| 
 | |||||||
|    | 
|  | Konu Araçları | 
| askale, eylul, gorgu, olaylari, taniklarindan | 
|  | Gorgu Taniklarindan Askale Ve 6-7 Eylul Olaylari |  | 
|  08-16-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Gorgu Taniklarindan Askale Ve 6-7 Eylul Olaylarikaynak: Bianet :: Gurbette Kırk Yıl "Ohannes Garavaryan ve eşi Karmen Garavaryan ile 3 Nisan 2004 günü Los Angeles’ta tanıştık  Ohannes Garavaryan, İstanbul’da ünlü hazır giyim şirketi Vakko’da çalışmış, yurtdışında birçok giyim fuarında bu şirketi temsil etmiş  Hali vakti yerindeyken, bir gün gözleri arkada kalarak ayrılmış doğup büyüdüğü vatanından, toprağından, insanlarından     Eşi Karmen ile birlikte ABD'de sıfırdan kurmuşlar hayatlarını  Düşündüğü, arzuladığı her şeye ulaşmış  Ama gene de yüreğinde bir hüzün, gönlünde bir hasret, ağzının tadında bir eksiklik var  İstanbul deyince, gözlerinin önünden mavi bir su akıyor İstanbul şarkıları içinden  ABD'ye geleli neredeyse 40 sene olmuş  Ama “Ben ABD'liyim!” demiyor, “Ben İstanbulluyum!” diyordu gururlanarak  Karmen de öyle  “Kınalıada” derken koskoca Marmara Denizi’nin sularını dolduruyor kalbine  Kalbinin yarısı İstanbul’da kalmış  Koskoca Atlantik Okyanusu, Marmara’nın yanında bir damla görünüyor hâlâ gözüne! Ohannes Ağabey, neden geldiniz buralara? “Ohannes Ağabey, neden geldin buralara?” dedim gözlerinin içine bakarak  Neden geldim ben buralara? Neden köklerimden koparak buralara geldim? Anlatayım  Hani bir gram ağırlık terazinin dengesini bozar ya, hani bir damla su bardağı taşırır ya, işte benimki, bizimki de öyle oldu   Şu anda 67 yaşındayım  1937’de İstanbul’da doğdum  Çocukluğum, gençliğim İstanbul’da geçti  Ben orada var oldum  Burada ise varlığımı sürdürüyorum  Gözlerimi kapayıp geçmişimi düşündüğümde, o güzel İstanbul’da geçirdiğim güzel çocukluk ve gençlik günlerimi ve hiç unutamadığım korkunç acılarımı hatırlıyorum  Bu karışık hislerim beni doğduğum yerden kopardı, ta dünyanın öbür ucunda yaşamaya mecbur etti   Hayatımı etkileyen ve ufak yaşta içimi saran korkunun sebebi yaşadığım ve bilfiil gözlerimle gördüğüm birkaç hadiseden ibarettir  Bunları sana yaşadığım hayat, içtiğim su, yediğim ekmek gibi açık açık aynen anlatayım   Babamı alıp götürüyorlar Sene 1941  Ben henüz dört-beş yaşlarındayım  Evimiz Taksim Sakız Ağacı Caddesi’ndeydi  Numarası bile aklımda: 85 numara  Sabahın altısında bizim evin kapısı çalınmış  Babam, bizleri uyandırmadan, pijamalarıyla yavaşça aşağı inmiş, kapıyı açmış  Karşısında iki jandarma ve bir polis görmüş  “Suren Garavaryan siz misiniz?” “Evet  ” “Sizi götürmeye geldik  Derhal bizimle geliniz!” Babam iyice şaşırmış  Yukarıya anneme seslenmiş  Annem aşağı inince iyice korkmuş  Bağrışmaya başlamışlar  Bu bağrışmalardan biz üç kardeş uyandık, apar topar aşağıya indik  Ben jandarmaları, polisi görünce çok korktum  Annem benim ve ağabeyimin ellerinden tuttu, ablamı da sırtına bindirdi  Kapı girişindeki duvarın köşesine çekildi  Babamı pijamalarıyla, gözümüzün önünde alıp gittiler! Donup kalmıştık  Babamı nereye, niçin götürmüşlerdi? Ne annem, ne de bizler biliyorduk   Annem kapıyı kapattı  Yukarıya, odamıza çıktık  Ben başladım ağlamaya  Annem ağladığını bize göstermek istemiyordu   “Ağlamayın çocuklar, babanız biraz sonra gelecek” diyordu  Ben çocuk aklımla, “Birazdan gelecekse, neden elbiselerini giymesine izin vermediler?” diye düşünüyordum   Mahallemizde, komşu apartmanlarda o yıllarda pek çok Hıristiyan aile vardı  O evlerden de acı çığlıklar işitmeye başladık  Demek ki o evlerden de babaları, erkekleri götürmüşlerdi  Korkumuz daha da arttı  Derdimizi anlatacak, yardım isteyecek kimsemiz yoktu  Birkaç saat sonra bir haber yayıldı  Götürdükleri erkekleri, Sultan Ahmet Meydanı’nda, tel örgüler içinde toplamışlardı  Öğleden sonra annem, babama götürebilmek için yiyecekler hazırladı, elbiselerini bir torbaya koydu  Ablamı büyükannemin evine bıraktı  Yiyecek ve giyecekleri bir eline aldı, diğer eliyle benim elimden tuttu  Korku ve merak içinde Sultanahmet Meydanı’na vardık  Caminin ana giriş kapısının önünde, Dikilitaş’ın yanındaki meydanda yüzlerce erkeği tel örgüler içine toplamışlardı  Meraklılar, camiden çıkanlar tel örgü içinde ölüm kalım telaşı içinde olan erkekleri sessizce seyrediyordu  Jandarmalar silah elde bekliyor, kimseyi tel örgülere yaklaştırmıyorlardı   Babamı tel örgünün arkasından gördük Kadınlar ve çocuklar kocalarının, babalarının ismini bağırıyor, onları uzaktan bile olsa görmek istiyorlardı  Ağlaşanlar, korkuyla titreyenler doldurmuştu etrafı  Herkes bağırdığı için kimin ne dediği anlaşılmıyordu  Bu arada ağabeyim yanımızdan ayrıldı  Nasıl olduğunu bilmediğim bir yol bulmuş, babamı tel örgünün kenarına getirmiş  Bize haber verdi  Babamı bulduğumuza çok sevindik  Jandarmalardan birinin yardımıyla getirdiğimiz yiyecek ve giyecekleri babama ulaştırdık  Gözümüz arkada kalarak, merak ve korku içinde eve döndük  " O gece nasıl geçti? Bilmiyorum  Ertesi gün erkenden babamın yanına gittik  Manzara aynıydı  Erkekler tel örgünün içinde, perişan bir vaziyette bekleşiyorlardı  Ağabeyim yine babamı bulup tel örgünün kenarına getirdi  Bir jandarmanın yardımıyla annem getirdiği bir miktar parayı babama ulaştırdı  Babamı orada bırakarak tekrar evimize döndük  " Üçüncü gün babamı görmeye gittiğimizde tel örgünün içinde kimsecikler yoktu  Babasını, kocasını, oğlunu görmeye gelenler korkuyla etraflarına bakınıyor, “Nereye götürdüler acaba? Ne yapacaklar acaba?” diye birbirlerine soruyorlardı  Kimsenin ne olup bittiğinden haberi yoktu   Babasız kalmıştım  Çocukluğumun en kara günleridir o günler  Birçok acımı, korkumu unuttum, ama babamın götürülüşünü, tel örgüler içindeki halini hiç unutmadım  Bunca yıl geçti aradan, hâlâ bazen rüyama girer  " Bir müddet sonra haber geldi  Babamı ve diğer erkekleri‚ Amele Taburu denen askerlik taburuna almışlar  Demiryollarında, taş ocaklarında zorla çalıştırıyorlarmış  Bu haber evimize mutluluk getirdi  Ben çok sevindim  Amele Taburu’nun ne demek olduğunu bilmiyordum  Ama babam ölmemişti, bir gün dönecekti   Babam bir yıl sonra eve geldi Bir sene kadar sonra babam eve geldi  Sonradan babamların Mareşal Fevzi Çakmak tarafından, olmayan suçlarının affedilip eve geldiklerini öğrenecektim  Babamın döndüğü o günü bugün gibi hatırlıyorum  Annem orta kattaki büyük odada ne kadar eşya varsa hepsini yan odaya topladı, boşalan odanın ortasına büyük bir masa kurdu  Annemin yakın arkadaşları erkenden bize gelmiş, mutfakta anneme yardım ediyorlardı   Babamın arkadaşları, akrabalarımızdan, tanıdıklarımızdan erkekler babamın etrafını sarmışlardı  Ben babamın yanında duruyordum  Babam durmadan başlarına gelenleri, yaşadıklarını anlatıyordu  Acılı olaylara bile gülüyordu misafirlerimiz  Babamı özlemiştim  Bir daha kaybetmemek için elinden tutuyordum  Babam gülünce ben de gülüyordum  Evimiz düğün evine dönmüştü   Varlık Vergisi Tam sevinçli, mutlu olduğumuz bir zamandı  Babamın ve annemin yüzü birdenbire hiç gülmez oldu  Ne olduğunu tam anlayamadım ama yine babamın başına büyük bir belâ geldiğini hissettim  Babam işten bir daha evimize gelmedi  Evimiz ölü evine döndü   Sonradan öğrendim  Babamın yeni açtığı kunduracı dükkânına ödeyemeyeceği miktarda vergi koymuşlardı  Çevresindeki Türk kunduracılara konulan verginin neredeyse on katıydı  Babam bu ‘Varlık Vergisi’ni her şeyimizi satsa bile ödeyemezdi  Bir cuma günü vergi memurları gelmiş, vergi ödenmediği gerekçesiyle dükkânımızı mühürlemiş, babamı da alıp Aşkale’ye götürmüşlerdi  Sene 1942, aylardan Kasım’dı   Babam Aşkale’den dönüyor Babam Aşkale’de kaç ay, kaç gün kaldı tam bilmiyorum  Hatırası bile bana acı veriyor  Büyükannemin evinde kalırken bana bir şey duyurmamaya çalışıyorlar, Aşkale’den, korku verecek olaylardan konuşmuyorlardı  “Baban askere gitti  Yakında gelecek!” diyorlardı   Çocuktur, inanır… Ben de askere giden babamı özlüyor, sokakta gördüğüm bazı adamları babama benzetiyor, babamın bir an önce evimize dönmesini istiyordum  O acı günlerden fazla hatıram yok  İnsan kendine zarar veren bazı olayları hafızasından siliyor  Bir gün babam Aşkale’den döndü  Annem yine hazırlıklar yapmıştı  Komşularımız, akrabalarımız, dostlarmız babamı karşılamaya gelmişlerdi   Babam zayıflamış, çökmüş, hastalanmıştı  Gülmüyordu  O gün Aşkale hakkında fazla konuşulmadı  Annem beni babamın yanından aldı, mutfağa götürdü  Belki de ben yokken konuşmuşlardır  Daha sonraları da babam bana Aşkale’yi hiç anlatmadı   6-7 Eylül 1955 hadiseleri Yaşım 18 olmuştu  Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkânında çalışıyordum  Ustamın adı Hagop’tu  Ağabeyim ise o günlerde, Mahmutpaşa’da trikotaj yün imalatında çalışıyordu  Hagop Usta’nın Hasan isminde bir ahbabı vardı  Çeşmenin önünde eski elbise alıp satar, etrafımızda olup bitenlerden bizi haberdar eder, bizi korurdu  Ustam ona belli bir maaş da bağlamıştı, her ay düzenli öderdi  Ben ona "Hasan Abi" derdim  İçi dışı temiz bir insandı   O yıllarda çıkan bir kanuna göre, her esnaf dükkânının kapısına adı ve soyadının yazılı olduğu bir tabela asmak mecburiyetindeydi  Genellikle isimler Ermenice ya da Rumca, soyadlar ise Türkçe olduğundan, Müslüman müşterilerin görmemesi için Hagop, Artin, Mardiros gibi isimlerin üstü sabah erkenden çeşitli eşyalarla örtülürdü   Bizim tabelanın üstünü örtme görevini ustam, uzun boylu olan Hasan Abi’ye vermişti  Hasan Abi, daha biz gelmeden tabelanın üstünü örterdi  Ustamın hanımı rahatsız olduğundan, senede birkaç sefer Yalova’daki kaplıcalara gider, 15-20 gün kalırlardı  Bu müddet zarfında dükkânı ben idare ederdim  Mesuliyetim büyüktü  " Ustam Eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova’ya gitmişti  Dükkânı ben açıp kapatıyordum  Hasan Abi de bana göz kulak oluyordu  6 Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi  Telaşlı, tedirgin bir hali vardı  Müşteriler gidince, "Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!" dedi  "Hasan Abi, bu saatte dükkânı kapatmak olmaz  Ustam her gün saat altıya kadar açık tutmamı" söyledi  ” “Ben ne diyorsam onu yap  Dükkânı derhal kapat ve eve git!” Neden? Bir şey mi oldu? Sonra anlatırım  Sen hiç oyalanma, elini çabuk tut  Ben sonra ustanla konuşurum  Haydi çabuk ol! Ağabeyine de telefon et, o da dükkânını kapasın, eve gitsin  Ben hâlâ kararsızım  Ustamın bana kızmasından korkuyorum  Mahmutpaşa’da çalışan ağabeyime telefon ettim, Hasan Abi’nin dediklerini söyledim   Burada da bir anormallik var  Büyük mağazaların sahipleri mağazaların kapılarını kapayıp, kepenklerini indirip evlerine gidiyorlar  Sen Hasan Abi’nin dediğini yap, derhal eve git  Ben de ustama söyleyeceğim, dükkânı kapayıp eve gideceğim   Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım  Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla korkunun beni sarması bir oldu  Gördüğüm manzara korkunçtu  Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışageldiğimiz hiçbir şey yoktu  Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi, dolmuş da yoktu  Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu  Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan insanlarla doluydu   Ne yapacağımı şaşırdım  Bir müddet sağa sola koşturdum, Kurtuluş’taki evimize gitmek için vesait aradım  Bulamadım  Aklım başıma geldi  Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım  Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu  Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı  Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu  Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu  Yer bulup binmek imkânsızdı   Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu  İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu  Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladılar  8-10 kişilik kayıklara 15-20 kişi doluyordu  Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim  Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen 20 liraya çıkmıştı  Parayı pulu düşünecek zaman değildi  Battık batıyoruz derken Karaköy İskelesi’ne ayak bastım  Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum  Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum   "Baltalarla saldırdılar" Gördüğüm manzara korkunçtu  Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor, kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu   Yoldan yürümek imkânsızdı  Korkumdan bir grubun içine girdim, onlarla birlikte yürümeye başladım  Her grubun başında emir veren bir kişi vardı  Yağmacılar başkanlarının emrine uyuyor, her dükkânı değil, önceden işaretlenmiş belli dükkânları, mağazaları kırıp yığıyor, yağmalıyorlardı  Bazı gruplar ise sadece kepenkleri, camları kırıp döküyor, ama yağma yapmıyordu  Ben gruptan gruba geçerek Tünel’e kadar varabildim   “Henüz bize durdurun emri gelmedi!” Tünel çıkışının önündeki meydanda askerler sıra sıra, ellerinde silahlarla bekliyorlardı  Gözlerinin önünde dükkânları kırıp yığan, malları yağmalayanlara hiç karışmıyorlardı  “Ne bekliyorsunuz? Bu yağmacılara, bu çapulculara neden engel olmuyorsunuz?” diye soranlara “Henüz bize durdurun emri gelmedi!” cevabını veriyorlardı   Duracak zaman değildi  Tünel’den Taksim’e doğru, İstiklal Caddesi’ndeki işaretli tüm dükkânları, mağazaları, işyerlerini, kuyumcuları, beyaz eşya satan mağazaları grup grup olmuş binlerce yağmacı kırıp yığıyordu  İstiklal Caddesi’nde yerleri top top kumaşlar, elbiseler, sokağa atılmış mallar kaplamıştı  Ben yine gruptan gruba geçerek, yağma, küfür, kırma, yıkma sesleri içinde yürüyerek Taksim’e ulaşabildim   Taksim Atatürk Heykeli’nin civarında, sıra sıra elleri silahlı askerler bekliyor, yağmayı, yıkımı sessizce seyrediyorlardı   İnsanlar askerlere “Niye duruyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Yağmacıları, çapulcuları niye durdurmuyorsunuz?” diye soruyor, bağırıp çağırıyorlardı  Askerlerin verdiği cevap hep aynıydı: “Bize henüz durdurun emri gelmedi  ” Bizim evimiz o yıllarda Kurtuluş Mahallesi, Türkbey Sokağı, 5 numaradaydı  Taksim’den Kurtuluş’a doğru yürümeye başladım  Buralar biraz daha sakindi  Pangaltı’ya varınca, durumun İstiklal Caddesi’ne benzediğini gördüm  Çapulcular burada da görev başındaydı   Nihayet evimize ulaşabildim  Korkudan, heyecandan kan ter içinde kalmıştım  Bizim evin karşısında büyük bir mezarlık vardı  Mezarlığın duvarı sokak boyunca uzanırdı  Askerler ellerinde silahlarla bu duvarın önüne dizilmiş, bekliyorlardı   Canı yanmış insanlar korku içinde bağırıp çağırıyor, “Ne bekliyorsunuz? Dükkânlar yağmalanıyor, evler, kiliseler yakılıyor, insanlar yaralanıyor  Ne can güvenliğimiz kaldı, ne de mal    Neden durdurmuyorsunuz?” diye soruyorlardı  Askerlerin cevabı aynıydı: “Henüz olayları durdurun emri gelmedi   Hıristiyanlar büyük bir korku içinde kendi başlarının çaresine bakıyorlardı   Eve vardığımda annem boynuma sarıldı  “Yavrum, iyi ki gelebildin  Başına bir iş gelmiştir diye meraktan öldüm!” diye ağlamaya başladı  Ablam korku içindeydi  Benden sonra ağabeyim ve babam geldi  Annem apartmanın üçüncü katındaki evimizde dörtlü gaz ocağını açmış, üzerlerine büyük tencerelerimizi koymuş su kaynatıyordu  Apartmanın bodrum katındaki çamaşırhanenin mermer havuzunu temizlemede kullandığımız kezzap şişelerini yukarı çıkarmış, mediven başına dizmişti   “Bunlar ne anne?” dedim  "Oğlum, evde kız var  Ablan var  Bak, askerler öğlenden beri mezarlık duvarının dibinde silah elde bekliyor  Vuranlara, kıranlara hiç karışmıyor  Belli olmaz, çapulcular buraya da gelebilir  Namusumuzu, malımızı, canımızı korumak için silahımız yok  Kaynar sulara, kezzap şişelerine kaldı işimiz  ” dedi   Babam gelir gelmez “Bütün ışıkları yakın! Türk bayrağını çıkarın, balkondan aşağı sarkıtın! Bütün pencereleri açın!” dedi  Annem hemen bayrağı balkona astı  Babam balkona çıktı, bayrağın arkasına oturdu  Dışarıda olup bitenleri dikkatle izlemeye başladı   Ben de ağabeyim ile birlikte evin çatısına çıktım  Sabaha kadar yanan evlerin, kiliselerin alevlerini, dumanlarını seyrettik  Alevler İstanbul’un gecesini kızıla çeviriyordu  Etraftan insan çığlıkları geliyordu  " Sabah olunca, merak ve korku içinde işyerlerimizi görmeye gittik  Tramvaylar, otobüsler çalışmıyordu  Caddeler, tramvay yolları kırık camlar, kumaş parçaları, elbiseler, kırık buzdolapları, ev eşyaları vs  ile doluydu   Yürüyerek Karaköy’e vardım  Ortalık sessizdi  Bir dükkân yağmalanmış, yıkılmış, ama bitişiğindekine hiç dokunulmamıştı  Galata Köprüsü kapanmıştı, üstünden rahatça geçiliyordu  Köprüyü geçtim, Eminönü’nden yürüyerek Beyazıt’a çıktım  Kapalıçarşı açılmıştı  Dükkânımız aynen duruyordu  Hasan Abi ben gelinceye kadar levhamızı iyice kapatmıştı  Dükkânı açar açmaz yanıma geldi  "Geçmiş olsun  Annen, baban, ağabeyin sağ değil mi? Başınıza, malınıza, canınıza bir zarar gelmedi değil mi?" diye sordu   Kendisine çok teşekkür ettim  "Korkma  Yapacaklarını yaptılar, artık bir müddet sessizlik olur" dedi  Bekçiler Kapalıçarşı’nın kalın demir kapılarını zamanında kapamışlar, kimseyi içeriye sokmamışlardı  Babamın işyeri, hanın üçüncü katında olduğundan, zarar görmemişti  Fakat birçok yakın akrabamız, tanıdığımız tüm varlıklarını kaybetti   Bu hadiselerden sonra ailem beni bir müddet için Paris’e gönderdi  İki sene kadar Paris’te terzilik öğrendim  Paris’te 1915 hadiseleri sırasında İstanbul’dan ayrılmış, Paris’e yerleşmiş ve bir daha geri dönmemiş olan akrabalarımı buldum  Onlar bana çok yardımcı oldular  Beni bağırlarına bastılar  Birbirimizi çok sevdik   İstanbul’a dönüş Ben tekrar İstanbul’a döndüm  Askere aldılar  Sivas’ta Dekovil Tepe’de, önce piyade sınıfında, sonra bando takımında askerlik görevimi yaptım  Askerlikten sonra Vakko’ya girdim  Erkek reyonunda beş yıl çalıştım  Sonra Pangaltı’da Vakko Gençler Mağazası’nı kurduk  Durumum iyileşmişti   Ancak bazen para da insana huzur ve güven veremiyor  İnsanın kendini güven ve huzur içinde hissedebilmesi için başka başka şartlar gerekiyor  Ben işimden iyi kazanıyordum  Sık sık yurtdışına gidip geliyor, fuarlara katılıyor, dünyadaki değişimleri izliyordum  Yurtdışında gördüklerimi kendi ülkemde uygulamak, yenilikler getirmek istiyordum   Vitrinimden Noel süslerini kaldırttılar     Bir yılbaşı öncesi, mağazamızın vitrinini Noel çamlarıyla süslemiştim  Öyle Paris’teki, Berlin’deki gibi değil; daha mütevazı, daha çekingen, daha sade bir şekilde dekore etmiştim  Öyle Noel Baba, çıngıraklar falan da koymamıştım  "Bir gün geçti üstünden  Bir bekçiyle polis geldi  Bakışları kinliydi: “Burası Hıristiyan memleketi değil! Nedir bu vitrin böyle? Başınıza bir iş gelmeden edebinizle kaldırın onları derhal!” “Hayır” diyemedim  Korkudan dilim tutuldu: “Tamam efendim  Derhal kaldırırız  ” Ellerimle kurduğum dekoru, gene kendi ellerimle kaldırdım  Bu olay benim dayanma gücümü yıktı, sabır taşımı çatlattı, bardağımdaki suyu taşırdı  " Bu olaydan sonra ülkemi, yurdumu, vatanımı terk etmek zorunda kaldım  Ülkemizi gözlerimiz arkada kalarak terk ettik  ABD'ye geldiğimizde herşeye sıfırdan başladık  Başlangıçta işler ters gitti  Düşündüğümüz, planladığımız gibi olmadı  Ben aradan iki sene kadar geçince umutsuzluğa kapıldım  “Karmen, ben daha fazla dayanamayacağım! Gel dönelim geriye!” dedim  “Hayır” dedi, “Biz buraya gemileri yakıp da geldik  Dönmeyeceğiz, burada kök salacağız!” Karmen’in dediğine uydum  Eşim bana büyük bir güç verdi  Dönüş düşüncesini sildik aklımızdan, fikrimizden  Dört elle gece gündüz çalışmaya başladık  Çok zor günleri aşarak bu günlere geldik   Bütün bu acı, korkunç olayları kim getirdi başımıza? Babamı bir sabah pijamalarıyla alıp gidenler, Amele Taburları’nı kuranlar, Aşkale Çalışma Kampı’nı kuranlar ne oldu? 6/7 Eylül hadiselerini planlayanlar, “Başarılı bir operasyondu” diyerek, gazetelerde övünçle anlatıyorlar yaptıklarını  Hiçbirine tek bir hesap sorulmadı! Her şey yapanın yanına kâr kaldı  Kolay mı bir insanın kendi yurdundan, kendi toprağından kopması? Kolay mı bir insanın otuzundan kırkından sonra bilmediği bir toprağa gelip de kök salması? Karmen Garavaryan’ın anlattıkları Ben eşim Onnik’in yaşadıklarının çoğunu yaşamadım  1943 doğumluyum  6/7 Eylül hadiselerinde daha 12 yaşında, dünyadan haberi olmayan bir çocuktum  Ama gene de olaylar insanın çocukluk dünyasında derin izler bırakıyor  Yazları Kınalı’ya yazlığa giderdik  Günlerden bir gün, sabah erkenden gözlerimi açtığımda, dayım korku içinde babamı uyandırıyordu  Dayımlar gece haberi almışlar, İstanbul’da yanan evlerin, kiliselerin alevlerini Kınalı’dan görmüşler  Babamı uyandırdı   “Kalk Vartkes! Durum iyi değil! İstanbul’da büyük olaylar olmuş  Dükkânlar, mağazalar yağmalanmış, kiliseler yakılmış  Gidelim bakalım bizim dükkânlara bir şey oldu mu?” Babam uyandı  Kınalı İskelesi’ne kadar gidip geldiler  Biz merak içinde onları bekliyorduk  Sonra olup bitenleri ben de öğrenmiş oldum  Gece yarısı mavnalarla Kınalı İskelesi’ne gelmişler  Adayı yakıp yıkacaklarmış  Fakat komiser iyi bir insanmış, engel olmuş  Havaya ateş etmiş  “Adaya ayak basanı yakarım!” demiş  Gelenler böyle bir tepki beklemiyorlarmış herhalde  Adaya ayak basamadan çekip gitmişler   O yıllarda Kınalı halkının çoğu Ermeni ve Rum’du  O gece can ve mal güvenliklerini sağlayan bu komisere büyük ödüller verdiler  Komşularımızdan birçoğunun İstanbul’daki dükkânları, mağazaları yağmalanmıştı  Bu nedenle mateme bürünmüşlerdi  " "Ben acı olayları yaşamadım  Hep babaannemden, anneannemden duydum o felaket günlerinin acılarını  " (KY/NZ) | 
|   | 
|  | 
| Konu Araçları | Bu Konuda Ara | 
| Görünüm Modları | |
|  |