|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiAtom Mucizesi "NEDEN?" Bu soru, cevabına ulaşıldığında insanı bambaşka bir dünyaya götürecek bir kapının anahtarıdır  Aynı zamanda, bilenleri bilmeyenlerden ayıran ince bir çizgi    İnsanoğlu içinde yaşadığı dünyada "ne", "nasıl" ve "ne şekilde" gibi pek çok sorunun cevabını aramakta, ancak bu soruların ardından oldukça kısa bir yol katedebilmektedir  İnsanın iç içe yaşadığı olağanüstü düzen ve denge hakkında kendisine 'neden?' sorusunu sormadığı sürece gerçeğe ulaşacak bir mesafe katetmesi mümkün değildir  Bu yazıda, canlı-cansız her şeyin temeli olan "atom" konusunu ele alacağız  Atom hakkında nelerin, nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini inceledikten sonra, "neden" sorusunun cevaplarını arayacağız  Bizi, peşinde olduğumuz mutlak gerçeğe ulaştıracak olan işte bu son sorunun cevabı olacaktır  Bu sorunun cevaplarını ise İlahi bir rehber ve içinde her şey için bir açıklama olan Kuran'da bulacağız   19  yüzyılın ilk yarısından bu yana yüzlerce bilimadamı atomun sırlarını ortaya çıkarabilmek için gece gündüz çalıştılar  Atomun şekli, hareketi, yapısı ve diğer özelliklerini gün ışığına çıkaran bu çalışmalar, maddeyi ezeli ve ebedi bir varlık olarak kabul eden klasik fiziği temellerinden yıktı ve modern fiziğin temellerini attı  Bu çalışmalar aynı zamanda beraberinde birçok soruyu da gündeme getirdi   Bu sorulara yanıt arayan pek çok fizikçi, çalışmalarının sonucunda tüm evrende olduğu gibi atomda da kusursuz bir düzen, şaşmaz bir denge ve bilinçli bir tasarım olduğu gerçeğinde birleştiler   Bu gerçek, 14 asır önce Allah katından indirilmiş olan Kuran'da da açıklanmıştır  Kuran ayetlerinden açıkça anlaşıldığı gibi tüm evren, mükemmel bir düzen içinde işlemektedir  Çünkü yer, gök ve ikisi arasında bulunanlar, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah tarafından yaratılmıştır  Allah tarafından yaratılan her şeyin olağanüstü mükemmellikte olması ve kusursuz bir düzen içinde işlemesi elbette ki çok doğaldır  Asıl şaşılması gereken konu, insanın kendi vücudu da dahil olmak üzere gördüğü, duyduğu ve bildiği her yerde karşısına çıkan sonsuz sayıdaki mucizeden etkilenmemesi ve bu olağanüstü detayların "neden" kendisine gösterildiği sorusunun cevabını düşünmemekte ısrar etmesidir  Okumakta olduğunuz "Atomdaki Mucize" adlı bu çalışma, bilimsel bir konuyu incelemesine karşın, alışageldiğiniz bilimsel kitaplardan farklı bir amaçla karşınıza çıkmaktadır  Bu çalışma, hem canlıların hem de cansızların yapı taşı olmak gibi son derece eşsiz bir özelliğe sahip olan "atom"u, "ne", "nasıl" ve "ne şekilde" sorularının cevaplarıyla ele alarak, "neden" sorusunun yanıtına kapı açmaktadır  Bu kapıdan geçildiğinde ise, Allah'ın aklının, bilgisinin üstünlüğü ve yaratışının tüm varlıkları sarıp kuşattığı açıkça gözler önüne serilecektir | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #2 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiAtomun Oluşum Serüveni Görkemli boyutlarıyla insan aklının kavrama sınırlarını zorlayan evren, var olduğu ilk andan itibaren hassas dengeler üzerinde ve büyük bir düzen içerisinde, hiç şaşmadan işlemektedir  Bu muazzam evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işlediği ise her devirde insanların merak konusu olmuştur ve halen de olmaya devam etmektedir  Bilimadamları bu konularla ilgili sayısız araştırmalar yapmış, pek çok tez ve teori üretmişlerdir  Evrendeki düzen ve tasarımı akıl ve vicdanlarıyla değerlendiren bilimadamları içinse var olan kusursuzluğu açıklamak hiç de zor olmamıştır  Çünkü bu kusursuz tasarımın tüm evrene hakim olan üstün güç sahibi Allah tarafından yaratıldığı, düşünen ve akleden insanlar için açıkça gözler önüne serilmiş bir gerçektir   Fakat yaratılış delillerine gözlerini kapamaya çalışan bilimadamları, yıllardır ardı arkası kesilmeyen bu sorulara cevap vermekte çok büyük zorluklar çekmektedirler  Bilimsel gerçeklerle taban tabana zıt olan teorilerini savunmak için demagojilere, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan gerçek dışı kuramlara, çok zorda kalınca ise sahtekarlıklara bile sığınmaktan bile çekinmemektedirler  Fakat 21  yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu günlerde bilimsel alanda yaşanan her türlü gelişme bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evren üstün bir güç ve sonsuz ilim sahibi olan Allah tarafından yoktan var edilmiştir  EVRENİN YARATILIŞI "Evren nasıl var oldu?" sorusu insanların yüzyıllardır cevap aradıkları bir sorudur  Tarih boyunca binlerce evren modeli sunulmuş, binlerce kuram üretilmiştir  Fakat bu teoriler incelendiği zaman hepsinin temelde iki farklı modelden birini savunduğu görülür  Bunlardanbirincisi artık hiçbir bilimsel dayanağı ve geçerliği kalmamış olan sonsuz evren, yani evrenin bir başlangıcının olmadığı fikri, ikincisi ise şu an tüm bilim çevreleri tarafından kabul gören evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığı gerçeğidir  Artık geçerliliğini yitirmiş olan ilk model, evrenin sınırsız olduğunu, sonsuzdan beri var olduğunu, sonsuza kadar da varlığını ve şu anki durumunu koruyacağını savunmaktaydı  Bu sonsuz evren fikri, eski Yunan'da gelişmiş, daha sonra da Rönesans'la birlikte yeniden canlanan materyalist felsefenin bir ürünü olarak Batı bilim dünyasına girmişti  Rönesansın özünde eski Yunan düşünürlerinin eserlerini incelemek yatıyordu  Böylece materyalist felsefe ve bu felsefenin savunduğu sonsuz evren anlayışı, felsefi ve ideolojik kaygılarla tozlu raflardan çıkarılıp, bilimsel bir gerçekmiş gibi insanlara sunuldu  Karl Marx, Friedrich Engels gibi materyalistlerin, maddeci ideolojilerine çok önemli bir zemin hazırlayan bu fikri büyük bir hevesle sahiplenmeleri, bu modelin, içinde bulunduğumuz yüzyıla taşınmasında en önemli etkenlerden birini oluşturdu  Sir Fred Hoyle20  yüzyılın ilk yarısına kadar gündemde olan bu "sonsuz evren" modeline göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi  Evren yoktan var edilmediği gibi, hiçbir zaman da yok olmayacaktı  Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu teoriye göre evrenin durağan (statik) bir yapısı vardı  Oysa daha sonraları elde edilen bilimsel bulgular bu teorinin tümüyle yanlış ve bilim dışı olduğunu ortaya çıkardı  Evrensonsuzdan beri süregelmiyordu; bir başlangıcı vardı ve yoktan var edilmişti  Evrenin sonsuz olduğu, yani bir başlangıcı olmadığı fikri her zaman için dinsizliğin ve Allah'ı inkar etme yanılgısına düşen ideolojilerin çıkış noktası olmuştur  Çünkü onlara göre evrenin bir başlangıcının olmaması, aynı zamanda bir Yaratıcı'nın da olmadığı anlamına geliyordu  Ama bilim çok geçmeden materyalistlerin bu iddialarının geçersizliğini ve evrenin Büyük Patlama (Big Bang) olarak adlandırılan bir patlama ile yoktan var edilerek başladığını, delilleriyle ortaya koydu  Yoktan var edilmenin ise tek bir anlamı vardı: "Yaratılış"  Yani tüm evren sonsuz kudret sahibi olan Allah tarafından yaratılmıştı   Ünlü İngiliz astronom Sir Fred Hoyle da bu teoriden rahatsız olanlar arasında sayılıyordu  Hoyle, "steady-state" (sabit durum) adındaki teorisiyle evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu  Bu modele göre, evren genişledikçe madde, gerektiği miktarda, birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu  "Sonsuz evren" fikrini desteklemek için son derece zorlama açıklamalarla ortaya atılan bu teori, bilimsel olarak ispatlanan Big Bang kuramıyla taban tabana zıttı  Onlar bu gerçeğe karşı direnmeye devam ettiler, ama tüm bilimsel gelişmeler onları yalanlıyor ve gerçekleri birer birer yüzlerine vuruyordu  EVRENİN GENİŞLEMESİ VE BİG BANG GERÇEĞİ  Georges Lemaitre 20  yy  ile birlikte astronomi alanında çok büyük gelişmeler yaşanmaya başlandı  İlk olarak 1922 yılında Rus fizikçi Alexandre Friedmann evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını keşfetti  Einstein'in genel görecelik kuramından yola çıkan Friedmann, en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı  Belçika'nın en ünlü gök bilimcilerinden Georges Lemaitre ise bu hesabın önemini fark eden ilk kişi oldu  Onun bu hesaplamalardan yaptığı çıkarım, evrenin bir başlangıcı olduğu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğiydi   Lemaitre'in söylediği çok önemli bir şey daha vardı: Ona göre bu başlangıç anındaki patlamadan arta kalan bir radyasyon olmalıydı ve bu saptanabilirdi  Lemaitre ilk başlarda bilimsel çevrelerde çok büyük destek bulmayan bu açıklamalarının doğruluğundan emindi  Zaten evrenin genişlediğine dair başka kanıtlar da birer birer ortaya çıkıyordu  Bu sıralarda Edwin Hubble isimli Amerikalı astronom kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı  Hubble, California Mount Wilson gözlem evinde yaptığı bu buluşuyla sabit durum teorisini ortaya atan ve yıllardır savunan tüm bilim adamlarına da meydan okuyor, mevcut evren anlayışını temelden sarsıyordu   Hubble'ın bu tespiti, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfının mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfının da kızıl yöne doğru kaydığı fiziksel gerçeğine dayanıyordu  Yani California Mount Wilson gözlem evinden izlenen gök cisimleri dünyamızdan uzaklaşmaktaydılar  Bu gözlemlerin devamı yıldız ve galaksilerin sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaştıklarını ortaya koyuyordu  Tüm bu gök cisimlerinin birbirlerinden uzaklaşmaları evrenin genişlemekte olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu  Bu gelişmelerle ilgili ilginç bir saptamayı David Filkin'in "Stephen Hawking's Universe" isimli kitabından aktaralım:  Edwin Hubble (solda), Alpha Centauri yıldızlarının ışıklarının kızıl ve maviye kaymaları, bu yıldızların birbirlerinin yörüngelerinde hareket ettiklerini ortaya çıkarmıştır  Yapılan gözlemler yörüngelerin 80 yılda tamamlandığını göstermiştir  "… Lemaitre iki yıla kalmadan ummaya cesaret edemediği bir haber aldı  Hubble galaksilerden gelen ışığın kızıla doğru kaydıklarını gözlemlemişti ve Doppler etkisine göre bu evrenin genişlediği demekti  Artık yalnızca bir zaman sorunuydu  Einstein zaten Hubble'ın çalışmalarıyla ilgileniyordu ve Mount Wilson Gözlem evinde kendisini ziyaret etmek niyetindeydi  Lemaitre de aynı sıralarda California Teknoloji Enstitüsü'nde bir konferans vermeyi ayarladı ve Einstein ile Hubble'ı birlikte bir köşeye sıkıştırmayı başardı  Kendisinin "ilk atom" kuramını adım adım anlatarak tüm evrenin "dünü olmayan bir günde" yaratıldığını söyledi    Doppler etkisine göre galaksi dünyadan sabit bir uzaklıktaysa ışık dalgalarının spektrumu sabit gözükecektir (üstte), galaksi bizden uzaklaşıyorsa dalgalar uzayacak, kızıla kayacaktır (ortada), galaksi bize doğru yaklaşıyorsa dalgalar sıkışmış gözükecek ve maviye kayacaktır  (altta) Gereken bütün matematik hesaplarını yapmıştı  Lemaitre sözünü bitirdiğinde kulaklarına inanamadı  Einstein ayağa kalkmış ve o anda duyduklarının "o güne kadar dinlediği en güzel ve en tatmin edici yorum" olduğunu bildirmiş" ve "kozmolojik sabiti yaratmanın yaşamının en büyük hatası olduğunu" itiraf etmişti  1 İşte dünyanın gelmiş geçmiş en önemli bilim adamı sayılan Einstein'ı ayağa fırlatan bu gerçek evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğiydi  Evrenin genişlemesiyle ilgili yapılan gözlemler arttıkça yeni iddialar da birbirini izliyordu  Bu gerçekten yola çıkan bilimadamları, Lemaitre'in de söylediği gibi, zamanda geriye doğru gittiklerinde sürekli küçülen, küçülen ve sonunda bir nokta kadar kalan bir evren modeliyle karşı karşıya kaldılar  Matematiksel hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi  Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı ve bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) adı verildi   Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale gelmişti  Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu  DELİLLERİYLE BÜYÜK PATLAMA  Evrenin büyük bir patlama sonrasında oluşmaya başladığı gerçeğinin kesinlik kazanması üzerine astrofizikçiler araştırmalarını hızlandırdılar  George Gamov'a göre evrenin bu patlama ile oluşması durumunda, patlamadan arta kalan ve evrenin her yanına eşit şekilde dağılmış bulunan bir radyasyonun olması gerekiyordu   Bu varsayımı takip eden yıllarda tüm bilimsel buluşlar bütünüyle Big Bang'i doğrular şekilde birbirini izledi  1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları bir rastlantı sonucunda keşfettiler  "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon, uzaydaki belli bir kaynaktan yayılan herhangi bir radyasyondan farklıydı   Olağanüstü bir eş yönlülük sergiliyordu  Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu  Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde ısı dalgası şeklinde tesbit edilen bu radyasyonun, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı  Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı  Penzias ve Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar    Arno Penzias ve Robert Bob Wilson'un kozmik fon radyasyonunu ilk keşfettikleri Bell Laboratuvarı'ndaki dev boynuz anten  Penzias ve Wilson bu keşiflerinden dolayı 1978 yılında Nobel ödülü aldılar   George Smoot George Smoot ve NASA'daki ekibinin, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğrulaması uzaya gönderilen COBE uydusu sayesinde, yalnızca sekiz dakika sürdü  Uyduda bulunan hassas tarayıcıların elde ettikleri sonuçlar Big Bang için yeni bir zaferi de beraberinde getiriyordu  Tarayıcılar Big Bang'in ilk anlarındaki sıcak ve yoğun ortamın kalıntılarının gerçekliğini doğruluyorlardı  COBE Big Bang'in doğruluğunu delilleriyle onaylamıştı ve bilim çevreleri bu açık gerçeği kabul etmek durumundaydılar    Evrenin büyük bir patlama sonucu oluştuğunu delillendiren COBE uydusunun fırlatılış anıBir başka delil ise uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarının hesaplanmasıyla ortaya çıktı  Buna göre evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik olarak hesaplanan miktarıyla büyük bir benzerlik gösteriyordu  Bu delillerin ortaya çıkması, Big Bang'in bilim dünyasında kesin kabul görmesiyle sonuçlandı  Ünlü bilim dergisi Scientific American, 1994 yılının Ekim ayı sayısında "Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeli" diyordu  Uzun yıllar boyunca "sonsuz evren" fikrini savunan isimlerden de itiraflar birer birer geliyordu  Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savunan Dennis Sciama, Big Bang gerçeği karşısında düştükleri içler acısı durumu şöyle anlatır: Sabit durum teorisini savunanlarla, onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı  Bu dönemde ben de bir rol üstlenmiştim  Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için 'sabit durum' teorisini savunuyordum  Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti  Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum  Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu  ALLAH EVRENİ YOKTAN VAR ETMİŞTİR Gelişen bilimin ortaya çıkardığı tüm delillerle birlikte "sonsuz evren" kavramı da tarihe karışmış oluyordu  Bunun arkasından ise daha önemli sorular ortaya çıkıyordu  Bu büyük patlamadan önce ne vardı? "Yok" olan evreni "var" hale getiren güç neydi? Büyük patlama öncesinde ne olduğu sorusuna verilecek tek bir cevap vardır  Bu da elbette ki yerleri ve gökleri büyük bir düzen içinde yaratan, üstün güç ve kudret sahibi Allah'tır  Pek çok bilimadamı, inançlı olsun ya da olmasın, bu gerçeği kabul etmek zorundadır  Bilimsel platformlarda bu gerçeği kabul etmeseler bile, cümleleri arasına sıkışan itirafları onları ele vermektedir  Ünlü ateist felsefeci An  thony Flew itiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söyleyip, konuşmasına şöyle devam eder: İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler  Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir  Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını  Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim   İngiliz materyalist fizikçi H  P  Lipson gibi bazı bilim adamları ise Big Bang teorisini ister istemez kabul etmek zorunda olduklarını itiraf eder: Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız  Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz  Sonuç olarak bilim, materyalist bilim adamlarının önüne isteseler de istemeseler de tek bir gerçeği koymaktadır: Madde ve zaman, sonsuz güç sahibi olan, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri kusursuzca var eden bir Yaratıcı, her şeye kadir olan Allah tarafından yaratılmıştır  KURAN'IN İŞARETLERİ Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir  Önceki sayfalarda sözlerini aktardığımız ateist felsefeci Anthony Flew'un ifadesiyle, Big Bang ile birlikte "bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir  " Dini kaynaklar tarafından savunulan bu gerçek, "evrenin yoktan yaratıldığı gerçeği"dir  Bu, bilimin keşfinden binlerce yıl önce, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes kitaplarda bildirilmiştir  Tevrat, İncil ve Kuran gibi İlahi kitapların her birinde, evrenin ve tüm maddenin Allah tarafından yoktan yaratıldığı haber verilmiştir  Bu İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane kitap olan Kuran'da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler verilmektedir  14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler 20  yüzyıl biliminin bulgularıyla tamaman paraleldir  Öncelikle evrenin "yok" iken "var" hale geldiği, Kuran'da şöyle haber verilir: O (Allah) gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır    (Enam Suresi, 101) Günümüzden tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran'da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğudur: O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık  Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) Üstteki ayetin Arapça orijinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır  Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi, Arapça sözlüklerde "birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir  Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır  Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki, bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir  Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir  Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım  Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğundan bahsedilmektedir  Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır  Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır  Gerçekten de Big Bang'in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz  Yani her şey, bir başka deyişle tüm "göklerve yer" bu noktanın içinde, ratk halindedirler  Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani yumurtayı yarıp dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır  Kuran'da bildirilen bir başka gerçek ise, bilim tarafından ancak 1920'lerin sonunda fark edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir  Yukarıda bahsettiğimiz gibi Hubble'ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilir: Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz  (Zariyat Suresi, 47) Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha tasdik etmektedir  Çünkü evren materyalistlerin sandığı gibi, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah'tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir  MADDENİN AN AN YARATILIŞI Big Bang teorisinin de bir kez daha ortaya koyduğu gibi, Allah evreni yokluktan var etmiştir  Bu büyük patlama, her yönüyle insanı düşündüren, tesadüflerle izah edilemeyecek ince hesaplar ve detaylarla doludur  Patlamanın her anındaki sıcaklık, atom parçacıklarının sayısı, o anda devreye giren kuvvetler ve bu kuvvetlerin şiddetleri çok hassas değerlere sahip olmalıdır  Bu değerlerin birinin bile sağlanamaması durumunda, bugün içinde yaşadığımız evren var olamazdı  Kastettiğimiz değerlerin herhangi birinin matematiksel olarak "0"a yakın bir miktarda dahi değişmesi, bu sonu hazırlamaya yeterlidir  Kısacası evren ve onun yapı taşı olan atomlar Büyük Patlama anından hemen sonra Allah'ın yarattığı bu dengeler sayesinde yoktan var olmaya başlamıştır  Bilim adamları bu oluşum sırasında meydana gelen olayların mükemmel zamanlamalarını ve bu zamanlamalarda devrede olan fizik kurallarının düzenini anlamak için sayısız çalışmalar yapmışlardır  Bugün artık bu konuda çalışma yapan tüm bilimadamlarının kabul ettiği gerçekler şunlardır:  "0" anı: Ne maddenin, ne de zamanın var olmadığı ve patlamanın gerçekleştiği bu "an", fizikte t (zaman) = 0 anı olarak kabul edilmektedir  Yani t=0 anında hiçbir şey yoktur  Yaratılmanın başladığı bu "an"dan önceyi tarif edebilmek için, o anda var olan fizik kurallarını bilmemiz gerekir  Çünkü şu an var olan fizik kanunları patlamanın ilk anlarında geçerli değildir  Fiziğin tanımlayabildiği olaylar en küçük zaman birimi olan 10-43 saniyeden itibaren başlar  Bu, insan aklının asla kavrayamayacağı bir zaman dilimidir  Peki acaba, hayal bile edemediğimiz, bu küçük zaman aralığında neler olmuştur? Fizikçiler bu anda meydana gelen olayları tüm detaylarıyla açıklayabilecek bir teoriyi şu ana kadar geliştirememişlerdir   Çünkü bilim adamlarının ellerinde hesap yapabilmeleri için gereken malzeme yoktur  Matematik ve fizik kurallarının tanımları bu sınırda tıkanıp kalmıştır  Yani her bir detayı çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bu patlamanın öncesi de, bu ilk anları da fiziğin ve insanın kavrama gücününötesinde bir yaratılışa sahiptir     Zamanın olmadığı bir andan başlayan bu yaratılışı an an madde evreninin ve fizik kurallarının ortaya çıkmasını sağlamıştır  Şimdi bu patlamada çok kısa süre içerisinde büyük bir hassasiyetle meydana gelen olaylara bir göz atalım: Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizikte her şey 10-43 saniye sonrasından itibaren hesaplanabilir ve ancak bu andan sonra enerji ve zaman tarif edilebilir  Yaratılışın bu anında, sıcaklık değeri 1032 (100  000  000  000  000  000  000  000  000  000  000) derecedir  Bir kıyaslama yapacak olursak, güneşin sıcaklık derecesi milyonlarla (108), güneşten çok büyük yıldızların sıcaklığı ise ancak milyarlarla (1011) ifade edilir  Şu an tespit edebildiğimiz en yüksek sıcaklık milyar derecelerle sınırlıyken, 10-43 anındaki sıcaklığın ne derece yüksek olduğu konusunda bir kıyas yapabilmek mümkündür   10-43 saniyelik bu dönemden bir aşama ileri gidip saniyenin 10-37 olduğu zamana geliriz  Bu iki süre arasındaki aralık bir-iki saniye gibi bir an değildir  Saniyenin katrilyon kere katrilyonda biri kadar bir zaman aralığından bahsedilmektedir  Sıcaklık yine olağanüstü yüksek olup 1029 (100  000  000  000  000  000  000  000  000  000)°C değerindedir  Bu aşamada henüz atomlar yaratılmamıştır    Bir adım daha atıp 10-2 saniyelik döneme giriyoruz  Bu aralık, bir saniyenin yüzde birini ifade etmektedir  Bu zaman dilimi içinde sıcaklık 100 milyar derecedir  Bu dönemde "ilk evren" şekillenmeye başlamıştır  Daha atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötron gibi parçacıklar görünürde yoktur  Ortada sadece elektron ve onun zıttı olan pozitron (anti-elektron) vardır  Çünkü evrenin o anki sıcaklığı ve hızı sadece bu parçacıkların oluşmasına izin verir  Yokluğun ardından patlama gerçekleşeli daha 1 saniye bile geçmeden, elektron ve pozitronlar oluşmuştur   Bu andan sonra oluşacak her atom parçacığının hangi anda ortaya çıkacağı çok önemlidir  Çünkü şu andaki fizik kurallarının ortaya çıkması için her parçacık özel bir anda ortaya çıkmak zorundadır  Hangi parçanın önce oluşacağı çok büyük bir önem taşımaktadır  Bu sıralama ya da zamanlamadaki en ufak bir oynama sonucunda, evrenin bugünkü haline gelmesi mümkün olmazdı  Şimdi burada durup biraz düşünelim  Büyük Patlama teorisi, evreni oluşturan tüm maddenin yokluktan ortaya çıktığını göstermesiyle Allah'ın varlığının bir delilini ortaya koymuş oldu  Ancak bununla kalmadı, Büyük Patlama'nın ardından henüz 1 saniye bile geçmeden atomun yapıtaşlarının da yoktan var olduğunu gösterdi  Bu parçacıkların sahip olduğu inanılmaz denge ve düzene dikkat etmek gerekir  İlerleyen sayfalarda daha detaylı anlatacağımız bu dengeler sayesinde evren bugünkü durumundadır ve yine bu dengeler sayesinde bizler yaşamımızı rahatça sürdürebiliriz  Kısacası, büyük bir karmaşa ve düzensizlik yaratması beklenebilecek bir patlamanın ardından mükemmel bir düzen, bizlerin "fizik kuralları" olarak adlandırdığı değişmeyen kanunlar ortaya çıkmıştır  Bu ise, Büyük Patlama da dahil evrenin yaratılışından itibaren her anınkusursuzca tasarlandığını bizlere kanıtlamaktadır  Şimdi kaldığımız yerden gelişmeleri izlemeye devam edelim  Bir aşama sonra, 10-1 saniye kadar bir zamanın geçtiği bir ana geliriz  Bu sırada sıcaklık 30 milyar derecedir  t=0 anından bu döneme gelene kadar henüz 1 saniye bile geçmemiştir  Ancak atomun diğer parçacıkları olan nötron ve protonlar artık belirmeye başlamıştır  Daha sonraki bölümlerde kusursuz yapılarını inceleyeceğiniz nötron ve protonlar, işte bu şekilde yokluktan "an"dan bile kısa bir süreiçerisinde yaratılmışlardır   Patlamadan sonraki 1  saniyeye gelelim  Bu dönemdeki kütlesel yoğunluğun derecesine baktığımızda, yine olağanüstü büyük bir rakamla karşı karşıya olduğumuzu görürüz  Yapılan hesaplamalara göre bu dönemdeki mevcut kütlenin yoğunluk değeri, litre başına 3  8 milyar kilogramdır  Milyar kilogram olarak ifade edilen bu rakamı, aritmetik olarak tespit edebilmek ve bu rakamı kağıt üzerinde göstermek kolaydır  Ancak, bu değeri tam olarak kavrayabilmek mümkün değildir  Bu rakamın büyüklüğünü daha kolay ifade edebilmek için çok basit bir örnek verecek olursak; "Himalayalardaki Everest tepesi bu yoğunluğa sahip olsaydı, kazanacağı çekim kuvveti ile dünyamızı bir anda yutabilirdi" diyebiliriz    Bir sonraki zaman diliminin en belirgin özelliği ise sıcaklığın oldukça düşük bir değere ulaşmış olmasıdır  Evren artık yaklaşık 14 saniyelik bir ömre sahiptir ve sıcaklık da 3 milyar derecedir ve çok müthiş bir hızla genişlemeye devam etmektedir  Hidrojen ve helyum çekirdekleri gibi kararlı atom çekirdeklerinin oluşmaya başladığı dönem de işte bu dönemdir  Yani bir proton ile bir nötron ilk defa yan yana durabilecekleri bir ortam bulmuşlardır  Kütleleri var ile yok arası olan bu iki parçacık olağanüstü bir çekim oluşturarak, o müthiş yayılma hızına karşı koymaya başlamışlardır  Ortada son derece bilinçli, kontrollü bir gidiş olduğu bellidir  İnanılmaz bir patlamanın ardından, büyük bir denge, hassas bir düzen oluşmaktadır  Protonlar ve nötronlar bir araya gelmeye, maddenin yapı taşı olan atomu oluşturmaya başlamışlardır  Oysa bu parçacıkların, maddeyi oluşturabilmek için gerekli hassas dengeleri sağlayabilecek bir güce ve bilince sahip olmaları elbette ki mümkün değildir   Bu oluşumu takip eden dönemde, evrenin sıcaklığı 1 milyar dereceye düşmüştür  Bu sıcaklık güneşimizin merkez sıcaklığının 60 katıdır  İlk dönemden bu döneme kadar geçen süre sadece 3 dakika 2 saniyedir  Artık foton, proton, anti-proton, nötrino ve anti-nötrino gibi atom altı parçacıklar çoğunluktadır  Bu dönemde var olan tüm parçacıkların sayıları ve birbirleri ile olan etkileşimleri çok kritiktir  Öyle ki, herhangi bir parçacığın sayısındaki en ufak bir farklılık, bunların belirlediği enerji düzeyini bozacak ve enerjinin maddeye dönüşmesini engelleyecektir   Örneğin elektron ve pozitronları ele alalım: Elektron ve pozitron bir araya geldiğinde enerji açığa çıkar  Bu sebeple ikisinin de sayıları çok önemlidir  Diyelim ki 10 birim elektron ve 8 birim pozitron karşı karşıya geliyor  Bu durumda, 10 birim elektronun 8 birimi, yine 8 birim pozitronla etkileşime girer ve böylece enerji açığa çıkar  Sonuçta, 2 birim elektron serbest kalır  Elektron, evrenin yapı taşı olan atomu oluşturan parçacıklardan biri olduğundan, evrenin var olabilmesi için bu dönemde gerekli miktarda elektron olması şarttır  Az önceki örnek üzerinde düşünmeye devam edersek, karşı karşıya gelen elektron ve pozitronlardan, eğer pozitronların sayısı daha fazla olsaydı, sonuçta açığa çıkan enerjiden elektron yerine pozitronlar arta kalacak ve madde evreni asla oluşamayacaktı  Pozitron ve elektronların sayısı eşit olsaydı, bu kez de ortaya sadece enerji çıkacak, maddesel evrene dair hiçbir şey oluşmayacaktı  Oysa elektron sayısındakibu fazlalık, sonradan evrendeki protonların sayısına eşit olacak şekilde çok hassas bir ölçüyle ayarlanmıştır  Çünkü daha sonradan oluşacak olan atomda, elektron ve proton sayıları birbirine eşit olacaktır    Steven Weinberg İşte, Büyük Patlama'dan sonra ortaya çıkan parçacıkların sayısı bu kadar ince bir hesapla belirlenmiş ve sonuçta madde evreni oluşabilmiştir  Prof  Dr  Steven Weinberg bu parçacıklar arasındaki etkileşimin ne derece kritik olduğunu şu sözleriyle vurgulamaktadır: Evrende ilk birkaç dakikada gerçekten de kesin olarak eşit sayıda parçacık ve karşıt parçacık oluşmuş olsaydı, sıcaklık 1  000  000  000 derecenin altına düştüğünde, bunların tümü yok olur ve ışınım dışında hiçbir şey kalmazdı  Bu olasılığa karşı çok iyi bir kanıt vardır: Var olmamız  Parçacık ve karşı parçacıkların yok olmasının ardından şimdiki evrenin maddesini sağlamak üzere geriye bir şeylerin kalabilmesi için, pozitronlardan biraz daha çok elektron, karşı protonlardan biraz daha çok proton ve karşı nötronlardan biraz daha çok nötron var olmalıydı   İlk dönemden bu yana toplam 34 dakika 40 saniye geçmiştir  Evrenimiz artık yarım saat yaşındadır  Sıcaklık milyar derecelerden düşmüş, 300 milyon dereceye ulaşmıştır  Elektronlarla pozitronlar birbirleriyle çarpışarak enerji açığa çıkarmayı sürdürürler  Artık atomu oluşturacak olan parçacıkların sayıları, madde evreninin oluşmasına imkan sağlayacak şekilde dengelenmiştir    Helyum AtomuPatlamanın hızının nispeten yavaşlamasıyla birlikte neredeyse kütlesi dahi olmayan bu parçacıklar birbirlerinin etkisine girmeye başlarlar  İlk hidrojen atomu, bir elektronun bir protonun yörüngesine girmesiyle oluşur  Bu oluşumla birlikte evrende göreceğimiz temel kuvvetlerle tanışmış oluruz  İnsan kavrayışının çok üstünde bir tasarım ürünü olan ve yapıları çok hassas dengeler üzerine oturan bu parçacıkların tesadüfler sonucu bir araya gelip, üstelik de hepsinin aynı davranışta bulunmaları kuşkusuz imkansızdır  Bu kusursuzluk, üzerinde araştırma yapan herkesi çok önemli bir gerçeğe götürür  Ortada üstün bir "yaratılış" ve bu yaratılışın her anında eşsiz bir kontrol vardır  Çünkü patlama sonrasında meydana gelen her parçacığın belirli bir zamanda, belirli bir ısıda ve belirli bir hızla oluşmaları gerekir  Öyleki bu haliyle, adeta kurulmuş bir saat gibi çalışan bu sistem, çalışmaya başlamadan önce bu ince ayarlarıyla birlikte programlanmıştır  Yani büyük patlama ve onun sonucunda ortaya çıkan kusursuz evren, patlama başlamadan önce tasarlanmış ve daha sonra harekete geçirilmiştir  Evreni düzenleyen, tasarlayan ve kontrol eden bu irade, elbette ki her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır   Bu tasarım yalnızca atomda değil, evrenin büyük küçük her kütlesinde gözlemlenebilir  Başlangıçta birbirinden ışık hızıyla kopup uzaklaşan bu parçacıklardan yalnızca hidrojen atomları oluşmakla kalmamış, bugünkü evrenin içerdiği bütün muazzam sistemler, diğer atomlar, moleküller, gezegenler, güneşler, güneş sistemleri, galaksiler, kuasarlar, vs  muhteşem bir plan, ölçü ve denge içinde sırayla meydana gelmişlerdir  Sadece bir atomun oluşması için gereken parçacıkların şans eseri bir araya gelmeleri, hassas dengeleri oluşturmaları dahi imkansızken, gezegenlerin, galaksilerin, kısacası evrendeki işleyişi sağlayan tüm sistemlerin hepsinin teker teker şans eseri oluşup dengelere kavuştuğunu iddia etmek tamamen akıl ve mantık dışı olur  Bu eşsiz tasarımı yapan irade tüm evrenin Yaratıcısı olan Allah'tır   Hidrojen Atomu Oluşumu tek başına bir mucize olan hidrojen atomunu diğer atomların oluşması takip etmiştir  Ancak, burada hemen akla "diğer atomlar neye göre oluştu, niçin tüm proton ve nötronlar sadece hidrojen atomunu oluşturmadılar, parçacıklar hangi atomdan ne kadar oluşturacaklarına nasıl karar verdiler?    " gibi sorular gelmektedir  Bu soruların cevabı bizi yine aynı sonuca götürmektedir: Hidrojenin ve onu takip eden tüm atomların ortaya çıkışında büyük bir kudret, kontrol ve tasarım vardır  Bu kontrol ve tasarım insan aklının sınırlarını zorlayan, ortada açık bir "yaratılış" olduğunu gösteren özelliktedir  Büyük Patlama ile ortaya çıkan fizik kuralları, aradan geçen yaklaşık 17 milyar yıllık zamanda herhangi bir değişikliğe uğramamıştır  Üstelik bu kurallar öyle ince hesaplar neticesinde var edilmişlerdir ki, bugünkü değerlerinden milimetrik sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni alt üst edebilecek sonuçlar doğurabilir  Bu noktada ünlü fizikçi Prof  Stephen Hawking'in konuyla ilgili sözleri ilgi çekicidir  Hawking, anlatılan olayların aslında kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar üzerine kurulduğunu şöyle açıklamaktadır: Eğer Big Bang'ten bir saniye sonra genişleme oranı, 100  000 milyon kere milyonda bir değeri kadar az olsaydı, evren genişlemeyi bırakıp kendi içine çökecekti   Bu derece ince hesaplar üzerine kurulmuş olan Büyük Patlama, zamanın, mekanın ve maddenin kendiliğinden var olmadığını, herşeyin Allah tarafından yaratıldığını açıkça ortaya koymaktadır  Çünkü yukarıda anlatılan olayların, başıboş tesadüfler sonucu meydana gelmesi ve evrenin yapı taşı olan atomu oluşturması kesinlikle mümkün değildir  Nitekim bu konu ile ilgilenen pek çok bilim adamı evrenin yaratılışında sonsuz bir kuvvetin varlığını ve büyüklüğünü kabul etmiş durumdadır  Ünlü astrofizikçi Hugh Ross evrenin Yaratıcısı'nın tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle açıklar: Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur  Eğer zaman, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir  Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösteriyor  Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlıyor  Big Bang'in en önemli özelliği, bu teoriyle insanların Allah'ın gücünü daha iyi anlama imkanı bulmalarıdır  İçinde barındırdığı tüm maddelerle birlikte bir evrenin yoktan meydana gelmesi Allah'ın gücünün en büyük delillerindendir  Patlama sırasındaki enerjinin hassas dengesi ise, Allah'ın ilminin sonsuzluğunu düşündürtmeye yönelik çok büyük bir işarettir  EVRENDEKİ TEMEL KUVVETLER Evrendeki fizik kurallarının Büyük Patlama'nın ardından ortaya çıktığından bahsetmiştik  Bu kurallar bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet" çevresinde toplanır  Bu kuvvetler evrendeki bütün düzeni ve sistemi oluşturmak için Büyük Patlama'dan hemen sonra, ilk atom altı parçacıkların oluşumuyla birlikte ve özel olarak belirlenmiş zamanlarda ortaya çıkmışlardır  Atomlar, yani madde evreni, ancak bu kuvvetlerin etkisiyle var olabilmiş ve evrene çok düzenli bir tasarımla dağılmışlardır  Bu kuvvetler yerçekimi kuvveti olarak bildiğimiz kütle çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir  Bunların hepsi birbirinden farklı şiddete ve etki alanına sahiptir  Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler  Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler  Yeryüzündeki bu kusursuz düzen, bu kuvvetlerin çok hassas değerlerinin bir sonucudur  İlginç olan ise bu kuvvetlerin birbirleri ile karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur  Çünkü Big Bang sonrasında ortaya çıkan ve evrene dağılan maddeler, aralarında uçurumlar olan bu kuvvetlere göre belirlenmiştir  Bu kuvvetlerin farklı değerlerini birbirlerine oranla şöyle gösterebiliriz: Güçlü nükleer kuvvet: 15Zayıf nükleer kuvvet: 7  03 x 10-3Yer çekimi kuvveti: 5  90 x 10-39Elektromanyetik kuvvet: 3  05 x 10-12Bu temel kuvvetler, mükemmel bir güç dağılımı ile madde evreninin oluşmasına imkan verirler  Kuvvetler arasındaki bu oran o kadar hassas bir denge üzerine kuruludur ki, ancak ve ancak bu oranlarla parçacıklar üzerinde gereken etkiyi yapabilirler  1  ÇEKİRDEKTEKİ DEV GÜÇ: GÜÇLÜ NÜKLEER KUVVET Yazının başından bu yana atomun an an nasıl yaratıldığını ve bu yaratılıştaki hassas dengeleri inceledik  Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak üzere atomlardan oluştuğunu ve bu atomların da pek çok parçacıktan meydana geldiğini gördük  Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir  Bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar  Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur  Bu kuvvetin şiddeti o kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta birbirine yapışmasını sağlar  Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük parçacıklara Latince'de "yapıştırıcı" anlamına gelen "gluon" denilmektedir  Bu yapışmanın şiddeti çok hassas ayarlanmıştır  Bu yapıştırıcının kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir  Söz konusu kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi  İşte bukuvvet Büyük Patlama'nın ilk saniyelerinden beri atomun çekirdeğinin oluşması için gerekli olan yegane değere sahiptir   Güçlü nükleer kuvvetin açığa çıktığı zaman ne kadar büyük tahrip gücü olduğunu bize Hiroşima ve Nagazaki'deki tecrübeler göstermiştir  İlerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz atom bombalarının bu denli etkili olmasının tek sebebi atom çekirdeğinde saklanan bu gücün açığa çıkmasıdır  2  ATOMUN EMNİYET KEMERİ: ZAYIF NÜKLEER KUVVET Şu an yeryüzündeki düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde dengeli bir yapıya sahip olmasıdır  Bu denge sayesinde maddeler bir anda bozulmaya uğramaz ve insanlara zarar verebilecek ışınları yaymaz  Atom bu dengesini çekirdeğindeki protonlarla nötronlar arasında var olan"zayıf nükleer kuvvet" sayesinde elde eder  Bu kuvvet özellikle içinde fazla nötron ve proton bulunduran çekirdeklerin dengesini sağlamada önemli bir rol oynar  Bu dengeyi sağlarken gerekirse bir nötron protona dönüşebilir   Bu işlem sonucunda çekirdekteki proton sayısı değiştiği için, artık atom da değişmiş, farklı bir atom olmuştur  Burada sonuç çok önemlidir  Bir atom parçalanmadan, başka bir atoma dönüşmüş ve varlığını korumaya devam etmiştir  İşte bu şekilde de canlılar kontrolsüz bir şekilde çevreye dağılıp insanlara zarar verecek parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi korunmuş olur  3  ELEKTRONLARI YÖRÜNGEDE TUTAN KUVVET: ELEKTROMANYETİK KUVVET Bu kuvvetin keşfedilmesi fizik dünyasında bir çığır açtı  Her cismin kendi yapısal özelliğine göre bir "elektrik yükü" taşıdığı ve bu elektrik yükleri arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu  Bu kuvvet zıt elektrik yüklü parçacıkların birbirini çekmesini, aynı yüklü parçacıkların da birbirlerini itmelerini sağlar  Bu sayede bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonlarla çevresindeki yörüngelerde dolaşan elektronların birbirlerini çekmelerini sağlar  İşte bu şekilde atomu oluşturacak iki ana unsur olan "çekirdek" ve "elektronlar" bir araya gelme fırsatı bulurlar  Bu kuvvetin şiddetindeki en ufak bir farklılık elektronların çekirdek etrafından dağılmasına ya da çekirdeğe yapışmasına neden olur  Her iki durumda da atomun, dolayısıyla madde evreninin oluşması imkansız hale gelir  Oysa bu kuvvet ilk ortaya çıktığı andan itibaren sahip olduğu değer sayesinde çekirdekteki protonlar elektronları atomun oluşması için gereken en uygun şiddette çeker  4  EVRENİ YÖRÜNGELERDE TUTAN KUVVET: YERÇEKİMİ KUVVETİ Bu kuvvet algılayabildiğimiz tek kuvvet olmasına rağmen, aynı zamanda da hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz kuvvettir  Yerçekimi olarak bildiğimiz bu kuvvetin gerçek adı "kütle çekim kuvveti"dir  Şiddeti diğer kuvvetlere göre en düşük kuvvet olmasına rağmen, çok büyük kütlelerin birbirini çekmelerini sağlar  Evrendeki galaksilerin, yıldızların birbirlerinin yörüngelerinde kalmalarının nedeni bu kuvvettir  Dünyanın ve diğer gezegenlerin Güneş'in etrafında belirli bir yörüngede kalabilmelerinin nedeni de yine yerçekimi kuvvetidir  Bizler bu kuvvet sayesinde yeryüzünde yürüyebiliriz  Bu kuvvetin değerlerinde bir azalma olursa yıldızlar yerinden kayar, dünya yörüngesinden kopar, bizler dünya üzerinden uzay boşluğuna dağılırız  En ufak bir artma olursa da yıldızlar birbirine çarpar, dünya güneşe yapışır ve bizler de yer kabuğunun içine gireriz  Tüm bunlar çok uzak ihtimaller olarak görülebilir, ama bu kuvvetin şu an sahip olduğu şiddetinin dışına çok kısa bir süre dahi çıkması, bu sonlarla karşılaşmak için yeterlidir    Yerçekiminin olmadığı bir ortamda ancak özel düzenekler kullanılarak belli bir süre kalınabilir  Çünkü canlılar ancak yerçekiminin var olduğu bir sistemde hayatını devam ettirebilir   Bu konuda araştırma yapan bütün bilim adamları bahsettiğimiz temel kuvvetlerin büyük bir özenle tespit edilmiş olmasının, evrenin varlığı için vazgeçilmez olduğunu kabul etmektedir  Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu gerçeği şöyle vurgular: Eğer yerçekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman evren çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi  Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneşimiz'den bir trilyon kat daha küçük olurdu ve yaşama süresi de bir yıl kadar olabilirdi  Öte yandan, eğer yerçekimi kuvveti birazcık bile daha güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşamazdı  Diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır  Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu  Başka hiçbir atom oluşamazdı  Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zaman daevrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde iki proton bulunduran bir atom olurdu  Bu durumda evrende hiç hidrojen olmayacak, yıldızlar ve galaksiler oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı  Açıkçası, eğer bu temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tamı tamına sahip olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı  Hayat da olmayacaktı  Ünlü fizikçi Paul Davies ise, evrendeki fizik yasalarının bu tespit edilmiş ölçüleri karşısındaki hayranlığını şöyle ifade eder:Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir  Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır  12  Tüm evrende yerçekimi gibi temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve kusursuz bir düzen hüküm sürmektedir  Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca yoktan var eden Allah'tır  Çağdaş fizik ve astronominin en önde gelen kurucusu ve "yaşamış en büyük bilim adamı" sayılan Isaac Newton (1642-1727) bu gerçeği şu şekilde ifade eder: "Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir  Bu varlık her şeyi yönetir, yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi, O Allah'tır  " Tüm evrende bu temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve kusursuz bir düzen hüküm sürmektedir  Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca yoktan var eden Allah'tır  En küçük kuvvetle yıldızları yörüngelerinde tutan, en şiddetli kuvvetle küçücükatomun çekirdeğini kaynaştıran Alemlerin Rabbi olan Allah'tır  Bütün kuvvetler O'nun koyduğu "ölçü"lere göre hareket eder   | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #3 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiAtomun Yapısı Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir  Elinizde tuttuğunuz kitabın her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur  Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir  Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır  Bu küçüklüğü bir insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir  O yüzden bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün  Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir  Atomları mutlaka görmek istiyorum diyorsanız, elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirmeniz gerekecektir  Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz  Yine bu küçüklüğü kavrayabilmek ve her yerin nasıl atomlarla dolu olduğunu görebilmek için bir örnek daha verelim: Tek bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim  Saniyede bir milyar (1  000  000  000) tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım  Bu dikkate değer beceriye karşın, bu ufacık tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tesbit edebilmek için beşyüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır  Peki bu kadar küçük bir yapının içinde ne vardır? Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek kadar kusursuz, eşsiz ve kompleks bir sistem bulunmaktadır  Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur  Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır  Bu bölümde, canlı-cansız her şeyin temelini oluşturan atomun olağanüstü yapısını ve atomların nasıl birleşerek molekülleri, dolayısıyla maddeyi oluşturduğunu inceleyeceğiz  ÇEKİRDEKTE SAKLI GÜÇ Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur  Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır  Rakam olarak verirsek; atomun yarıçapı 10-8 (0,00000001) cm, çekirdeğin yarıçapı ise 10-12 (0,000000000001) cm kadardır  Dolayısıyla çekirdeğin hacmi, atomun hacminin 10 milyarda biri eder    Çekirdek, proton ve elektronlardan oluşan atomun her parçasını üçlü bir kuark grubu meydana getirir  Üçlü kuark grubu ve merkezinde bulunan iplikçikler Bu büyüklüğü (daha doğrusu küçüklüğü) yine gözümüzde canlandıramayacağımıza göre, kiraz örneğimizden devam edebiliriz  Biraz önce bahsettiğimiz gibi elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım  Ama bu arayış boşunadır, çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur  Gerçekten bir şey görebilmek istiyorsak yeniden ölçü değiştirmek gerekecektir  Atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir topolmalıdır  Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir  Öyle ki, çekirdeğin 10-13 cm olan çapı ile, atomun 10-8 cm olan çapını kıyasladığımızda şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Atomu bir küre şeklinde kabul ederek bu küreyi tamamen çekirdekle doldurmak istediğimiz takdirde bu iş için 1015 (1  000  000  000  000  000) atom çekirdeği gerekecektir  Ancak bundan daha şaşırtıcı bir durum vardır: Boyutları atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin % 99  95'ini oluşturmaktadır  Peki bir şey nasıl olur da bir yandan kütlenin yaklaşık tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer kaplamaz? Bunun sebebi şudur: Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir  Diyelim ki, sizin 10 milyar metrekarelik bir eviniz var ve bu evin tüm eşyasını 1 metrekarelik bir odada toplamanız gerekiyor  Bunu yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız  Ancak atom çekirdeği dünyada eşi-benzeri olmayan çok büyük bir güçle bunu yapabilmektedir  Bu gücün kaynağı önceki bölümde ifade ettiğimiz evrendeki dört temel kuvvetten biri olan "Güçlü Nükleer Kuvvet"dir   Bu kuvvetin doğadaki kuvvetlerin en güçlüsü olarak, bir atomun çekirdeğini bir arada tuttuğundan, onu dağılmaktan kurtardığından bahsetmiştik  Çekirdekteki protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik kuvvet nedeniyle birbirlerini iterler  Fakat güçlü nükleer kuvvet onların itme gücünden 100 kat daha büyük olduğundan, elektromanyetik kuvvet etkisiz hale gelir  Böylece protonlar bir arada tutunabilirler   Kısacası gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun içinde, birbiriyle etkileşim halinde iki büyük kuvvet bulunur  Bu kuvvetlerin hassas değerleri sayesinde çekirdek bir bütün olarak kalabilir  Atomun boyutlarını ve evrendeki atom sayısını dikkate aldığımızda, ortada muazzam bir denge ve tasarım olduğunu görmemek mümkün değildir  Öyle ki, evrendeki temel kuvvetlerin çok özel bir biçimde, büyük bir ilimle ve kudretle yaratıldığı çok açıktır  İnkarcıların bu yaratılışı gözardı edebilmek için sığındıkları tek yol, tüm bunların "tesadüfler" sonucu oluştuğunu iddia etmekten öteye gidememektedir  Oysa olasılık hesapları evrendeki dengelerin "tesadüfen" oluşma ihtimalinin "sıfır" olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaktadır  Tüm bunlar, Allah'ın varlığının ve kusursuz yaratışının apaçık delilleridir  ATOMDAKİ BOŞLUK  Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, bir atomun çok büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadır  Burada her insanın aklına aynı soru gelir: Böyle büyük bir boşluk neden vardır? Şimdi şöyle düşünelim: Atom, en basit anlatımla içinde bir çekirdek ve onun çevresinde dönen elektronlardan oluşmaktadır  Çekirdekle elektronlar arasında başka hiçbir şey yoktur  Bu, "hiçbir şey olmayan" mikroskobik büyüklük, aslında atom ölçeğine göre çok geniştir  Bu genişliği şöyle örneklendirebiliriz: Çapı1 cm  olan küçük bir bilya, çekirdeğe en yakın elektronu temsil ederse, çekirdek bu bilyadan 1 km  ötede bulunacaktır  Bu büyüklüğün kafamızda daha iyi canlanabilmesi için şöyle bir örnek verebiliriz: "Temel parçacıklar arasında çok büyük bir boşluk egemendir  Eğer bir oksijen çekirdeğinin protonunu şu önümdeki masanın üstünde duran bir toplu iğnenin başı gibi düşünürsem, o zaman çevresinde dönen elektron Hollanda, Almanya ve İspanya'dan geçen bir çember çizer  (Bu satırların yazarı Fransa'da yaşamaktadır  ) Onun için, bedenimi oluşturan tüm atomlar birbirlerine değecek kadar bir araya gelseydi, artık beni göremezdiniz  Zaten, artık beni çıplak gözle hiçbir zaman gözlemleyemezdiniz: Neredeyse milimetrenin birkaç binde biri boyutunda ufacık bir toz kadar olurdum  " İşte bu noktada evrende bilinen en büyük mekanla, en küçük mekan arasında bir benzerlik ortaya çıktığını fark ederiz  Öyle ki, gözlerimizi yıldızlara çevirirsek, orada da atomdakine benzer bir boşlukla karşılaşırız  Yıldızlar arasında da, galaksiler arasında da milyarlarca kilometrelik boşluklar mevcuttur  Ama bu boşlukların her ikisinde de insan aklını zorlayan, anlama kapasitesini aşan bir düzen hakimdir  ÇEKİRDEĞİN İÇİ: PROTON VE NÖTRONLAR 1932 yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan oluştuğu sanılıyordu  Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil =olduğu ancak o tarihte keşfedilebildi  (Ünlü bilim adamı Chadwick 1932 yılında çekirdeğin içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle Nobel ödülü kazandı  ) İşte insanoğlunun atomun gerçek yapısıyla tanışması bu kadar yakın tarihte gerçekleşti  Atom çekirdeğinin ne kadar küçük boyutta olduğundan daha önce bahsetmiştik  Atom çekirdeğinin içine sığabilen bir protonun büyüklüğü ise 10-15 metredir  Bu kadar küçük bir parçacığın insan hayatında pek bir önemi olamayacağını düşünebilirsiniz  Ancak, insan aklının kavramakta çok zorluk çektiği bir küçüklükte olan bu parçacıklar aslında çevrenizde gördüğünüz her şeyin temelini oluşturur  EVRENDEKİ ÇEŞİTLİLİĞİN KAYNAĞI Şu ana kadar tespit edilebilmiş 109 tane element vardır  Tüm evren, dünyamız, canlı-cansız bütün varlıklar, bu 109 elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle oluşmuştur  Buraya kadar tüm elementlerin birbirinin benzeri atomlardan oluştuğunu gördük; atomlar da birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu  Peki madem elementleri oluşturan bütün atomlar aynı parçacıklardan oluşuyor, o halde elementleri farklı kılan, sınırsız çeşitlilikte maddeyi oluşturan nedir?  1- titanyum 2- sarı safir 3- pirit 4- topaz 5- mavi safir 6- kalsit 7- bakır 8- alçı taşı 9- flüorit 10- topaz 11- talk 12- demir 13- zımpara taşı 14- kömür 15- galen 16- quart 17-barit sülfüt 18- feldispat 19- elmas 20- apatit 21- altın 22-feldispat 23- kaya tuzu 24- quartz Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır  Burada görülen maddeleri birbirinden bu denli değişik kılan işte bu farklılıktır   Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey, atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır  En hafif element olan hidrojen atomunda bir proton, ikinci en hafif element olan helyum atomunda iki proton, altın atomunda 79 proton, oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26 proton vardır  İşte altını demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca atomlarının proton sayılarındaki bu farklılıktır  Soluduğumuz hava, vücudumuz, herhangi bir bitki veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız, acı-tatlı, katı-sıvı her şey    Bunların hepsi sonuçta proton-nötron-elektronlardan meydana gelirler  FİZİKSEL VARLIĞIN SINIRI: KUARKLAR Atomun çekirdeğindeki proton ve nötronlar kuark adı verilen daha küçük parçacıkların biraraya gelmesiyle oluşurlar    Atomun yapısından kuark'ın yapısına: Modern hızlandırıcılar kullanılarak, atomu oluşturan en küçük parçacıkları incelemek mümkündür  Üstteki resim bu ilişkiyi boyutuna göre gösteriyor  Günümüzden 20 yıl öncesine kadar atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu  Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi  Bu buluştan sonra, atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıkmıştır  Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkarmıştır: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar  İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise daha da hayret vericidir: 10-18 (0,000000000000000001) metre  Protonun içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar; çünkü, çekirdeğin içindeki parçacıkları bir arada tutmaya yarayan "güçlü nükleer kuvvet" burada da etki etmektedir  Bu kuvvet, kuarklar arasında adeta bir lastik bant gibi görev yapar  Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet büyür ve iki kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar uzaklaşabilir  Kuarklar arasındakibu lastik bağlar, güçlü nükleer kuvveti taşıyan gluonlar sayesinde oluşur  Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece güçlü bir iletişim halindedir  Ancak, bilim adamları bu iletişimin nasıl gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir  "Parçacık Fiziği" alanında hiç durmadan parçacıklar dünyasını aydınlatmak için araştırmalar yapılmaktadır  Fakat insanoğlu, sahip olduğu akıl, bilinç ve bilgiye rağmen kendisiyle birlikte her şeyi oluşturan özü ancak yeni yeni keşfedebilmektedir  Üstelik bu özün içine girdikçe konu daha da detaylanmakta, insan kuark ismini verdiği parçacığın 10-18 m  lik sınırında takılmaktadır  Peki bu sınırın da altında ne vardır? Bugün bilim adamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler öne sürerler, ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin son noktasıdır  Bunun altında bulunacak olan her şey madde ile değil, ancak enerji ile ifade edilebilir  Asıl önemli olan nokta ise, insanın tüm teknolojik imkanlarına rağmen yeni keşfedebildiği bir mekanda çok büyük dengelerin, fizik kanunlarının zaten bir saat gibi işliyor olmasıdır  Üstelik bu mekan evrendeki tüm maddenin ve insanın da yapı taşını oluşturan atomun içidir   İnsan ise kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen bu kusursuz mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır  Bunları oluşturan hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır  Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların, ve bunların da içindeki kuarkların mekanizmalarındaki üstün yaratılışise, inançlı olsun ya da olmasın herkesi hayrete düşürecek bir mükemmelliktedir  Burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu ise, tüm bu kusursuz mekanizmaların insan yaşamındaki her saniye boyunca, insanın herhangi bir müdahalesi olmadan, tamamen kontrolü dışında muntazam bir şekilde çalışmasıdır  Tüm bunların üstün bir güç ve bilgi sahibi olan Allah tarafından var edildiği ve denetiminin de yine Allah'a ait olduğu, akıl ve vicdan sahibi her insan için çok açık bir gerçektir  ATOMUN DİĞER UCU: ELEKTRONLAR Elektronlar tıpkı dünyanın güneş çevresinde dönerken, aynı zamanda kendi çevresinde dönmesi gibi, atom çekirdeğinin çevresinde dönen parçacıklardır  Aynı, gezegenlerde olduğu gibi bu dönüş, bizim yörünge adını verdiğimiz yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir  Fakat dünyayla güneşin büyüklükleri arasındaki oran ile atomun içindeki oran çok farklıdır  Eğer elektronların büyüklüğü ile dünyanın büyüklüğü arasında bir kıyas yapmak gerekirse, bir atomu dünya kadar büyütsek, elektron sadece bir elma boyutuna gelecektir   Yandaki resimde elektronların dalga hareketine göre çizdikleri dört farklı yörünge tipi gösterilmektedir  Elektronlar parçacık özelliğine göre de gezegenlerin Güneş'in çevresinde dönmeleri gibi yörüngeler çizerler  Fakat elektronların sahip oldukları bu farklı hareketler, onların tam olarak tanımlanmasını engellemektedir   En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik yaratır  Burada dikkat çeken en önemli nokta, çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatan bu elektronların atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmamalarıdır  Üstelik atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza atom için felaket olabilir  Ama böyle bir kaza asla gerçekleşmez; tüm işleyiş mükemmel bir düzen ve kusursuz bir sistem içinde devam eder  Çekirdeğin çevresinde saniyede 1  000 km  gibi akıl almaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, birbirleriyle bir kez bile çarpışmazlar  Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan bu elektronların farklı farklı yörüngelerde bulunmaları, son derece şaşırtıcıdır ve "bilinçli bir tasarım"ın ürünü olduğu apaçıktır  Kütleleri ve hızları birbirlerinden farklı olsaydı çekirdeğin etrafında farklı yörüngelere dizilmeleri doğal karşılanabilirdi  Nitekim Güneş Sistemimiz'deki gezegenlerin dizilişi bu mantıktadır   Yani birbirinden kütle ve hız olarak tamamen farklı olan gezegenler, doğal olarak Güneş'in etrafında farklı yörüngelere yerleşmişlerdir  Ama atomdaki elektronların durumu bu gezegenlerden tamamen farklıdır  Tıpatıp birbirlerinin benzeri olan elektronların niçin çekirdek etrafında farklı yörüngelere sahip oldukları, bu yörüngeleri nasıl şaşmadan takip ettikleri, akıl almaz küçüklükteki boyutlarda akıl almaz büyüklükteki süratleriyle nasıl çarpışmadıkları soruları bizleri tek bir noktaya götürür  Bu eşsiz düzen ve hassas dengede karşımıza çıkan tek gerçek Allah'ın kusursuz yaratışıdır  Elektronlar, nötron ve protonların neredeyse ikibinde biri kadar ufak parçacıklardır  Bir atomda, protonlarla eşit sayıda elektron bulunur ve her elektron her bir protonun taşıdığı artı (+) yüke eşit değerde eksi (-) yük taşır  Çekirdekteki toplam artı (+) yük ile elektronların toplam eksi (-) yükü birbirini dengeler ve atom nötr olur  Elektronların, taşıdıkları elektrik yükü itibariyle bazı fizik kurallarına uymaları gerekir  Bu fizik kuralları "aynı elektrik yüklerinin birbirini itmesi ve zıt yüklerin birbirlerini çekmesi"dir  İlk olarak, normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan elektronların bu kurala uyup birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından dağılıp-gitmeleri gerekir  Ancak durum böyle olmaz  Eğer, elektronlar çekirdeğin etrafından dağılsaydı, tüm evren boşlukta dolaşan, proton, nötron ve elektronlardan ibaret olurdu  İkinci olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin, eksi yüklü elektronları kendine çekmesi ve elektronların da çekirdeğe yapışmaları gerekirdi  Böyle bir durumda da çekirdek bütün elektronları çeker ve atom kendi içine çökerdi  Ancak bu olumsuzlukların hiçbiri olmaz  Elektronların az önce belirttiğimiz (1  000 km/s) olağanüstü kaçış hızları, bunların birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve çekirdeğin elektronlara uyguladığı çekim kuvveti o kadar hassas değerler üzerine kurulmuştur ki, bu üç zıt etken birbirini mükemmel bir şekilde dengeler  Sonuçta atomdaki bu muazzam sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider  Atoma etki eden bu kuvvetlerden tek bir tanesinin, olması gerekenden biraz daha fazla veya biraz daha az olması atomun hiçbir zaman var olmamasına neden olurdu   Bu etkenlerin yanı sıra, çekirdekteki protonları ve nötronları birbirine bağlayan nükleer kuvvetler olmasaydı, eşit yüke sahip olan protonlar değil kenetlenmek, birbirlerine yaklaşamayacaklardı bile  Aynı şekilde nötronlar da çekirdeğe hiçbir şekilde bağlanamayacaklardı  Bunun sonucunda çekirdek, dolayısıyla atom diye bir şey olmayacaktı  Bütün bu ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş olmayıp, Allah'ın kusursuz denetiminde hareket ettiğinin bir göstergesidir  Aksi takdirde içinde yaşadığımız evrenin daha başlamadan sonunun gelmesi kaçınılmaz olurdu  Daha başlangıç anında bu süreç tersine döner, evren oluşamazdı  Ancak her şeyin Yaratıcısı, sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah, evrendeki tüm dengeler gibi, atomun içinde de çok hassas dengeler kurmuştur ve bu sayede atom, mükemmel bir düzen ile varlığını sürdürmektedir   Allah'ın yarattığı bu denge, bilim adamları tarafından yıllar boyunca araştırılarak çözülmeye çalışılmış ve sonunda gözlenen olaylara sadece çeşitli isimler takılmıştır: "elektromanyetik kuvvet", "güçlü nükleer kuvvet", "zayıf nükleer kuvvet", "kütlesel çekim kuvveti"… Ancak, yazının girişinde de değindiğimiz gibi, kimse "Neden?" sorusu üzerinde düşünmemiştir  Örneğin, neden bu kuvvetler belirli şiddetlere, belirli kurallara göre hareket ederler? Neden bu kuvvetlerin etkili oldukları alanlar, takip ettikleri kurallar ve bu kuvvetlerin şiddetleri büyük bir uyum içindedir? Bütün bu sorular karşısında bilim adamları çaresiz kalmışlardır  Çünkü yapabildikleri sadece olayların hangi sırayla geliştiğini tahmin etmektir  Fakat yaptıkları araştırmaların sonucunda tartışmasız bir gerçek ortaya çıkmıştır  Evrenin her yerinde tek bir atomu dahi başıboş bırakmayan bir akıl ve irade sahibinin müdahalesi görülür  Bu şekilde bütün kuvvetleri bir uyum içinde bir arada tutan tek bir güç vardır, o da gücün ve kudretin tümünü kendisinde barındıran Allah'tır  Allah dilediği anda dilediği yerde kudretini tecelli ettirmektedir  En küçük atomundan uçsuz bucaksız galaksilere kadar tüm evren de ancak Allah'ın dilemesi ve her an ayakta tutması ile varlığını sürdürmektedir   Bugüne kadar hiçbir bilim adamı atomdaki, dolayısıyla evrendeki kuvvetlerin sebebini, kaynağını ve niçin belli durumlarda belli kuvvetlerin ortaya çıktığını izah edememiştir  Bilimin yaptığı sadece gerçekleri gözlemlemek ve bunları ölçüp birer "isim" takmaktır   ELEKTRONLAR İNSANLARIN HİZMETİNDE Elektrik, hayatımızın en önemli parçalarından biridir  Onsuz hiçbir şey yapamıyoruz  Yemek yerken, televizyon seyrederken, yolda giderken, temizlik yaparken tüm hayatımız elektrikle iç içe… Bir düğmeye basıyoruz çevremiz aydınlanıyor, bir düğmeye basıyoruz tüm elektrikli aletler çalışmaya başlıyor  İşte elektriğin hayatımızın her anında kullandığımız bu haline elektrik akımı deniyor  Burada söz konusu olan akımı sağlayanlar ise yazının başından bu yana incelediğimiz elektronlar   Elektrik (-) negatif yük sahibi elektronların ve iyonların hareketi sonucu oluşan yük akımıdır  Günlük hayatta kullandığımız televizyon, buzdolabı gibi aletler 1-2 amper elektrik çeker  Peki bu ölçü neyi ifade etmektedir? Saniyede 1 Amper'lik akım demek, bir kesitten saniyede 6 milyar kere milyar elektron geçişi demektir  Yıldırımda ise bu sayı 1 milyon kat daha fazladır   Bu tür "isim takmalar" bilim dünyasında büyük buluşlar olarak değerlendirilir  Halbuki, bilim adamları evrende yeni bir denge oluşturmaya, yeni bir sistem kurmaya değil, sadece evrende var olan mevcut dengeyi kavramaya-çözmeye çalışmaktadırlar  Yapılan şey de çoğunlukla, Allah'ın evrendeki sayısız yaratılış harikasından birini bir ucundan gözlemleyip buna bir isim vermekten ibarettir  Allah'ın yarattığı üstün bir sistemiveya yapıyı tespit eden bir bilim adamı çeşitli bilimsel ödüllere layık görülür, yüceltilir, insanlar ona hayranlık duyarlar  Bu durumda asıl yüceltilmesi gereken hiç şüphesiz o yapıyı yoktan var eden, akıl almaz derece hassas dengeler ve karmaşık hesaplarla donatan ve bunun gibi daha sayısız, olağanüstü harikaları yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah'tır   HIZLANDIRILAN PARÇACIKLAR HIZLANDIRICILAR VE ÇARPIŞTIRICILAR Maddenin temel yapı taşı olan parçacıkları araştırmak, atomdan milyonlarca defa daha küçük parçacıkları incelemekle mümkündür  Bu çok küçük parçacıkları incelemek ise ancak çok küçük ve karmaşık parçacık fiziği deney düzenekleriyle gerçekleştirilebilir  Çok karmaşık deneyler ise, çok yönlü bilgisayar kullanımı ile kontrol edilebilir   Yüksek enerji parçacık fiziği maddenin temelinde bulunan yapı taşlarını ve bunların birbirleri arasındaki etkileşimlerini inceleyen bilim dalıdır  Son yıllarda yüksek teknoloji olanakları kullanan deneysel çalışmalar sayesinde maddenin yapısı hakkındaki bilgilerimiz hızla gelişmektedir  Parçacık fiziğinin araştırmaları kilometrelerce uzunluktaki parçacık hızlandırıcı laboratuvarlarında yapılır  Parçacık hızlandırıcılarında yüklü parçacıklardan, çoğunlukla proton ve elektronlar, elektromanyetik alan içinde hızlandırılır ve yönlendirilir  Hızlandırılan parçacıklar ya sabit hedefler ile ya da birbirleri ile çarpıştırılır  Bu çarpışmalar sonucunda ortaya çıkan parçacıkların incelenmesi çeşitli dedektör sistemleri ile gerçekleştirilir   1950'li yıllardan başlayarak hızla gelişen hızlandırıcı ve dedektör teknolojileri sayesinde çok yüksek enerjili çarpışmalar gerçekleştirilmiş ve bu çarpışmaların gelişmiş detektör sistemlerininde incelenmesi ile maddenin temeli diye bildiğimiz proton ve nötronların kuark ismini verdiğimiz parçacıklardan oluşan bir alt yapısı olduğu anlaşılmıştır  Ulaşılan yüksek enerjilerde yapılan ölçümler protonun yarıçapının yüzde biri kadar olan uzaklıklarda maddenin yapısını araştırma olanağı sağlamıştır    Hızlandırıcı laboratuvarları, kurulmaları ve çalıştırılmalarının çok masraflı oluşları nedeniyle dünyada sayılı birkaç merkezde bulunmaktadır  En önemlileri Cern (Cenevre), DESY (Hamburg), Fermilab-FNAL (Chicago) ve SLC (California) olarak sayılabilir  Yüksek enerji fizikçileri bu merkezlerde büyük gruplar halinde deneysel çalışmalara katılmakta ve atomun sırlarını araştırmaktadırlar  Bu laboratuvarlardan SLC'nin uzunluğu 3 km  , CERN'in uzunluğuise 27 km  dir  Ama devlik yarışında birincilik, ABD'nin Texas eyaletinin merkezinde kurulmakta ve çember çapı 85 kilometreyi bulacak olan Amerikan projesi SSC'ye aittir… Söz konusu makinelerin maliyeti de (SSC için bu rakam toplam 6 milyar dolar'dır) boyutlarıyla birlikte doğal olarak artmaktadır  CERN parçacık fiziği laboratuvarı yerin 100 metre altında ve 27 kilometre uzunluğunda inşa edilmiştir  Parçacıklar bu uzun tünelde önce hızlandırılıp, daha sonra birbirleriyle çarpıştırılırlar  CERN parçacık fiziği laboratuvarı İsviçre-Fransa sınırında kurulmuş, 19 Avrupa ülkesinin üyeliği ile oluşan uluslararası nitelikte bir araştırma merkezidir  Türkiye'nin de gözlemci statüsünde bulunduğu bu laboratuvarın temel araştırma konusu maddenin temel yapısı ve bu yapıyı oluşturan temel parçacıklardır  3000'e yakın fizikçi, mühendis, teknisyen ve idari personelin çalıştığı laboratuvarda 6000'in üstünde üye fizikçi laboratuvara gelerek çalışmalar yapabilmektedir    Elektronlar atomun içinde son derece karmaşık bir yörünge izlerler  Bu küçük alanda şehir trafiğinden çok daha kalabalık bir ortam oluşmasına rağmen, en ufak bir düzensizlik yaşanmaz   ELEKTRONLARIN YÖRÜNGESİ En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp duran onlarca elektron, daha önce de belirtildiği gibi atomun içinde son derece karışık bir trafik yaratırlar  Ancak bu trafik, en sistemli şehir trafiğiyle bile kıyas edilemeyecek kadar düzenlidir ve elektronlar hiçbir şekilde birbirleriyle çarpışmazlar  Çünkü elektronların her birinin ayrı bir yörüngesi vardır ve bu yörüngeler hiçbir zaman birbiriyle çakışmaz  Atom çekirdeğinin çevresinde 7 tane yörünge vardır  Asla değişmeyen bu 7 yörüngedeki elektron sayısı da bir matematiksel formülle belirlenmiştir: 2n2  Atomların tüm yörüngelerinde bulunabilecek en fazla elektron sayısı işte bu formülle sabitlenmiştir (formüldeki "n" harfi, yörünge numarasını belirtir)  Evreni oluşturan sınırsız sayıdaki atomun elektron yörüngelerinin asla şaşmadan 2n2 formülüne uyarak belirli bir sayıda kalmaları bir düzenin göstergesidir  Elektronlar inanılmaz hızlarda hareket etmelerine rağmen, atomun içinde herhangi bir kargaşanın çıkmaması da yine bu eşsiz düzenin bir devamıdır  Bu, tesadüflerin asla açıklayamayacağı bir düzendir  Bu düzenin var olabilmesinin tek açıklaması Kuran'da bildirildiği gibi Allah'ın her şeyi kudretinin bir tecellisi olarak düzen ve intizam içinde yaratmış olmasıdır   KURAN'DAN İŞARETLER Elektronların yörüngesi konusunu incelerken Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet hakkında da düşünmek gerekir  Atom çekirdeğinin çevresinde 7 yörünge vardır  Her yörüngenin üzerinde ise sayısı belli olan elektronlar bulunmaktadır  Kuran ayetlerinde gökyüzünün ve yeryüzünün tabakalarını oluşturan katmanları anlatmak için kullanılan 7 kat gök ifadesi, atomun göğü olarak bilinen yörüngelere de işaret ediyor olabilir  O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır  Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin  İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? (Mülk Suresi, 3) Bu sayı hiçbir zaman değişmez; ne altı olur ne de sekiz  Burada mucizevi olan şey, elektronun yedi yörüngesine işaret eden bu sayının ayetle tam bir uyum göstermesidir  Ayetlerden anlaşıldığı gibi Alemlerin Rabbi olan Allah, her şeyi kusursuz bir ölçü, hesap ve düzen içinde yaratandır  Bu ölçü ve hesap, atomun en küçük parçacığından uzaydaki devasa gök cisimlerine, güneş sistemlerine, galaksilere kadar, bunların arasındakiler de dahil, bütün varlıklar alemini içine alır  Bu da Allah'ın sonsuz gücünün, ilminin, sanatının ve hikmetinin bir sonucudur  Allah, yarattığı varlıklardaki ve sistemlerdeki mükemmel ölçü, düzen, denge ve hesaplarla bu sıfatlarını insanlara tanıtır  Sonsuz kudretini gözler önüne serer  İştebütün bilimsel araştırmaların, hesaplamaların insanı ulaştırması gereken asıl gerçek budur  DALGA MI, PARÇACIK MI?  Elektronlar ilk keşfedildiklerinde, bunların tıpkı çekirdeğin içinde bulunan proton ve nötron gibi parçacıklar oldukları sanılıyordu  Ancak daha sonra yapılan deneylerde aynı ışık parçacıkları yani fotonlar gibi dalga özellikleri de gösterdikleri ortaya çıktı  Işığın, tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde yaptığı dalgalanmalar gibi yayıldığı bilinmektedir  Ancak ışık, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi kesik kesik, aralıklı darbeler halinde gözlenmektedir  İşte aynı ikilem bu kez elektronda da yaşandı  Tabii bu durum bilim dünyasında büyük bir kargaşa yarattı  Bu kargaşa ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P  Feynman'ın sözleriyle şöyle çözüldü: Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz  Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum  Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey  Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler  Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz  Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir    Bir atom, bir yayınucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz  Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir güneş sistemi gibi de davranmaz  Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez  Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır  En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde  Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz her şeyden farklıdır  Bilim adamları, elektronların bu şekilde davranmalarını hiçbir şekilde açıklayamadıkları için çözüm olarak bu harekete yeni bir isim takmışlardır: "Kuantum Mekaniksel Hareket"  Bu noktada görülen olağanüstülüğü ve düştüğü hayreti yine Profesör Feynman, "…kendinize sürekli "Ama bu nasıl olabilir?" diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz  Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor  " sözleriyle dile getirmektedir  Ancak, burada Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak" aslında çıkmaz değildir  Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamalarının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen bu inanılmaz sistemlerin ve dengelerin üstün bir Yaratıcı tarafından var edildiğini kabul edememeleridir  Halbuki durum son derece açıktır: Allah evreni yoktan var etmiş, olağanüstü dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır  İçinden bir türlü çıkılamayan, anlaşılamayan ve bilim adamlarının her fırsatta "Ama bunasıl olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı, her şeyin yaratıcısının Allah olduğu ve her şeyin onun yalnızca "OL" demesiyle var olduğu gerçeğinde yatmaktadır   Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır  O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir  (Bakara Suresi, 117) ELEKTRONLARIN KAPISINI AÇTIĞI RENGARENK DÜNYA Kapkara bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeniniz, çevrenizdeki insanlar, denizler, gökyüzü, ağaçlar, çiçekler, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde bir canlandırın  Böyle bir yeryüzünde yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?   Peki, yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadırlar? Maddenin yapısında bulunan bazı özellikler bizim maddeyi renkli olarak algılamamıza yol açarlar  Evet; renkler, elektronların atom içindeki bazı hareketlerinin doğal bir sonucu olarak oluşur  Bu noktada "Elektronların hareketiyle renklerin ne ilgisi olabilir?" diye düşünebilirsiniz  Bu ilişkiyi hemen kısaca açıklayalım  Elektronlar sadece belirli yörüngelerde dönerler  Bu yörüngelerin 7 tane olduğundan az önce bahsetmiştik  Her bir yörünge belirli bir enerji seviyesine sahiptir  Söz konusu enerji seviyesi yörüngenin çekirdekten olan uzaklığına bağlı olarak değişir  Bir yörünge çekirdeğe ne kadar yakınsa elektronun enerjisi o kadar az, çekirdeğe ne kadar uzaksa enerjisi o kadar yüksek olur  Elektronların yörüngelerinin her birinin altında da "alt yörüngeler" vardır  Elektronlar, bulundukları yörüngenin "alt yörüngeleri" arasında sürekli olarak hareket ederler  Elektronun yörüngeler arasında seyahat etmesi için dışardan enerji alması gerekir  Bu enerjinin kaynağı ise "foton"dur  Güneşten dünyamıza ulaşan ışınların yüzde yetmişi dünya üzerindeki canlılığın var olması için en uygun olan ışınlardır  Foton, en basit anlatımıyla "ışık parçacığı"dır  Evrendeki yıldızların hepsi birer foton kaynağıdır, Dünyamız içinse en önemli kaynak elbette ki Güneş'tir  Fotonlar Güneş'ten saniyede 300  000 km  hızla tüm uzaya dağılırlar  Güneş'ten dünyaya gelen bu fotonlar yeryüzündeki maddelerin atomlarına çarptıklarında, atomların elektronlarında seyahatler başlar  Bu enerji desteği sayesinde seyahat yapabilen elektronlar, kendi yörüngelerine geri döndüklerinde gözümüze gelen rengi oluşturacak fotonu dışarı yollarlar  Birkaç cümlede özetlediğimiz bu işlemlerin her biri hiçbir aksama göstermeden ilk yaratılıştan beri devam eder  Her bir aşaması çok büyük plan ve düzen içinde işler  Öyleki elektronlar ve fotonlar arasındaki bu sistemin bir bölümünün bile işlememesi renksiz, hatta karanlık bir evrenin olmasına neden olurdu  Karanlık evren yerine renkli bir evrenin oluşabilmesı için bir plan ve düzen içinde işlemesi gereken bu aşamaları tekrar sıralayalım:  Yeryüzüne güneşten gelen ışık, foton tanecikleri halinde yayılır  Yeryüzünde yayılan bu foton tanecikleri maddelerin atomlarına çarpar   Fotonlar atomların içlerine pek ilerleyemez  Yörüngelerindeki elektronlara çarparlar   Elektronlar kendilerine çarpan bu fotonları yutarlar   Elektronlar yuttukları fotonların enerjisini de aldıkları için daha yüksek enerji seviyesine sahip olan bir yörüngeye geçerler   Bu elektronlar eski durumlarına geri dönmek isterler   Kendi yörüngelerine geri dönerken de dışarıya yine enerji yüklü bir foton gönderirler   İşte elektronlardan yansıyan bu fotonlar o cismin rengini belirler  Tüm bu işlemlerin sonucunda bir cismin rengi gerçekte o cisimden yansıyarak gözümüze ulaşan bu ışık taneciklerinin bir karışımı olur  Genellikle kendi ışık yaymayan ve güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cismin rengi, hem aldığı ışığa, hem de bu ışık üzerinde yaptığı değişikliğe bağlıdır  Beyaz ışıkla aydınlatılan cisim "kırmızı" görünüyorsa bunun sebebi güneş ışığından kendisine gelen karışımın büyük bölümünü soğurması ve yalnızca kırmızıyı yansıtmasıdır  Burada "soğurmak"tan kastedilen şudur: Yukarıda da belirttiğimiz gibi atomdaki her bir yörüngenin altında bir de alt yörüngeler vardır ve elektronlar bu alt yörüngeler arasında seyahat ederler  Her yörüngenin belli bir enerji seviyesi vardır ve elektronlar bulundukları alt yörüngenin enerji seviyesi kadar enerji taşırlar  Yörüngeler çekirdekten uzaklaştıkça sahip oldukları enerji miktarları da artar  Elektron, bulunduğu alt yörüngeden yukarıdaki başka bir alt yörüngede, bir elektronluk boş yer olduğunda bir anda yok olur  Ve üst enerji seviyeli alt yörüngede ortaya çıkar  Yalnız elektronun bu hareketi yapabilmesi için enerjisini geçiş yaptığı alt yörüngenin gerektirdiği enerjiye çıkartması gerekir  Elektron, enerjisini Güneş'ten gelen foton parçacıklarını soğurarak (yutarak) artırır  Durumu birkaç örnekle daha anlaşılır hale getirebiliriz: Bir Morpho Kelebeğini ele alalım  Kelebekteki pigmentler, bütün güneş ışığını soğurup mavi rengi yansıtırlar  Yansıtılan bu renge ait ışık parçacıkları, gözdeki retinaya ulaştığında, mavi olarak algılanacak şekilde retinadaki koni hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilir ve beyne gönderilir  Ve mavi renk beyinde oluşur    Renklerin oluşumundaki bu üstün tasarım, bizleri tek bir gerçeğe götürmektedir: Evren, en küçük parçasından en büyüğüne kadar çok büyük bir uyum ve düzen içinde yaratılmıştır  Renklerdeki sanat Allah'ın kusursuz yaratış delillerinden bir tanesidir   Yani bir cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliğine ve söz konusu cismin bu ışığın ne kadarını dışarı yansıttığına bağlıdır  Örneğin bir elbisenin rengi, güneş ışığında veya bir mağazada bakıldığında aynı değildir  Bir cisim şayet beynimiz tarafından siyah olarak algılanıyorsa, demektir ki bu cisim Güneş'ten gelen bütün ışığı soğuruyor ve dışarı hiç ışık yansıtmıyor  Aynı şekilde eğer cisim Güneş'ten gelen ışığın tümünü birden yansıtıyorve hiç ışık soğurmuyorsa beynimiz tarafından beyaz olarak algılanmaktadır  Bu durumda üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken noktalar şunlardır: 1  Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliklerine bağlıdır  2  Cismin rengi, kendi yapısındaki moleküllerin elektronlarının hareketine, bu elektronların hangi ışığı soğurup hangisini soğurmayacağına bağlıdır  3  Cismin rengi, retinaya çarpan fotonu beynimizin nasıl algılayacağına bağlıdır  Bu noktada bir kere daha durup düşünelim  Gözle görülemeyecek kadar küçük bir madde olan atomun çekirdeğinin etrafında inanılmaz bir süratle dönen elektronlar, mevcut yörüngelerinden bir anda kaybolup alt-yörünge adı verilen bir başka mekana geçiyorlar  Bu geçiş için alt-yörüngede boş bir yerin olması da şart  Bu esnada ihtiyaç duydukları enerjiyi foton soğurarak temin ediyorlar  Sonra asıl yörüngelerine geri dönüyorlar  Bu hareket esnasında insan gözünün algılayabileceği renkler oluşuyor  Üstelik sayıları trilyonlarla ifade edilebilecek kadar çok atom, her saniye hiç durmadan bunu yapıyor  Bizler de bu sayede hiç kesintisiz bir "görüntü" elde ediyoruz    Güneş'ten gelen fotonlar yeryüzündeki maddelerin yapılarını etkileyerek, renkli bir dünya görmemizi sağlar   Bu müthiş mekanizma, insan yapısı hiçbir makinenin işleyişine benzetilemez  Örneğin bir saat tek başına çok karmaşık bir mekanizmaya sahiptir ve saatin doğru olarak çalışabilmesi için tüm parçalarının (çarklar, dişliler, vidalar, somunlar, vs  ) doğru yerlerde, doğru biçimde bulunması şarttır  Bu mekanizmada en küçük bir aksama, saatin işleyişine zarar verir  Fakat atomun yapısını ve elektronların yukarıda anlattığımız mekanizmasının işleyişini düşününce, bir saatin yapısının basitliği açıkça ortaya çıkıyor  Dediğimiz gibi bu mekanizma insan eliyle yapılan hiçbir sistemle kıyaslanamayacak kadar karmaşık, mükemmel ve kusursuzdur  Kuşkusuz akıllara durgunluk verecek kadar karmaşık olan ve böylesine kusursuz işleyen bir sistem, materyalist bilim adamlarının iddia ettiği gibi kendi kendine, tesadüfler sonucunda ortaya çıkmış olamaz   Şimdi şöyle bir soru soralım: Issız bir çölde ilerlerken yerde işleyen bir saat görseniz, bunun toz, toprak, kum ve taşlardan şans eseri oluştuğunu düşünür müsünüz? Bunu hiç kimse düşünmez, çünkü saatteki tasarım ve akıl her yönüyle gözler önündedir  Oysa tek bir atomdaki tasarım ve akıl, yukarıda da söylediğimiz gibi insan yapısı herhangi bir mekanizmayla kıyaslanmayacak kadar üstündür  Bu aklın sahibi de büyük ilim sahibi, her şeyi bilen, gören ve yaratan Allah'tır   Allah gördüğümüz ve göremediğimiz her yeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve bizim haberimiz bile olmadığı halde sayısız sebebi bizim emrimize vermiştir  Daha önceden hiç bilmediğimiz, belki de öğrenmeyi hiç aklımıza getirmediğimiz renkler konusu, bilim ilerledikçe tüm detayları ve karmaşıklığıyla gözlerimizin önüne serilmiştir  Bilimsel gelişme ve ilerlemelerin, akıl ve vicdan sahibi her insanın Allah'ın varlığına inanmasına vesile olacağı gözardı edilemez bir gerçektir  Ancak tüm bunlara rağmen evrenin her noktasında şahit olunan üstün sanatı ve aklı görmezlikten gelenler olabilmektedir  Ünlü bilim adamı Louis Pasteur bukonuyla ilgili ilginç bir tespit yapmıştır: "Bilimin azı Allah'tan uzaklaştırır, ama çoğu, O'na götürür  "23 İnsan, çevresini saran yaratılış örnekleri hakkında bilgisi arttıkça, Allah'ın kendisini her yönden kuşattığını, gökten yere her işi onun düzenlediğini, kontrolünü elinde tuttuğunu, kendi canının bir gün mutlaka alınacağını ve dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini çok daha iyi kavrayabilir  İşte bizim de çevremizde gelişen sayısız olayla ilgili bilgimiz arttıkça her geçen gün Allah'ın ilmine olan hayranlığımız da artmaktadır  Bu hayranlık ise Allah'ın sonsuz kudretini, gücünü mümkün olduğunca idrak etme ve dolayısıyla O'ndan gereği gibi korkup-sakınma yolunda çok önemli bir adımdır   PARÇACIKLARIN PROGRAMLANMIŞ HAREKETİ Buraya kadar, atomu oluşturan parçacıkların özelliklerini inceledik  Şimdi bu parçacıkların, daha önce bahsetmediğimiz ortak bir özelliğini ele alacağız: "Spin Dönüşü"   "Spin hareketi" basit olarak nesnenin kendi ekseni etrafında dönmesi anlamına gelir  Evrendeki bütün sistemlerde spin hareketi çok önemli bir rol oynar  Atomun içindeki parçacıklardan uzaydaki yıldızlara kadar bütün sistemler bu hareket üzerine kurulmuştur  Spin hareketini dünya üzerinde araştıran bilim adamları ellerindeki tekniklerle bu görüntüleri yakalama imkanı elde etmişlerdir  Atomaltında ise bu hareketi görüntülemek, günümüz teknolojisiyle henüz mümkün olmamıştır   Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" adı verilir  Evrendeki pek çok sistemde spin hareketi önemli bir rol oynar  Atomun içindeki parçacıklardan uzaydaki yıldızlara kadar bütün sistemler bu hareket üzerine kurulmuştur  Parçacıkların spin hareketi ise ilk kez 1925 yılında fark edildi ve bu dönüş "Pauli Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlandı  Bu ilkeye göre, iki benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar  Bu kuralı şu şekilde açıklayabiliriz: Bildiğiniz gibi atom son derece küçük bir yapıdır ve o küçük yapının içinde de çok karmaşık bir trafik vardır  Eğer bu yapıyı oluşturan birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket etselerdi ne olurdu, bir düşünelim: Önce, protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım  3 kuark aynı anda, aynı hızda ve aynı yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark diye bir şey kalmaz, hepsi de tek bir kuark halini alırlar  Böyle bir durumda da protonların oluşması mümkün olmaz ve çekirdek, dolayısıyla atom oluşamaz  Çünkü kuark bir enerjiden ibarettir ve aynı yönde ve aynı hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi mümkün değildir  Bunların bir şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir  Bu ayrım da ancak hareket farklılıklarıyla oluşabilmektedir  Ancak bu şartla, kuarklar (enerji paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler  Şayet, kuarkların hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne protonlar, ne nötronlar, ne de çekirdek oluşabilirdi  Sonuç olarak, atomlar, moleküller dolayısıyla da madde var olamazdı   Görüldüğü gibi, "spin" hareketi, şu ana kadar gördüğümüz diğer tüm özelliklerde olduğu gibi, evrenin oluşumunda son derece hayati bir öneme sahiptir  Stephen Hawking bu durumu şöyle ifade etmiştir: "Eğer dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı  Proton ve nötronlar da elektronlarla birlikte atomları oluşturamazlardı  Hepsi, oldukça düzgün, yoğun bir 'çorba' oluşturmak üzere bir araya çökerdi"  Bilim bugün atom altı parçacıkların bu olağanüstü hareketlerini keşfetmiştir, ama parçacıkların neden böyle hareket ettiklerini bir türlü açıklayamamaktadır  Bu şuursuz parçacıkların spin şeklinde hareket edebilmeleri için, bu hareketlerinin sonucunda atomu oluşturacaklarını idrak edebilmeleri gerekir  Bu idrakin arkasından da ne şekilde hareket edeceklerine karar vermeleri, yani bir strateji belirlemeleri şarttır  Hangi parçacığın, hangi yönde ve hangi hızda hareket edeceği son derece detaylı bir şekilde belirlenmelidir  Daha sonra sıra bu stratejiyi evreni oluşturan sonsuz sayıdaki parçacığa duyurmaya ve hepsinin bu stratejiye uymasını sağlamaya gelmektedir  Strateji tüm parçacıklara duyurulur ve tüm parçacıklar ne şekilde hareket etmeleri gerektiğini öğrenirler  Şimdi, cevaplanması gereken çok önemli bir soru vardır ki bu soru bizi en başa döndürmektedir: Neden tüm parçacıklar bu stratejiye uymakta, yani itaat etmektedirler? Neden bir parçacık bile bu kurala itiraz etmemektedir? Tüm bu parçacıkların, burada saydıklarımızı uygulayabilecek şuur, akıl, irade ve zekaları mı vardır? Elbette hayır  Kütlesi bile olmayan, sadece enerjiden ibaret olan bu parçacıkların, hiç şüphesiz ne kendilerine ait bir akılları, ne de müstakil bir iradeleri olabilir  Burada karşımıza çıkan, Allah'ın sonsuz aklı, sonsuz gücü ve sonsuz ilmidir  Allah, tüm bu parçacıklara, boyun eğdirmiş ve böylece evreni yaratmıştır   | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #4 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiMaddeye Giden İkinci Basamak : Moleküller Sizce çevrenizde gördüğünüz cisimleri birbirinden farklı kılan şey nedir? Renklerini, biçimlerini, kokularını, tatlarını birbirinden farklılaştıran nedir? Neden bir madde yumuşakken diğeri sert, bir diğeri akışkandır? Buraya kadar okuduklarınızdan hareket ederek bu sorulara "atomların farklılığıdır" diye cevap verebilirsiniz  Ancak bu cevap yeterli değildir  Çünkü eğer bu farklılıkların sebebi atomlar olsaydı, o zaman birbirinden farklı özellikler taşıyan milyarlarca atom olması gerekirdi  Ama gerçekte bu böyle değildir  Birçok madde aynı atomları içermesine rağmen farklı görünür ve farklı özellikler taşır  Bunun da nedeni atomların molekülleri oluşturmak için aralarında kurdukları farklı kimyasal bağlardır  Maddeye giden ilk basamak olan atomlardan sonra ikinci basamak moleküllerdir  Moleküller, maddenin kimyasal özelliklerini belirten en küçük birimlerdir  Bu küçük yapılar iki veya daha çok atomdan, bazıları da binlerce atom grubundan oluşur  Atomları, molekül içinde elektromanyetik çekimkuvvetine dayalı kimyasal bağlar bir arada tutarlar  Yani bu bağlar atomların sahip oldukları elektrik yüklerini esas alarak kurulurlar  Atomların elektrik yükleri de daha önce belirttiğimiz gibi son yörüngelerinde taşıdıkları elektronlar tarafından belirlenir  Moleküllerin çeşitli biçimlerde bir araya gelmeleriyle de çevremizde gördüğümüz madde çeşitliliği ortaya çıkar  Bu noktada da maddenin çeşitliliğinin ana merkezinde yer alan kimyasal bağların önemi anlaşılır  KİMYASAL BAĞLAR Yukarıda da belirtildiği gibi kimyasal bağlar, atomların dış yörüngelerindeki elektronların hareketleriyle oluşur  Her atom en dışta yer alan yörüngesini, alabileceği en fazla elektron sayısına tamamlama gayreti içindedir  Atomların son yörüngelerinde bulundurabilecekleri maksimum elektron sayısı 8’dir  Bunu sağlarken atomlar ya en dış yörüngelerindeki elektronları 8’e tamamlamak için başka atomlardan elektron alırlar, ya da eğer en dış yörüngelerinde az sayıda elektron varsa, bunları bir başka atoma vererek önceden tamamlanmış olan bir alt yörüngeyi en dış yörüngeleri haline getirirler  Atomların kendi aralarında yaptıkları bu elektron alıp verme eğilimi, birbirleri arasında yaptıkları kimyasal bağların temel itici gücünü oluşturur  Bu itici güç, yani atomların son yörüngelerindeki elektron sayılarını maksimuma tamamlama amaçları, bir atomun diğer atomlarla 3 çeşit bağ kurabilmesini sağlar  Bunlar iyonik bağ, kovalent bağ ve metalik bağdır  Moleküller arasında ise genel olarak "zayıf bağlar" başlığı altında toplanan özel bağlar görev yapar  Bu bağlar atomların molekülleri oluşturmak üzere kurdukları bağlardan daha zayıftır  Çünkü moleküllerin maddeyi meydana getirmek için daha esnek yapılara ihtiyaçları vardır  Bu bağların özellikleri nedir ve nasıl kurulurlar, kısaca ele alalım  İYONİK BAĞLAR Bu bağ ile birleşen atomlar son yörüngelerindeki elektron sayısını 8’e tamamlamak için birbirleriyle elektron alışverişinde bulunurlar  Son yörüngelerinde 4’e kadar elektronu bulunan atomlar bu elektronları birleşecekleri yani bağ kuracakları atoma verirler  Son yörüngelerinde 4’den fazla elektron bulunduran atomlar ise birleşecekleri yani bağ kuracakları atomlardan elektron alırlar  Bu tip bağ ile oluşan moleküller kristal (kübik) yapıya sahip olurlar  Yakından tanıdığımız sofra tuzu (NaCl) molekülleri bu bağ ile oluşmuş maddelerden biridir  Peki atomların neden böyle bir eğilimi vardır? Bu eğilim olmasa ne olurdu? Bugüne kadar atomların bir araya gelmek için aralarında kurdukları bağlar çok genel biçimde tarif edilebilmiştir  Ama atomların neden böyle bir prensiple davrandıkları anlaşılamamıştır  Yoksa atomlar son yörüngelerindeki elektronların sayısının 8 olması gerektiğini kendileri mi tesbit etmiştir? Tabii ki hayır  Bu öyle büyük bir tespittir ki, bir aklı, iradesi ve şuuru olmayan bir atomun kendisini aşmaktadır  Çünkü bu sayı maddenin ve dolayısıyla evrenin meydana gelmesi için ilk basamak olan atomların birleşmelerindeki kilit noktadır  Eğer atomların bu prensipten kaynaklanan eğilimleri olmasaydı moleküller ve buna bağlı olarak damadde oluşamazdı   Oysa atomlar ilk yaratıldıkları andan itibaren sahip oldukları bu eğilim sayesinde moleküllerin ve maddenin kusursuz bir biçimde meydana gelmesi için hizmet ederler  KOVALENT BAĞLAR Atomların arasındaki bağları inceleyen bilim adamları ilginç bir durumla karşılaştılar  Bazı atomlar bağ kurmak için elektron alışverişinde bulunurken, bazıları da son yörüngelerindeki elektronları ortak kullanmaktaydılar  Daha sonra yapılan çalışmalar da canlılık için vazgeçilmez önem taşıyan birçok molekülün bu bağlar sayesinde var olabildiğini ortaya koymuştur  Kovalent bağın daha iyi anlaşılabilmesi için kolay bir örnek verelim: Daha önce elektron yörüngelerinden bahsederken de belirttiğimiz gibi atomların ilk yörüngelerinde en fazla 2 elektron taşınabilir  Hidrojen atomu tek bir elektrona sahiptir ve elektron sayısını 2’ye çıkarıp kararlı bir atom olma eğilimindedir  Bu yüzden hidrojen atomu 2  bir hidrojen atomuyla kovalent bağ yapar  Yani, 2 hidrojen atomu da birbirlerinin tek elektronlarını 2  elektronolarak kullanır  Böylece H2 molekülü oluşur  Eğer çok sayıda atom, birbirlerinin elektronlarını ortaklaşa kullanarak birleşiyorlarsa, bu kez "metalik bağ" söz konusudur  Günlük hayatta çevremizde gördüğümüz ya da kullandığımız pek çok araç ve gerecin ana maddesini oluşturan demir, bakır, çinko, alüminyum, vs  gibi metaller, kendilerini oluşturan atomların birbirleri aralarında metalik bağlar yapmaları sonucunda, elle tutulur, gözle görülür, kullanılabilir bir yapı kazanmışlardır  Atomların yörüngelerindeki elektronların neden böyle bir eğilimi olduğu sorusunu ise bilim adamları cevaplayamamaktadır  Fakat canlı organizmalar ancak nedenini bilmediğimiz bu eğilim sayesinde var olabilirler  Acaba tüm bu bağlarla kaç farklı bileşik oluşabilmektedir? Laboratuvarlarda her gün yeni bileşikler oluşturulmaktadır  Şu an için yaklaşık 2 milyon bileşikten bahsetmek mümkündür  En basit kimyasal bileşik, hidrojen molekülü kadar ufak olabildiği gibi, milyonlarca atomdan oluşan bileşikler de vardır  Bir element acaba en fazla kaç değişik bileşik oluşturabilir? Bu sorunun cevabı oldukça ilginçtir  Çünkü bir tarafta hiçbir elementle birleşmeyen bazı elementler (soy gazlar) vardır  Diğer tarafta ise 1  700  000 bileşik oluşturabilen karbon atomu vardır  Toplam bileşik sayısının 2 milyon kadar olduğunu tekrar hatırlarsak, 109 elementin 108’i toplam 300  000 bileşik yapmaktadırlar  Ancak karbon olağanüstü bir şekilde tek başına tam 1  700  000 bileşik yapabilmektedir   CANLI HAYATININ TEMEL TAŞI: "KARBON" ATOMU  Karbon, canlılar için en hayati elementtir  Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır  Bizlerin varlığı için bu kadar önemli olan karbon atomunun özelliklerini sayfalarca yazsak bitiremeyiz, nitekim kimya bilimi de henüz bu özelliklerin tümünü keşfedebilmiş değildir  Biz burada karbonun sadece çok önemli birkaç özelliğinden bahsedeceğiz  Hücre zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi, karbon temelli bileşiklerden oluşur  Karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece farklı maddeler meydana getirir  Peki ama karbonun yaklaşık olarak 1  7 milyon kadar bileşik yapabilmesinin sebebi nedir? Karbonun en önemli özelliklerinden birisi, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilmesidir  En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur  En uzun zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda ise kesin bir rakam verilememekle birlikte, yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden bahsedilebilir  Karbon atomundan sonra en uzun zincir oluşturabilen atomun, 6 halka ile silisyum atomu olduğunu düşünürsek, karbon atomundaki olağanüstü durum daha iyi fark edilebilir  Karbonun bu kadar çok halkalı zincir yapabilmesinin sebebi, zincirlerinin sadece düz çizgi şeklinde olmamasıdır  Zincirler dallar halinde de olabilirler, çokgenler de oluşturabilirler  Bu noktada, zincirin şeklinin önemi çok büyüktür  İki karbon bileşiğinde, karbon atomu sayısı aynı fakat bileşiklerin zincir biçimleri farklıysa, ortaya 2 ayrı madde çıkmaktadır  Ve böylece karbon atomunun, yukarıda saydığımız özellikleri ile, canlı hayatı için çok büyük önemi olan moleküller yaratılmaktadır  Karbon bileşiklerinin bazıları sadece birkaç atomdan oluşur  Bazıları ise binlerce hatta milyonlarca atomdan meydana gelir  Bütün elementler içinde sadece karbon elementinin atomları bu denli uzun ve kalıcı bileşikler oluşturabilir  Ünlü kimyager David Burnie Life adlı kitabında bu elementin özelliğini şöyle ifade eder: "Karbon, çok olağan dışı bir elementtir    Karbon ve onun bu olağan dışı özellikleri olmasa, Dünya'da yaşam olması mümkün gözükmemektedir  " ÜÇ BENZER MOLEKÜL SONUÇ: ÜÇ ÇOK FARKLI MADDE Moleküller arasındaki birkaç atomluk bir farklılık bile, çok değişik sonuçlar oluşturur  Örneğin şimdi vereceğimiz iki moleküle dikkatle bir bakın  İkisi de birbirine çok benziyor, ancak karbon ve hidrojen sayılarında çok ufak farklılıklar var  Ama sonuç iki zıt madde oluşturmaya yetiyor: C18H24O2 ve C19H28O2 Bu moleküller nedir, bir tahminde bulunabiliyor musunuz? Hemen söyleyelim: Birincisi Östrojen, ikincisi ise testesteron’dur  Yani biri kadınlık, diğeri de erkeklik hormonudur  Birkaç atomluk bir fark bile, hayret verici biçimde, cinsiyet farklılıklarına sebep olmaktadır  Şimdi, vereceğimiz formüle bir bakın: C6H12O2 Yukarıdaki molekül, östrojen ve testesteron hormonları moleküllerine ne kadar da benziyor, değil mi ? Peki, bu molekül nedir ? Başka bir hormon mu? Hemen cevaplayalım: Bu molekül şeker molekülüdür  Aynı çeşit elementlerden oluşan bu üç molekül örneğinde, atom sayılarındaki farklılığın, ne derece farklı maddeler oluşturabildiği çok net olarak görülür  Bir tarafta cinsiyet oluşturan hormonlar, bir diğer tarafta da temel besin maddesi şeker var  İngiliz kimyager Nevil Sidgwick’de, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bunların Bileşikleri) adlı eserinde karbonun canlılar için ne denli önemli olduğunu şöyle vurgular: Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır  Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır  Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur  Çok değerli bir taş parçası olan elmas, doğada genelde grafit halinde bulunan karbonun bir türevidir   Karbonun sadece hidrojen ile kurduğu farklı bağlar, "hidrokarbonlar" olarak bilinen büyük bir aileyi meydana getirir  Bu aile içinde; doğal gaz, sıvı petrol, gaz yağı, kerosen ve çeşitli makina yağları vardır  Etilen ve propilen olarak bilinen hidrokarbonlar ise petrokimya endüstrisinin temelidir  Başka hidrokarbonlar da benzen, toluen ve turpentin gibi bileşikler meydana getirir  Giysilerimizi güvelenmekten koruması için dolaplara konan naftalin ise bir başka tür hidrokarbondur  Klor veya florla birleşen hidrokarbonlar ise anestezi maddeleri, yangın söndürücüler ve buzdolaplarında kullanılan freonlar gibi farklı maddeleri oluşturur  Yukarıdaki sözünde kimyager Sidwick’in de belirttiği gibi içinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran bu atomun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı yetersiz kalmaktadır  Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan herhangi bir özelliğinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır  Kısacası diğer her şey gibi karbon atomu da onları atomlarına kadar kuşatan Allah tarafından, canlıların bedenlerine uygun bir biçimde yaratılmıştır   YAN YANA GELEN HER ATOM HEMEN REAKSİYONA GİRSEYDİ NE OLURDU? Az önce tüm evrenin 109 farklı elementin atomlarının birbirleriyle reaksiyona girmeleri sonucu oluştuğunu söylemiştik  Burada, üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta vardır; o da, tepkimenin oluşabilmesi için çok önemli bir koşulun gerçekleşmesi gerektiğidir  Örneğin, oksijenle hidrojen her bir araya geldiğinde su oluşmaz  Ya da demir havayla temas eder-etmez hemen paslanmaz  Eğer öyle olsaydı, katı ve parlak bir metal olan demir, birkaç dakika içinde yumuşak bir toz olan demir okside dönüşür, yeryüzünde metal diye bir madde kalmaz ve dünyanın düzeni bozulurdu  Belirli bir mesafede yan yana gelen atomlar belirli koşullar oluşmadan hemen birleşseydi farklı iki maddenin atomları hemen tepkimeye girerlerdi  Böyle bir durumda ise, koltuğa oturmanız bile mümkün olmazdı  Çünkü koltuğu oluşturan atomlarla vücudunuzu oluşturan atomlar hemen tepkimeye girer ve koltuk-insan arası bir varlık (!) olurdunuz  Şüphesiz ki, böyle bir dünyada canlı hayatının varlığı söz konusu bile olamazdı  Acaba, böyle bir sonucun yaşanması nasıl engellenmektedir? Bir örnekle açıklamak gerekirse, hidrojen ve oksijen molekülleri oda sıcaklığında çok yavaş tepkimeye girerler, yani "su" oda sıcaklığında çok yavaş oluşur  Ancak, ortamdaki sıcaklık arttığında moleküllerin enerjileri de artar ve tepkime hızlanır, yani su daha hızlı oluşur  Moleküllerin tepkimeye girebilmeleri için gereken minimum enerji miktarı, "aktifleşme enerjisi" adı verilen enerji düzeyidir  Su örneğinde görüldüğü gibi, hidrojen ve oksijen moleküllerinin tepkimeye girip suyu oluşturabilmeleri için, enerjilerinin aktifleşme enerjisinden yüksek olması gerekmektedir  Düşünün ki, yeryüzündeki sıcaklık biraz daha yüksek olsaydı, atomlar çok çabuk tepkimeye girerdi ve doğadaki denge de bozulurdu  Ancak tersi olsaydı, yani yeryüzündeki sıcaklık daha düşük olsaydı, bu durumda da atomlar tepkimeye girmekte çok ağır kalacaklar ve yine doğadaki dengeler bozulacaktı  Bundan da anlaşıldığı gibi Dünya’nın Güneş'e uzaklığı tam olarak canlı hayatına uygun olacak bir noktadadır  Elbette ki canlılık için gereken hassas dengeler bununla kısıtlı değildir  Dünyanın eksenindeki eğim, kütlesi, yüzey genişliği, atmosferindeki gazların oranı, uydusu Ay ile arasındaki mesafe ve daha birçok faktör, sadece ve sadece şu andaki değerleriyle mevcut olduğu takdirde canlıların hayatta kalması mümkün olmaktadır  Bu noktada ortaya çıkan, tüm bu faktörlerin birbiri ardınca tesadüflerle oluşamayacağı, hepsinin de canlıların tüm özelliklerini bilen ve üstün bir kudret sahibi olan Allah tarafından var edildikleri gerçeğidir   Kuşkusuz bilimin bu noktada verdiği cevap, gözlemlediği fizik kurallarına bir isim takmaktan ibarettir  En başta da belirttiğimiz gibi bu tür olaylarda ne, nasıl, ne şekilde gibi soruların pek bir anlamı yoktur  Bu sorularla ulaşabildiğimiz yalnızca, zaten var olan bir kuralın detaylarıdır  Asıl sorulması gereken soru, bu kuralın neden ve kim tarafından var edildiğidir  Bu sorunun cevabı ise maddeci inançlarına körü körüne bağlı olan bilim adamları açısından yine bir muammadır  İşte materyalistlerin cevap veremediği bu noktada, aklı ve vicdanıyla bakan bir göz için durum son derece açıktır: Hiçbir şekilde tesadüflerle açıklanamayacak olan evrendeki kusursuz dengeler, üstün bir aklın ve iradenin dilemesi sonucu gerçekleşmiştir  "Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır" (Nisa Suresi, 86) ayetinde de belirtildiği gibi Allah her şeyi çok hassas bir hesap, düzen ve denge üzerine yaratmıştır  MOLEKÜLLER ARASI BAĞLAR: ZAYIF BAĞLAR  Proteinler vücudumuzdaki çok önemli görevlerini yerine getirmek için üç boyutlu özel bir yapıya sahip olmalıdırlar  Bu yapı, moleküller arasındaki zayıf bağlarla meydana gelir   Atomları birbirine bağlayan bağlar bu bağlara nisbeten çok daha kuvvetlidirler  Bu bağlar sayesinde milyonlarca hatta milyarlarca çeşit molekül oluşabilir  Peki maddeyi oluşturmak üzere moleküller nasıl birleşirler? Moleküller oluştuktan sonra bir dengeye sahip oldukları için artık moleküller arasında elektron alışverişi olmaz  Peki onları bir arada tutan şey nedir? Bu soruyu cevaplamaya çalışan kimyacılar farklı teoriler üretmeye başlamışlardır  Yapılan araştırmalar moleküllerin içlerindeki atomların özelliklerine göre farklı şekillerde birleşebildiklerini ortaya çıkarmıştır  Bu bağlar canlıların kimyası olarak bilinen organik kimya için çok önemlidir  Çünkü canlılığı meydana getiren en önemli moleküller bu bağı kurma özellikleri sayesinde ortaya çıkabilir  Protein örneğini ele alalım  Canlılığın temel yapı taşı olan proteinlerin, karmaşık üç boyutlu şekilleri bu bağlar sayesinde meydana gelir  Yani canlılığın oluşması için atomlar arasındaki güçlü kimyasal bağ kadar moleküller arası zayıf kimyasal bağ da var olmalıdır  Elbette ki bu bağın kuvveti de belli bir ölçüye sahip olmalıdır  Protein örneğinden devam edebiliriz  Proteinler aminoasit adlı moleküllerin birleşmesinden oluşan çok daha büyük moleküllerdir  Aminoasitleri meydana getiren atomlar kovalent bağ ile birleşirler  Zayıf bağlar da oluşan bu aminoasitleri üç boyutlu dizilimi elde edecek şekilde birbirine bağlar  Proteinler ancak bu üç boyutlu şekilleriyle var oldukları takdirde canlı organizmalarda fonksiyon gösterebilirler  Bu yüzden eğer bu bağlar olmasaydı proteinler ve dolayısıyla canlılık var olamazdı  Bir çeşit zayıf bağ olan "hidrojen" bağları da hayatımızda çok önem taşıyan maddelerin baş aktörleridir  Örneğin yaşamın temeli olan "su"yu oluşturan moleküller hidrojen bağlarıyla bağlıdırlar  MUCİZE BİR MOLEKÜL: SU Dünyamızın üçte ikisi yaşam için özel olarak seçilmiş bir sıvıyla, "su"yla kaplıdır  Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların bedenleri %50-%95 oranında bu çok özel sıvıdan meydana gelir  Kaynama noktasına yakın sıcaklıktaki kaynaklarda yaşayan bakterilerden tutun da, erimekte olan buzulların üzerindeki bazı özel yosunlara kadar, suyun olduğu her yerde ve her sıcaklıkta hayat vardır  Yağmurdan sonra yapraklar üzerinde kalan bir su damlacığında bile binlerce mikroskobik canlı doğar, çoğalır ve ölür   Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı  Şüphesiz Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır  (Hac Suresi, 63) Hiç su olmasa yeryüzü nasıl görünürdü? Şüphesiz her yer çölden ibaret olurdu, denizlerin yerlerinde dipsiz ve ürkütücü çukurlar yer alırdı  Gökyüzü de bulutsuz ve çok garip bir renkte görülürdü  Yeryüzündeki hayatın temeli olan suyun oluşabilmesi ise aslında son derece zordur  Öncelikle suyun bileşenleri olan hidrojen ve oksijen moleküllerini bir cam kabın içinde düşünelim  Bunları o kabın içinde çok uzun bir süre bırakalım  Bu gazlar kabın içinde yüzlerce yıl kalsalar, yine de su oluşturamayabilirler   Oluştursalar da çok yavaş olarak, mesela binlerce yıl gibi bir süre sonra kabın dibinde çok az miktarda su meydana gelebilir   Böyle bir durumda suyun bu derece yavaş oluşmasının sebebi sıcaklıktır  Oda sıcaklığında oksijenle hidrojen çok yavaş tepkimeye girerler  Oksijen ve hidrojen, serbest halde iken H2 ve O2 molekülleri halinde bulunur  Bu moleküllerin su molekülünü oluşturmak üzere birleşmeleri için çarpışmaları gerekir  Bu çarpışma sonucunda, hidrojen ile oksijen molekülünü oluşturan bağlar zayıflar ve oksijen ile hidrojen atomlarının birleşmesine engel kalmaz  Sıcaklık, bu moleküllerin enerjisini, dolayısıyla hızlarını yükselttiği için çarpışmaların sayısını da büyük ölçüde artırır  Böylece, tepkimenin hızlı ilerlemesini sağlar  Ancak, şu anda yeryüzünde suyun oluşmasını sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur  Suyun oluşması için gerekli olan ısı, dünya oluşurken sağlanmış ve dünyanın dörtte üçlük kısmını oluşturan su o zaman meydana gelmiştir  Artık bu su kaynakları buharlaşarak atmosfere yükselmekte, orada da soğuyarak yağmur şeklinde yeniden yeryüzüne dönmektedir  Yani mevcut miktara yeni bir ilave olmaz, sadece bir devir daim yaşanır  SUYUN MUCİZEVİ ÖZELLİKLERİ Su, kimyasal olarak pek çok olağanüstü özelliğe sahiptir  Her bir su molekülü hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesiyle oluşmuştur  Biri yakıcı, diğeri de yanıcı olan iki gazın birleşerek bir sıvıyı, hem de suyu oluşturuyor olmaları oldukça ilginçtir  Şimdi kısaca kimyasal olarak suyun nasıl oluştuğuna bakalım  Suyun elektrik yükü sıfır, yani nötrdür  Ancak oksijen ve hidrojen atomlarının büyüklüklerinden dolayı su molekülünün oksijen tarafı hafifçe eksi, hidrojen tarafı ise hafifçe artı yüklüdür  Birden fazla su molekülü bir araya geldiğinde artı ve eksi yükler birbirini çekerek "hidrojen bağı" denilen çok özel bir bağ oluşturur  Hidrojen bağı çokzayıf bir bağdır ve ömrü aklımızın kavrayamayacağı kadar kısadır  Bir hidrojen bağının ömrü, yaklaşık olarak bir saniyenin yüz milyarda biri kadardır  Ama bağlardan biri kırıldığında hemen bir diğer bağ oluşur  Böylece su molekülleri birbirlerine yapışırlar ve diğer taraftan zayıf bir bağla birbirlerine bağlandıklarından akışkan olurlar   Hidrojen bağlarının suya kattığı bir başka özellik de, suyun sıcaklık değişimlerine direnç göstermesidir  Havanın sıcaklığı aniden artsa bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş artar, aynı şekilde havanın sıcaklığı aniden düşse bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş düşer  Suyun sıcaklığının önemli oranda oynayabilmesi için çok büyük miktarlarda ısı değişikliğine ihtiyaç vardır  Suyun ısı enerjisinin bu derece yüksek olmasının canlı hayatına sağladığı çok büyük faydalar vardır  Basit bir örnek verecek olursak, vücudumuzda çok büyük oranda su vardır  Su eğer havadaki ani sıcaklık iniş ve çıkışlarına aynı hızla uysaydı, aniden ateşimiz çıkardı veya aniden donardık   Aynı şekilde, suyun buharlaşmak için de çok büyük bir ısı enerjisine ihtiyacı vardır  Su buharlaşırken, çok ısı enerjisi kullandığı için suyun sıcaklığında eksilme olur  Yine insan vücudundan bir örnek verecek olursak; vücudumuzun normal sıcaklığı 36° C’dir ve dayanabileceğimizen yüksek vücut sıcaklığı 42° C’dir  Aradaki bu 6° C’lik aralık çok küçük bir aralıktır ve birkaç saat güneş altında çalışmak vücut sıcaklığını bu kadar artırabilir  Ancak vücudumuz terleyerek, yani içindeki suyu buharlaştırarak çok büyük miktarda ısı enerjisi harcar ve vücut sıcaklığı düşer  Vücudumuz otomatik olarak çalışan böyle bir mekanizmaya sahip olmasaydı, birkaç saat güneş altında çalışmak bile bizler için öldürücü olabilirdi    Eğer suyun üstten donma özelliği olmasaydı, denizlerin çok büyük bir bölümü tüm yıl boyunca donacak ve denizdeki canlı yaşamı çok büyük bir tehlikeye girecekti   Hidrojen bağlarının suya kazandırdığı bir başka olağanüstü özellik, suyun sıvı iken katı haline oranla daha yoğun olmasıdır  Halbuki, yeryüzündeki maddelerin çoğu katı iken sıvı haline oranla daha yoğundur  Ancak, su diğer maddelerin tersine donarken genleşir  Bunun sebebi hidrojen bağlarının su moleküllerinin birbirlerine sıkı şekilde bağlanmasını engellemesi ve arada birçok boşluğun kalmasıdır  Su sıvı iken hidrojen bağları kırıldığından oksijen atomları birbirine yaklaşır ve daha yoğun bir yapı elde edilir   Bu durum aynı şekilde buzun sudan daha hafif olmasını da beraberinde getirir  Normalde herhangi bir metali eritip içine aynı metalden birkaç katı parça atsanız, bu parçalar hemen dibe çöker  Ancak suda durum farklıdır  Onbinlerce ton ağırlığındaki buz dağları suyun üzerinde mantar gibi yüzmektedirler  Peki suyun bu özelliğinin ne gibi bir faydası olabilir? Bu soruyu bir ırmak örneği ile cevaplayalım: Havalar çok soğuduğunda ırmaktaki suyun tamamı değil, sadece üst kısmı donar  Su, +4° C’de en ağır halindedir ve bu dereceye ulaşan su hemen dibe çöker  Suyun üzerinde ise "katman halinde buz" oluşur  Bu katmanın altında su akmaya devam eder ve +4° C canlıların yaşayabileceği bir sıcaklık olduğu için sudaki canlılar bu sayede hayatlarını sürdürür  Allah’ın suya vermiş olduğu tüm bu eşsiz özellikler, yeryüzünde canlı hayatının var olabilmesini mümkün kılan özelliklerdir  Kuran’da Allah’ın insanlara sunduğu bu büyük nimetin önemi şöyle bildirilmiştir: Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız  Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir  Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır  (Nahl Suresi, 10-11) SUYUN İLGİNÇ BİR ÖZELLİĞİ Hepimizin de bildiği gibi su 100° C sıcaklıkta kaynar ve 0° C sıcaklıkta donar  Ancak, normal şartlarda suyun 100° C değil, +180° C kaynaması gerekirdi  Neden mi? Periyodik tabloda aynı gruptaki elementlerin özellikleri, hafif elementten ağır elemente doğru düzenli olarak değişiklik gösterir  Bu düzenlilik, özellikle hidrojen bileşiklerinde hakimdir  Periyodik tabloda oksijenin bulunduğu grupta bulunan elementlerin bileşikleri "hidrid" diye adlandırılır  Su, aslında "oksijen hidrid"dir  Bu gruptaki diğer elementlerin hidridleri su molekülü ile aynı molekül yapısına sahiptir  Bu bileşiklerin kaynama noktaları kükürtten başlayıp daha ağır olanlara doğru düzenli bir şekilde değişir; ancak umulmadık bir şekilde suyun kaynama noktası bu dizinin dışına çıkar  Su (oksijen hidrid) olması gerekenden 80° C daha aşağıda kaynar  Bir diğer şaşırtıcı durum da suyun donma noktası ile ilgilidir: Yine periyodik sistemdeki düzene göre, suyun -100° C sıcaklıkta katılaşması gerekir  Ancak su bu kuralı bozar ve olması gerekenden 100° C yukarıda, yani 0° C de buz haline gelir  Bu noktada; niçinhidridlerden başka biri değil de, sadece suyun (oksijen hidrid) periyodik sistem kurallarına uymadığı sorusu akla gelmektedir   Gerek fizik kuralları, gerek kimya kuralları ya da kural olarak nitelendirdiğimiz ne varsa; insanların, evrendeki olağanüstü dengenin ve yaratılışın detaylarını açıklama gayretinden başka şeyler değildirler  Özellikle de 20  Yüzyılda yapılan tüm araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını göstermektedir  Araştırmalar evrende var olan tüm fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, atmosferin, güneşin, atomların, moleküllerin insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendiklerini ortaya koymaktadır  Su da yukarıda saydığımız maddelerde olduğu gibi, başka hiçbir sıvıyla kıyaslanamayacak kadar yaşama uygundur ve dünyanın büyük bir bölümü, yaşam için tam gerekli miktarda su ile doldurulmuştur  Tüm bunların bir tesadüf olmayacağı ve ortada kusursuz bir düzenin, tasarımın olduğu apaçıktır      Bir sıvının yüzeyindeki moleküller içe doğru gerilen bir ağ gibidir  Bu da sıvılardaki yüzey gerilimini oluşturur  Bu gerilim yüzey moleküllerinin birbirlerine yakınlaşmasını sağlar, bu da bir sivrisineğin bacaklarının bu gerilimi kırıp, içeri girmesini engeller  Suyun yüksek yüzey gerilimi birçok fizyolojik işlem için hayati önem taşır   Suyun insanı hayrete düşüren fiziksel ve kimyasal özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir  Allah suyla insanlara hayat vermiş ve yaşamlarını devam ettirmeleri için gereksinim duydukları her şeyi de suyla topraktan bitirmiştir  Allah Kuran'da insanları bu konu üzerinde düşünmeye çağırır: O, gökten su indirendir  Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz  Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz  ) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin  Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır  (Enam Suresi, 99) KORUYUCU TAVAN: OZON Soluduğumuz hava, yani aşağı atmosfer büyük ölçüde oksijen gazından oluşur  Burada oksijenden kastettiğimiz O2 gazıdır  Yani aşağı atmosferdeki oksijen molekülleri 2’şer atomdan oluşmuştur  Ancak, oksijen molekülü bazen 3’er atomdan da (O3) oluşabilmektedir  Bu durumda bu molekül artık oksijen değil "Ozon" olarak isimlendirilir, zira bu iki gaz birbirlerinden çok farklıdırlar   Hemen burada üzerinde durulması gereken bir nokta vardır: İki oksijen atomu birleşince oksijen gazı oluşmaktadır da, niçin üç oksijen atomu birleşince ozon gazı diye farklı bir gaz oluşmaktadır? Sonuçta iki de olsa, üç de olsa birleşen oksijen atomu değil midir? O zaman, neden ortaya iki farklı gaz çıkmaktadır? Bu soruyu cevaplamadan önce, bu iki gazın ne yönden farklı olduklarını elealıp, bundan sonra cevap vermek daha yerinde olacaktır: Oksijen gazı (O2) aşağı atmosferde bulunur ve solunum yoluyla yeryüzündeki tüm canlılara hayat verir  Ozon gazı (O3) ise, zehirli ve çok kötü kokulu bir gazdır  Atmosferin en üst tabakalarında bulunur  Eğer, oksijen yerine ozon solumak zorunda olsak hiçbirimiz yaşayamazdık     KLOR OZONA NASIL ZARAR VERİR? Klor üç oksijen atomundan oluşan ozon molekülünü parçalar  Ayrılan iki oksijen atomu oksijen (O2) molekülünü oluştururken, tek kalan oksijen atomu klorla birleşir  Klorla birleşen bu atom Hipoklorid adını alır  Hipoklorid serbest kalan bir oksijenle birleşip tekrar bir oksijen molekülü oluşturur  Ve böylece klor atomu serbest kalır  Bu dönüşüm yüzünden ozonun (O3) tabi yapısı bozulmuş olur   Ozon, yukarı atmosferdedir; çünkü orada canlı yaşamı için çok hayati bir fonksiyonu vardır  Atmosferin yaklaşık 20 km  yukarısında tüm dünyayı bir kuşak gibi saran bir tabaka oluşturur  Böylece güneşten gelen kızıl ötesi ışınları emerek, yeryüzüne tüm güçleriyle ulaşmalarını engeller  Kızıl ötesi ışınlar çok yüksek enerjiye sahip oldukları için, eğer yeryüzüne doğrudan ulaşırlarsa, yeryüzündeki her şey yanar ve dünyada hayat var olamaz  İşte bu yüzden ozon tabakası atmosferde koruyucu bir zırh görevi görmektedir  Yeryüzündeki canlı hayatının var olabilmesi için tüm bu canlıların solunum yapabilmeleri ve zararlı güneş ışınlardan korunabilmeleri gerekmektedir  Ve bu sistemi oluşturan ancak ve ancak her atoma, her moleküle hakim olan Allah’tır  Allah’ın izni olmaksızın, hiçbir güç bu atomları oksijen ve ozon gazı molekülleri olarak farklı oranlarda bir araya getiremezdi  TATTIĞIMIZ VE KOKLADIĞIMIZ MOLEKÜLLER Tat ve koku duyuları, insanın dünyasını güzelleştiren algılardır  Bu duyulardan alınan zevk çok eski çağlardan beri merak konusu olmuş ve bunların aslında moleküler etkileşimler oldukları çok yakın zamanlarda keşfedilmiştir  "Tat" ve "koku" dediğimiz kavramlar, aslında birbirinden farklı moleküllerin duyu organlarımızda yarattığı algılarından başka bir şey değildir  Örneğin yiyeceklerin, içeceklerin, ya da çevremizde gördüğümüz çeşitli meyve ve çiçek kokularının hepsi uçucu moleküllerden ibarettir  Atomlar bir yandan canlı ve cansız maddeyi oluştururken, diğer taraftan da maddeye lezzet ve güzellik katmaktadırlar  Peki ama bu nasıl gerçekleşmektedir? Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum adı verilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarla etkileşime girerler  Bu etkileşim beynimizde koku olarak algılanır  2-3 cm2’lik bir koku alma zarıyla kaplı burun boşluğumuzda şu ana kadar yedi tip farklı alıcı tespit edilebilmiştir  Bu alıcılardan her birine temel bir koku denk düşer  Aynı şekilde insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır  Bunlar da tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir  İşte tüm duyu organlarımızın alıcılarına gelen bu moleküller beynimiz tarafından kimyasal sinyaller olarak algılanır    PIPERIN Piperin, tropik asma Piper nigrum’un yumuşak meyvesi olan siyah ve beyaz biberin aktif bir elementidir  Siyah biber ham meyvenin fermentasyona bırakılması ve sonra da kurutulması ile elde edilir  Beyaz biber ise olgunlaşmış meyvenin kabuğu ve etinin ayrılması ve tohumlarının kurutulması yoluyla elde edilir   Para-HYDROXYPHENOL -2-BUTANON ve IONON Bu iki molekül bir karışımda bir araya gelerek çok hoş bir kokunun oluşmasına neden olurlar  Olgun böğürtlen kokusunun nedeni butanon'dur  Yeni koparılan taze meyve kokusunun kaynağı aynı zamanda kurumuş saman ve menekşe kokusunun kaynağı olan ionon’dan gelir  Ionon menekşe yağınının güzel kokusudur    FURYLMETHANETHIOL Bu molekül kahve aromasının kokusunu verir  Kahvenin uyarıcı etkisi kafeindir  Kahvenin rengi, nitrojen içeren organik maddelerin ısınmasıyla kahverengileşme reaksiyonunu sonucu ortaya çıkar  Çekirdekler arasında geçici olarak sıkışan moleküller tat ve uyarmanın nedenidir   KERATIN Keratin ipek böcekleri ve örümcekler tarafından salgılanan, katılaşmış çok değerli bir sıvıdır  İpek polipeptit zincirle birbirine bağlı amino asitlerden oluşmaktadır  Zincirler ise hidrojen bağları ile biribirilerine bağlıdırlar ve oldukça büzüşük ancak neredeyse düz levhalar halindedirler  Örümcek ağlarında da aynı ipek dokusuyla karşılaşırız   Günümüzde tat ve kokunun nasıl algılandığı, nasıl oluştuğu konusu anlaşılabilmiştir, ama bilim adamları neden bazı maddelerin çok, bazı maddelerin az koktuğu, neden bazılarının tatlarının hoş ve bazılarının da kötü olduğu konusunda bir görüş birliğine varamamışlardır  Bir düşünelim  Hiçbir kokunun, hiçbir lezzetin var olmadığı bir dünyada da yaşıyor olabilirdik  Oysa ki kahverengi ve sadece kendine has bir kokusu olan topraktan yüzlerce çeşit, hoş kokulu ve lezzetli meyve, sebze ve binlerce renk, biçim ve kokuda çiçek çıkmaktadır  Lezzet ve koku kavramını bilmediğimiz için de, bu algılara sahip olmayı istemek aklımıza bile gelmezdi  O zaman bu atomlar bir yandan maddeyi oluşturmak için olağanüstü bir şekilde bir araya gelirlerken, neden ayrıca tat ve koku oluşturmak üzere de bir araya gelirler? Tat ve kokunun var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir  Ama muhteşem bir sanatın ürünü olarak dünyamıza apayrı bir lezzet katmaktadırlar    Sağdaki resim kötü bir koku molekülüne, soldaki ise güzel bir koku molekülüne aittir  Görüldüğü gibi güzel koku ile çirkin kokuyu birbirinden ayıran gözle görülemeyen alemdeki bu ufacık farklardır  Diğer canlılarla bir karşılaştırma yaparsak, kimi canlılar sadece ot, kimileri de daha farklı maddeler yer  Şüphesiz ki bunların ne hoş kokuları, ne de hoş lezzetleri vardır, zaten olsa bile şuura sahip olmayan bu canlılar için lezzetin bir önemi yoktur  Bizler de gayet tabii, onlar gibi tek çeşit gıda ile beslenebilirdik  Ömrünüzün sonuna kadar sadece tek bir çeşit yemek yeseydiniz ve yalnızca su içseydiniz hayatınız ne kadar sıradan ve lezzetsiz olurdu değil mi? Bu açıdan renk ve koku da diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram sahibi Allah'ın insana karşılıksız sunduğu güzelliklerdendir  Yalnızca bu iki algının var olmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde tatsızlaştırmaya yeterdi  Kendisine verilen tüm bu nimetlere karşılık, insana düşen kuşkusuz kendisini her yönden kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Rabbi’nin dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır   MADDEYİ NASIL ALGILIYORUZ? Buraya kadar okuduklarımız, madde adını verdiğimiz şeyin hiç de zannettiğimiz gibi belirli bir renge, kokuya, şekle sahip bir bütün olmadığını ortaya koydu  Madde sandığımız şey, yani kendi bedenimiz, odamız, evimiz, hatta dünya ve tüm evren gerçekte bir enerji yumağından başka birşey değildir  O zaman, çevremizdeki bunca şeyi gözle görünür ve elle tutulur kılan nedir? Çevremizdekileri madde olarak algılamamızın sebebi, atomların yörüngelerindeki elektronların fotonlarla çarpışmaları, atomların birbirlerini itmeleri veya çekmeleridir   Şu anda elinizde tuttuğunuzu sandığınız kitaba aslında dokunmuyorsunuz bile    Gerçekte, elinizin atomları kitabın atomlarını itmekte ve bu itmenin şiddetine göre de dokunma hissiniz gerçekleşmektedir  Çünkü atomların yapısından bahsedilirken de belirtildiği gibi atomlar birbirlerine en fazla bir atomun çapı kadar yaklaşabilirler  Üstelik birbirlerine bu kadar yaklaşabilen atomlar da ancak birbirleriyle reaksiyona giren atomlardır  Şu halde, aynı maddenin atomları bile birbirlerine kesinlikle dokunamazlarken bizler elimizle tuttuğumuz, sıktığımız veya tutup havaya kaldırdığımız maddeye asla dokunamayız  Kaldı ki, elimizdeki maddeye maksimum yaklaşmamız mümkün olsaydı bile, o zaman da bu maddeyle kimyasal reaksiyona girerdik  Böyle bir durumda ise insan veya başka bir canlının bir saniye bile varlığını sürdürmesi söz konusu olamazdı  Canlı ayak bastığı, oturduğu veya dayandığı madde ile hemen kimyasal reaksiyona girer ve garip bir varlık haline dönüşürdü   Bu durumda ortaya çıkan manzara son derece düşündürücüdür: Gerçekte, % 99  95’i boş olan ve neredeyse sadece enerjiden ibaret atomlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz  "Dokunuyoruz ve tutuyoruz" dediğimiz şeylere de aslında hiçbir zaman dokunamıyoruz  Peki ya gördüğümüz, duyduğumuz veya kokladığımız maddeyi ne derece algılıyoruz? Bu maddeler, gerçekte gördüğümüz, duyduğumuz gibi midir? Kesinlikle hayır    Elektronlardan ve moleküllerden bahsederken bu konuyu ele almıştık  Burada tekrar hatırlayacak olursak; var dediğimiz ve gördüğümüz maddeyi aslında doğrudan görmemiz asla mümkün değildir  Çünkü görüyoruz dediğimiz olay aslında Güneş'ten veya başka bir ışık kaynağındangelen ışık taneciklerinin (fotonlarının) maddeye çarpması, bu maddenin gelen ışığın bir kısmını soğurması ve kalanını dışarı vermesi sonucunda maddeden yansıyarak gözümüze çarpan fotonların, beynimizde oluşturduğu birtakım görüntülerdir  Yani gördüğümüz madde ancak bizim gözümüze yansıyan fotonların taşıdığı bilgiden ibarettir  Peki bu bilgiler maddeyle ilgili bilginin ne kadarını bize yansıtır? Dışarıda var olan maddelerin gerçek halinin bize tam olarak yansıtıldığına, dair elimizde hiçbir kanıtımız yoktur   | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #5 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiCanlanan Atomlar Buraya kadar maddenin nasıl yokluktan var olduğundan ve atomlardan bahsettik  Ve dedik ki, atomlar canlı-cansız her şeyin yapı taşıdır  Ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki, atomlar cansız varlıkların yanısıra canlı varlıkların da yapı taşlarıdır  Atomlar cansız parçacıklar oldukları için canlı maddenin yapıtaşı olmaları kuşkusuz son derece hayret vericidir  Bu durum aynı zamanda evrimci bilim adamlarının da hiçbir şekilde açıklayamadıkları bir konudur   Nasıl ki bir araya gelen taş parçalarının canlı varlıkları oluşturması düşünülemezse, aynı şekilde cansız atomların da bir araya gelerek, kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturmaları düşünülemez  Bir taş parçasıyla bir kelebeği gözünüzde canlandırın  Biri cansız diğeri canlıdır  Ancak temeline indiğinizde aslında her ikisi de aynı atom altı parçacıklardan oluşmaktadırlar   Cansız maddenin canlı maddeye kendi kendisine dönüşemeyeceği ile ilgili şöyle bir örnek daha açıklayıcı olabilir: Alüminyum uçabilir mi? Hayır, peki eğer alüminyumu, plastik madde ve benzinle karıştırırsak uçabilir mi? Tabii ki yine uçamaz  Eğer bu maddeleri bir uçağı oluşturacak şekilde bir araya getirirseniz o zaman uçabilirler  O halde uçağın uçmasını sağlayan nedir? Kanatlar mı? Motor mu? Pilot mu? Hayır, bunların hiçbiri tek başına uçamazlar  Aslında, uçak hiçbir uçma özelliği olmayan parçaların, özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle oluşmuştur  Uçma özelliği ne alüminyumdan, ne plastikten, ne de benzinden gelir  Bu maddelerin özellikleri önemlidir, ancak uçma özelliği bu maddelerin çok özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle kazanılabilir  Canlı sistemler de aynı bu şekildedir  Bir canlı hücresi de cansız atomların çok özel bir tasarımla bir araya getirilmesiyle oluşmuştur  Canlı hücrelerinin büyüme, çoğalma ve benzeri özellikleri, moleküllerinin niteliğinin değil mükemmel bir tasarımın sonucudur   Cansız bir madde canlı bir varlığa ancak üstün güç ve akıl sahibi Allah tarafından dönüştürülebilir, yani bir canlı ancak yaratılabilir  Canlı sistemler öylesine kompleks yapılara sahiptirler ki, bugün ulaşılan teknolojik imkanlara rağmen daha nasıl işledikleri bile tam olarak anlaşılamamıştır     Yukarıda görmüş olduğunuz, plastik, alüminyum, çelik gibi maddeler uçabilir mi? Hayır, tüm bunlar bir araya getirilse yine de uçamazlar  Bir uçak hiçbir uçma özelliği olmayan parçaların, özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle oluşmuştur  Uçma özelliği ne alüminyumdan, ne plastikten, ne de çelikten gelir  Bu maddelerin özellikleri önemlidir, ancak uçma özelliği bu maddelerin çok özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle kazanılabilir  Canlı sistemler de aynı bu şekildedir  Bir canlı hücresi de cansız atomların çok özel bir tasarımla bir araya getirilmesiyle oluşmuştur  Fakat 20  yüzyılda baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojiyle birlikte olağanüstü ilerlemeler kaydeden bilimin sayesinde anlaşılan bir gerçek vardır  Canlılar son derece kompleks yapılara sahiptir  19  yüzyılın ortalarında Evrim Teorisi ortaya atıldığında, ilkel mikroskoplarla yürütülen bilimsel araştırmalar hücrenin sadece basit bir lekedenibaret olduğu izlenimini oluşturmuştu  20  yüzyılda ise gelişmiş teknolojik aletler, elektron mikroskopları altında yapılan gözlem ve araştırmalar canlıların yapı taşı olan hücrenin ancak mükemmel bir tasarım sonucunda oluşabilecek, son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır  En önemlisi de bu araştırmalar, canlılığın cansız maddeden kendi kendine oluşabilmesinin kesinlikle imkansız olduğunu göstermiştir  Canlılığın kaynağı sadece canlılıktır  Bu gerçek deneysel olarak da ispatlanmıştır  İşte bu, evrimcilerin kesinlikle içinden çıkamadıkları bir sorundur  Bu yüzden büyük çıkmaz içindeki ünlü evrimci bilim adamları bilimsel deliller sunmak yerine göz boyamaya yönelik masallar anlatırlar  Maddenin kendi şuuru, yeteneği, iradesi olduğunu öne süren son derece akıl ve bilim dışı iddialar öne sürerler  Ama bu saçma masallara kendileri de inanmazlar ve cevaplanması gereken ana soruların bilimsel olarak cevaplanamadığını itiraf etmek zorunda kalırlar: "Yaşamın başlamasından önce yerküremizin çorak ve ıssız olduğu bir dönem vardı  Şimdi yeryüzünde hayat kaynaşıyor  Bu nasıl oldu acaba? Hayatın bulunmadığı durumda karbon temeline dayalı organik moleküller nasıl oluştu? İlk canlı varlıklar nasıl gün yüzü gördüler? Yaşam nasıl bir evrim gösterdi de, günümüzün insanları gibi yapılan ayrıntılarla bezenmiş ve karmaşık varlıklar ortaya çıktı? Kendi kökenlerini araştıracak yetenekte yaratıklara nasıl ulaşıldı?" "Şu anda evrim teorisinin çözülememiş esrarı, maddenin kaynağının ne olduğu, nasıl evrimleştiği, evrende ve dünyadaki şu anki formunu niçin kazandığı ve niçin kendi kendisini kompleks canlı molekül gruplarına çevirebildiğidir  " Yukarıdaki evrimci bilim adamının da itiraf ettiği gibi Evrim Teorisi’nin temel amacı, temel ilkesi canlıların Allah tarafından yaratıldığını reddetmektir  Ancak, evrenin her noktasında Yaratılış Gerçeği son derece açık bir şekilde görülmesine ve her bir detayın asla tesadüflerle oluşamayacak mükemmellikte bir tasarımın ürünü olduğu ortaya çıkmasına rağmen, evrimciler bu gerçeğe gözlerini kapadıkları için adeta bir kısır döngü içinde dönüp durmaktadırlar   Günümüzün en ateşli evrim teorisi savunucularından ünlü bilim adamı Richard Dawkins ise aşağıdaki sözleriyle istatiksel olarak amaçsız tesadüflerin her şeyi oluşturduğu inancının yanlış olduğunu ve bu imkansızlığın tek alternatifinin doğaüstü bir güç olduğunu itiraf etmektedir: "Bir şeyin gerçekleşmesindeki olasılık istatistiki olarak azaldıkça, onun tesadüf eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa, buna tek alternatif Akıllı bir Tasarımcı’nın varlığıdır  "42 Fakat bu gerçeğe inanmaktansa evrimci bilim adamları ölü maddenin yeteneklerinden, cansız maddenin kendisini canlı varlıklara dönüştürdüğünden bahsetmeyi tercih ederler  Ancak bu bilim adamları gerçeği görmezden gelirken farkında olmadan kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler  Kaldı ki cansız maddenin, yani atomların yetenekli olduklarını, bu yeteneklerini kullanarak kendilerini canlı sistemlere dönüştürdüklerini iddia etmenin akılcılık ile en ufak bir ilgisi yoktur    Yukarıdaki çizimin ne kadar anlamsız olduğu açıktır  Günümüzde herkes, doğadaki taşların veya kaya parçalarının kendi kendilerine kurbağalara veya balıklara dönüşmeyeceklerini bilir  Elbetteki cansız maddelerden canlılığın oluşması mümkün değildir  Bu da canlılığın cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden evrim teorisini daha en başından çürütür   Bu akıl dışı masalların ne derece gerçekçi olduğuna şimdi anlatacağımız örneği okuduktan sonra siz kendiniz karar vereceksiniz  Bakın evrimcilerin cansız ve şuursuz atomları canlı maddelere ve en önemlisi de yüksek bir şuur ve zeka sahibi insanlara dönüştürme senaryosu nasıldır: Büyük Patlama'nın ardından her nasılsa içlerinde çok hassas dengede kuvvetler bulunan atomlar kendi kendilerini var etmişlerdir  Tüm evreni oluşturacak sayıdaki atomun bir kısmı uzaydaki yıldızları, gezegenleri oluştururken bir kısmı da dünyayı oluşturmuştur  Dünyayı oluşturan atomlardan bir kısmı ilk başta taşı toprağı oluştururken daha sonra birdenbire canlıları oluşturmaya karar vermişlerdir! Bu atomlar öncelikle çok kompleks bir yapısı olanhücrelere dönüşmüşler sonra da oluşturdukları hücreleri ikiye bölerek çoğaltmışlar, sonra da konuşmaya, duymaya başlamışlardır  Ardından bu atomlar üniversite profesörlerine dönüşerek elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip tesadüfen meydana geldiklerini iddia etmişlerdir  Bir kısım atomlar bir araya gelerek köprüler, gökdelenler inşa eden mühendisleri, bir kısmı bir araya gelerek uyduları, uzay araçlarını, uçakları imal etmişler, bir kısmı da fizik, kimya, biyoloji alanlarında uzmanlaşmışlardır  Karbon, magnezyum, fosfor, potasyum, demir gibi atomlar bir araya gelerek kapkara bir kütle oluşturacaklarına olağanüstü komplekslikte ve sırları hala tam olarak keşfedilememiş olan mükemmel beyinleri oluşturmuşlardır  Bu beyinler hiçbir teknoloji ile ulaşılamamış mükemmel netlikte 3 boyutlu görüntüler görmeye başlamışlardır  Atomların bir kısmı komedyenleri oluşturmuş ve de komedyenlerin yaptıkları esprilere gülmüşlerdir  Yine atomların bir kısmı müzik bestelemiş ve müziği dinleyerek zevk almışlardır      Bu hikayeyi daha uzatmak elbette mümkündür ama böyle bir şeyin asla gerçekleşemeyeceğini göstermek için şöyle bir deney düzenleyelim: Bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerin atomlarından gerekli miktarlarda koysunlar  Bu atomların birleşerek canlı maddeleri oluşturmaları için evrimci bilimadamları neyi gerekli görüyorlarsa onları da bu fıçının içine doldursunlar  Ve de beklemeye başlasınlar  100 sene beklesinler, 1000 sene beklesinler, gerekirse babadan oğula miras bırakarak 100 milyon sene beklesinler    Bu fıçıdan günün birinde bir profesör çıkabilir mi? Elbette hayır! Ne kadar zaman beklerlerse beklesinler bu fıçıdan bir profesör çıkamaz  Üstelik yalnızca profesör mü? Hayır, bu fıçıdan tek bir canlı dahi çıkamaz; kuşlar, balıklar, kelebekler, elmalar, filler, güller, çilekler, portakallar, menekşeler, ağaçlar, karıncalar, balarıları hatta tek bir sivrisinek dahi çıkamaz  Çünkü cansız maddelerin milyon tanesi de bir araya gelse canlılık özelliğini kendiliğinden kazanamaz   Şimdi bir de şuursuz atomların kendi kendilerine hayatın temel taşı olan DNA molekülünü ve proteinleri oluşturup-oluşturamayacaklarına bir bakalım  DNA (deoksiribonükleik asit) hücre çekirdeğinde bulunan, vücudun tüm parçalarının, vücudun her türlü özelliğinin bilgisini taşıyan şifreleri içerir  Şifre o kadar karmaşıktır ki, bilim adamları bu şifreyi ancak 1940’lı yıllardan sonra biraz olsun çözebilmeyi başarmışlardır  DNA bir yandan ait olduğu canlıya dair tüm bilgileri içerirken diğer yandan da kendi kendisini aynen kopya ederek çoğalabilmektedir  Sadece atomların bir araya gelmeleri yani molekülleri oluşturmaları ile oluşan bir molekülün nasıl bilgi taşıdığı ve nasıl kendi kendisini kopyalayarak çoğaldığı da cevaplanamayan sorulardan biridir   Canlı hücrelerine ait tüm bilgileri kusursuz bir şifreleme sistemiyle taşıyan DNA molekülü, çok kompleks bir yapıya sahiptir  Bu molekülün kusursuz yapısı, evrimcilerin tesadüflerle oluştuğu iddiasını tamamen geçersiz kılmaktadır Proteinler ise hem canlıların yapı taşıdır hem de organizmanın pek çok hayati fonksiyonunda kilit rol oynar  Örneğin bir hemoglobin proteini vücudumuzun her yerine oksijen taşır, antikor proteinleri vücuda giren mikropları etkisiz hale getirir, enzim proteinleri yediğimiz yemekleri enerji verecek maddeler haline gelecek biçimde sindirmemizi sağlar    DNA’mızda yaklaşık 50 bin farklı tipte protein yapılabilmesini sağlayan tarifler bulunur  Görüldüğü gibi proteinler bir canlının varlığını sürdürebilmesi için son derecehayati öneme sahiptir ve bu proteinlerden tek bir tanesinin bile eksikliğinde canlının varlığını sürdürmesi mümkün olmaz  Her biri dev moleküller olan DNA ve proteinlerin kendi kendilerine, tesadüfler sonucu oluşmaları bilimsel olarak imkansızdır  DNA özel bir dizilimden oluşan bir nükleotidler serisidir; bir protein ise yine özel dizilimlere sahip olan aminoasitler serisidir  Her şeyden önce ne DNA moleküllerinin ne de binlerce çeşitteki protein molekülünün tesadüfler sonucu canlılık için hayati olan uygun dizilimleri elde edebilmesi matematiksel olarak mümkün değildir  Olasılık hesapları en basit bir protein moleküllerinin dahi tesadüfler sonucu doğru dizilimi yakalamasının "0" ihtimal olduğunu ortaya koymaktadır  Bu matematiksel imkansızlığın yanı sıra bu moleküllerin tesadüfen oluşmasında önemli bir de kimyasal engel vardır: Eğer DNA ve proteinler arasındaki ilişki zaman, tesadüf ve doğal süreçler sonucunda gelişmiş olsaydı, DNA ve proteinler birbirleriyle kontrolsüz olarak reaksiyona girme eğiliminde olurlardı  Çünkü asit ve bazların birbirleriyle reaksiyona girme eğilimleri çok yüksektir  Böyle bir durumda da, tesadüfler rol oynayacak olsaydı DNA ve proteinler bugünkü canlı varlıkları oluşturmak yerine, doğal reaksiyonlara girerek şeker-asit, amino fosforik asit gibi farklı moleküller oluştururlardı   Kimyasal yapıları kolayca tepkimeye girmeye müsait olan DNA ve proteinlerin, zamanla, tesadüfen canlı hayatını oluşturabilmeleri mümkün müdür? Hayır, kesinlikle mümkün değildir  Problem şudur: DNA ve proteinlerin muhtemel olarak girebileceği tüm kimyasal reaksiyonlar, canlı yaşamının oluşmasına izin vermeyen YANLIŞ reaksiyonlardır  Eğer zamana ve şansa kalsaydı, DNA ve proteinler canlı yaşamı oluşturmak şöyle dursun, canlı yaşamını yok edecek şekilde reaksiyona girerlerdi   Görüldüğü gibi hiçbir şekilde tesadüfen oluşması mümkün olmayan DNA ve proteinlerin var olduktan sonra da canlılığı oluşturmak üzere başıboş olmaları kesinlikle mümkün değildir  Günümüzün ünlü düşünürlerinden Jean Guitton da "Tanrı ve Bilim" isimli kitabında bu imkansızlığı vurgulamış, canlılığın oluşmasının kesinlikle tesadüfler sonucu oluşamayacağını belirtmiştir: "Hangi ‘rastlantı’ sonucu bazı atomlar birbirlerine yaklaşıp amino asitlerin ilk moleküllerini oluşturdular? Gene hangi rastlantıyla bu moleküller bir araya toplanıp DNA denilen bu son derecede karmaşık yapıyı kurdular? Biyoloji bilgini François Jacob gibi ben de şu basit soruyu soruyorum: ilk canlı hücrenin doğmasını sağlayacak ilk mesajı veren ilk DNA molekülünün planlarını kim hazırladı? Eğer işe rastlantıyı sokan varsayımlarla yetinilirse bu sorular -ve daha birçoğu-, yanıtsız kalıyor; bunun için, birkaç yıldan bu yana biyoloji bilginlerinin düşünceleri değişmeye başladı  Tepedeki araştırmacılar Darwin yasalarını artık düşünmeden, ezbere anlatmakla yetinmiyor, çoğunlukla şaşırtıcı yeni kuramlar ortaya atıyorlar  Bunlar, açıkça maddeden üstün, düzenleyici bir ilkenin işin içine karıştığına dayanan kuramlar  " Jean Guitton’un da belirttiği gibi 20  yüzyılda yapılan araştırmalar ve bilimsel keşifler ışığında bilim öyle bir noktaya varmıştır ki; Darwin’in evrim teorisinin hiçbir geçerliliğinin olmadığı artık kesin bir bilimsel gerçektir  Bu bilimsel gerçekten Amerikalı biyolog Michael Behe ünlü "Darwin’in Kara Kutusu" kitabında şöyle bahsetmektedir: "Bilim, yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır  Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve karmaşıklığı, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır  Bu nedenle kompleks biyomoleküler sistemlerden herhangi birinin başlangıcı hakkında bir araştırma girişimi olmamıştır  Pek çok bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek,açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu öne sürmüştür  Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına bir destek bulamamışlardır  Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının Darwin’ci bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır  " Nasıl ki tüm evren yokluktan yaratıldıysa, canlı varlıklar da yoktan yaratılmıştır  Nasıl ki hiçbir şey yokken, tesadüfen var olamazsa, aynı şekilde ölü maddeler de tesadüfen birleşerek canlı varlıkları oluşturamazlar  Ancak ve ancak sonsuz kudret, sonsuz akıl ve sonsuz ilim sahibi Allah’ın gücü bunları gerçekleştirmeye kadirdir   | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #6 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiAtomun Gücü Bütün evrenin, canlı-cansız her şeyin yapı taşı olan atomların, nasıl olağanüstü bir şekilde maddeyi oluşturduğunu artık biliyoruz  Son derece küçük olan bu parçacıklar, buraya kadar da görüldüğü gibi, kendi içlerinde mükemmel bir organizasyona sahiptirler  Ancak atomdaki mucizevi yön bu kadarla kalmaz; atom aynı zamanda içinde çok muazzam bir enerjiyi de barındırır   Atomun içinde saklı olan bu güç öylesine büyüktür ki, insanlık bu enerjinin keşfiyle artık okyanusları birleştiren dev kanallar açabilmekte, dağları oyabilmekte, suni iklimler üretebilmekte ve bunlar gibi daha birçok faydalı işi yapabilmektedir  Ama şunu de belirtmek gerekir ki, atomun içinde saklı olan güç, bu şekilde bir yandan insanlığa hizmet ederken, diğer yandan da insanlık için çok büyükbir tehlike oluşturmaktadır  Öyle ki bu gücün kötüye kullanımıyla, 2  Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagasaki’de onbinlerce insan birkaç saniye gibi çok kısa bir süre içinde hayatlarını kaybettiler  Yakın geçmişte de, Rusya'daki Çernobil Nükleer Santrali'nde meydana gelen bir kaza çok sayıda insanın ölmesine ya da sakat kalmasına yol açmıştı   Atomun gücünün Hiroşima, Nagasaki ve Çernobil’de yol açtığı felaketlerle ilgili detaylı bilgi vermeden önce, atomdaki bu gücün ne olduğundan ve nasıl ortaya çıktığından kısaca bahsedelim  ÇEKİRDEKTE SAKLI GÜÇ Evrendeki temel kuvvetler bölümünde atom çekirdeğinin içindeki protonları ve nötronları birbirine bağlayan kuvvetin, "Güçlü Nükleer Kuvvet" olduğunu ifade etmiştik  İşte nükleer enerji denilen muazzam güç, çekirdekteki bu kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar  Bu enerjinin büyüklüğü elementin cinsine göre değişir  Çünkü, her elementin çekirdeğindeki proton ve nötron sayıları farklıdır  Çekirdek büyüdükçe nötron-proton sayıları ile bunları birbirine bağlayan kuvvetin büyüklüğü de artar  Büyük bir çekirdekte, protonların ve nötronların birlikteliğini sağlayan bu kuvveti serbest bırakmak son derece zordur  Parçacıklar, birbirlerinden ayrıldıkça, tıpkı bir yay gibi, daha büyük bir kuvvetle bir araya gelmeye çalışırlar   Bu kuvveti ayrıntıları ile incelemeden önce, özellikle üzerinde durulması gereken bir konu vardır: Bu kadar küçük bir yere nasıl olup da bu kadar büyük bir kuvvet sığmaktadır  Bu öyle bir kuvvettir ki binlerce insanın yıllarca yaptığı araştırmalar sonucunda bulunmuştur  Üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir  Atomun çekirdeğinde bulunan ve milyonlarca kişinin hayatını tehlikeye sokabilecek olan bu olağanüstü kuvveti, "fisyon" (nükleer parçalanma) ve "füzyon" (nükleer kaynaşma) tepkimeleri diye adlandırılan iki teknik işlem açığa çıkarmaktadır  Bu tepkimeler, ilk bakışta atomun çekirdeğinde gerçekleşiyor gibi gözükse de, aslında atomun bütün yapıtaşlarının birlikte katıldığı tepkimelerdir  Fisyon adıyla bilinen reaksiyon atom çekirdeğinin bölünmesi, füzyon isimli reaksiyon ise iki çekirdeğin büyük bir güçle bir araya getirilip birleştirilmesi olayıdır  Her iki reaksiyonda da çok fazla miktarda enerji açığa çıkmaktadır  NÜKLEER PARÇALANMA (FİSYON) Fisyon adı verilen tepkime, evrendeki en kuvvetli güç olan "Güçlü Nükleer Kuvvet" ile bir arada tutulan atom çekirdeğinin parçalanmasıdır  Fisyon tepkimesi deneylerinde kullanılan ana madde "uranyum"dur  Çünkü uranyum atomu en ağır atomlardan biridir, bir diğer deyişle çekirdeğinde çok yüksek sayıda proton ve nötron bulunur   Fisyon, atom çekirdeğinin parçalanmasıdır  Resimde de görüldüğü gibi, bir nötronla çarpıştırılan uranyum 235 atomu parçalanıp, krypton 92 ve baryum 142 atomu oluşturur  Bu çarpışma sonucunda gamma ışınları enerji olarak açığa çıkar  Fisyon deneylerinde bilim adamları uranyum çekirdeğine, büyük bir hızla nötron göndermişler ve bunun sonunda çok ilginç bir durumla karşı karşıya kalmışlardır  Nötron uranyum çekirdeği tarafından soğurulduktan (yutulduktan) sonra, uranyum çekirdeği çok kararsız duruma gelmiştir   Burada çekirdeğin "kararsız" olması demek, çekirdek içindeki proton ve nötron sayıları arasında fark oluşması ve bu nedenle çekirdekte bir dengesizliğin meydana gelmesi demektir  Bu durumda çekirdek, meydana gelen dengesizliği gidermek için belli miktarda enerji yayarak parçalara bölünmeye başlar  Ortaya çıkan enerjinin etkisiyle de çekirdek, büyük bir hızla içinde barındırdığı parçaları fırlatmaya başlar   Deneylerden elde edilen bu sonuçlardan sonra "reaktör" adı verilen özel ortamlarda, nötronlar hızlandırılarak uranyum üzerine gönderilir  Yalnız, nötronlar uranyum üzerine gelişigüzel değil, çok ince hesaplar yapılarak gönderilmektedir  Çünkü, uranyum atomunun üzerine gönderilen herhangi bir nötronun uranyuma hemen ve istenilen noktadan isabet etmesi gerekmektedir  Bu yüzden bu deneyler belli bir olasılık göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmektedir  Ne kadar büyük bir uranyum kütlesi kullanılacağı, uranyum üzerine ne kadarlık bir nötron demeti gönderileceği, nötronların uranyum kütlesini hangi hızla ve ne kadar süre bombardıman edeceği çok detaylı olarak hesaplanmaktadır  Tüm bu hesaplar yapıldıktan ve uygun ortam hazırlandıktan sonra, hareket eden nötron, uranyum kütlesindeki atomların çekirdeklerine isabet edecek şekilde bombardıman edilir ve bu kütledeki atomlardan en azından birinin çekirdeğinin iki parçaya bölünmesi yeterlidir  Bu bölünmede çekirdeğin kütlesinden ortalama iki ya da üç nötron açığa çıkar  Açığa çıkan bu nötronlar kütlenin içindeki diğer uranyum çekirdeklerine çarparak zincirleme reaksiyon başlatırlar  Her yeni bölünen çekirdek de ilk baştaki uranyum çekirdeği gibi davranır  Böylece zincirleme çekirdek bölünmeleri gerçekleşir  Bu zincirleme hareketler sonucu çok sayıda uranyum çekirdeği parçalandığı için ortaya olağanüstü büyüklükte bir enerji çıkar  İşte, onbinlerce insanın ölümüne yol açan Hiroşima ve Nagasaki felaketlerine, bu çekirdek bölünmeleri sebep olmuştur  2  Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombasında patlama anında ve hemen sonrasında yaklaşık 100  000 kişi ölmüştür  Hiroşima felaketinden 3 gün sonra yine Amerika’nın Nagasaki’ye attığı bir diğer atom bombası yüzünden patlama anında yaklaşık 40  000 kişi hayatını kaybetmiştir  Çekirdekten çıkan güç bir yandan insanların ölümüne sebep olurken, diğer yandan çok büyük bir yerleşim alanı harap olmuş, kalan bölge halkında radyasyon nedeniyle nesiller boyu düzeltilemeyecek genetik ve fizyolojik bozulmalar meydan gelmiştir   Peki dünyamız, tüm atmosfer, bizler de dahil olmak üzere canlı-cansız her şey atomlardan oluşmuşken, atomların bu tip nükleer tepkimelere girmelerini, her an ve her yerde yaşanabilecek Hiroşima ve Nagasaki gibi olayları ne engellemektedir? Nötronlar öyle yaratılmışlardır ki, doğada serbest halde -bir çekirdeğe bağlı olmadan- dolaştıklarında "beta bozunumu" diye adlandırılan bir bozulmaya uğrarlar  Bu bozulma yüzünden doğada serbest nötrona rastlanmaz  Bu sebeple nükleer tepkimeye girecek nötronlar yapay yollarla elde edilir   İşte bu noktada ortaya çıkan, tüm evrenin Yaratıcısı olan Allah'ın her şeyi ince bir hesapla var etmiş olduğudur  Çünkü, nötronlar serbest halde bozulmaya uğramasalardı, dünya, yaşamanın mümkün olmadığı, nükleer reaksiyonların son bulmadığı bir küreden ibaret olurdu  Allah, atomu içindeki bu muazzam güç ile beraber yaratmıştır ve bu gücü de olağanüstü bir şekilde kontrol altında tutmaktadır  NÜKLEER KAYNAŞMA (FÜZYON) Nükleer kaynaşma (füzyon), parçalanmanın tersine çok hafif iki çekirdeği birleştirerek daha ağır bir çekirdek oluşturmak ve bu şekilde açığa çıkan bağ enerjisini kullanmaktır  Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir  Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler  Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir  Gereken bu kinetik enerji (hareket enerjisi), 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir  Bu olağanüstü bir sıcaklıktır ve kaynaşma tepkimesine girecek maddeyi taşıyacak hiçbir katı malzeme bu sıcaklığa dayanamaz  Yani bu birleşmeyi gerçekleştirecek bir düzenek yeryüzünde yoktur  Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir  Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kaybolan maddenin yerine enerji ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir  Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirir  Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür  Dünyamızdaki canlılık için son derece hayati öneme sahip güneş enerjisini meydana getiren bu müthiş olay milyonlarca yıldır, hiç durmadan devam etmektedir  Bu noktada, şöyle bir soru aklımıza gelebilir  Eğer Güneş'te, saniyede 4 milyon ton kadar büyük bir miktar madde kaybediliyorsa, Güneş'in sonu ne zaman gelecektir? Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir  Güneş'in, 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji ürettiğini varsayarsak, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400  000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş'in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadardır  Bu miktar, 3 milyar yılda 5 kg’lık bir taş yığınından 1 gram kum eksilmesi gibidir  Bundan da anlaşılacağı gibi Güneş'in kütlesi öyle büyüktür ki, bu kütlenin tükenmesi çok uzun bir zaman gerektirir    Atomun çekirdeğinde saklı olan bu muazzam gücün açığa çıkmasıyla, birkaç saniye içinde yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiştir   İnsanoğlu, Güneş'in yapısını ve içinde meydana gelen olayları ancak bu yüzyılda keşfetmiştir  Bundan önce kimsenin nükleer patlama, fisyon, füzyon türü olaylardan haberi dahi yoktu  Güneş'in nasıl enerji ürettiğini kimse bilmiyordu  Ancak insanoğlu daha bunlardan habersizken Güneş, milyonlarca yıldır bu akıl almaz mekanizmasıyla yeryüzünün ve hayatın enerji kaynağı olmaya devam ediyordu   İşte bu noktada şu gerçeğe dikkat çekmek gerekir: Dünyamız muazzam büyüklükte bir kütleye sahip ve enerji kaynağı olan Güneş'ten o kadar hesaplı bir uzaklığa yerleştirilmiştir ki ne onun yakıcı, yok edici etkisine maruz kalır, ne de onun sağlayacağı faydalı enerjiden yoksun kalır  Aynı şekilde bu derece korkunç bir güce ve enerjiye sahip olan Güneş de başta insan olmak üzere yeryüzündeki tüm canlılığa en faydalı olacağı mesafe, güç ve büyüklükte yaratılmıştır  Bu devasa kütle ve içinde gerçekleşen akıl almaz nükleer reaksiyonlar milyonlarca yıldır yeryüzüyle mükemmel bir uyum içinde ve en kontrollü biçimde faaliyetini sürdürmektedir  Bunun ne kadar olağanüstü, kontrollü ve dengeli bir sistem olduğunu anlamak için, insanın kendi ürettiği basit bir nükleer santrali bile kontrol altında tutmaktan aciz kaldığını hatırlamak yeterlidir  Örneğin, 1986 yılında Rusya’daki Çernobil reaktöründe meydana gelen nükleer kazayı hiçbir bilim adamı, hiçbir teknolojik alet engelleyememiştir  Öyle ki bu nükleer kazanın etkisinin 30-40 yıl süreceği söylenmektedir  Bilim adamları bu etkiyi engellemek için bölgeyi dev kalınlıkta betonlarla kapattıkları halde, ilerleyen günlerde betonlardan sızıntı olduğu haberleri alınmıştır  Değil nükleer patlama, nükleer bir sızıntı bile insan yaşamı için son derece tehlikelidir ve bilim bu tehlike karşısında çaresiz kalmaktadır     Patlama arkasında çok kalıcı izler bırakmıştır  1986 yılında Rusya’daki Çernobil reaktöründe meydana gelen nükleer kazanın insanlar, tüm diğer canlılar ve bitkiler üzerinde çok kalıcı etkileri olmuştur  Bilim adamları bu etkilerin 30-40 yıl daha süreceğini söylüyorlar  Nükleer sızıntının engellenmesi için alınan önlemler bir sonuç vermemiştir  Radyasyonun zararlı etkilerinin azaltılması için çalışmalar devam etmektedir   İşte bu noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) ve bu zerrenin içindeki tanecikler (proton, nötron    ) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız   ATOM BOMBASININ ETKİLERİ: HİROŞİMA VE NAGASAKİ II  Dünya Savaşı’nın son yılında atılan atom bombaları, atomun içinde ne kadar büyük bir güç saklı olduğunu tüm dünyanın gözleri önüne sermiştir  Atılan her iki bomba da, yüzbinlerce insanın hayatlarını kaybetmesine, kalanların birçoğunda da hayatları boyunca düzelmeyecek fiziksel arazlar meydana gelmesine sebep olmuştur  Birkaç saniye içerisinde yüzbinlerce insanın ölmesine yol açan atomun içindeki muazzam gücün, saniyesi saniyesine nasıl ortaya çıktığını ele alıp inceleyelim: - Patlama anı    Bir atom bombasının tıpkı Hiroşima ve Nagasaki’de olduğu gibi 2  000 m  yükseklikte patladığını varsayalım  Patlayıcı kütleye fırlatılan ve ilk çekirdeği parçalayan nötron, daha önce de bahsedildiği gibi kütle içerisinde zincirleme tepkimeler oluşturur  Yani ilk parçalanan çekirdekten dışarı fırlayan nötronlar, başka çekirdeklere çarpar ve bu yeni çekirdekleri de parçalar  Böylece hızla bütün çekirdekler zincirleme olarak parçalanır ve çok kısa bir zaman aralığında patlama gerçekleşir  Nötronlar öyle hızlı hareket etmektedirler ki, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda bomba, kütlesi yaklaşık 1  000 milyar kilokalorilik bir enerji açığa çıkarır  Bombanın çevrildiği gaz kütlesinin sıcaklığı, bir anda birkaç milyon dereceye ve gaz basıncı da bir milyon atmosfere çıkar  - Patlamadan saniyenin binde biri kadar sonra    Patlamış olan gaz kütlesinin çapı büyür ve etrafa çeşitli ışınlar yayılır  Bu ışınlar patlamanın "başlangıç parlaması"nı oluşturur  Bu parlama onlarca kilometre çapında bir alanda bulunabilecek herhangi bir kişide tam körlüğe neden olabilir  Öyle ki bu parlak ışık (yüzey birimi başına), Güneş yüzeyinden yayılandan yüzlerce kat daha büyüktür  Patlama anından başlayarak geçen zaman öylesine kısadır ki, patlamanın yakınında bulunan bir kişi gözlerini kapayabilecek zaman bile bulamamıştır   Şokun basınç cephesi kapalı kapılarda ağır hasarlara yol açar  Buna karşılık elektrik taşıma kuleleri, iki parçadan oluşan köprüler ve cam-çelik yapılı gökdelenler de hasar görürler  Patlamanın yakınlarında da büyük oranda, pudraya benzer ince toz kalkar  - Patlamadan 2 saniye sonra    Parlayan kütle ve onu çevreleyen hava, bir ateş topu oluşturur  Yüzeyi henüz son derece sıcak ve Güneş'inki kadar, hatta daha parlak olan bu ateş topundan yayılan ısı, 4-5 km çapındaki bir alandaki tüm yanabilir maddeleri tutuşturmaya yeterlidir  Ateş topunun parlaklığı da, görme duyusuna, düzelmeyecek derecede zarar verebilir  Burada ateş topunun çevresinde, çok büyük bir hızla yer değiştiren şok dalgası gelişmiştir  -Patlamadan 6 saniye sonra    Bu anda şok dalgası yeryüzüne çarpar ve ilk mekanik zararlara neden olur  Dalga, şiddetli bir hava basıncı yaratır ve bu basıncın şiddeti patlama merkezinden uzaklaştıkça azalır  Bu noktadan yaklaşık 1  5 km  uzakta bile, ek basınç, normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur  Bu basınçta insanların sağ kalabilme şansı %1’dir  - Patlamadan 13 saniye sonra    Şok dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş topunun kovduğu havanın yer değiştirmesi nedeniyle oluşan patlama izler  Bu patlama yer boyunca 300-400 km/saatlik bir hızla yayılır  Bu arada ateş topu soğumuş ve hacmi küçülmüştür  Havadan hafif olduğundan yükselmeye başlar  Yukarıya doğru yönelen bu hareket, yeryüzünde rüzgarın yönünün tersine dönmesine yol açar ve şiddetli bir rüzgar, başlangıçta patlama merkezinden dışarı doğru eserken, şimdi merkeze doğru esmeye koyulur  - Patlamadan 30 saniye sonra    Ateş topu yükseldikçe, küre biçimindeki şekli bozulur ve tipik bir mantar görünümünü alır  - Patlamadan 2 dakika sonra    Mantar biçimli bulut şimdi 12  000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin stratosfer tabakasının alt sınırına ulaşmıştır  Bu kadar yüksek düzeyde esen rüzgarlar, mantar biçimindeki bulutu azar azar dağıtır ve bulutu oluşturan maddeleri (genel olarak radyoaktif döküntüleri) atmosfere saçar  Söz konusu bu radyoaktif döküntüler, çok küçük tanecikler olduklarından atmosferde daha yüksek katmanlara da çıkabilirler  Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin üst tabakalarında esen rüzgarlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez döndürülebilir  Böylece radyasyon döküntüleri dünyanın dört bir yanına dağılabilir   ATOMDAN ÇIKAN RADYASYON  Radyasyon, atomun dış yüzeyindeki elektronlara çarptığı zaman, pozitif iyonlar oluşturarak cok ciddi hasarlar verebilir  Elektronlar diğer nötr atomlara bağlanarak negatif iyonlar oluştururlar   Radyasyon, uzayda saniyede 200  000 km  gibi çok yüksek bir hızda hareket eden, gama ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzeri birkaç tip atom-altı parçacıktan oluşur  Bu parçacıklar, insan vücuduna kolaylıkla nüfuz edebilir ve vücudu oluşturan hücrelere hasar verebilirler  Bu hasar ölümcül bir kanserin ortaya çıkmasına neden olabilir ya da üreme hücreleri içinde yer alırsa, gelecek kuşakları etkileyecek genetik bozukluklara yol açabilir  Bu yüzden, bir radyasyon parçacığının insana çarpmasının sonuçları son derece ciddidir   Atom patlamalarında ortaya çıkan ışınlar canlılar üzerinde ya doğrudan doğruya ya da patlama sırasında ortaya çıkan parçalanma ürünleri yoluyla etki yapar  Bu parçacık ya da ışınlardan biri madde içinde hızla yol alırken, karşısına çıkan atom ya da moleküllerle çok şiddetli bir şekilde çarpışır  Bu çarpışma, hücrenin hassas yapısı için felaket olabilir  Hücre ölebilir ya da iyileşse bile, içinde belki haftalar, aylar, yıllar sonra kanser dediğimiz kontrol edilemeyen bir büyüme başlar  Merkezi patlama noktasından aşağı yukarı 1  000 metre çapındaki alan içerisinde radyasyon çok yoğundur  Ölüme yol açan öteki etkilerden kurtulanlar kanlarındaki akyuvarların hemen hepsini kaybeder, derilerde yaralar belirir, bunların hepsi birkaç günden iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde kanama nedeniyle ölür  Patlama noktasından daha uzakta olanlar üzerinde ise radyasyonun etkisi değişiktir  Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan bedeninde 13, 16 ve 22 km  uzaklıklarda sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur  Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir fakat asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar  Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk doğurma    Bu vakalarda da on günden üç aya kadar varan bir süre içinde ölüm görülebilir  Yıllar geçtikten sonra bile göz bozuklukları (göze perde inmesi), kan kanseri (lösemi) ve ışınım kanseri meydana gelebilir  Hidrojen bombası patlamalarının en büyük tehlikelerinden biri radyoaktif tozların solunum, sindirim ve deri yoluyla vücuda girmesidir  Bu tozlar bulaşmanın azlığına veya çokluğuna göre yukarıda saydığımız bozukluklara sebep olurlar   Tüm bu sayılanlara, gözümüzle bile göremediğimiz atomlar sebep olmaktadır  Atomlar gerektiğinde hayatı oluştururlarken, gerektiğinde de hayatı yok ederler  Atomun bu özelliği bizlere ne kadar aciz olduğumuzu ve Allah’ın kudretinin ne kadar üstün olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir   | 
|   | 
|  | 
|  | Atom Mucizesi |  | 
|  08-17-2012 | #7 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Atom MucizesiSonuç Atomlardan meydana gelen bir vücutla, havadaki atomları soluyor, besinlerdeki atomları yiyor, suyun atomlarını içiyorsunuz  Gördükleriniz ise gözünüzdeki atomlara ait elektronların fotonlarla çarpışmasından başka bir şey değil  Peki dokunarak hissettikleriniz? Onlar da cildinizdeki atomların eşyalardaki atomları itmesinden ibaret     Elbette bugün birçok insan, bedeninin, evrenin, dünyanın kısacası her şeyin atomlardan oluştuğunu bilmektedir  Ama belki de bugüne kadar "atom" ismini verdiğimiz varlığın nasıl bir sisteme sahip olduğunu düşünmemiştir  Veya düşündüyse bile nasıl oluştuğunu araştırmaya ihtiyaç duymamıştır; çünkü bunun yalnızca fizikçilerin işi olduğunu düşünmüştür  Oysa insan bu kusursuz sistemle hayatı boyunca iç içe yaşamaktadır  Üstelik bu öyle bir sistemdir ki, yalnızca oturduğumuz koltuğu oluşturan trilyonlarca atomdan her biri, üzerine kitap yazılabilecek bir düzene sahiptir  Tek bir atomun oluşumunu, sistemini, gücünü anlatmak sayfalar alabilmektedir  Hatta teknoloji geliştikçe ve evren hakkındaki bilgilerimiz arttıkça bu sayfalar daha da çoğalmaktadır   Peki tüm bu düzen nasıl oluşmuştur? Büyük Patlama’nın ardından etrafa dağılan parçacıklar ani bir kararla atomu oluşturmuş, sonra da tesadüfen uygun bir ortam meydana gelmiş ve bu atomlar maddeye dönüşmüş olamaz  Şüphesiz böyle bir sistemin "tesadüf"le açıklanması hiçbir şekilde mümkün değildir  Zira çevrenizde gördüğünüz her şey, hatta göremediğiniz hava bile atomlardan oluşmaktadır  Ve bu atomlar arasında son derece karmaşık bir trafik vardır  O halde bu atomlar arası trafiği kim idare ediyor olabilir, siz mi? Varlığınızın sadece atomlardan oluştuğunu kabul ederseniz atomlarınızdan hangisi hangisini, hangi atomlarınız neyi idare ediyor? Diğer atomlardan farksız olan beyninizin atomları mı diğerlerini kontrolü altında tutuyor? Beyninizin atomlarının idareci olduğunu varsayarsak, şu sorulara cevap vermemiz gerekir:  Beyni oluşturan atomların tümü idareci ise, aralarında nasıl ve neye göre karar veriyorlar?  Beyni oluşturan trilyonlarca atom, aralarında nasıl işbirliği yapıyorlar?  Neden trilyonlarca atomdan biri bile alınan karara itiraz etmiyor?  Atomlar aralarında nasıl iletişim kuruyorlar? Bu sorular karşısında beyni oluşturan trilyonlarca atomun tamamının birden idareci olduğunu söylemenin ne kadar mantıksız bir çıkarım olacağı açıkça görülmektedir  Peki bu trilyonlarca atomdan sadece biri idareci, diğerleri de onu takip ediyor diye düşünmek doğru olabilir mi? Tek bir atomu idareci kabul edersek o zaman da akla hemen öncelikle hangi atomun idareci olduğu ve bu atomu kimin seçtiği soruları geliyor:  Bu atom beynin neresinde duruyor?  Bu atomun diğerlerinden farkı ne?  Neden diğer atomlar kayıtsız-şartsız bu atoma uyuyor? Bu soruların cevabını vermeden hemen şunu belirtmemiz gerekir: Bahsedilen idareci atom da başka parçacıklardan oluşmuştur  Bu parçacıklar niçin ve neye göre bu idareci atomu oluşturmak üzere bir araya geliyorlar? Bu parçacıkları kim idare ediyor? Bu parçacıkları idare eden bir başka irade var olduğuna göre bu atomun idareci olduğunu savunmak ne derece doğru olur? İşte bu aşamada beynimizi oluşturan atomlardan birisinin idareci atom olabileceği iddiası kendiliğinden çürümektedir  İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, taş-toprak, hava, su, eşya, gezegenler, uzay boşluğu her şey atomlardan oluşmuşken, evrendeki bu sınırsız sayıdaki atom birbirleriyle nasıl tam bir uyum içerisinde varlıklarını sürdürmektedir? Bu sınırsız sayıdaki atomlardan hangisi, üstelik kendisi de birçok parçacıktan oluşmuşken idareci olabilir? Böyle bir şeyi iddia etmek ya da işi tesadüfe bağlamak ve alemleri yaratan Allah'ınvarlığını reddetmek, "vicdanları kabul ettiği halde zulüm ve büyüklenme dolayısıyla inkar etmek"ten (Neml Suresi, 14) başka bir şey değildir   Düşünün ki, atomların çeşitli biçimlerde bir araya gelmesiyle oluşan bir insan dünyaya geliyor, atomlarla besleniyor, büyüyor  Sonra atomlardan oluşan bir binada atomlardan oluşan kitapları okuyor  Sonra eline atomlardan oluşan ve üzerinde atom mühendisi yazılı bir diploma veriyorlar  Ama sonra o çıkıp, "bu atomlar şuursuzdur ve içlerindeki olağanüstü sistem de tesadüfen oluşmuştur" gibi konuşmalar yapabiliyor  Eğer böyleyse, kendisi bu konuşmayı yapacak şuuru, iradeyi ve zekayı nereden alıyor? İşte elinizdeki bu çalışmanın neredeyse her sayfasında, canlı-cansız evrendeki her şeyi oluşturan atomun kendi kendine veya tesadüfen meydana gelmesinin imkansızlığını tekrar tekrar gördük   popilerbilgi | 
|   | 
|  | 
| Konu Araçları | Bu Konuda Ara | 
| Görünüm Modları | |
|  |