileşmiş bir varlığın “tanrı” biçimde tasarımlanması zorunlu değildir; bütün bir “tanrı” kavramını bütünüyle ya da büyük ölçüde dışlayan dinler de vardır  | 
|   | 
|  | 
|  | İlkel Dinler |  | 
|  08-20-2012 | #2 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   İlkel DinlerDinlerin Temel Amacı: Dünyayı açıklamak değil, somut yaşantılardan esinlenerek dünyaya anlam kazandırmak, insanın çevreyle baş edebilmesini, kendi varoluşunu omuzlayabilmesini, başkalarıyla birlikte yaşayabilmesini sağlamaktır  Dinin Kökeni: Dinlerin gelişmesini açıklama çabası İlkçağ düşünürleriyle başladı  Sofist filozof Keoslu Kritos’a göre din, insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştu  Politeia (Devlet, 1942, 1946) adlı yapıtında, yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına bazı “güzel yalanlar” söylemesini gerekli sayan Platon da bir bakıma bu açıklamadan esinlenmişti  Sonraki Yunan düşünürleri arsında Euhomeros (İ  Ö 330 y  260) tanrıların, tanrılaştırılmış birer insan olduğu yönündeki öğretisiyle özellikle çok tanrılı dinlerin yorumlanmasında uzun sürecek bir etki uyandırdı  Putperestliği açıklamaya çalışan Kilise Babaları, Euhomeros’un görüşlerinden büyük ölçüde yararlandı  Felsefi düşünceye tekrarlayıcı dinlerin egemen olduğu ortaçağda ise çoktanrılı dinleri insanın Tanrı’ya başkaldırarak kendi özündeki tektanrıcı inançtan uzaklaşmasıyla açıklayan yaklaşım sürüldü  Ama bütün insanların, tanrı bilgisine us aracılığıyla ulaşma yetisini doğuştan taşıdığı yönündeki öğreti, öteki dinlerde de bir doğruluk payı olabileceği düşüncesini giderek olgunlaştırdı  Böylece Rönesans ile birlikte dinleri karşılaştırmalı yöntemlerle inceleme doğrultusunda gelişen eğitimde temelleri atılmış oldu  Yeni çağda dinleri evrimci bir bakış açısıyla açıklamaya yönelik ilk önemli girişimlerden biri Giambattista Vico’dan (1668-1774) geldi  Vico’ya göre Eski Yunan dini önde doğanın, sonra insanın denetlemeyi başardığı güçlerin (Örn: ateş ve ürün) ardından kurumların (evlilik) tanrılaştırıldığı aşamalardan geçmişti  18  Yy’da deneyci düşünür David Hume insanlık tarihinin başlangıcında yer alan çoktan tanrıcılık, doğal olayları saf bir antropomorfizmle açıklama çabasının ürünü olduğunu savundu  Özellikle tanrıların öfkesini yatıştırmaya yönelik tapınma biçimleri tek, sonsuz bir tanrısal varlığın yüceltilmesine yol açmıştı  Voltaire ve Denis gibi aydınlanma dönemi düşünürleri, putperestliğe ve dogmacı Hıristiyanlığa karşı çıkarken toplum düzenini sürdürmek için gene de bir “Tanrı”nın bir “doğal din”in varlığını zorunlu görmüşlerdir  Onlara göre çok tanrılı dinleri yaratan rahiplerdir  19  yy’da dinleri antropolojik ve arkeolojik verilere dayanarak incelemeye girişen ilk bilim adamlarından John Lubback’ın (1834-1913) önerdiği evrim şemasına göre de insanlık tarihinin başlangıcında ateizm yer alıyordu; bu bile ilk aşamayı sırasıyla fetişizm, doğaya tapınma ve totemcilik, şamanizm, antropomorfizm, tek tanrı inancı ve son olarak da etik tek tanrıcılık izlemişti  Çağdaş antropolojinin kurucularından sayılan İngiliz etnolog Edward B  Taylor ise en eski ve en temel di biçiminin animizm olduğunu savunuyordu, bu temelde fetişizm, cinlere inanma ve çok tanrıcılık gelişmişti  Tylor’a göre tek tanrıcılık, çok tanrıcı bir çerçeve içinde, örneğin gök-tanrı gibi büyük bir tanrının yönetilmesi sonucunda doğmuştu  Herbert Spencer ise animizmin değil, atalara tapınmanın temel din biçimi olduğunu öne sürüyordu  Buna karşılık Andrew Log ve Wilhelm Schmidt gibi araştırmacıları bulguları, bazı ilkel toplumlarda “öncü tek tanrıcılık” adı verilebilecek bir tür yüce tanrı inancının da görüldüğünü ortaya koydu  Uzakdoğu’nun bazı bölgelerinde nüfusun çoğunluğu birden çok dine bağlıdır  Çin, Kore, Vietnam dinleri Mahyana Budacılığı, Taoculuk, Konfüçyüsçülük ve halk dinlerini içerir  Japon dinleri Şinta dini ile Mahyana Budacılığıdır  Dinsel konular Roma İmparatorluğu’nun yıkılışıyla 14  Yy’da başlayan Rönesans arasında yer alan ortaçağda Resim ve Heykel’in yanı sıra Mozaik, İkona, İllüstrasyon ve kitap resimleri de görülürken, Rönesansta başlayarak en çok Hz  İsa, Meryem Ana ve Azizler’in yaşamına ve Hıristiyanlığa ilişkin konu (kutsal aile, kutsal konuşma vb  ) ve söylenceler ele alınmıştır  Hıristiyanlığın dışında Doğu’da Budacı sanat ile Mısır, Mezopotamya ve Hitit başta olmak üzere çeşitli uygarlıklar Mitozolerine dayalı yapıtlar da bu bağlamda değerlendirilir  İslam ise Minyatürlerdeki örneklerin dışında dinsel konuların betimlenmesi yerine Müslümanlık ile ilgili Hayat Ağacı gibi simgesel anlamlı örneklere yer verilmiştir  Üçlü Bir Tek Tanrıcılık: Hıristiyanlar yavaş yavaş Baba’dan Oğul’dan ve kutsal Ruh’tan oluşan tek bir tanrı anlayışını geliştirdi  Hıristiyanlar tanrı gerçeğinin sırrına yavaş yavaş vardılar  Petrus’un İsa Peygamber’in gerçekte Mesih olduğuna gözleriyle görüp inanmasından ve Thomas’ın İsa Peygamber’in dirildiğine inanışından yola çıkan harariler ve halefleri zamanla herkesin anlayabileceği akılcı bir doktrin geliştirdiler  Teslis, yani İsa Peygamberin 3 ayrı kişiliğinde tek bir Tanrı’ya olan inanç, O’nun yaşadığı bazı olaylara doğar; vaftizi ve öldükten sonra Tablan dağında 3 harariye görünmesi İsa’nın güçlü kişiliği son olarak İstanbul konsilinde onaylanır  “Tanrının tek oğlu gerçek Tanrı’nın doğmuş fakat doğurulmamıştır ve Ruhülkudüs babada askar ve baba oğul ile birlikte tapılır”  İslam sanatı daima soyuta yönelmiştir  Bu yüzden geometrik unsurları tercih etmiş, tabiattan aldıklarını adeta “tabiatsızlaştırarak” almıştır  Bu durum sadece süsleme sanatını değil, minyatür sanatını açıklamak için de bize ipucu vermektedir  Kaligrafi, arabesk ve minyatür sanat kollarının gelişmesini sadece “tasvir yasağı” gibi puta tapmayı önleme gayesini güde bir tedbire bağlamak doğru değildir  Aslında İslam dünyasında tasvir, çok yaygın olmamasına rağmen, daima varolmuştur  Soyuta yönelişin arkasındaki itici güç, kanaatimizce, yukarıda temas ettiğimiz tevhid ve tenzih prensipleri olmuştur  Ve bu prensipler “dini sanat”ta da “din-dışı sanat”ta büyük bir ciddiyetle gözetilmiştir  Sözü buraya getirmişken “dini sanat” hakkında bir noktaya işaret etmemiz yerinde olacaktır  Hemen belirtelim ki, İslam’da bir “dinin sanat”ın olup olmadığı hala tartışma konusudur  Hatta sanatın “dini olan” ve “dini olmayan” şeklinde ayrımının genel geçerliliği üzerinde bile görüş birliği yoktur  Bununla beraber, ayırımın pratik yararlar sağladığı da ortadadır  İnancın gereğini yerine getirme açısından bakıldığında, bir hamam ile bir cami aynı değildir; buna rağmen, bir hamamın mimari yapısı, tezyinatı vs  sinde sanatkarın (bir mü’min olarak) psikolojisi birinci derecede rol oynamış olabilir  bir eserin “dini” veya “sivil” olması, sanatkarın psikolojisi açısından değil, eserin fonksiyonu açısından bir anlam ifade eder  Biz, “İslam sanatı” derken genellikle şunu anlıyoruz  a) Dini bir görevin yerine getirilmesi gayesiyle ortaya konan eserler  b) Dini düşünce, inanış ve duyguları anlatan söz, yazı, sembol, hareket, yapı v  s  Her iki gruba giren sanat varlıklarının estetik açıdan idrak ve taktir edilme imkanını, eserlerin muhtevalarından bağımsız olarak düşünebiliriz  İslam sanatının bazı özellikleri hakkında yaptığımız bu açıklamaların gayesi, dini inancın sanat üzerindeki etkisine işaret etmektir  Her ikisi arasındaki ilişki, elbette zorunluluk ifade eden bir ilişki değildir  Sanat İslam’dan önce de vardı  Yine, kaligrafi, hüsn-ü hat vs  olmadan da İslam’ın inanç sistemi eksiksiz olarak mevcuttu  Ama bu durum, ne estetik hayatın inanç hayatı istikametinde ilerleyebildiği veya insanın iman tecrübesini takviye ettiği gerçeğini, ne de bazen sanatın inanca göre şekil ve muhteva kazandığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirir  Din ve Ahlak Din ile ahlak arasındaki ilişkiye gelince o, din-sanat ilişkisine nispeten çok daha çık olarak görünen ve hayatımızı çok daha yakından ilgilendiren münasebettir  Bilindiği gibi vahye dayalı dinlerin ana gayesi, ahlaki bir toplum vücuda getirmektir  Hz  Muhammed’in “ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” sözü, bu gayeyi gayet açık bir şekilde dile getirmektedir  Din ile ahlak arasındaki münasebet de düşünce tarihinde genellikle iki şekilde ele alınmıştır  Dinden ahlaka doğru giden bir yol takip edilerek; ahlaktan dine bağlamakta ve böylece dini vasfı ağır basan bir ahlak anlayışına bir teolojik ahlaka kapı açmaktadır  İkinci yol ise, insanın ahlaki tecrübesinden hareket ederek ilahiyatı temellendirmeye ve bu şekilde ahlaki yanı ağır basan bir ilahiyata bir ahlak teolojisine kapı açmaktadır  İkinci yol, Kant’ın meşhur “ahlak delili” ile felsefe tarihinde ön plana çıkmıştır ki bu delili daha önce inceledik  Burada din-ahlak ilişkisinin genel durumu hakkında birkaç noktaya temas etmekle yetineceğiz  Acaba insanın ahlaki bir varlık olmasını dine mi borçluyuz? Çeşitli şekillerde sorulan bu sorunun tarihi, felsefenin ilk dönemlerine kadar geri gitmektedir  “Dindarlık” diyordu Platon’un Euthypro’su “tanrıların gözünde değerli olan şeydir; dinsizlik ise değersizdir”  Buna bağlı olarak şöyle bir soru ortaya çıkmaktaydı: Acaba bir şey, Tanrı istediği için mi iyidir, yoksa o, iyi olduğu için mi Tanrı tarafından duyurulmuştur? Bu sorunun cevabı ile ilgili tartışmaya genellikle “Euthyphro tartışması”, yahut “Euthyphro dilemi” adı verilmektedir  Bu soru, birçok filozofa göre din ve ahlak felsefesinin baş problemidir  Soruya verilen cevapları üç ana grupta toplamak mümkündür: Ahlakı dine dayandıran görüşler; ahlak ile dini iki ayrı (otonom) alan olarak gören görüşler; ahlak ile din arasında bir sebep-sonuç bağlantısı (kozal ilişki) görmemekle beraber başka türden ilişkilerin bulunduğunu kabul eden görüşler  Alıntıdır | 
|   | 
|  | 
| Konu Araçları | Bu Konuda Ara | 
| Görünüm Modları | |
|  |