Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
>islami, sözlük

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #211
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




HZ FÂTIMA (ra)

Hz Muhammed (sas)'in neslinin kendisiyle devam ettiği en küçük kızı Müslümânların dördüncü halifesi "ilmin kapısı" Hz Ali (ra)'ın hanımı Kerbela'da zulme boyun eğmeyip başkaldırı ruhunu kendisinden sonra gelen müminlere miras bırakan "cennet gençlerinin efendisi" Hz Hüseyin (ra)'ın ve Kerbela'da esir edildikten sonra Kûfe sokaklarında teşhir edilen, Yezid'in sarayında yaptığı etkileyici konuşmayla halkı galeyana, Yezid'i ise dize getiren Peygamber torunu Hz Zeynep (ra)'nın annesi Hz Peygamber'in, "Dünyadaki en iyi dört kadın şunlardır: Meryem, Asiye, Hatice ve Fâtıma" buyurduğu "âlemlerin kadınlarının ulusu" Peygamberimizin Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'den sonra dördüncü ve en küçük kızı Doğum tarihi ihtilaflı olup (605, 609, 615) yıllarında dünyaya geldiğine dair çeşitli rivâyetler ve görüşler vardır Hicrî II Milâdî 633 yılda Medine'de Mescid-i Nebevî'ye bitişik odâsında vefât eden Hz Fâtıma'nın kabri konusunda da üç değişik görüş vardır: Cennetü'l-Bakî', Akil'in evinin avlusu, Hz Abbas'ın daha sonra yaptırılan türbesi Ancak bugün kabul edilen yer Cennetü'l Bakî'dir
Diğer kadınlardan her bakımdan üstün olan Hz Fâtıma'nın birçok lâkabı vardır ki bunların herbiri onun üstün meziyetlerini tanımlamaktadır: Hz Fâtıma'nın yüzü parlak olduğu için saf, berrak, ay gibi parlak anlamına gelen "Zehrâ"; yalnızca Hz Meryem ve Fâtıma'ya kadınların özel hallerinden muaf tutuldukları için eşi bulunmaz anlamında "Betül"; diğer Fâtıma'lardan ayrılması için ulu anlamına gelen "Kübrâ"; oğullarıyla tanınması için "Ümmü Hasan", "Ümmü Hüseyin", "Ümmü Muhsin"; Hz Peygamber'in kızı olduğundan dolayı "Bint-i Resul"; Bedir ve Huneyn savaşlarında bilfiil bulunduğu için "Bedir ve Huneyn Hurisi"; ağırbaşlılığı sebebiyle kadınların efendisi anlamında "Seyyid-i Nisâ"; Güzelliği ve temizliği nedeniyle "İnsanların Hurisi"; babasına çok benzediğinden ötürü babasının kızı anlamına gelen "Bint-i Ebiha"; babasına bir anne şefkatiyle düşkün olduğundan dolayı babasının annesi anlamındaki "Ümmü Ebiha"; zeki ve kavrayışlı olduğundan "Zekiyye"; bereketi, uğurlu, kuvvetli ve kutlu olduğuna işaret için "Meymune", itâatli ve alçak gönüllülüğünden dolayı "Râziyye"; ve herkes tarafından sevildiği, insanlarla olan ilişkilerinde kimseyi incitip gücendirmeyecek denli tutarlı olduğundan dolayı kendisine "Marziyye" denmiştir En çok kullanılanı ise "Zehrâ"dır
Hz Peygamber'in risâletinin beşinci yılında, hicretten sekiz yıl önce Mekke'de dünyaya gelen Hz Fâtıma'nın doğum müjdesini Resulullah şu cümleleriyle veriyordu: "İşte şimdi vahiy meleği bana geldi ve bu doğan çocuğu kutladı Allah ona Fâtıma adını verdi" Câhiliye geleneğinde kız çocuğu büyük bir utanç vesilesi sayılıp babaların yüzünü kızartan ve bu yüzden diri diri kumlara gömüldüğü bir zamanda Hz Fâtıma'nın doğum müjdesi aynı zamanda kadınların kurtuluş müjdesi oluyordu Hz Fâtıma'yı dünyaya getiren Hz Hatice (ra) ile Hz Peygamber'in soyu yedinci ataları Gâlib oğlu Lüveys'te birleşir Annesini küçük yaşta yitiren Fâtıma diğer kardeşleri gibi babasının sonraki hanımlarını anne edindi Ancak öz annesinin şefkatinden mahrum kalan Fâtıma ile babası arasında daha sıcak bir yakınlık doğdu Hz Peygamber kızına babalık yanında anne şefkatini de göstermek durumunda idi ve bunu en iyi şekilde yerine getirdi Babasıyla Fâtıma'nın arasındaki sıcaklığın diğer nedenlerinden biri de Hz Peygamber'in diğer çocuklarının ard arda vefât etmeleridir; Peygamberimiz diğer çocuklarının acısını, sevgi ve özlemini Fâtıma'da toplamıştı (Ana-baba bir kardeşleri Kâsım iki, Abdullah üç, Zeynep otuz, Rukiyye yirmi bir; Ümmü Gülsüm yirmi altı yaşlarında Fâtıma'dan önce vefât ettiler) Ayrıca Hz Peygamber'in soyunun Fâtıma ile devam etmesi de babasının yanında Fâtıma'ya ayrı bir değer kazandırıyordu Ama Fâtıma'yı
"Seyyid-i Nisâ" yapan etkenler yalnızca bunlar değildi O kısacık ömründe İslâm kadınına örnek olacak zorlu ve çileli bir hayat sürdü
Hz Fâtıma çocukluğunu İslâm'ın en zayıf, müslümanların en çok ezildiği bir ortamda Hz Hatice gibi bir annenin terbiyesi altında geçirdi Babasının ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar o da ortak oldu Babası evden çıkıp İslâm'ı tebliğ ederken o ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da babasını adım adım izler ve onu kollamaya çalışırdı Bir gün Hz Peygamber Mescid-i Haram'a gitmiş ve oradaki topluluğa İslâm'ı anlatıyordu Fakat karşısında bulunan câhiliye mensupları kendi düzenlerini tehdit eden bu sesi boğmak için toplanmış ve Hz Peygamber'e her türlü hakareti yaparak saldırmışlardı Babasının dövülüşünü bir kenardan korkuyla izleyen Fâtıma müşriklerin dağılmasından sonra kanlar içindeki babasını alıp eve götürmüş ve bir anne şefkatiyle yaralarını sarmıştı Buna benzer nice olayların içinde pişen Fâtıma âdeta geleceğin Hz Fâtıma'sı olmaya hazırlanıyordu Yine bir gün Hz Peygamber Mescid-i Haramda secde hâlindeyken müşrikler her zamanki vahşetleriyle deve barsaklarını ve işkembesini basına atarak kahkahalarla eğlenirken, Fâtıma o pislikleri kendi elleriyle temizler ve babasını alıp eve götürür Hz Peygamber Fâtıma'ya hem babalık hem analık yaparken Fâtıma da o zorlu ortamda hem "babasının kızı" hem de "babasının annesi" olmuştur
Hz Peygamber'le kızı arasındaki ilişkiler aynı zamanda yaşadıkları toplumun geleneklerini de yerle bir ediyordu Bir defa; "Kendisine kız çocuğu müjdelendiği zaman babaların yüzleri utançtan simsiyah kesilirken", kız çocuğu oldu diye dostlarının yüzüne bakamayan babalar gizlice çöle götürüp bu çocukları diri diri toprağa gömerken Hz Peygamber kızının doğum müjdesini alınca sevinçten yüzü aydınlanmış ve bu müjdeyi dostlarına bizzat kendisi duyurmuştur Câhiliyede soy, mutlaka erkek çocuk kanalıyla devam ederken Hz Peygamber'in soyu kızı Fâtıma ile devam etmiş ve yüce Allah câhiliyenin bu geleneğini bizzat Resulullah aracılığıyla yoketmiştir Peygamberimizin oğlu Abdullah da vefat edince câhiliye mensupları "Muhammed'in soyu kesildi" diye sevinip "o artık ebter, yani soyu kesiktir" diye Peygamberimizi alaya aldıklarında onu bizzat yüce Allah savunmuş ve Peygamber'i teselli eden Kevser sûresi nâzil olmuştur: ''Biz sana kevser'i verdik O halde namaz kıl, kurban kes Senin şanın yücedir Asıl ebter ise o (sana ebter diyen)dir" Buradaki "kevser"i İslâm âlimleri Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak "bol hayır", "sonsuz", "sayısız ümmet", "çok sahâbe", "şefaat" anlamlarında tefsir etmişler, ayrıca "kevser" kelimesiyle Hz Fâtıma'nın kastedildiğini de bildirmişlerdir
Hz Peygamber kızına o kadâr şefkatli idi ki onu ellerinden ve yüzünden öperdi Halbuki o toplumda bir babanın kızının elinden öpmesi bir yana erkek çocuklar bile öpülmezdi, ayıptı "Benim on çocuğum var daha bir kez öpmüş değilim" diyen insanların yaşadığı bir toplumda kadını diri diri gömülmekten eli öpülen bir konuma yükselten de yine Hz Peygamber'in getirdiği İslâm'dı
Rasûlullah kızını anlatırken "Babasının annesi", "Baban sana fedâ olsun", "Alemlerin kadınlarının ulusu", "Fâtıma'yı hoşnut eden beni hoşnut etmiştir, onu kızdıran beni kızdırmıştır" ve, "Kızım Fâtıma'yı seven beni sevmiştir, Fâtıma'yı memnun eden beni memnun etmiştir; Fâtıma'yı üzen beni üzmüştür Fâtıma benden bir parçadır, kim onu incitirse beni incitmiş olur, beni incitense Allah'ı incitmiştir" buyururdu
Hz Fâtıma Mekke döneminin tüm zorluklarına babasıyla birlikte katlandı ve Hz Peygamber dâhil müslümanların tamamına yakını Medine'ye hicret edene kadar Mekke'den ayrılmadı Resulullah Kûba'ya ulaştıktan sonra Hz Ali, Hz Ali'nin annesi ve Ümmü Eymen'den oluşan bir kafileyle Medine'ye hicret etti
Medine'ye hicret ettikten sonra Hz Fâtıma'yı Hz Ebû Bekir, Hz Ömer ve daha başka sahâbîler babasından istediler Ancak Peygamberimiz bu istekleri nazikçe geri çeviriyor ve bekliyordu Hz Ali de Fâtıma'ya tâlib oldu ve Peygamberimiz kızının bu konudaki görüşünü alarak Allah'ın vahiyle izin vermesinden sonra Ali ile Fâtıma'nın evlenmelerine karar verildi Daha sonra nikâhları da Mescid'de kıyıldı Mehir olarak Hz Ali'den dört yüz dirhem gümüşü uygun gören Efendimiz onun zırhı ve atından başka bir şeyinin olmadığını öğrenince zırhını satmasını söyler Hz Ali dört yüzseksen dirhem gümüşe zırhını satar ve bunun dört yüz dirhemi mehir olarak Hz Fâtıma'ya verilir Ancak Fâtıma bu mihri çok bulur; kendisine en güzel mihrin kıyamet günü İslâm ümmetinin Peygamber'in şefâatiyle affedilmesi olacağını söyler ve bu konuda dua eder Ancak kendisi için ayrılan dört yüz dirhemi düğün masraflarına harcanmak üzere hibe eder Nikâh mescidde Peygamberimizin bir hutbesi ile ilân edilir: "Allah'a hamd yüce Allah evlenmeyi bir görev, adalet, ve geniş bir hayır kılmıştır Şimdi Allahu Teâlâ bana kızım Fâtıma'yı Ali b Ebı Tâlib'e nikahlamamı buyurmuştur Ey ashâbım ben de sizi şâhit kılıyorum ki Ali b Ebi Talib mevcut gelenek ve Allah'ın emriyle söyleyeceğim şeyi kabul ederse dörtyüz dirhem gümüş mehirle kızım Fâtıma'yı kendisine nikâhladım Yüce Allah kendilerinin varlıklarını biraraya getirsin ve bunu kendilerine mübârek kılsın Rabbim nesillerini temiz, kendileriyle çocuklarını geniş rahmetinin anahtarı, yüce hikmetinin kaynağı ve Muhammed ümmetinin güvenlik sebebi kılsınRabbimden kendim ve sizin için mağfiret dilerim" Hz Ali'nin şartları kabul etmesi üzerine sâde bir törenle nikâh kıyılır ve misafirlere bal şerbeti hurma ve gül suyu ikram edilir Daha sonra hurma, yağ ve süzülmüş yoğurttan yapılan bir de düğün yemeği verilir Yemeğin az olmasına rağmen yedi yüz misafirin yediği halde Allah'ın bereketlendirmesi ile yetip artar
Babasından ayrılıp Hz Peygamber mescidine bitişik, zemini toprak eve yerleşirken çeyiz ve ev eşyası olarak şunları götürmüştü: Üç adet minder, bir halı bir yastık iki eldeğirmeni, bir su tulumu, bir su testisi meşinden bir su bardağı, bir elek, bir havlu, bir koç postu eski bir kilim, hurma yaprağından örülmüş bir sedir, iki elbise, uzunlamasına örttüklerinde ayakları enlemesine örttüklerinde baslarını açıkta bırakan bir küçük yorgan
Hz Peygamber kızını evlendirmekle ondan kopmadı, ilişkileri azalmadı; yine her sabah onları namaza kaldırır, bir yolculuğa, sefere çıkacağı zaman en son vedâlaşacağı kişi Fâtıma olur; döndüğünde ise hanımlarından önce ona uğrardı Hz Peygamber bu yeni yuvaya çok önem veriyor; İslâm ümmetinin geleceğini bu yuvanın etkileyeceğini bilerek onları yönlendiriyor, eğitiyordu Hz Ali ve Hz Fâtıma arasında işbölümünü bizzat kendisi yapmıştı
Câhiliye geleneğinde ağır işlerde ezilen kadınların aksine Hz Fâtıma sadece evin iç işlerinden, Hz Ali de dış işlerinden sorumlu olacaktı
Müslümanların çektiği sıkıntılar ve savaşlar bu aileyi de etkiliyor, Hz Fâtıma da diğer müslümanlar gibi yarı aç yarı tok yaşıyordu; Peygamber kızı olmasından dolayı hiçbir ayrıcalığı yoktu Hz Ali'nin ekonomik durumu genelde iyi olmamasına rağmen Beytü'l-Mal'den haklarından fazla bir şey almadılar Hz Ali ticaret yapıp dünya malı biriktirme yerine Hz Peygamber'in kâtipliğini yapıyor, İslâm ümmeti için ilim biriktiriyordu Hz Fâtıma ise avuçları kabarana kadar un öğütüp kendi işini kendi yapıyordu Bu yuvada katı kurallar yoktu; Hz Ali ev işlerinde Hz Fâtıma'ya yardımcı oluyordu Hz Fâtıma da Hz Ali'ye Fâtıma'nın ev işlerinde çok yıprandığını gören Hz Ali Peygamberimize gelerek bir hizmetçi verip veremeyeceğini sorduğunda Hz Peygamber, "Ya Fâtıma, Allah'tan kork; Rabbinin farzını ifâ et; eşinin hizmetine bak Yatağına girdiğinde otuz üç defa tesbih oku, otuz üç defa hamd et, ve otuz dört defa tekbir getir Bunların toplamı yüzdür; bunları okuman senin için daha hayırlı olacaktır" diyerek bu isteği geri çevirdi; onlar da razı oldular
Gerçekte, Fâtıma isteseydi çok lüks bir hayat sürebilir, bir değil birçok hizmetçisi olurdu Müslümanlar Hz Peygamber'in biricik kızı razı olsun, iyi bir hayat sürsün diye tüm varlıklarını onun önüne sürebilirlerdi Ama o lüksün yerine çileyi seçti; tıpkı İslâm toplumunun diğer fertleri gibi Fakirlere kölelere, zayıflara baktı, zenginlere değil Hz Fâtıma annesi Hatîcetü'l-Kübrâ'dan kalan bütün mirası İslâm yolunda Allah için Resulullah'a vermiş ve evlendiği zaman sıkıntılarla karşılaştığında da bunda hiçbir pişmanlık duymamıştı
Hz Fâtıma ve Ali örnek bir İslâm ailesi oluşturdular İhtiyaçtan fazlasını elde tutmadıkları gibi ihtiyaçları olduğu halde muhtaçlara verdiler, kendileri sabrettiler Bir elbiseleri olurdu genellikle ve onu gece yıkayıp gündüz tekrara giyerlerdi Hatta bir defasında Hz Fâtıma babasının yanına üzerinde kısa, başını örtse ayağı, ayağını örtse başını açıkta bırakan bir elbise ile çıkmıştı Onun kısa yaşantısında gösterişe, giyim kuşama, eşyaya, leziz yemeklere, ayıracak zamanı olmadı Onun ve peygamberin terbiyesinde yetişen diğer kadınlar gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü sağlayacak bir örtüden ibaretti Hattâ tesettür farz kılındığı zaman üstlerine elbise örtmeye bulamayan kadınlar yatak çarşafları ve perdelerle tesettür emrini yerine getirdiler Hz Fâtımâ'nın evine normal ziyaretlerini yaptığı bir günde Hz Peygamber bir köşede nakışlı bir örtü görür, kapıdan geri döner ve ardından Fâtıma'ya şu ikazı yapar: "Bir peygambere zevki çeken şeylerle donatılmış bir eve girmek uygun değildir" Fâtıma o örtüyü derhal kaldıracak bir daha da bu görüntüleri evine sokmayacaktır
Hz Fâtıma ve Ali ailesi cömert bir aile idi Oruçlu oldukları bir günün akşamı iftar için hazırladıkları bir miktar yiyeceği sofraya koymuşken kapıya gelen bir yoksula verirler ve suyla iftar edip ertesi gün yine oruç tutarlardı O akşam bir yetim, üçüncü akşam bir esir gelir ve her defasında bir parça yiyeceklerini aç oldukları, canları çektiği halde yoksula, yetime ve esire yedirirler, kendileri de sadece su ile üç gün oruç tutarlar Kur'an-ı Kerim'de İnsan suresinin şu ayetleri bu olay üzerine nâzil oldu "İyiler de karışımı kafûr olan bir kadehten içerler; bir kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, (İstedikleri yere de) fışkırtarak akıtırlar Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler 'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz Çünkü biz suratsız, çok katı bir gün(ün azâbın)dan ötürü Rabbimizden korkarız' derler Allah da onları o günün şerrinden korumuş onlar(ın yüzlerin)e parlaklık ve (gönüllerine) sevinç vermiştir"
Ayrıca Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyetler de Hz Fâtıma ile ilgilidir: "Ey ehli beyt, Allah ancak sizden her çeşit pisliği gidermeyi ve sizi tertemiz yapmayı dilemektedir" (el-Ahzâb, 33/33) (Bu ayet-i kerime Hz Peygamber, Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin hakkında indirilmiştir)
Kevser suresinde, "Biz sana kevseri verdik" ayetindeki "kevser"in anlamı "Fâtıma"dır Ayrıca Hz Peygamber, "Ben, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin kıyâmet gününde arş'ın altında bir kubbeyiz" buyurmakta ve "Habibim, deki: 'Ben bu (tebliğimi) karşı akrabalıkta sevgiden başka bir mükâfat istemiyorum" (eş-Şûra, 42/23) âyetinde yakınlık kelimesinin kimler olduğunu soran sahâbîlere Hz Peygamber şu cevabı vermiştir: "Ali Fâtıma ve çocuklarıdır"
Veda Haccından dönerken Gadıru Hums denilen yerde müslümanlara iki şey bıraktığını bildirdi: Biri Allah'ın kitabı Kur'an, diğeri ise"Diğeri de ehl-i beyt'imdir Ben ehl-i beyt hakkında sizlere Allah'ı hatırlatırım" Kendisinden sonra ehl-i beytin başınâ gelecekleri bilen Resulullah bu cümleyi üç kez tekrarlamıştı ki müslümanlar ehl-i beytine sahip çıksın, onlara yapılan zulümlere karşı dursun Ama Kerbela'da Hüseyin'in başı mızrak ucunda taşınır, Hz Zeynep Kûfe sokaklarında esirlerle birlikte teşhir edilirken Hum mevkiinde Resulullah'ın üç kez tekrarladığı ehl-i beyt hakkındaki sözleri unutulmuş veya kılıçların gücü karşısında fayda vermemişti
Yine bir gün sofranın basında oturmuşken Hz Peygamber ellerini açar: "Ey Rabbim, bunlar benim ehl-i beytimdir Hayırlılarım, yakınlarım ve has kimselerimdir Bunlardan senin rızana aykırı olan kötülük, günâh, şek ve şüpheleri, bütün kötülük ve şeytanın kışkırtmalarını giderip onları koru Kötü alışkanlıklardan ve diğer gizli-açık ayıplardan tam olarak temizle" Hz Fâtıma ehl-i beytin içinde ayrıca Rasûlullah'a en sevgili olanıydı
Hz Fâtıma'ya Hz Ali de o derece değer verirdi ki dönemin şartları gereği müslüman erkekler birden fazla kadınla evlenmek durumunda kaldıklarında Hz Fâtıma da Hz Ali'nin diğer erkekler gibi başka bir kadınla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, ona eğer evlenmek isterse bu konuda kendisinden yana bir problemin olmayacağını söylemiş, ısrar etmiş, Ali ise Peygamber kızının üzerine herhangi bir kadın almayı kendisine yakıştıramadığı için buna yanaşmamıştı Hz Fâtıma bizzat babası Resulullah'a çıkmış ve Ali'nin bir başka kadınla daha evlenmesi gerektiğini söylemiş ama Rasûlullah kızının bu isteğini geri çevirmiştir Hz Fâtıma İslâm'a yararlı olacağını varsayarak Hz Ali'den kendi üzerine herhangi bir kadını almasını isteyecek derecede, fedakâr, kendi çıkarını değil ümmetin geleceğini düşünen bir örnek İslâm kadınıydı
Hz Ali ile evliliği vefatına kadar süren Hz Fâtıma'nın, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında üçü erkek ikisi kız beş çocuğu oldu Resulullah'ın soyu Hasan ve Hüseyin kanalıyla devam etti Çocuklarının herbirini İslâm ahlâkı ve üstün ilimle yetiştiren Hz Ali ve Fâtıma kendilerinden sonra İslâm bayrağını dalgalandıracak Hz Hüseyin ve Zeynep gibi fertler kazandırdılar ümmete
Çok sevdiği babasının bu dünyadan ayrılma vakti geldiğinde babasının başucunda olduğu halde Resulullah Hz Fâtıma'nın kulağına bir şeyler söyler Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtıma Resulullah'ın kulağına eğilip tekrar bir şeyler söylemesiyle ağlamayı keser ve gülümser Daha sonra bu olayın nedenini anlatan Fâtıma, Hz Peygamber'in, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefât edeceğini söylediğini ve kendini tutamayarak ağladığını; ancak daha sonra ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu müjdelediğinde gülümsediğini söyler
Hz Fâtıma Hz Peygamber'in vefatıyla çok sarsılmış, ancak Resul'ün vefat etmeden önce kendisine söylediği şu sözler ona moral vermişti: "Ya Fâtıma, bugünden sonra babana elem yok; ancak peygamber için yaka-yen yırtılmaz, yüze vurulmaz, senden sonra öleyim gibi sözler söylenmez; yalnız babanın İbrahim'e dediği gibi 'gözler yaş dökmede, kalp burkulmada; bu Rabbin gazâbı demiyoruz fakat ey İbrahim, senin için mahzunuz biz' diyebilirsin"
Babasının vefatından sonra Fâtıma'nın bir daha yüzünün gülmediği rivâyet edilmektedir Bu vefat ona çok ağır gelir ve acı-içli, edebî mersiyeler okur Hz Peygamber'in ardından: "Varsın dünyanın doğu ve batısında bulunanlar senin vefâtım işitince ağlasınlar; neye yarar Ben senin ayrılığının verdiği üzüntüyle yüzüme gözyaşlarından resim yaparak geliyorum Gündüzlerim ise gecemden farksız Gönlümde kocaman yaralar hâkim ve canım yanıyor, ruhum sızlıyor" ve mersiyeler devam edip gidiyor
Fâtıma babasının defniyle başından sonuna değin ilgilendi Hatta cenaze suyu hazırlandığı sırada Resulullah'ın elbisesi üzerinde olduğu halde gusledilmesini bizzat o hatırlattı
Daha sonra da sık sık Peygamber'in kabri basında saatlerce ağlayacak, dua edecek olan Fâtıma, Peygamber'in vefatından önce kendisine verdiği kavuşma müjdesini bekleyecekti Ancak bu, günlük hayattan, ailevî, İslâmî, ibâdî, analık sorumluluklarından koparamıyordu onu O yine hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyordu
Fâtıma İslâm toplumuna, Peygamber'in öğretisini unutmasınlar diye vaazlar veriyordu Peygamber'in vefatından sonra Mescid-i Nebevi'de bir hutbe verir ki, bu hutbesi onun hitâbetteki gücüne en büyük delildir Zaten onun anlatım tarzı ve söz söyleyiş stilinin Hz Peygambere benzediği de kaydedilmektedir Bu hutbede hamd ve salâtü selâmdan sonra İslâmi hükümleri bir bir hatırlatan Fâtıma daha sonra Peygamber'in vefatından İslâm toplumu etkilenmesin, o tekrar eski hallerine dönme yanlışlığınâ düşmesinler diye uyarıyordu onları: "Siz azlıktınız; dosttan yoksundunuz O halde tasın dibinde kalan içilip tüketilecek olan bir yudumluk suydunuz Ateş dolu bir çukurun kenarındaydınız Aç kişinin fırsat gözetmeden, müddet beklemeden kapıp yutuvereceği bir lokmaydınız Yanan ateşten alınmış bir kordunuz Yabancıların ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz Çöldeki çukura dolmuş deve sidiği ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş bir içimlik suydunuz Yediğiniz, ağaçların yaprakları ve tabaklanmış keçi derisinin yağlarıydı Aşağılık bir hale düşmüştünüz; adamların ayakları altında kalmaktan korkuyordunuz ki, Allah'ın salât ona ve soyuna olsun, Muhammed'in sâyesinde güçlüklerin belasına uğradıktan sonra Arabın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehline tutsak düştükten sonra kurtuldunuz Allah sizi bu sıkıntılardan kurtardı"
Hz Fâtıma hastalanıp yatağa düştüğünde bile İslâmî düzenin korunması için konuşuyordu Kendisini ziyarete gelen bir kısım kadına; "ömrüme yemin ederim ki bu yaptığınız işler gebedir, bekleyin Bundan böyle rahatça oturun; tam inançla gitmeyi bekleyip durun Müjde olsun size; kesip biçen kılıç geliyor, zâlimlerin her yönü kaplayan hükümleri yürüyor Hakkınızı çarpıp almadalar, toplumunuzu darmadağın etmedeler Size son pişmanlık gelip çatar, nice olur haliniz o zaman; ki, şimdi görmedikleriniz meydana çıkar"
Hz Fâtıma ile Hz Ebû Bekir arasında Hz Peygamber'den miras kalan Fedek arazisi yüzünden ihtilâf çıktı Hz Fâtıma'nın mirasın kendisine verilmesi isteğini Hz Ebû Bekir, "Biz miras bırakmayız Bıraktığım sadakadır Ancak Muhammed'in ailesi bu maldan yer" hadis-i şerifini delil göstererek geri çevirir Daha sonra Hz Ömer bu araziyi Hz Ali'ye verdi; Hz Osman ise bu hurmalığı Hz Ali'den alarak Nervan'a bağışladı Muaviye ise bu araziyi üçe bölüp bir parçasını Hz Osman'ın oğluna, bir parçasını Mervan'a diğer parçasını da oğlu Yezid'e vermiş; arazi ancak Ömer b Abdülaziz döneminde gerçek sahiplerinin eline geçebilmiş ve Hz Fâtıma'nın torunlarına iâde edilmiştir
Hz Fâtıma'nın hastalığının iyice arttığı bir dönemde kendisine gelen ziyaretçiler arasında Hz Ebû Bekir de vardır ve Fedek arazisi yüzünden aralarında hafif bir kırgınlık devam etmektedir Hz Fâtıma Ebû Bekir'i kabul eder ve helâlleşirler Fâtıma misafirlerinden izin alarak temizlenmek istediğini söyler, onlar ise şaşırır; çünkü Fâtıma her zaman temizdir, "Betül"dür; Kadınların özel halleri onda yoktur Fatıma temizlenir, kokulanır giyinir ve misafirlerine dönerek; "Ben öleceğim" Ve son vasiyeti: "Ben şimdi öleceğim Kimse yıkamasın beni; yıkandım Kefenlemesinler beni; çünkü temiz elbiselerimi giydim Ancak vasiyetim şu ki, beni kabrime babam Resulullah gibi gece defnetsinler" Bu sözlerinden sonra temiz örtüsünün üzerine, sağ elini kafasının altına koyarak yanı üzeri yatar ve kıbleye döner Hz Ali'ye de, "Ya Ali, benim üzerime kimsenin eli değmeden sen al götür Bakı mezarlığına göm" Ve Hz Peygamber'in müjdesine kavuşur Fâtıma Vasiyeti gereği gece Hz Ali tarafından defnedildi (3 Ramazan 1 1/22 Kasım 632) Cenaze namazı Hz Ali -diğer bir rivâyette ise amcası Hz Abbâs- tarafından kıldırılmıştır Vasiyeti gereği Hz Ali'nin gecenin karanlığında defnettiği yer konusunda da üç değişik rivâyet vardır: Bakî mezarlığındadır; Akil'in evinin avlusundadır; amcası Abbas için ileride yapılacak olan türbenin içindedir


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #212
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




FÂTIR SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in otuz beşinci sûresi Mekke'de nazil olmuştur Kırkbeş ayet, yediyüz yetmişyedi kelime, üçbinyüzotuz harftir
Fasılası, Râ, Mim, Nun, Dal, Zı, Be, Elif harfleridir
Allah'ın insanlara sünneti, nimetleri, varlığının ve büyüklüğünün delillerine ait tabiattan hatırlatıcı ayetler, küfredenlerle iman edenlerin karşılaştırılması, şeytan, melekler, mü'minler için yeni bir hayat ve düzenin ilkeleri, sıkıntıların sonu, ahiret, kozmoloji, yaratılış gibi hususları konu edinmektedir
Sûre, Allah'a hamd ve senâ ile başlamaktadır Daha sonra varlık âleminin sırlarından, dış dünyadaki ibret alınacak ayetlerden, sayısız nimet, hikmet ve yüceliklerden söz edilmekte, Allah'ın varlığı ve birliğine delâlet eden işaretlerden misaller verilmektedir
Sûre, bütün insanları uyarmakta, inanca ve kurtuluşa ilişkin doğru bilgilenmeyi sağlamaktadır
Allah, gökleri ve yeri yaratan, iki-üç türde kanatlı melekleri elçiler kılandır Buhâri ve Müslim'deki rivâyette, Hz Peygamber'den, Cebrâil'in altı yüz kanadı olduğu belirtilmiştir Ancak melekler, gayba ait bir konudur ve mâhiyetlerini sadece Allah bilir Allah, her şeye kâdirdir Bizler, sadece onların Allah'ın uçan çeşitli kanatlara sahip hizmetçileri olduğunu anlıyoruz
Allah'ın insanlara verdiği rahmeti hiçbir şey önleyemez O, azizdir, hâkimdir Dilediği gibi açar, kapatır, kısaltır, uzatır O, her an dilediği gibi yaratır, yarattığını artırır O, mutlak galib, hüküm ve hikmet sahibidir O'nun sayısız nimetlerine bakın da, sizi kimin yarattığını görün Allah'ın nimetleri alabildiğine meydandâdır İnsanlar, bu nimetleri her an görüyor, hissediyorlar fakat, basiretleri bağlananlar, artık bunları göremiyor, bile bile nankörlük ediyorlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremiyorlar İnsan, bu yüzden çok zâlim, çok câhil, çok nankördür Dünya hayatı aldatıcıdır Şeytan da Allah'ın affına güvendirerek aldatır Yâni şeytan, (ve şeytanın insanları), insanlara "Allah yoktur veya Allah'ın bu dünya ile ilgisi yoktur yahut Allah vardır ama, vahiy ve risalet uydurmadır" gibi hileli akıl yürütmelerde bulunurlar Veya "Allah, çok affedicidir; ne yaparsanız, yapın, affeder" derler ve İslâm'ın davetine aldırmazlar Halbuki Allah'ın va'di haktır Şeytan bir düşmandır; öyleyken, siz de onu düşman görün İnananlara mağfiret ve büyük mükâfat var, inkârcılara da azab Kötü işi kendisine güzel gösterilip de, onu güzel gören kimse, kötülüğü hiç işlemeyene benzer mi? Helâk ve hüsran içinde, nefsini beğenip gurura kapılarak, kendini her zaman emin sanmakla en büyük tehlikeye sürüklenen sapıkların alnına dalâlet mührü vurulmuştur O yüzden onlara üzülmek gereksizdir Çünkü Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir Onlar için kötülük doğaldır, fıtratları bozulmuştur
Hakkı yalanlayanlara üzülme, nasıl olsa Allah, onların hal ve gidişini biliyor Hidâyet ve dalâlet Allah'ın elindedir (Ey, Resulum!), eğer seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştır Bütün işler Allah'a döndürülür
Allah, rüzgârları gönderir, onlar da bulutlan kaldırır Biz, bulutlan ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz İşte, ölümden sonra dirilme böyledir İman etmek isteyen için deliller ortadadır, sapıtmak isteyen, açık delillere rağmen sapıtır Ancak gâfiller, ayetlerden yüz çevirirler Onların ibret alacakları akılları bile yoktur!
İzzet ve kudret isteyen, bilsin ki, kudret, bütünüyle Allah'ındır Güzel sözler O'na yükselir, sâlih amel de güzel sözleri yükseltir Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenlere ise şiddetli bir azap vardır Ve onların kurdukları tuzaklar hep boşa çıkar
Toplumların câhiliye geleneğinin ileri gelenleri hep büyüklenmişler ve peygamberlerin davetini hor görerek, kendilerinden izzet ve şerefin gideceği endişesiyle iman etmemişlerdir Halbuki, onların iman etmemekle zaten izzetleri kalmamıştır İnsanları zillete düşüren kendi hırs ve şehvetleriyle, korku ve boş hayalleridir Bunların üstüne çıkabilen, izzete kavuşmuş demektir Ve onu hiç kimse zelil edemez İzzet, Allah'ın önünde korkuyla, haşyet ve takva üzere bulunmak, her hâlükârda O'nu anmaktır Bâtıl sözle, hak sözü susturmak isteyenler, hiçbir zaman başarı kazanamamışlardır
Sure, Allah'ın ilmi, hikmeti ve yüceliğine dair misallerle devam eder:
Allah, sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan Sonra da sizi çift çift kıldı O'nun bilgisi olmadan, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da Ömür sürene ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır
İki deniz bir değildir Şu; tatlıdır, susuzluğu keser ve içimi kolaydır Şu da tuzlu ve açıdır Ancak herbirinden taze et yersiniz ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız O'nun fazlından aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin denizde suları yara yara akıp gittiğini görürsün
İnsanın topraktan, sonra nutfeden çift yaratılıp, hiçbir dişinin O'nu bilgisi olmaksızın gebe kalmadığı ve doğurmadığı, ömürlerin süresinin bir kitapta yazıldığı, tatlı ve acı sularıyla iki deniz, suları yararak ilerleyen gemi Gece ile gündüzün ardarda gelmesi, güneş ve ayın belirli bir süreye kadar akıp gitmeleri, hep Allah'ın düzenleridir İşte, bunları yaratıp düzene koyan Allah'tır Sizin ilahlarınız ise, bir çekirdeğin incecik zarını bile yaratamaz; onlar, dualarınızı işitmezler, işitmiş olsalar bile cevap veremezler Kıyamete, onlar, sizi tanımazlar
İnsanlar Allah'a muhtaçtır, Allah ise Ganidir (her şeye sahip, hiçbir şeye muhtaç değil), Hamiddir (övülmeye lâyıktır) O dilerse, sizi yokeder, yerlerinize yepyeni insanlar yaratır, bu onun için zor değildir O halde küfre düşmeyin
Herkes kendi günahlarından sorumludur Kimse kimseye "dininden vazgeç, günahına ben kefilim" diyemez Kıyamette herkes birbirinden kaçacaktır Ancak sonuç itibariyle herkes aynı olmayacaktır Körle gören; karanlıkla aydınlık; gölgeyle sıcaklık; dirilerle ölüler bir değildir Mü'minle kâfir de bir olamaz Peygamber ancak tebliğ eder, gaybla korkutur korkanlar da namaz kılanlar, nefislerini tutanlardır Her ümmet, geçmişte aynı durumları yaşamıştır, sizler de farklı değilsiniz Hakkı inkâr edenleri Allah nasıl helâk etmiş, yeryüzünde onlardan kalanlara bakın da ibret alın Acıklı bir şekilde mahvolanlara her zaman mutlaka bir uyarıcı gelmiştir, ancak onlar, O'nu reddetmişlerdir
Allah, gökyüzünden su indirir; o suyla renk renk meyveler çıkar Sayısız varlıklar yaratmıştır Aynı toprak ve sudan farklı, çeşit çeşit, değişik tad ve biçimlerde meyvelerin çıkışının anlamını hiç düşünmüyor musunuz? Bu muazzam düzenin arkasında kim var? Hiç akletmiyor musunuz? Dağlardan beyaz, kırmızı, siyah çeşitli madenler çıkar İnsanların renkleri çeşitlidir; diğer canlıların ve hayvanlarında İşte, kulları içinde Allah'tan ancak âlim olanlar korkar Allah'ın hikmetine, kahhârlığına ve Cebbarlığına ne kadar vakıf olmuşsa, O'ndan öylece korkulur Allah'ın en yüce sıfatlarını bilmeyen câhildir Alim, Allah'tan çok korkan demektir Allah, çok bağışlayıcıdır Zâlimlere bile mühlet verir, hemen yoketmez Allah'ın kitabını okuyup, dosdoğru namaz kılanlar ve rızıklarından infak edenler, öyle bir ticâret yapmışlardır ki, Allah, kesinlikle onları zarara uğratmaz, üstelik ecirlerine noksansız karşılık verdiği gibi, ayrıca kendi fazlından da artırır O, çok affedici, amelleri takdir edendir
Kur'an-ı Kerîm, öncekileri doğrulayıcıdır Ve Vahiy, gerçeğin ta kendisidir Allah'ın büyük fazlı iyilik için çalışanlara ve birbirleriyle iyilikte yarışanlaradır Bunlar, cennete gireceklerdir Allah, müslümanlar hakkında şu buyruklarıyla bilgi vermektedir:
"Sonra da Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır İşte bu uuyük fazlın kendisidir Adn cennetleri onlarındır, oraya girerler, orada, altından bileziklerle ve zincirlerle süslenirler Orada, onların elbiseleri de ipektir Derler ki: Bizden hüznü giderip, yokeden Allah'a hamdolsun şüphesiz Rabbimiz gerçekten bağışlayıcıdır Çünkü kabûl edendir" (32-34) Onlara orada bir yorgunluk ve bıkkınlık yoktur
Müslümanlar üç gruptur:
1- Kendi nefslerine zulmedenler: İman etmiş, ama günahkârdırlar İmanları zayıftır, dini uygulamada zaafları vardır
2- Orta yoldakiler: İman ile ameli orta yolda gerçekleştirmeye çalışanlardır Ancak tam manasıyla teslim olmamışlardır; gevşektirler
3- Sadece iyilik yapanlar: Bunlar, muttakiler, kendilerini sonuna kadar Allah'a teslim etmiş kimselerdir İyilik için yaratılmışlardır Kitab'a tam manasıyla varis olmuş, fedakâr insanlardır Günahlardan kaçarlar, tövbeleri nasuhtur
Müfessirler, sadece son grubun mu cennete gireceği hakkında ihtilaf etmişlerdir Zemahşerî ve İmam er-Râzî, hayırlarda yarışanların Adn cennetine gireceğini söylerken, çoğunluk ise hesaba çekilsin çekilmesin bu üç grubun cennete gireceği anlamını çıkarmışlardır Onlar, Resulullah'tan Ebu Derda (ra)'ın şu rivâyetini delil göstermişlerdir:
"İyilikte ileriye gidenler ve başarıya ulaşanlar, kendilerine hiç hesap sorulmadan Cennet'e gireceklerdir Orta yolu tutanlar, hesaba çekileceklerdir ama, hesapları kolay olacaktır Diğerleri, yani nefislerine zulmedenler ise hesabın sonuna kadar bekletilecekler ve daha sonra Allah onlara rahmet edecektir Böylece onlar da cennete girecekler ve 'Bizi sıkıntıdan ve kederden kurtaran Allah'a hamdolsun ' diyeceklerdir "
Kâfirler için de cehennem ateşi vardır Zira onlar nankördürler Cehennemde onlar şöyle çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar,yaptığımızı bırakıp salih ameller işleyelim" Allah, buyurur: Size dünyada öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Hem size uyaran da gelmişti Ama siz inkâr ettiniz Öyleyse tadın azabı, artık zâlimlere kurtuluş yok
Resulullah'tan (sas): "Şayet bir kimse kısa bir ömür yaşamışsa, onun için küçük bir özür sözkonusudur Ancak altmış yıl ve daha fazla yasamışsa, artık onun için hiçbir özür ileri sürme imkanı yoktur'' hadisi rivâyet edilmiştir
Surenin sonuç bölümünde ise, Allah Teâlâ, şu açık hidâyetini bildirmiştir:
Allah, şüphesiz göklerin ve yerin gaybını bilendir Gerçekten o sinelerin özündekini bilir Yeryüzünde sizi halifeler kılan O'dur Öyleyse kim küfre saparsa, artık küfrü kendi aleyhindedir Allah'a ortak koştukları şeyler, yerde bir şey mi yaratmışlar? Yahut gökte ortaklıkları mı var? Yoksa onlara bir kitap verilmiş de, onlar bunun için apaçık bir belgeye sahiptirler? Hayır, zulmetmekte olanlar, birbirlerini aldatmadan başkasını va'd etmiyorlar Allah, gökleri ve yeri zevâl bulurlar diye her an kudreti altında tutar Andolsun eğer onlar, zevâl bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz Şüphesiz o, halım olandır, bağışlayıcıdır
Kendilerine azabla korkutucu bir peygamber gelirse, Allah'a herhalde diğer ümmetlerden herhangi birinden daha çok doğru yolu tutacaklarını ahdetmişlerdi Fakat onlara gerçekte azabla korkutan geldiğinde bu, onların haktan uzaklaşmalarından, nefretlerini artırmaktan başka bir şey olmadı Demek ki, onlar, bile bile yalan ve iftira da atabiliyorlar Çünkü amaçlan yeryüzünde büyüklenmektir Ama bak, sonları ne oldu, ne olacak? Birbirlerini aldatıp, gaflete düşerek, hiç bir faydası olmayan gurur içinde hayatlârını boşâ geçirdiler Onların yerdeki akıbetlerine baktığımızda, göğe de bir bakın Alabildiğine uzanan şu uzay boşluğu ve serpiştirilmiş yıldızlara bakın, hepsi nasıl bir düzenlikte duruyor Kalpleriniz katılaşmadıysa, onları böyle intizamlı tutanın kim olduğunu anlarsınız Bu şaşmaz nizam bir bozulsa, Allah'tan başka onu düzeltebilecek kimse var mı? Hakikaten Allah, Halîmdir, Gafur'dur Suçluları hemen cezalandırmıyor, onların yüzünden bu aleme son vermiyor, hâlâ fırsat tanıyor İşlenilen her günahtan dolayı insanları sorguya çekmiyor Hâlâ bilmeyecek misiniz?
"Sen, Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın Sen, Allah'ın kanununda asla bir döneklik te bulamazsın" (43)
Dünya, hayat ve insana ait ne varsa, hikmetsiz, abes, saçma, gelişigüzel bir akıp gitme değildir Bilin ki, sizin, günlük hayatınızın hayhuyunda gaflet içinde olup görmeseniz de, her şey bir düzen içinde akıp gitmektedir Tarihin, toplumun, insanın, evrenin anlamını kavramanız için yeryüzünü gezin, dolaşın, bir bakın öncekilerin âkıbeti nasıl olmuş Ki, onlar, öncekilerden daha kuvvetliydiler Bakın Firavun'un cesedine, tatlı ve tuzlu suların görünmez sırlarına
Ancak ne göklerde, ne yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz Şüphesiz ki O, hakkıyla bilen, her şeye kâdir olandır Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen sorguya çekseydi, yeryüzünde bir tek canlı bırakmaması gerekirdi Fakat onları belli bir süreye kadar erteler Nihayet vakitleri gelince gerekeni yapar Doğrusu Allah, kullarını görmektedir O kullar bu kadar nankörken, yüce Allah, yine de fırsat ve imkânlar verir İyilik yapıp, çirkinliklerini örtmeleri için Rabbinin şanı ne yücedir Herşeyin mülkü, tasarrufu O'nun elindedir Siz, ancak O'na döndürülüp, götürüleceksiniz

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #213
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ESMÂÜ'L-HÜSNÂ

Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri
Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir
Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur
Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:
a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır Kullanılması caiz değildir Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz
b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs gibi Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24) Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);
"De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır '' (el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur
Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68) Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır Bu isimler şunlardır:
1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir
2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır
3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir O halde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır
4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:
a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'l ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar
b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir
c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifade eder Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği mânâda mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır
5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek yaratık Allah'tır
6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (el-Haşr, 59/23; el-Cum'a, 62/1)
7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (el-Haşr, 59/23)
8) el-MÜMİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır
9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir
10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır
11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamına da gelir Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır
Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olacaklardır Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âlu İmrân, 3/83)
12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır Büyüklük O'nun hakkıdır Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân imkânsız olan bir gerçektir Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?
13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir Bu manada Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur Herşeyi yaratan O'dur İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır
14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır
15) el-MUSAVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir
16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır
17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına gelir Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur
18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir Hak sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir
19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır
20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına gelir Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır Her işinde üstün gelen O'dur
21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu manasını ifade eder
22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık oldu
Bu anlamına gelir
23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifade eder Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir
24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir
25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur
26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez
27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir
28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir
29) el-BASÎR: Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır
30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir
31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (el-A 'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80)
32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (el-En'âm, 6/103)
33) el-HABÎR: Herşeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır
34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır
35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır
36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir
37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır
38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır Herşey O'nun hükmü ve emri altındâdır
39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir
40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır
41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır
42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (el-Ahzâb, 33/39)
43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır
44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir
45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (en-Nisâ, 4/1)
46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (el-Bakara, 2/186)
47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik verendir (el-Bakara, 2/247)
48) el-HAKIM: Herşeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır
49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 1 1/90)
50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73)
51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir İhtiyaçlarma göre insanlara peygamberler gönderendir
52) eş-ŞEHÎD: Herşeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır
53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (el-Hacc, 22/6)
54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır
55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır Herşey O'nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır
56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir
57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir
58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır
59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir
60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır O'ndan başka yaratıcı yoktur
61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır O'ndan başka yaratıcı olamaz
62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir O'nun öldürdüğüne kimse hayat veremez (Fussilet, 41/39)
63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır
64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır
65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (el-Bakara, 2/250; Âlu İmrân, 3/1)
66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez
67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır
68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır
69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (el-Bakara, 2/20)
70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir
71) el-MUKADDİM: Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır
72) el-MUAHHİR: Herşeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır
73) el-EVVEL: Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır
74) el-AHİR: Herşey son bulunca O, var olarak kalacaktır Varlığının sonu yoktur
75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir
76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi)
77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir İdare etme yeteneği O'nundur
78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık Bilinenlerin en üstün olanı Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır
79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir İyiliği ve ihsânı çoktur İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (et-Tûr, 52/28)
80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı verendir Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır
81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargılayarak lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir
82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır
83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır
84) MALİKÜ'L-MÜLK: Herşeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur Herşey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece O'na aittir O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez
85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir İkrâm ve ihsân edicidir Hürmet ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır
86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır
87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır
88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan sözedilemeyendir
89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir
90) el-MÂNİ': Herşey O'nun emir ve korumasına bağlıdır O'nun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur
91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir
92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir
93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur
94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır Sonu olmayandır Allah'ın varlığının sonu yoktur
95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır
96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır
97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir
98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir
99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır
Allah'ın zâtı, bir: güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ) ise çoktur Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (ra)'den naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sas)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor: "Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır (yani doksandokuz) Kim onları sayarsa cennete girer O tektir, tek 'i sever "

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #214
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EVLİYÂ

Veliler, Allah'ın sadık dostları, Allah'ın şerîatına bağlı olan kimseler Kur'an-ı Kerîm'de evliya kelimesi, insanların sahte ilâh ve mâbudlar hakkındaki çeşitli inanç ve davranışlar ortaya koymaları; "Allah'tan başka veliler edinmek" şeklinde ifade edilmektedir: "Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise; Allah, onların üzerinde gözetleyicidir Sen onların üzerinde bir vekil değilsin" (eş-Şûrâ, 42/6) Bu âyette geçen veliler kelimesi şu anlamları kapsamaktadır:
1 Bir kimsenin başkasının gösterdiği yola göre amel ederek onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyması (en-Nisa, 4/118-120; el-A'râf, 7/3, 27, 30)
2 Bir kimsenin başkasının yol göstericiliğine inanması, o şahsın gösterdiği yolun itimat edilir, diğerlerinin yanlış olduğuna iddiâ etmesi (el-Bakara, 2/257; el-İsrâ, 17/97; el-Kehf, 18/17-50; el-Câsiye, 45/19)
3 Bir kimsenin başkasının yaptığı kötülükleri gözardı ederek kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanması (en-Nisâ, 4/123-173; el-En'âm, 6/51; er-Ra'd, 13/37; el-Ankebût, 29/22; el-Ahzâb, 33/65; ez-Zümer, 39/3)
4 Bir kimsenin bir başkasının yüce kerâmetleri dolayısıylâ kendisine yardım ederek afetler ve musibetlerden kurtaracağına inanması (Hud, 11/20; er-Ra'd, 13/16; el-Ankebût, 29/41)
Geniş halk kitlelerinden bazı kimseler, İslâm hakkında ciddi bilgileri olmadığı için salih zatların kendi kaderlerini değiştireceklerine inanarak batıl yola sapmışlardır Oysa Allah'tan başka hidâyet edici yoktur Bu tür davranışlar, Allah'tan yüz çevirme ve ondan başkasına yönelme demektir Allah onlara veli olmayacak, onlara azap edecektir Allah'tan başka veli yoktur, velâyet yalnız O'nun hakkıdır: "Rabbinizden size indirilene uyun, O'ndan başka veliler edinmeyin Ne az öğüt alıyorsunuz" (el-A'râf, 7/3)
Lügatte veli; dost, arkadaş, itaatkar, komşu, işi üstlenen kişi anlamlarına gelmektedir İslâmi ıstılahta; Allah dostları, Allah'ın sevgili kulları demektir: "İyi bil ki, gerçekten evliyâullah için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar'' (Yûnus, 10/62)
Hz Peygamber (sas) de evliyayı şöyle tarif etmiştir: "Onlar görüldüğü zaman akla Allahu Teâlâ gelir Yüzleri nurludur Onlarla beraber bulunanlar şakı olmaz"
Evliyanın kerâmeti haktır Evliya, kerâmetini din için bir delil olarak kullanır İslâm inancında ölüden istekte bulunmak, velileri vesile* edinmek yoktur Kabirleri birer yardım yeri kılmak, ölülere adaklar kesip onlardan şefâat dilemek dine sonradan girmiş bid'atlerdendir Yardım yalnız Allah'tan dilenir, başka kimseden ve özellikle ölülerden yardım istemek şirktir
Allahu Teâlâ müminlerin ancak birbirlerinin velileri veli Hizbullah'ın; Allah'ı, Resulunü ve müminleri veli edinenler olduğunu ve kesinlikle müminlerin dini alaya alan, oyuncak edinenleri veli edinmemelerini kitabında açıklamaktadır (el-Mâide, 5/51 vd ) (Ayrıca bk Veli, Velâyet)


EVS

Medineli bir kabile olup, İslâm döneminde ensârın bir bölümünü oluşturmuştur
Arapların Kahtânoğulları soyundan Ezd kabilesine bağlı bir kol olan Evs kabilesi, önceleri güney Arabistan'da Yemen bölgesinde yaşıyordu Sonra kardeş kabile Hazrec'le birlikte kuzeye göçüp Yesrib (Medine) şehrine yerleştiler O sırada Yesrib'de bulunan yahudilerle önce sulh içinde geçindiler, sonra zamanla duruma hâkim oldular
Fakat riyâset ve kan davası gibi sebeplerle ve yahudilerin de sinsi tahrikleri neticesinde iki kardeş kabile olan Evs ile Hazrec'in arası açıldı ve mücadeleler, yıllar boyu süren kanlı harplere dönüştü Bunların en şiddetlisi, Buâs harbi olup, Yesrib'deki iki yahudi kabilesi Nadîroğulları ve Kureyzaoğluları ile Yesrib dışındaki bazı Arap kabilelerinin yardımını gören Evs, bu harpten galip çıkmıştı Ancak daha önceki muharebeler ve bizzat kabile içindeki dahili kavgalar Evs'i iyice zayıflatmıştı Zaten Evs, Hazrec'e nazaran daha az sayıya ve güce sahip idi
Tam bu sıralarda Evs'e karşı Kureyş'in desteğini sağlamak üzere Mekke'ye giden bir grup Hazreclinin Hz Peygamber'e iman ederek müslüman olması ve bu tevhid dini sayesinde kardeş kabile Evs ile aralarındaki husûmetin kalkıp birliğin sağlanacağı ümidi içinde İslâm'a sarılıp tebliğ gayretini göstermeleri; Evs kabilesinin de İslâm'a yönelmesini sağladı I Akabe'de Hz Peygamber'e bey'at eden on Hazrecli yanında iki de Evsli temsilci vardı Evsliler, II Akabe Bey'atı'na daha kalabalık bir temsilci grubuyla katıldılar ve kendi şehirlerine hicret ettiği takdirde Resulullah'ı ve Mekkeli müslümanları, kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını, mallarını korudukları gibi koruyacaklarına and içtiler Gerçekten de Medine'de bu müslümanlara gönülden kucak açtılar, canlarını ve mallarını İslâm'ın hizmetine adadılar ve böylece Hazrec kabilesi ile birlikte ensâr (İslâm'a kucak açıp yardım eden Medineliler) zümresini oluşturdular
Bu tarihten sonra Evs ve Hâzrec'in cahiliye mücadelelerini bırakıp birbirleriyle ancak hayırda yarış ettiklerini görüyoruz Hz Peygamber'in vefâtından sonra halife seçiminde Hazrec'in adayı Sa'd b Ubâde'ye karşı Hz Ebû Bekir'i desteklemeleri, bazılarının iddia ettiği gibi eski kabile rekâbetinin te'siriyle değil, Hz Ebû Bekir'in halifeliğe daha uygun olduğuna gönülden inandıkları için olsa gerektir Zaten kısa bir müzâkereden sonra bizzat Hazrecliler de Hz Ebû Bekir'in halifeliğini kabul edip ona gönül rızâsı ile bey'ât etmişlerdir
Cahiliye döneminde putperest olan Evs kabîlesinin başlıca putu Menât idi Bu kabileden Ebû Amir er-Râhib (el-Fâsık), Yahudiliğin tesiri ile putperestliği biraz değiştirerek yeni bir din ortaya atmışsa da revaç bulmamış; İslâm'ın çıkışı ile bu uydurma din de, putperestlik de Evs arasında tamamen silinmiştir
Hz Peygamber'e iman eden Evslilerin önemli şahsiyetlerinin başında büyük sahabe Sa'd b Muâz hazretleri gelir Allah, cümlesinden razı olsun


EVTAS OLAYI

Hicretin sekizinci yılında Huneyn gazvesinden sonra meydana gelen olay
Mekke'nin fethinden sonra Nasroğulları kabilesinden Mâlik b Avf liderliğinde Hevâzin ve Sakıf kabilelerinden oluşan müşrik ordusu müslümanlara savaş açmış ve kadın, çocuk ve eşyalarını da ordunun arkasına alarak Huneyn vadisine gelmişlerdi Hz Peygamber (sas) de müslüman ordunun hazırlanmasında henüz müslüman olmamış müşrik Savfan b Umeyye'den ordunun silah ve teçhizatını borç almak şeklinde sağlamış ve İslâm ordusu asilerin üzerine gitmişti Ancak müslüman askerler çokluklarıyla övünerek tedbirsizce ilerlerken Mâlik b Avf'ın askerleri onları ok yağmuruna tutarak bozguna uğrattılar Savaş alanında Hz Peygamber (sas) ve en yakın ashâbı kalırken, müslüman askerler geri kaçmaya başladılar
Müslümanlar çokluklarıyla mağrur olmuşlardı Kelede b Hanbel, "Bugün sihir bozuldu" derken, Şeybe b Osman b Ebı Talha adlı müşrik de Uhud savaşında öldürülen babasının intikamını almak için Hz Peygamber (sas)'e saldırdı; ancak bir mucize eseri eli kolu bağlandı kaldı Daha sonra o şöyle dedi: "Resulullah'ı öldürmek istedim, ancak başıma bir hal geldi, hatta kendimden geçtim, onu öldürmeye güç yetiremedim, nihâyet onun korunmuş olduğunu anladım" (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 72-80)
Bu sırada Abbâs b Abdülmuttalib'in gür sesini duyan müslümanlar tekrar toplandılar ve mevzilerinden çıkan kâfirleri bozguna uğrattılar Mâlik b Avf Taif'e kaçarken, bir kısım düşman askeri de çocuk, kadın ve eşyalarıyla Nahle ve Evtas ovalarına çekildiler
Hz Peygamber (sas) esir ve ganimetlerin Cirâne'de bekletilmesini emrederek Mâlik b Avf'ı tâkip etti; onun sığındığı Tâif'i haram aylardan Zilkâde girinceye kadar kuşattı, sonra Cirâne'ye döndü (İbn Sa'd, Tabakat, II, 114 vd; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 128)
Hz Peygamber (sas) Ebû Amir Eş'ârî'yi Evtâs'daki asilerin üzerine yolladı Ebû Âmir savaşırken şehid düşünce yeğeni Ebû Musa el-Eş'ari, yerine geçerek âsileri yendi; başlarında bulunan Düreyd b Sımme'yi öldürdü; esirler ve ganimetlerle Hz Peygamber'in yanına döndü Esirler arasında Hz Peygamber'in süt kardeşi olan Sa'd b Bekiroğulları kabilesinden Şeymâ binti Hâris de bulunuyordu Onu Hz Peygamber'in huzuruna çıkardılar Hz Peygamber, onun süt kardeşi olduğunu ve sütannesi Halime'nin yıllar önce öldüğünü duyunca, gözleri doldu Süt kardeşine yanında kalabileceğini söyledi; fakat o, kabilesine dönmek istedi Hz Peygamber de onu yanına bir köle, iki cariye vb hediyelerle kabîlesine geri gönderdi
Allahu Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de, müslümanların bu savaştaki halini şöyle anlatmaktadır; "Huneyn gününde de hani çokluğunuz, sizi gurura sevketmişti de, size fayda vermemişti Yeryüzü, bunca genişliğiyle size dar gelmişti Sonra ardınıza dönüp, kaçmıştınız Sonra Allah, Resulune ve müslümanların üzerine sükûnet ve huzurunu indirdi" (et-Tevbe, 25/26)
Hz Peygamber, Taif'ten döndükten sonra Cirâne'de Havâzin kabilesinin heyetini kabul etti Onlar, müslüman oldular, esir ve ganimetlerini istediler Hz Peygamber, kadınlarını verdi, mallarını ise ganimet olarak bıraktı Bu sırada kadın esirlerden bazılarını ellerinde bulunduran müslümanlardan yeni İslâm'a girmiş olan Mekkelilerden Akra b Habîs, Uyeyne b Hısn, Abbâs b Mirdâs, ellerindeki esirleri vermek istemediler Resulullah, "Onları bırakınız; o esirlerden herbiri için kendisine düşecek ilk ganimetten size altı hisse verilecektir" dedi (H İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, çev: İsmail Yiğit ve diğerleri, İstanbul 1983, I,191) Hz Peygamber, bu yeni müslümanlara, kalpleri İslâm'a ısınsın diye, ganimetten fazlaca verince, ensâr, bu taksimden kırılmıştı Bunu belli edince, Hz Peygamber, onları bütün Arap kabilelerinden daha çok sevdiğini söyledi; kendisinin de onlardan olduğunu belirterek, dua etti Bunun üzerine ensâr, sevinçten ağladı Hz Peygamber, onlara şöyle hitap etmişti:
"Ey ensâr topluluğu, sizden gelen bir söylenti ve nefsinizde hissettiğiniz öfke, bana ulaştı Siz müşrikken, Allah (cc) sizi benimle hidâyete ulaştırmadı mı? Birtakım kimseleri İslâm'a kazandırmak, kalplerini İslâm'a Isındırmak için verdiğim biraz dünyalık yüzünden bana kırıldınız Halbuki ben, sizin dindeki samimiyetinize güvenmiştim Allah'a yemin ederim ki, eğer Hicret olmasaydı, ensârdan bir fert olmayı tercih ederdim"
Ensâr, "Biz, Allah'ın Resulunün bizim payımıza düşmesine râzıyız" dediler (Taberî, III, 138-139)




EVVÂBİN NAMAZI

Akşam namazının sünnetinden sonra kılınan altı rekâtlık gayr-i müekked namaz Evvâb, faal vezninde ism-i fâildir, günâhları terk ve hayırlı işler yapmak sûretiyle Allah'a dönen demektir Çoğulu Evvâbin'dir Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir Ashab-ı kirâmdan Zeyd b Erkâm, kuşluk vakti birtakım insanların namaz kıldıklarını görmüş de; "Bu adamlar pek âlâ bilir ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak, daha faziletlidir Çünkü Resulullah (sas), "Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zaman kılınır" buyurmuştur" (Müslim, Salât, 19)
Zeyd b Erkâm, başka bir rivâyetinde şöyle demiştir: "Resulullah (sas) Kûba'lıların yanına gitti Vardığında, onlar namaz kılıyordu Allah elçisi, onlara, 'Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zamandır' buyurdu" (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi IV, 2132)
Bu hadislerde, namazın kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de kılınabilmektedir
Hz Sevbân'dan nakledilen şu hadis de, evvâbin namazının önemini belirtir: "Allah Rasûlü, günün yarısından sonra namaz kılmayı severdi Hz Âişe, Ya Resulullah, sen bu saatte de mi namaz kılmayı seviyorsun? dedi Resulullah (sas): "Bu saatte gök kapıları açılır ve Hak Teâla hazretleri, bu saatte kullarına rahmetle bakar Bu namaz Âdem, Nuh, İbrahim ve İsâ'nın devam ettikleri bir namazdır" buyurdular (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc A Davudoğlu, II, 48) Evvâbin namazının dört rekât olduğuna dâir çeşitli hadisler nakledilmiştir Akşam namazından sonra ve altı rekât kılındığına dâir hadisler de nakledilir ve bunların uygulamada daha yaygın olduğu bilinmektedir (Tirmizî, Salat, 32 1)
Akşam namazının sünnetinden sonra iki ilâ altı rekat arasında kılınan nafile namaza da "evvâbin" denilmiştir Hz Peygamber, akşam namazından sonra altı rekat nâfile namaz kılanın evvâbinden (günah işleyip, arkasından hemen tövbe eden kimselerden) sayılacağını bildirmiş ve arkasından da şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz, içinizden geçenleri çok iyi bilir Eğer salih kimseler olursanız, şüphesiz Allah tövbe edenleri affedicidir" (el-İsrâ, 17/25; bk İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 64, 65; Şürünbülâli, Şerhu Nüri'l-İzah, İstanbul 1984 s74)



EYYÂM-I MA'DÛDE

Sayılı günler Kur'an'da bilhassa Ramazan ayı ve Kurban Bayramı'nda teşrik tekbirlerinin alındığı günler için kullanılan bir tabir
Kur'an-ı Kerîm'de orucu emreden ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, korunasınız diye oruç sizin de üzerinize yazıldı Sayılı günler olarak" (el-Bakara; 2/183, 184)
Bu sayılı günlerin hangi günler olduğu ise, hemen bir sonraki ayette açıklanmaktadır:
"Ramazan ayı ki, insanlar için hidâyet olarak ve hidâyeti ve doğruyla yanlışı ayırt edici açıklamalar olarak Kur'an o ayda indirilmiştir Sizden kim bu aya çıkar (ve ayı görürse) onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185)
'Eyyâm-ı ma'dûde' ifadesi, Cenâb-ı Allah'ın emrettiği orucun istenildiği zaman değil; yılın belirli günlerinde, yani Ramazan ayı süresince tutulması gerektiğini ortaya koyduğu gibi; nefsi yeme, içme ve cinsel ilişkiden alıkoyma, ayrıca İslâm'ın hoş görmediği söz ve davranışlardan da mümkün olduğunca uzak tutma demek olan orucun güç bir ibâdet olmadığını ve yılın gelip geçici günlerinden ibaret bulunduğunu da açıklayarak, nefislere kolaylık getirmektedir (Elmalılı, Hak
Dini Kur'an Dili,I, 624-5)
'Eyyâm-ı ma'dûde', Kur'ân'da haccdan sözedilirken de kullanılır Haccla ilgili olarak bir de 'bilinen günler' anlamında 'eyyâm-ı ma'lûme' geçmektedir ki, bundan kastedilen, haccın yapıldığı günler veya Zilhicce'nin ilk on günü, ya da Kurban Bayramı günleridir Buna karşılık, hacc konusunda geçen 'eyyâm-ı ma'dûde' ise, bütün müfessirlerin görüşünce teşrik günleridir 'Teşrik', yüksek sesle tekbir almak demektir Hacc'da olunsun olunmasın, Kurban Bayramı arefesinin sabahından, dördüncü gününün akşa(**YASAK KELIME)na kadar teşrik tekbirleri * alınır 'Sayılı günler' bu beş günü de içine almaktadır Bununla birlikte birinci güne arefe ve bayramın ilk üç gününe 'kurban kesme günleri' de denir Teşrik günleri tabiri bilhassa Zilhicce'nin on bir, on iki ve on üçüncü günleri için kullanılır Sahih-i Buhâri'de İbn Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste de ifade olunduğu gibi (İbn Hacer-i el-Askalânî, Bulûgu'l Meram (Selâmet Yolları),II, 561; Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne, II, 164) Rasûlullah (sas) şeytan taşlamada attığı her taştan sonra tekbir getirirdi Şu halde, arefe ve bayramın ilk günü 'bilinen günler'e girdiğinden, haccın menâsikinin yerine getirilmesini izleyen üç gün özellikle 'sayılı günler' olmaktadır (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili; II, 730) Kur'ân'da emredilen de 'sayılı günler'de Allah'ı zikretmektir (el-Bakara, 2/203)
Kur'an'da, İslâm'ın Medine'de güçlenmesi karşısında telâşa düşen yahudi bilginlerinin, yahudileri İslâm'a girmekten alıkoymak için, rivâyete göre, Hz Musa'nın Tur'da bulunduğu ve İsrailoğulları'nın buzağıya taptıkları günler kadar Cehennem'de kalacaklarını iddia ettikleri belirtilmektedir (el-Bakara; 80) Azlığını ifade için bu günlere onlar 'eyyâm-ı ma'dûde' adı verilmekteydi


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #215
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EZAN

Müslümanlara, günde beş kez, belli bir yerde namaz kılmaları ve namaz için toplanma vaktinin geldiğini ilân etmek, namaz için yapılan çağrı Arapça bir kelime olan ezan; bildirmek, ilân etmek demektir
Yüksek bir yere çıkıp gür sesiyle tüm insanlara yeryüzünde tek egemen gücün Allah, tek önderin Hz Muhammed olduğunu Allah adına korkusuzca haykıran; Allah'ı ilâh ve rabb; Hz Muhammed'i de kendilerine önder kabul eden müslümanlara da inandıkları Allah'ın önünde topluca ibâdet etsinler, bir ve beraber olduklarını, yeryüzündeki zulmün yerine Allah'ın adaletini yerleştirmek için her an hazır olduklarını düşmanlarına gösterip onlara korku, müslümanlara güven versinler diye camiye çağıran kişiye de müezzin denir
Ezan, bir yerin müslümanların mı yoksa zorbaların mı kontrolünde olduğunu belirten bir işaret, bir semboldür Korkusuzca ve doğru bir şekilde okunan ezan o yerin İslâm beldesi olduğunu gösterir İslâm fıkhında, bir yörenin Daru'l-harp* veya Daru'l İslâm * olduğu tespitinde orada ezanın okunup okunmadığı dikkate alınan ölçülerden biridir
Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar namazlarını ezan okumadan kılıyorlardı Çünkü Mekke'de zayıftılar; orada güçlü olan, toplumda hatta Allah'ın evi Kâbe'de egemen olan müşrik düzendi Bu yüzden müslümanlar kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla yükümlü tutulmamışlardı
Medine'ye hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)" veya "es-salâtü câmlatün (namaz toplayıcıdır, namaz için toplanın)" şeklinde namaza davet ederlerdi Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza yetişemiyorlar ve bu yüzden de İslâm cemâatinin biraraya gelmesinde zorluklar oluyordu Peygamber efendimiz (sas) sahâbelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişâre etti Sahâbîler birçok teklif getirdiler:
- Çan çalalım ya Resulullah
- O hıristiyanların adetidir, olmaz
- Boru çalalım
- O yahudilerin adetidir, olmaz
- O zaman ateş yakalım ya Resulullah
- O da mecusilerin adetidir, bu da olmaz
Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince müslümanlar ortak bir karara varamadı ve toplantı sona erdi Abdullah b Zeyd de diğer sahâbiler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı Abdullâh şöyle anlatır:
"Ben de üzüntülü olarak yatmıştım Uyku ile uyanıklık arasında iken üzerinde yeşil elbisesi olan biri yanıma geldi, bir duvârın üzerinde durdu Elinde bir çan vardı Aramızda şu konuşma geçti:
- Onu bana satar mısın?
- Onu ne yapacaksın?
- Namaz için çalarız
- Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?
- Olur, dedim Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:
"Allahu Ekber, Allahu Ekber
Allahu Ekber, Allahu Ekber
Eşhedü en Lailahe illallah,
Eşhedü en Lailahe illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah Eşhedü enne Muhammeden
Rasûlullah Hayyaala's-salâh, Hayyaala's-salâh Hayyaala'l-felâh, Hayyaala'l-felâh Allahu Ekber, Allahu Ekber
La ilahe illallah "
Sabahleyin Abdullah b Zeyd gece gördüğü rüyayı Resulullah'a anlattı Aynı gece onunla birlikte birçok sahâbe de benzer rüyalâr gördüklerini anlattılar Öğretilen ezanda değişiklik yoktu Hz Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı Hz Peygamber (sas) her birini dinledikten sonra Zeyd'e dönerek, "Gördüğünü Bilâl'e anlat (öğret) ezanı Bilâl okusun; onun sesi seninkinden gürdür" buyurdu Namaz vakti gelince Bilal Medine'nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslâm'ın ilk ezanını okudu
Namaz vakitlerini bildirmek için okunan ezanın ne şekilde olduğu Kur'an-ı Kerîm'de bildirilmemiş, ancak Hz Peygamber (sas)'e vahiyle bildirilmiş ve onun kelimeleri bizzat Cebrail (as) tarafından öğretilmiştir Şu âyet-i kerimeler ezanın Allah'tan geldiğini gösterir:
"Siz namaza çağırdığınız zaman onlar o çağrıyı eğlence ve alay konusu yapıyorlardı" (el-Mâide, 5/58)
"Ey müminler, cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun " (el-Cum'â, 62/9) Bu ayet-i kerimelerde geçen "çağrıldığınız zaman" ifadesindeki "nidâ" kelimesi ezanı kasdetmektedir
Okunan ezanın Allah'ın istediği gerçek ezan olabilmesi isin dikkat edilmesi gereken hususlar vardır:
1) Ezan mutlaka Arapça okunmalıdır Allah'ın gönderdiği Cebrail (as)'ın öğrettiği kelimelerin dışına Sıkılamaz Örneğin "Allahu Ekber" cümlesini aynı anlama geliyor diyerek "Tanrı uludur" şeklinde Türkçeleştirerek ezan okunamaz Hangi ırk ve dilden olursa olsun ortak ibâdet dilleri sayesin de kardeşçe kucaklaşan müslümanların birliğini yok etmek isteyen İslâm düşmanları "kendi dilinle ibâdet etmek daha iyidir" diyerek ezanı Arapça'nın dışında bir dille okutmak isterler Ama Allah, müslümanları tek vücud gibi görmek istemektedir Ortak ibâdet diliyle Tevhîd sağlanmaktadır
2) Ezân; müslümanların sevip saydığı güvenilir, İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış, kısaca gerçek anlamda bir "müslüman" tarafından okunmalıdır Allah adına insanları Allah'ın mescidine çağıran kişinin dâvetine cevap verecek olanlar güvendikleri bir müslümanın sesini duyduklarında daha bir şevkle toplanırlar Allah'ın sevmediği bir günahkâr Allah adına insanları Allah'a çağırmaya yetkili olamaz Yine bu kişi güvenilirliği yanında, o topluluğun içinde önder olabilecek, sözünün dinlendiği biri olmalıdır Ancak bu, bu şartlan taşımayanların ezan okuyamayacağı anlamına gelmez Mümeyyiz olmayan bir çocuğun okuduğu ezan geçerlidir
3) Ezan okuyan kişinin güzel ve gür sesli olması ve ezanın yüksek bir yerde okunması gerekir "Yüksek bir yer'in anlamı günümüzde teknolojinin getirdiği ses yükseltici aletlerle değişime uğradı Ezan daha iyi duyulsun diye gerekli görülen "yüksek yer" müslümanlar arasında o derece önem kazanmış ki İslâm şehirlerinde minarelerden daha yüksek yapılan görmek mümkün değildir
Ancak günümüzde amphlikatör gibi ses yükseltici aletler kullanarak yüksek yere çıkılmadan ezan okunabilir mi, bu aletler kullanılabilir mi? sorusu müslümanların bir kesimini meşgul etmektedir İnsan sesi iptal ettiği gerekçesiyle bu aletlerden ezan okumanın helâl olmadığını savunan insanlar varlığını korumaktadır İslâm'ın geldiği ve mezhep imamlarının yasadığı dönemlerde böyle bir sorun olmadığı için bu konuyla ilgili bir ictihad yoktur Ancak Hz Peygamber (sas)'in Vedâ Haccı'nda verdiği hutbe bu konuya en güzel örnek teşkil etmektedir Vedâ Hutbesi'nde yüzyirmibin kişiye hitap eden Hz Peygamber belli mesafelere gür sesli görevliler yerleştirerek kendi söylediklerini aynen tekrarlamalarını istemiş ve böylelikle kendi sesinin ulâşmadığı insanlara görevlilerin sesiyle ulaşmıştır Hz Peygamber'in bu uygulamasından yola çıkarak Edille-i Şer'iyyenin Kıyas yolunu kullanarak hoparlörün meşrû olduğu gibi sesi uzaklara taşıdığı için son derece faydalı olduğu gayet açık bir husustur Allah'ın kendilerine öğrettiği ilimden yararlanan müslümanlar hoparlörden yararlanabileceği gibi isteyen de yüksek yere çıkmaya devam edebilir
4) Farz namazlardan önce okunan ikamet hızlı okunduğu halde ezan ağır ağır okunur
5) Ezan okurken kelimeleri yanlış okumak ve aşırı şekilde teğanni yapmak câiz değildir
6) Ezan okurken müezzinin konuşması, hattâ kendisine verilen selâm'ı dahi alması caiz değildir
Ezan okuyanın dikkat edeceği hususların yanında dinleyenin de uyması gereken hususlar vardır:
I) Ezan okunurken konuşulmaz Hattâ Kur'ân-ı Kerîm okuyan bir kişi ezan başladığında okumayı bırakıp ezanı dinler
2) Ezan'ı dinleyen müslüman, müezzinin okuduğu ezanı tekrar eder ve böylece o da ezan okunmuş olur "Hayya ala'ssalâh" ve "Hayya alalfelâh" cümlelerinde "lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet kaynağı yoktur)" der Sabah ezan'ında müezzinin "essalâtü hayrün mine'n-nevm" cümlesine "sadakte ve berirte (doğru söylüyorsun)" diye karşılık vermesi sünnettir
3) Ezanı işiten kişi cünüp de olsa yukarıdaki yükümlülükleri yerine getirir Ancak hayızlı ve nifaslı olan kadınlar bunun dışındadır
4) Ezanın bitiminde dinleyen kişi ezan duasını okur
"Allahumma Rabbe hezihi'd-da' vati't-tamme ve's-salati'l-kâime âti seyyidina Muhammeden el-vesilete ve'l-fazilete ve'd-dereceti'r-rafiati'l âliye ve'b-ashû makamen mahmuden ellezi vaadtehu inneke la tuhlifu'lmi'ad "
"Ey bu üstün çağrının ve hazır namazın Rabbi olan Allahım! Muhammed 'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et Onu kendisine vadetmiş olduğun övülmüş makama eriştir Zira sen vaadinden dönmezsin "
Bunların dışında ezan hakkında şu hususları belirtelim:
Cuma namazında bir dış bir de iç ezan okunur diğer namazlarda her vakit için bir defa ezan okunur
Ezan ile kametin arasını biraz uzatmak gerekir ki namaza geç kalanlar cemâate yetişebilsin
Caminin dışında bir yerde de ezan okunabilir, ikamet getirilerek cemâatle namaz kılınabilir
Kaza namazları için de ezan okunabilir, ikamet getirilebilir Bayram, Vitir, teravih ve cenaze namazları için ezan okunmaz
Ezan Vacib derecesinde sünneti müekkeddir



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #216
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EZELİ

Başlangıcı olmayan Ezeli ve ebedi olan yalnız Allah'tır
Allah'a iman, O'nun zâtına, kemal sıfatlarına inanmayı ve vasfedilmekten münezzeh bulunduğu noksan sıfatlarını icmâli ve tafsîli olarak bilmeyi gerektirir (İ Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelâm, II, 87)
Allah'ın sıfatlan ezelidir, zatı ile kâimdir, ne ayrıdır ne gayrıdır O'nun ezeli sıfatları; ilim, kudret, hayat, kuvvet, semi, basar, irade ve maşiyet, fiil ve kelâmdır İslâm tarihinde özellikle kelâm sıfatı etrafında Hz Peygamber'den sonraki devrede yoğun münâkaşalar olmuştur Allah'ın ezeli sıfatlarını reddeden Cehm b Safvan (128/745)'ın ortaya çıkmasıyla, Ehl-i Sünnet de Allah'tan başka varlıkların ezeli olduğunun söylenmesini küfür olarak nitelemiştir (Teftazâni, Şerhu'l Mekâsid, II, 269) Sünnet ehlinin inancı tamamen Kur'an ve Sünnet'e dayanır Kelâm, Allah'ın ezeli sıfatıdır ve buna nazm denir Bu nazm, kelimelerden mürekkeb olan Kur'an'ın ismidir Kelâm, harf ve ses cinsinden değildir Allah kendisinin sıfatı olan bir kelâmla mütekellimdir; kelâm, zatı ile kâim sükût ve afete aykırı bir sıfattır ve Allah, kelâmıyla emredici, nehyedici ve haber vericidir Allah'ın kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm, mahlûk değildir (Taftazanî, age, 167)
Allah'ın isimleri vardır Bunlar ister ismi fail olsun, ister sıfatı müşebbehe olsun, ister mastardan menkul surette olsun, hepsinde vasıf anlamı gözetildiğinden bunlara sıfat denilir (Metin Yurdagür, Allah'ın Sıfatları Esmaû'l-Hüsnâ, İstanbul 1984, 46) Allah'ın isimleri mahlûkatıyla kıyas edilemez, onun isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır ve bunlar tetâbuk halindedirler Onun isimleri ezelîdir, hâdis (sonradan olma) değildir Allahu Teâla, vâcibü'l vücûddur Âlemin yaratıcısıdır, muhdis ve mucide ancak hâdis olanlar muhtaçtır; o hiçbir şeye benzemez; hiçbir şey O'nun ilminin, kudretinin dışında olamaz; O kadım, ezeli ve bakidir; O, başlangıçsız ve sonsuz kadım, ezelî ve ebedidir, hem evveldir, hem âhirdir (el-Hadıd, 57/3)
nsanlar Allah'ı ilmen ihâta edemezler (Tâhâ, 20/110) Ancak O'nun nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşünmeye takâtleri yeter, O'nun zatının mahiyetini bilemezler (Cürcani, Şerhu'l-Mevakıf, II, 337 vd) Teklife muhatap olan insanlar O'nu isimleri, sıfatları ve eserleri yoluyla idrak ederler
Kelâm ilminde Allah'ın selbî sıfatlarından kıdem sıfatıyla muttasıf olarak O'nun ezeli, kadîm olduğu anlatılır Âlem, bütün parçalarıyla mahluk, hadis ve muhdestir Varlıklar ya a'yandır ya a'râzdır, ya kadîmdir ya muhdestir A'yân, bizâtihi ve kendi başına kâimdir Kendi kendine kâîm olan da ya mürekkebtir yahut cevherdir Allah'ın zatı ve sıfatları dışında bütün varlıklar muhdestir A'raz, bizâtihi ve kendi kendine kâîm olmayan şeydir Cisim ve cevherler hâdis olur; renkler, oluşumlar, tatlar, kokular böyledir Âlemin muhdisi, mûcidi, mübdii, muhterii, sânii, hâliki Allahu Teâlâ'dır (Taftazanî, Şerhu'l-Akâid, Haz Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, 123-124) Allah; a'raz, cisim,cevher, sûret, sonlu, çoklu, bölümlü, parçalı, mürekkeb, olmaktan münezzehtir O'na mâhiyet ve maîyet, keyfiyet ve kemîyet izâfe edilemez Mekân, yön, cihet, zamanlılık mahlûkâta mahsustur
Ehl-i Sünnet kelâmında Mâtûridîye ile Eş'ariye arasında fer'i meselelerde birtakım görüş ayrılıkları bulunmaktadır Ezelîlik ile ilgili olarak Mâtûridîye; ezelde yok olana ilâhı hitap taalluk etmez, Allah ezelde mütekellim değildir derken; Eş'ariye, ilâhi hitabın ezelde yok olana taalluk edeceğini, Allah'ın ezelde mütekellim olduğunu savunmuştur


FÂCİR

Azan, günâha dalan, yemin ve sözünde yalancı çıkan hakîkatten yan çizen kişi Allah'ın emrinden çıkan, günâhkâr, İslâm'ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden kimse
Kur'an-ı Kerîm'de fâcir kelimesi bu ıstılâhı anlamda yedi yerde geçmektedir:
"Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (Sâd, 28/28);
"Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/27);
"İşte bunlar inkârcı olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır" (Abese, 80/42);
"Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler" (İnfitâr, 82/14)
Bu son ayette geçen "fuccâr" kelimesi, "Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı isyân ve muhâlefete sapanlar" anlamındadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5642)
"Sakının; Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak "siccîn" adlı defterde yazılıdır" (Mutaffifin, 83/7);
"Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki" (eş-Şems, 91/8)
Bu ayette takva ve fücûr kelimeleri yeralmaktadır Buradan hareketle fücûr, bir bakıma takvânın zıt anlamı olarak kabul edilebilir
"Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de, 'Kıyamet günü ne zamanmış' der" (el-Kıyâme, 75/5-6)
Yukârıdaki âyetlerde görüldüğü üzere "fâcir" kelimesi, yoldan çıkmak, ahlâksız, Allah'ın buyruğundan çıkmak, kötülük kabiliyeti ve suç işlemek anlamlarını taşımakta; çoğu yerde de "küfür" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır
Yukarıda geçen Şems sûresi sekizinci âyetindeki "kötülük kabiliyeti" diye tercüme edilen "fücûr"; haktan sapmak, hak yolunu yarıp nizamından çıkmak, fısk ve isyâna düşmek, bilhassa zinâ etmek, yalan söylemek, daha açıkçası edepsizlik etmek olarak izâh edilip bu tür şer ve ma'siyet olan fiillere de denilebildiği ifade edilmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VIII, 5857)
el-Kıyâme suresi beş ve altıncı ayetlerde ise fücûr; "suç işlemek" anlamında geçmektedir Yani, insan suç işlemek, zevk ve sefâda bulunmak için yaşamayı ister; şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ilerde onlara devam etmesini ister ve hattâ ebediyyen fısk ve fücûr ile Rabbına karşı terbiyesizlik etmek ister; fücûr içinde bulunmayı, sâlih ve sâlim bir hayata tercih eder de istihzâ ederek, "kıyamet günü ne zamanmış" der Lâkin kıyamet başladı mı gözü açılır, dünyanın başına yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır; fakat iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda vermez (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VII, 5476-5477)
Bu ayette geçen fâcirin durumu bil başka şekilde de şöyle izâh edilir: O kişi önce günâhı işler, daha sonra da, "yarın tövbe edeceğim ve bir daha bu işi yapmayacağım" der Fakat, tevbeyi gerçekleştirmez ve o işi yapmaya devam eder; neticede bu böyle devam eder ve o kişi daima fısk ve fücûr içinde kalmış olur
Ayrıca, fücûr kelimesi, "yalan" anlamına da geldiğinden yalancıya da fâcir denir (Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, İstanbul 1986, s562)
Verilen bu bilgilerin ışığında şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Fâcir, kâfir anlamına gelmez; ancak küfre götüren ve küfre en yakın bir durum olarak kabul edilebilir Her kâfir fâcirdir ama her fâcir Allah'ın hükümlerini inkâr etmediği sürece kâfir değildir
Kısacası fâcir, İslâm dininin kabul etmediği, yasakladığı iş ve hareketleri yapan; aşırı isyâna dalan; özellikle büyük günahlardan olan zinâ etmek, yalan söylemek, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık yapmak gibi fiilleri işleyen, günâhta ısrar eden; başka öz bir ifadeyle, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyen kimseye denir Eğer bunları yaparken bir inkâr sözkonusu ise o zaman kişi küfre girmiş olur
Fücûr bir bakıma fısk ile eşdeğer sayıldığı gibi bir başka açıdan da fısktan daha ileri bir noktada ele alınabilir


FAHŞÂ, FÂHİŞE

İslâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış Fahşâ; "Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir" (Cürcânı, et-Ta'rifât)
"Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı Allah'ın yasakladığı her şey, konuşurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şey" (Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid) Fahşâ, genellikle 'zina' anlamına gelmektedir Buna göre zinaya ve zina eden kadına fâhişe adı verilmektedir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415)
"Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir İbnu'l Cinni'ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır" (İbn Manzur, Lisânu'l-Arab) Râgıb el-İsfahânî'ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır (el-Müfredât, Fahşa mad)
Fâhişe kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de onüç yerde geçmektedir Ayrıca dört yerde de çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir Âl-i İmrân suresi 135 ayette fena bir iş olarak nitelenmiştir ibn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz Peygamber'e gelip durumu anlattı Bu olay üzerine sözkonusu ayet indi (Vahidi, Esbâbu'n-Nüzül, 105)
Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinadan kinaye olarak kullanılmıştır (en-Nisâ, 4/19) Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün ''Kadının serkeşlik etmesi, kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; İbn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek anlamındadır Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonrada kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifade edilmiştir (İbn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-usul, V/31S311)
İmam Fahrûddin er-Râzi'nin açıklamasına göre, sözkonusu ayette geçen fâhişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır (er-Râzı, Mefâtihu'l-Gayb, X/II)
Fahşâ ve f****şe kelimeleri, Kur'an-ı Kerîm'de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir
Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayasızlık; "Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir Şüphesiz o bir hayasızlık (fâhişe)dir O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu" (en-Nisâ, 4/22) el-Bakara, 2/169 ayeti de aynı anlamdadır
Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın" (en-Nisâ, 4/25) Çıplak olarak Kâbe'yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında: (el-A'râf, 7/8); Hz Lût Kavmi'nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: "Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"(el-A'râf, 7/80-81, ayrıca bk el-Ankebût 31/28) fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32)
Bunlardan başka "insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât" anlamında da kullanılmıştır: "Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır" (en-Nûr, 24/19)
Ayrıca f****şe kelimesinin çoğul sekli olan "fevâhis" ile had cezasını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir (el-En'âm, 6/151; el-A'raf, 7/33; eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32)
Gazalı ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir afeti olarak kabul edip, şöyle demiştir:
"Hz Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir Bir hadislerinde de, ağız bozan-fâhiş söz söyleyen-kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır
Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Allah (cc) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır" (Gazâlî, el-İhyâ, III/152-153)
Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine basarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak İslâm ahlâkına daha uygundur
Ayrıca fâhişe kelimesinin namuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir
İnsan, ahireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını dünya hayatında gösterecek, toprağa, yere bağlı bir yaratıktır O, dünya hayatını yasaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları ahiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevi saadeti de bunu gerektirmektedir Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle, ''Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan " (Âlu İmrân, 3/14), bu tutkusunu dünya hayatını yegane amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah'ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mana dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayatı, hem de yeryüzündeki genel insanı hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanı ve-fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur Şeytan, fahşâyı emrederken (el-Bakara, 2/169, 268), Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır (el-A'râf, 7/33) ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır 'Fahşâ', toplumları yıkıma götüren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir


FAKÎH

Bir şey bilen, fıkıh ilmine sahip olan kimse, fıkıh âlimi, İslâm hukukçusu Çoğulu fukahâ'dır Bu kelime fıkıh usûlü ilminde müctehid* anlamına gelmektedir Müctehid, şer'î hükümleri delillerinden çıkarma yetkisi ve ilmine sahip olan kimsedir Müctehid olmayan bir fakîhe, diğer müctehidlerin söz ve fetvâlarını nakil ve hikâye etmesi sebebiyle mecâzen müftî, sorulan İslâmi bir meseleye fakîh bir kimsenin verdiği cevaba ise fetvâ denir Fetvâ, ictihada göre daha özel bir anlam taşır Çünkü ictihad; herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmaktır Gerçek fetvâ, ictihad şartları ile birlikte, diğer şartları da kendinde toplayan müctehid tarafından verilir
Kur'an ve sünnette açık seçik hükme bağlanan konularla, İslâm hukukçularının ittifâkı (icmâı) ile çözümlenen meselelerde ictihada ihtiyaç olmaz Bunun dışında kalan fer'î amel; problemler istihsan, maslahat, örf, âdet, zerâyi' * eski şerîatler gibi tâli delillere dayanılarak çözümlenir ki, iste ictihad ve fetva daha çok bu alanda cereyan eder İslâm hukukunda şûrâ heyetinin teşri' faaliyeti de bu fer'î meseleler üzerinde cereyan edebilir İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları Kur'an ve sünnetten alınan şer'î hükümlere göre çözümleme faaliyetine ise "kaza" denir Kaza işini yürütene kâdı (hâkim) adı verilir
İslâm'da teşrîin kaynağı Allah ve Resuludür Hz Muhammed, icrâ ve kaza (yargı) işini de bizzat yürütüyordu Ancak İslâm Devleti'nin sınırları genişleyince çevreye gönderilen valiler (emirler), o beldede icrâ ve yargı yetkisine, hatta kitap ve sünnette çözümü bulunmayan meselelerde ictihad yetkisine sahip kılınmışlardı Hz Muhammed tarafından Muâz b Cebel'in Yemen'e hem vali, hem hâkim ve hem de ictihadla yetkili olarak gönderilmesi buna örnek gösterilebilir (bkz en-Nisâ, 4/65; Ahmed b Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, III, 616; İmam s-Sâfı, el-Ümm, VII, 273)
Arapça'yı iyi bilmeleri Hz Peygamber'le beraberlikleri sayesinde Allah ve Resulu'nün maksadını çok iyi anlamaları sebebiyle sahâbe neslinden müctehid fakîhlerin sayısı bir hayli çoktur Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen müctehid sahâbe sayısı yüz otuz kadardır Bunlardan yedi tanesinin fetvâları birer kitap olacak kadar çoktur Bunlara el-Fukahâu's-Seb'a* denir ki bu yedi fakih şunlardır: Ömer b el Hattâb (ö44/664), Ali b Ebı Tâlib (ö60/680), Hz Âişe, Zeyd b Sâbit (ö45/665), Abdullah b Mes'ûd (ö32/652), Abdullah b Abbâs (ö68/687) ve Abdullah b Ömer (ö73/692)
Medine'de sahâbenin elinde yetişen yedi meşhur, tâbiin devri fakihleri de şunlardır: Saîd b el-Müseyyeb (ö94/713), Urve b ez-Zübeyr (ö94/713), el-Kasım b Muhammed (ö106/724), Ebû Bekir b Abdirrahmân (ö94/713), Ubeydullah b Abdillah (ö98/716), Süleymân b Yesâr (ö107/725), Hârice b Zeyd b Sâbit (ö99/717)
Gerek sahâbe ve gerekse tâbiîler devrinde yetişen bazı fakihler çeşitli konulardaki fetva ve ictihadlarıyla birer fıkıh ekolü (mezhep) çığırı açacak güçte idiler Hz Âişe, Abdullah b Ömer, Abdullah b Mes'ud ve benzerleri böyleydi Tâbiılerden Medineli yedi fakih ve Nâfi' (ö117/735) Kûfe'den Alkame b Kays (ö62/682), İbrahim en-Nehaî (ö96/714) Hammad b Ebı Süleyman (ö120/738) Basra'dan, el-Hasanü'l-Basri (öI 10/728) bunlar arasında sayılabilir
Abbâsilerin (750-1258 M), ilk 200 yıllık devresi, fıkhın tedvin edildiği, geliştiği ve büyük İmam ve müctehidlerin yetiştiği devredir Bu dönemde bazı fakihler görüşlerini tedvin etmiş ve onların görüş ve ictihadları başkalarınca taklid edilmeye başlanmıştır Bunlar şu fakihlerdir: Mekke'de, Süfyân b Uyeyne (ö198/813); Medine'de, Mâlik b Enes (ö179/795); Basra'da, el-Hasenü'l-Basri (ö110/728); Kûfe'de, Ebû Hanife (ö150/767) ve Süfyan es-Sevri (ö161/778); Şam'da, el-Evzâi (ö176/792); Mısır'da, es-Şafii (ö204/819) ve el-Leys b Sa'd (ö175/791); Nişabur'da, İshâk b Râhûye (ö238/852); Bağdat'ta, Ahmed b Hanbel (ö241/855), Dâvud ez-Zahiri (ö270/883) ve ibn Cefir et Taberî (ö 3 10/922) Bunların herbirinin farklı ictihad sistem ve metodları ve bunlarla varılmış reyleri vardır Bunların çoğu tabileri kalmadığı, İslâm hukukunu bir bütünlük içinde, bir hukuk sistemi olarak ortaya koyamadıkları veya Zâhirilerde olduğu gibi kıyası redd ettikleri ve diğer mezheplere karşı şiddetli davrandıkları için tarihe karıştılar
Ancak İmam Ebû Hanife, İmam Şâfîi, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel'e nisbet edilen mezhepler varlığını sürdürdü ve büyük halk kitlelerinin kabulüne mazhar oldu Diğer yandan bazı Şia kollarıyla, mutedil Hâriâ mezhepleri de varlığını sürdürdüler Bahsi geçen bu mezheplerin büyük fakihlerinden bazıları şunlardır:
a) Ebû Hanife Numân b Sâbit* H 80 yılında Kûfe'de doğdu Hanefi mezhebinin kurucusudur H 150'de Bağdat'ta vefat etti Seçkin âlimlerin çoğundan hadis ve fıkıh ilmini aldı Hocası Hammâd Ebi Süleyman'dan on sekiz yıl süreyle özel anlamda ders okuyarak fıkıh ilminde uzmanlaştı Onun ilmi, hocası Hammâd vasıtasıyla İbrahim en-Nehâi (ö95/714), Alkâme (ö62/681) ve Esved (ö95/714) yoluyla, Abdullah b Mes'ud (ö32/652), Hz Ali (ö40/660) ve Hz Ömer (ö23/643) gibi sahâbe müctehidlerine dayanır Birçok öğrenci yetiştirmiştir İçlerinde ictihad yapacak güçte olanlar vardır Dört tanesi meşhurdur Ebû Yûsuf Ya'kub b İbrahim el-Kûfi (ö182/798), Hârun er-Reşîd devrinde baş kadı olmuştur Hanefi mezhebi esaslarının tedvininde ve dünyaya yayılmasında onun payı büyüktür Muhammed b él-Hasen es-Seybânî (ö189/805) ilk ilmini Ebû Hanife'den aldı; Ebû Yûsuf'tan eksiklerini tamamladı; Hanifi'lerin en güvenilir ilk kaynak eserleri olan Zahiru'r-Rivâye kitaplarını kaleme aldı Ebu'l-Huzeyl Züfer b el-Huzeyl b Kays (ö158/775) İsfahan'da doğdu Basra'da vefat etti Aynı zamanda hadis bilginiydi Sonra re'y ictihadında üstün oldu Kıyası başarıyla uygulardı Mutlak müctehittir el-Hasen b Ziyad el-Lü'lüî (ö184/800) önce Ebû Hanife'nin, daha sonra Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in öğrencisi oldu Hadis ve Ebû Hanife'nin görüşlerini rivâyetle tanırdı Ancak onun rivâyeti İmam Muhammed'e ait olan Zahiru'r-Rivaye kitaplarının dışında kalır
b) Mâlik b Enes*, H 93'te Medine'de doğdu ve 179'da orada vefat etti Mâliki mezhebinin kurucusudur Hadis ve fıkıhta önder idi el-Muvatta' isimli kitabı hem hadis hem de fıkıh eseridir İctihad metodunda; sünneti, Medinelilerin uygulamasını, mesâlih-i mürsele*yi, senedi sağlam olduğu takdirde sahâbeye ait sözleri ve istihsanı delil olarak kullanması en dikkati çeken özelliklerdir Meşhur öğrencileri şunlardır: Abdurrahmân b el-Kasım (ö132/749), Mâlik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh okudu; el-Leys b Sa'd dan (ö175/791) ilim aldı, Mâliki mezhebinin meşhur el-Müdevvene isimli eserini nakletti Bu eseri Sahnûn (ö240 H) O'ndan alarak, fıkıh tertibi üzere düzenledi Yahyâ b Yahyâ el-Leysî (ö234/849), Mâliki mezhebini Endülüs'te yayan bir hukukçudur Eşheb b Abdülaziz (ö204/819), Mâlik ve el-Leys'in yanında fıkıh ilminde uzmanlaştı İbnü'l-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkhın önderi oldu İçinde İmam Mâlik'in fıkhının nakledildiği yine el-Müdevvene adlı bir eser yazdı Buna Müdevvenhetü Eşheb denir Ali b Ziyâd (ö184/800), Afrika'nın fakîhi idi Abdülmelik b el-Mâcişûn (ö213/828), kendi devrinde Medine'nin müftisi sayılıyordu Hatta el-Muvatta'ı İmam Mâlik'ten önce onun yazdığı nakledilir
c) İmam Şâfii* (ö204/819) Ebû Abdillah Muhammed b İdrîs el-Keruşî el-Hâşimî Hz Peygamber'in dördüncü dedesi Abdi Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur Filistin'deki Gazze'de H 150 tarihinde doğdu, 204'de Mısır'da vefat etti ve oraya defnedildi Küçük yaşta Kur'an'ı hıfzetti Mekke'de bâdiyede oturan ve çok fasih arapça konuşan Huzeyl kabilesi içinde şiir ve edebiyat sanatlarını öğrendi Mekke, Medine ve Irak'ın önde gelen bilginlerinden ilim aldı İmam Mâlik'ten Muvatta'ı dinledi ve dokuz gecede onu ezberledi Süfyân b Uyeyne'den (ö198/813) hadis rivâyet etti Şâfîi mezhebinin kurucusudur er-Rısâle, el-Hucce ve el-Ümm adlı eserleri vardır Onun öğrencisi ve müntesibi olan âlimlerden bazıları şunlardır: Yûsuf b Yahyâ el-Buveyti (ö231/845), el-Hasen b Muhammed ez-Za'ferâni (ö260/874), İbrâhim b Yahyâ el-Müzenî (ö264/877), er-Rabi' b Süleymân (ö270/883), Yûnus b Abdi'l-A'lâ (ö264/877)
d) Ahmed b Hanbel * eş-Şeybân; Hanbel; mezhebinin kurucusudur H 164 yılında Bağdat'ta doğdu, orada yetişti ve 241/855'te vefât etti Özellikle hadis ilmi için Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Şam, Yemen ve el-Cezire'yi dolaşmış, uzun süre İmam Şâfîi'nin öğrencisi olmuştur Buhârî, Müslim ve hadiste onların tabakasında bulunan kimseler ondan hadis rivâyet ettiler O, fıkıh konusunda herhangi bir kitap telif etmedi Öğrenci ve arkadaşları onun mezhebini, söz, fiil ve sorulara verdiği cevaplardan aldılar el-Müsned adlı bir eseri vardır ki, kırk bin hadis ihtiva eder Ahmed b Hanbel'e talebelik yapan ve onun ilmini yayan alimlerden bazıları şunlardır: Salih b Ahmed b Hanbel (ö266 H), İbn Hanbel'in en büyük oğludur Fıkıh ve hadis ilmini babasından ve zamanının diğer bilginlerinden aldı Babasının fıkıhla ilgili görüşlerini nakletmiştir Abdullah b Ahmed b Hanbel (ö290 H) İbn Hanbel'in diğer oğludur Daha çok hadis rivayetiyle meşgul olmuştur Ebû Bekir el-Ersem (ö273 H), Ahmed b Muhammed b el-Haccâc (ö274 H) ile İbrahim b İshak el-Harb; (ö285 H) diğer öğrencileridir (bkz el-Mekkî, Menâkıbu'l-İmam Ebı Hanife, Haydarâbâd 1903, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, nşr el-Kevserî, Daru'l-Kitâbi'l Arabî (ty), s20-21; İbnü'l-Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, nşr MM Abdülhamid, Mısır 1955, I, 25, 77, 227 İbn Hazm, el-ahkâm, nşr A M Şâkir, Mısır (ty), 929; Kâtip Çelebi, Keşfüz-zünûn, s1515, 1619; el-Hudârî, Tarihu't-Teşriî'l-İslâmî H Hatiboğlu s244 vd; ez-Zuhaylî el-Fıkhü'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimaşk 1985, 1, 27 vd; Hamdi Döndüren Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s70 vd)
e) Dâvûd b Alî ez-Zâhirî (ö270/883)H 202'de Kûfe'de doğdu ve Bağdat'ta vefat etti Zâhir; mezhebinin kurucusudur İbn Hazm el-Endülasi (ö456/1063) daha sonra bu mezhebi devam ettirdi İbn Hazm'ın en önemli eserleri fıkıhta el-Muhallâ ile fıkıh usûlü sahasındaki el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm'dır Zâhiriye mezhebinin esası; kitap ve sünnetin açık anlamı ile amel etmek, ayet, hadis olmayan konuda yalnız sahâbenin icmâmı almak, nass ve icmâ bulunmayınca da istishâb deliliyle amel etmektir İstishâb; her şeyin aslının mübah oluşu demektir
f) Zeyd b Al; Zeyne'l-Âbidîn (ö122/740), Zeydiye mezhebinin kurucusudur Kur'an ilimleri, kırâat ve fıkıh konularında derinleşti Fıkıhta el-Mecmû adlı eseri en eski müdevven eserdir İtalya'da basılmış, Şerefuddin el-Hüseyn b el-Haymî (ö1221 H) tarafından dört cilt hâlinde şerh edilmiştir Şerhin adı; er-Ravdu'n-Nadır Şerhu Mecmûl'i-Fıkhı'l-Kebir'dir İmam Zeyd'in 15 kadar eseri vardır Hadiste, el-Mecmu' bunlardandır Zeyd, Hz Ali'yi diğer sahâbelerden üstün sayıyordu Hz Ebû Bekir ve Ömer'in hilâfetini kabul etmişti Zâlim idarecilere başkaldırmayı gerekli görür, Hz Ebû Bekir ve Ömer'i hilâfetlerinden ötürü suçlayanlara karşı çıkardı
Muhammed b el- Hasen b Ferrûh el-Kummî (ö290/903), fıkıhta İmâmiye mezhebinin kurucusudur İmâmiye, oniki masum imamın imâmetine inanır Bunların ilki Ebu'l-Hasen Alı el-Murtezâ, sonuncuları ise Muhammed el-Mehdi'dir el-Mehdi'nin gizlendiğine ve mevcut İmam olduğuna inanılır İbn Ferrûh İran'da İmâmiyye Şiasını "Beşâiru'd-Derecât fi Ulûmi Âli Muhammed ve Mâ hassahümüllâh bihi" adlı eseriyle kurdu Musâ Kâzım'ın (ö183/799), ''el-Helâl ve'l-Haram" adlı eseri daha önce yazılmıştı Alı Rızâ'nın "Fıkhu'r-Rızâ"sı, el-Küleynî'nin (ö328/940) "el-Kâf fî İlmi'd-Dın" eseri İmâmiyye'nin önemli kaynaklarındandır Bu sonuncu eserde ehl-i beyt vasıtasıyla rivâyet edilen 16099 hadis bulunur (ez-Zühaylî, age, I, 42-44)


FAL-FALCILIK

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir
(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir
Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #217
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ENSÂR

Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri zaman (M 622) Peygamber efendimiz (sas) ve muhâcirlere kucak açıp tüm imkânlarıyla yardım eden Medineli müslümanlar
Lûgat itibarıyla ensâr, yardımcılar demektir Hz Peygamber'e sağladıkları yardım dolayısıyla kendilerine ensâru'n-nebî (Peygamber'in yardımcıları) da denilir Medineli müslümanlar için kullanılan bu tabir, aslında onların durumunu belirten bir vasıf iken sonradan bu kavmin, bu zümrenin adı haline gelip ıstılahlaşmış, bu sebeple de kelimenin tekili olan nâsir (çok yardım eden) aynı mânâ için kullanılmamıştır Ensârdan tek bir şahsı ifade etmek üzere ensârı; ensâra mensup kişiler için de bunun çoğulu olarak ensârivvûn tabirleri kullanılır
Ensâr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de Medineli müslümanlara delâlet etmek üzere iki yerde geçmekte (et-Tövbe, 9/100, 117) ve kendilerinden övgüyle bahsedilmektedir: "İlk iman eden muhacirler ve ensâr ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan, Allah razı oldu Onlar da Allah'tan razı oldular Allah, onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır Onlar, orada ebedî kalacaklardır İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tövbe, 9/100)
Sahih hadis mecmuâlarında "Fadâilü's-Sahâbe", "Menâkibü'l-Ensâr" gibi baslıklar altında ensâr'ın faziletine dair birçok sahih hadis toplanmıştır
Ensâr, Evs ve Hazrec olmak üzere Medineli iki kardeş kabileden oluşur Bunlardan Hazrec kabîlesinden altı kişilik bir heyet aralarında yıllar boyunca süren ve son defasında kaybettikleri muhârebe ve düşmanlık dolayısıyla, Evs'e karşı Kureyşlilerin desteğini sağlamak maksadıyla Hz Peygamber'in nübüvvetinin 11 senesinde Mekke'ye gelmiş, burada Peygamber Efendimizle karşılaşarak O'nun tebliğ ve irşadları neticesinde İslâm'ı kabul etmiştir Aralarındaki düşmanlığın bu hak din sayesinde ortadan kalkıp eskisi gibi tekrar kardeş haline gelecekleri ümidi ile Medine'ye dönüşlerinde İslâm'ı Evs kabilesine de tebliğ eden Hazreçliler, kendilerine katılan Evs'lilerle birlikte nübüvvetin 12 ve 13 senelerinde Mekke'ye temsilciler gönderip Hz Peygamber'le görüşmüşler, I ve II Akabe Bey'atleri'nde bulunmuşlardır II Akabe Bey'ati'nde, kendi memleketlerine hicret ettikleri takdirde Mekkeli müslümanlar ve Hz Peygamber'i ve kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını, mallarını korudukları gibi koruyup onlara yardım edeceklerine dair and içen Medineli müslümanlar, böylece hicrete ve İslâm tarihinde yeni bir dönemin açılmasına, İslâm Devleti'nin teşekkül etmesine vesile olmuşlardır
Hz Peygamber'in ve müslümanların Medine'ye hicret etmesi üzerine canlarını ve mallarını İslâm'a adayıp Mekkeli müslümanlara gönülden kucak açan ve tüm imkânlarıyla yardım eden Evs'liler ve Hazrec'liler, bu gayretlerinin karşılığı olarak ensâr veya ensâru'n-nebî ismine lâyık görüldüler Gerçekten onların İslâm'a ve müslümanlara yardımı her türlü takdirin, hatta tahminin üstünde idi: Dinleri uğruna mal ve mülklerini, ev ve barklarını, yurtlarını terkedip Medine'ye gelen muhâcirûn'a evlerini açmışlar, rızıklarına onları da ortak etmişlerdi Hicretin ilk senesinde Peygamber Efendimiz, muhâcirûndan bir şahsı ensârdan bir kişiyle birer birer kardeş ilân ettiği zaman ensâr, muhâcirûnu Medine'deki evlerine, bağ ve bahçelerine, işlerine ortak etmişler, kan bağının da üstünde eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma örneği göstermişlerdi: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zarûret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar Nefsinin tamahkarlığından korunabilmîş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir" (el-Haşr, 59/9)
Hz Peygamber hicretten önce Mekke'de müslümanlar arasında "kardeşlik" tesis etmeye başlamış; iman birliği ve eşitlik üzerine kurulu bu kardeşlik, Medine'de muhâcirler ile ensâr arasında ilk İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturmuştur Akabe Bey'atlarıyla temeli atılan bu toplumun kurulmasında ensârın büyük bir rolü vardır Mekke'den evlerini, eşyalarını bırakıp gelen muhâcirlere kucak açarak, onları iskân ettiren, yiyeceklerini paylaşan, ensardır Medine'de I yılda teşkil edilen ilk İslâm anayasasının 1 ve 2 maddelerinde; "Kureyşli ve Yesribli mü'minlerle bunlara tâbi olanlar, onlara, sonradan katılanlar ve onlarla birlikte cihad edenler İşte bunlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (toplum) teşkil ederler" ve 15 maddesinde "Mü'minler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin kardeşi durumundadırlar" denilmiştir (İbn Hişâm, es-Sire, II, 147;M Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1, 131)
Enes b Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, Resulullah onun evinde Kureyş ile Ensâr'dan doksan kişi arasında muâhât* (kardeşlik) tesis etmiştir (Tecrid-i Sarih, VI I, 73, 1035) Meselâ Ebû Bekir, Harice b Zeyd ile; Ömer b Hattab, Utba b Mâlik ile; Ebû Ubeyde b Cerrah, Sa'd b Muâz ile ve Osman b Affân da, Evs b Sâbit ile kardeşlik kurmuşlardı Dikkat edilirse kardeşlikler arasında benzerlikler bulunduğu görülür Mizaç, his, yapı itibarıyla birbirine benzeyenler kardeş olmuşlardı Her türlü işte bu kardeşlik geçerliydi Kardeş olanlar birbirlerinin velileriydiler Hattâ birçok hanımı olan ensâr, bazı hanımlarını boşayıp bekâr muhâcirlerle evlendirmek istediler Bütün Medine hurmalıklarına muhâcirler ortak edilmişti
Üseyd b Hudayr'dân rivâyet olunduğuna göre, ensârdan birisi Resulullah'tan kendisini zekât âmili veya bir beldeye vali tayin etmesini istemiş, Resulullah ise şöyle buyurmuştur: "Ey ensâr cemâati, benden sonra yakında siz, (böyle dünya işlerinde) başkalarının size tercih edildiği zamana kavuşacaksınız Bununla beraber yine siz sabrediniz Nihâyet, (kıyâmet günü) kevser havuzunda bana mülâki olacaksınız" (Tecrid, X, 14-15 1526)
Allahu Teâlâ'nın; "Onlardan (muhâcirlerden) evvel (Medine 'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (ensar) kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler Onlara (muhâcirlere) verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyl, hased, hiddet) bulmazlar Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlarına erenler onlardır" (el-Haşr, 59/9) Bu ayetin nüzûl sebebi hakkında Buhân'de Ebû Hureyre'den şu rivâyet vardır: "Resulullah'a açlıktan zayıf düşmüş birisi gelerek yardım istedi Resulullah 'Su açı kim yemeğine ortak eder yahut konuklar?' dedi Ensârdan birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü Halbuki evinde çocukların yiyeceğinden başka bir şeyi yoktu Yine de aç kalmış sahâbîyi doyurdu ve karısıyla kendisi aç sabahladılar Resulullah ona; 'Bu gece Allah sana güldü; karı-koca sizin güzel hareketinize hayret etti' buyurdu ve 'Ensar, kendilerinin fakr-u ihtiyacı olsa bile misafir ve muhâcirleri nefslerine tercih ederler ' âyetini okudu" (Tecrid, X, 16-17 1527)
Enes b Mâlik rivâyet ediyor: "Resulullah; 'Ensar benim cemâatimdir, sırdaşımdır, eminlerimdir" (Tecrid, X, 19 1528) ve İbn Abbâs'tan rivâyetle; Resulullah şöyle buyurdu:
"Ey muhâcirler, sizden her kim bir iş basına geçerse ensar'ın iyilerinin hasenâtını alsın, kötülerinin seyyiâtını affetsin" (s 20) Hz Peygamber'i Medine'de misafir eden, evini, yiyeceğini, paylaşan, Ensardan Ebû Eyyub Hâlid b Zeyd el-Ensâri (ra)'dir (ö52) Onun rivâyetinden: Resulullah, "Ey Ensâr topluluğu, Allahu Teâlâ sizleri temizlik konusunda övmüştür Sizler nasıl temizlik yaparsınız?" diye sormuş; onlar da, "Biz su ile tahâretleniriz" demişler; Resulullah, "İşte temizlik budur Size buna devam etmenizi tavsiye ederim '' buyurmuştur (İbn Mâce, Tahâre, 28, Hâkim, Müstedrek, I, 155; Ahmed b Hanbel,VI, 6) Resulullah'ın bahsettiği ayette Allah, "Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır Allah da temizlenenleri sever" (et-Tevbe, 9/108) buyurur Yine Ebû Eyyub Resulullah'ın "Lâ ilâhe illâllah " diyen hiçbir kimsenin cehenneme girmeyeceğini haber verdiğini söyler
Ensâr, Evs'iyle Hazrec'iyle İslâm'a yardımda bunun da üstüne çıkarak dinleri uğruna canlarını ortaya koydular Bedir gazvesi öncesinde düşmanla çarpışma konusunda Peygamber efendimiz (sas) ashâbıyla durum müzâkeresi yaparken ensârın hissiyatına tercüman olan Sa'd b Muâz "Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Resulü, bize şu denizi göstersen ve sen kendin dalsan biz de seninle beraber dalar, asla tereddüt göstermeyiz, bizden tek bir fert dahi bundan geri kalmaz" diyordu (İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II, 615) Uhud harbinde müslümanların müşrikler tarafından arkadan vurulduğu hengâmede, Resulullah'ın etrafında pervane olarak O'nu korumaya çalışanların birçoğu ensârdan idi
Ensârın Resulullah'a olan sevgisi ve bağlılığı o derece büyüktü ki Peygamber efendimiz Mekke'yi fethettiği zaman ensâr, Hz Peygamberin eski yurdunda, kendi kavmi arasında kalmayı isteyebileceğini düşünerek O'ndan ayrılmanın üzüntü ve sıkıntısını kendi aralarında dile getirmişler; bundan haberdar olan Resul-i Ekrem, yaptığı bir konuşma ile ensârın endişelerini gidermiş, onların gönüllerine hem beraberce Medine'ye dönüş haberiyle, hem de taltifkâr sözleriyle su serpmişti
Huneyn ganimetlerinin dağıtımı sırasında Peygamber efendimizin, beytü'l-mâl hissesinden bazı Kureyş ileri gelenlerine ve diğer kabile reislerine kalplerini İslâm'a ısındırmak için bol ihsanlarda bulunurken kendilerine, ganimet hissesinden başka bir şey verilmemesi sebebiyle bazı ensâr gençleri, bu ihsanlardan kendilerine de verilmesi arzusu ile sızlanmışlarsa da, Hz Peygamber'in yaptığı bir konuşma, işin mâhiyetini ortaya koymuş ve tüm ensâr mensuplarının gözyaşı içinde Resulullah'tan özür dilemelerini sağlamıştı (bk Cirâne olayı)
Hz Peygamber'in vefâtından sonra, İslâm'a yardımları sebebiyle Allah'ın ve Resulü'nün övgüsüne mazhar olmalarını ölçü alarak, ensârın büyük kabilesi Hazrec, aralarından reisleri Sa'd b Ubâde'yi halifeliğe adây göstermişti Ancâk müzâkereler sonundâ Hazreçliler de Hz Ebû Bekir'in halifeliğe daha uygun olduğunu kabul ettiler ve gönül rızası ile ona bey'atta bulundular Bu müzâkereler sırasında orada bulunan muhacirûn şöyle demişti: "Şayet emir (başkan) bizden olursa vezirler (bakanlar) da ensârdan olacaktır Biz, ensâr hazır olmadıkça ve onlarla istişâre etmedikçe hiçbir karar almayacağız" (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev: Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 1178) Gerçekten ensâr, daha sonraki dönemlerde hilâfet makamına gelmemişse de devlet kademelerinde önemli görevler almış ve devlet idaresini yönlendirme vazifesini icrâ etmiştir
Önde gelen ensâr büyükleri arasında burada Es'âd b Zürâre, Sa'd b Muâz, Üseyd b Hudayr, Sa'd b Ubâde, Ebû Eyyub el-Ensârı, Ka'b b Mâlik, Enes b Mâlik isimlerini sayabiliriz
Ensârın içinde münâfıklar da vardı Bedir gazvesinde 86 Muhâcir, 61 Evsli, 170 Hazreçli hazır bulunmuştur (İbn Kayyım, Zadu'l-Meâd, Cihad bölümü) Bedir zaferinden sonra İslâmî hareket daha da güçlenmiş, müslümanların görevleri artmıştı Daha sonra görüldü ki Hazrec kabilesinden Abdullah b Ubeyy, eğer Resulullah gelmemiş olsaydı Medineliler tarafından seçilecekti Bu şahıs, müslüman görünüyor fakat kalben inanmıyordu Ona "münâfıkların reisi" deniyordu Nihâyet hicrî 6 yılda Benû Mustâlik gazvesinde, Abdullâh b Ubeyy'in bozgunculuğu ortaya çıktı Bu seferde bir tartışma bahanesiyle Muhacirlerle ensâr arasında kavga çıkmıştı İbn Ubeyy, ensârı kışkırtarak, "Bu muhâcirleri Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ortak ettiniz, şimdi size rakip olup üzerinize egemen oluyorlar Medine'ye varınca bunları şehirden atalım" dedi Allahu Teâlâ bunu şöyle zikreder: "Onlar öyle kimselerdir ki, 'Allah'ın Peygamber'i nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin, tâ ki dağılıp gitsinler!' diyorlardı Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat o münâfıklar anlamazlar Onlar, 'Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir(ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır' diyorlardı Halbuki şeref ve kuvvet ve de gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir, fakat münâfıklar (bunu) bilmezler" (el-Münafıkun, 63/7-8) Abdullah b Ubeyy, "Resulullah'a bir secde etmediğimiz kaldı" diye büyüklenerek özür dilemedi Bir süre sonra hastalanıp öldü Buhâri ile Müslim'de, Câbir'in rivâyetinde, bir sefer sırasında iki kişinin kavgaya tutuştuklarını, ikisinin de muhacir ve ensarı yardıma çağırdıklarını, ırkçılık (kabilecilik) yaptıklarını gören Resulullah'ın; "Nedir bu câhiliyet davası? Vazgeçin" dediği nakledilir Hz Ömer'in, İbn Ubeyy'in hemen boynunu vurmak istemesine de Rasûlullah, "Peygamber ashâbını öldürtüyor dedirtmem" diye engellediği kaynaklarda kaydedilir
En son vefat eden sahâbe Ensârdan Enes b Mâlik*tir (h 92 veya 94) Üç bin altıyüz civarında hadis rivâyet etmiştir


ERŞ

Anlaşmazlık, ihtilâf, düşmanlık, diyet; rüşvet, adam öldürme hariç yaralama diyeti Çoğulu "ürûş"tur Bir İslâm hukuku terimi olarak, yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı verilmesi lâzım gelen diyettir Erş, mukadder ve gayr-i mukadder olmak üzere ikiye ayrılır Mukadder erş, organlara mahsus olup miktarı şer'an belli olan diyettir El ve gözün erşi gibi Gayr-i mukadder erş ise, organlara ait, miktarı şer'an belirlenmemiş olup, bilirkişinin takdir ve tayinine bırakılan diyettir Buna "hükümetü'l adl" de denir
Tam diyet gerektiren organ yaralamaları, bazı organların kasten veya hata yoluyla kesilmesi yahut fonksiyonlarını kaybetmesiyle sözkonusu olur Bunlar dört çeşittir Bedende tek, çift, dört tane veya on tane olan organlar bunlardandır
a) Bedende tek olan ve telefi halinde tam diyet gereken organlar; burun, dil, cinsiyet organını yahut haşefesi, meni kesilecek şekilde zürriyet, idrar yolu, büyük abdest yolu, deri, başın saçları, sakalın kılları (el-Kasânı, Bedâyiu's-Sanâyi, VII, 311; es-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 200; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, I vd)
b) Tam diyeti gerektiren çift organlar; iki el, iki ayak, iki göz, iki kulak, iki dudak, iki kaş, iki meme, meme uçları, husyeler gibi Bunlardan yalnız bir tanesi telef olursa yarım diyet gerekir (el-Kâsânı, age, VII, 311)
c) Tam diyet gerektiren dörtlü organlar Göz kapakları ve kirpikler gibi Bunlardan yalnız bir tanesi telef olsa dörtte bir diyet gerekir (el-Kâsânı, age, VII, 311, 324; eş-Şirâzî el-Mühezzeb, II, 201)
d) Bedende on organ, el ve ayak parmaklarıdır Bunlardan her bir parmak için onda bir diyet gerekir Amr b Hazm'ın naklettiği bir hadiste, "El ve ayak parmaklarından herbiri için on deve diyet vardır" buyurulur (Tirmizî, Diyât, 4; Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Nesâî Kasâme, 45, 47; Dârimi, Diyât, 16) Parmak boğumuna kadar olan telefte, parmak diyeti üçte bire düşer Parmaklar birbirine eşit sayılır
Dişlerin tamamı telef edilirse tam diyet gerekir Her bir diş için beş deve veya diyet miktarına ulaşıncaya kadar her diş için beşyüz dirhem gümüş para (beş dirhem bir koyun bedelidir) gerekir Hadiste; "Her diş için beş deve vardır" buyurulur (Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Nesâî-Kasame, 44; İbn Mâce Diyât, 17)
Bir organ müessir fiil sonucu telef olmamakla birlikte fonksiyonunu veya hassasını kaybetmişse, pratik bakımdan mümkünse kısas, değilse diyet veya şer'an miktarı belli olan erş gerekir Görme, işitme, tatma, koklama, dokunma, yürüme, konuşma veya akıl melekesinin yok olması veya el yahut ayakların felce uğraması, cinsi ilişki kurma gücünü kaybetmesi gibi Bazıları bunların sayısını yirmi ve daha fazla olarak tesbit ederler Bu uzuvların hassası tam olarak kaybolmuşsa tam diyet gerekir; iki gözden birisinin görmemesi gibi kısmî olursa, diyet buna göre hesaplanır Diyeti belirlemek mümkün olmazsa, miktarı bilirkişi (hükümetü'l-adl) belirler (el-Kâsânı, age, VII, 311; eş-Şîrâzî, age, II, 201 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 37 vd)
Mezhep imamları göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edileceğinde ittifak etmişlerdir Kısas diyete dönüşürse, genel kâide olarak görme, işitme, düşünme, yürüme, çalışma, cinsel ilişki kurma fonksiyonları gibi temel fonksiyonlardan birinin izâlesi tam diyeti gerektirir Aynı fonksiyonu gören birden çok organın sözkonusu olması hâlinde diyet orgân sayısınâ bölünerek, her bir organ için ödenecek miktar belirlenir Meselâ; iki gözden birinin kör edilmesi halinde yarım diyet, bir parmak için onda bir diyet gerekir İşte organlar için şer'ân miktârı belirlenmiş olan bu tazminatlarâ "Mukâdder erş" denir (el-Kâsânı, age, VII, 314; Süleyman Akdemir, Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, İzmir 1988, s55-56)
Öldürme dışındaki müessir fiillerde kısas uygulamak mümkün olmayan durumlarda, miktarı bilirkişiye mahkemece tesbit ettirilen erş gerekir ki, buna "gayr-i mukadder erş" veya "hükûmetü'l-adl" adı verilir Kaburga kemiğini, burun kemiğini veya dişler dışında bedenden herhangi bir kemiği kırmak gibi Yine erkeğin memesi, onun meme uçları, dilsizin dili, iktidarsızın cinsiyet organı, görmeyen göz, çürük diş, felçli el ve ayak, baş kısmı kesik cinsiyet organı, parmakları kesik avuç kısmı dal böyledir (el-Kasânı, age, VII, 323; İbn Kudâme, age, VIIl, 56)
Hâkimin tâkdirine bırâkılan erş (hükûmetü'l-âdl), suçlu tarafından tâzmin edilir Bunu âkile yüklenmez
Şecce, (çoğulu şicâc) denilen baş ve yüzdeki, kemiğe kadar inen yaranın erş'i, bu yaranın büyüklüğüne göre belirlenir Bunun miktarı diyetin yirmide biri kadardır
Baş ve yüzdeki yaraların cezası ikiye ayrılır Aslı ceza ve bedel bakımından ceza Aslı ceza kısastır Kasten olan yaralamada, kısas mümkünse uygulânır, değilse erş cezası verilir Kemiğe kadar inen yarâlardâ kısasın uygulanabileceğinde ihtilâf yoktur Çünkü suçluda benzeri yarayı açmak mümkündür Ayette; "Yaralarda kısas vardır" (Mâide, 5/45) buyurulur
Bedel bakımından olan ceza erş'tir Baş ve yüzde kemiğe dayanmayan yaralarda hükümetü'l-adl uygulanır
Çünkü şer'an bunlara erş takdir edilmemiştir (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, IV, 374) Ancak müessir fiilin boşa gitmemesi için bunlara bilirkişinin belirleyeceği erş gerekir
Bedenin baş ve yüzden başka kısımlarında müessir fiil sonucu meydana gelecek yaraya "cürh" denir Çoğulu "cürûh" veya "cirâh" gelir Bu yaralar "câife ve gayri câife" olmak üzere ikiye ayrılır Câife; sırt, karın veya yanlardan karın boşluğuna kadar varan derin yaradır Bu, el, ayak veya boyunda olmaz Gayr-i câife ise; karın boşluğuna kadar ulaşmayan yara olup, boyun, el veya ayak gibi organlarda olur (el-Kâsânı, age, VII 296)
Baş ve yüz dışındaki yaraların cezası da aslî ve bedelî olarak ikiye ayrılır Aslı ceza kısastır Karın boşluğuna kadar inen yaralarda (câife) kısas uygulanmaz Çünkü suçlunun kısas sonucu ölümünden korkulur Bunlarda bedeli ceza olan erş uygulanır Bunun miktarı diyetin üçte biri kadardır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 57) Ebû Hanife'ye gõre yaralı ölmediği zaman, karın boşluğuna ulaşan veya ulaşmayan hiçbir yarada kısas yoktur Çünkü bunlarda kısas tam olarak uygulanamaz Ancak yaralı bu yara sebebiyle ölürse kısas gerekir Karın boşluğuna inen yaralarda erş, diyetin üçte biri, diğerlerinde bilirkişinin belirleyeceği hükümetü'l-adl'dir (el-Kâsânı, age, VII, 323; ez-Zühaylî, el
EŞ'ARÎ

Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olan Ebu'l Hasen Eş'ârî'nin uzun adı Ali b İsmail b Ebı Bişr İshak b Salim b İsmail b Abdullah b Musa b Bilâl b Ebı Bürde b Mûse'l-Eş'ârî'dir İsminden de anlaşılacağı üzere kendisi sahabeden Ebû Mûse'l-Eş'ârî'nin (44/664-65) soyundandır Künyesi Ebu'l-Hasan, lakâbı ise, Nâsiru'd-dîn'dir
Doğum tarihi hakkında çeşitli kaynaklarda hicri 260, 266, 270 ve 275 tarihleri verilmiş olsa da, yaygın olan kanaata göre (260/873-74) tarihinde Basra'da doğmuştur Zira, O'nun (300/912-13) tarihinde Mu'tezile mezhebinden ayrıldığı bilinmektedir O'nun da o günlerde kırk yaşında olduğu bilindiğine göre, doğum tarihi olarak (260/873-74) tarihinin daha doğru olduğu kanaatı yaygınlık kazanmaktadır
Eş'ari'nin hayatını, doğumundan on yaşına kadar, on yaşından Mu'tezile mezhebinden ayrıldığı zamana kadar ve bundan sonraki hayatı olmak üzere üç devrede incelemek mümkündür
1 Doğumundan on yaşına kadar olan dönem:
Bu dönem O'nun çocukluk ve ilk tahsilini tamamladığı dönemdir ki, çeşitli ilimleri tahsil etmiş ve daha ziyade babasının ahlakı ve ilmî terbiyesinde bulunmuştur
2 On yaşından Mu'tezile mezhebinden ayrılmasına kadar olan dönem:
Otuz yıllık bir dönemi kapsayan bu dönem O'nun, üvey babası Ebû Ali el-Cubbâî (302/914-15) ile ilmî yakınlığı bulunduğu dönemdir O Kelâm ilmini de Cubbâî'den öğrenmiştir Fıkıh'ta Hanefi olan Eş'ârî, itikatta hocasının tesiriyle koyu bir Mu'tezile mezhebi savunucusu olmuştur
Hicrî 300 tarihinde O'nun Mu'tezile'den ayrılarak, Ehl-i Sünnet akîdesine bağlandığı bilinmektedir Ancak, O'nun bu ayrılışına çeşitli kaynaklarda çeşitli sebepler söylenmektedir Bunlar arasında en meşhuru, hocası Ebû Ali Cubbâî ile yaptığı bir münazara gösterilmektedir ki, bu sebep bir çok muteber kaynaklarca uygun görülmemektedir Bir diğer sebep de Eş'ari'nin rüyasında Hz Peygamberi görmüş olması ve bunun üzerine görüşten vazgeçmiş olmasıdır Bir diğer görüşe göre de, Eş'ârî belli bir ilmî olgunluğa eriştikten sonra Mu'tezile fikirler kendisini tatmin etmemiş ve onları terketmiştir Bu üç görüş bir arada ele alınacak olursa; ilk iki sebebin de katkısıyla birlikte, son sebebin yani belli bir ilmî olgunluktan sonra bu karara varmış olabileceği ihtimali daha fazla ağırlık kazanmaktadır
Rivayet edildiğine göre Eş'ârî bu karara vardıktan sonra, onbeş gün evine kapanmış ve bu süre sonunda, bir Cuma günü Basra camiinde minbere çıkarak şunları söylemiştir: "Ey insanlar, Beni tanıyanlar, beni tanıyorlar Tanımayanlara da ben kendimi tanıtıyorum Ben falan oğlu falanım Ben, Kur'an'ın yaratılmış olduğunu, Allah'ın gözlerle görülemeyeceğini, kötü fiilleri kendimizin yaptığını söylüyordum Ben bunlardan tövbe ediyor ve bu fikirlerden vazgeçiyorum Ey İnsanlar, ben bu süre zarfında evime kapandım ve bu fikirlerle ilgili delilleri düşündüm Onların hiç birisi bana tercih sebebi olarak uygun gelmedi Yüce Allah'tan bana hidayet etmesini istedim O da bana şu yazmış olduğum şeyleri hidayet etti Bunun üzerine, şu elbiseden soyunduğum gibi, bütün içinde bulunduğum fikirlerden soyunuyorum"
3 Kırk yaşından ölümüne kadar olan dönem:
Mu'tezile mezhebinden ayrılıp, selef akidesi üzere geri kalan hayatını devam ettiren Eş'ârî, yaklaşık yirmi beş yıllık bu süre zarfında, bol bol eser telif etmiş ve selef akidesini müdafaa ile geri kalan ömrünü geçirmiştir Ehli Sünnet adına üslendiği müdafaa ile büyük taraftar kazanmış ve kendisinden sonra daha da gelişecek olan Eş'ariyye ekolünün kurucusu ve temsilcisi olmuştur Zaten bir görüşe göre Eş'ariyye mezhebi, Mu'tezile'ye antitez olarak doğmuştur
İlme olduğu kadar zühd ve takvâya da bağlılığı ile bilinen Eş'ârî, Subkî'nin rivayetine göre yirmi yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kılmıştır (Subkî, Tabakâtu's-Safiyye, 2/248)
Eş'ârî'nin doğum tarihinde ihtilaflar olduğu gibi vefat tarihinde de bir takım ihtilaflar olmakla birlikte, tercih edilen görüşe göre O, (324/936-37) yılında Bağdat'ta ansızın vefat etmiştir
Ebu'l-Hasen Eş'ârî'nin eserlerinin sayısı bazı kaynaklarda üçyüze kadar çıkarılmış olup, bunların bir kısmı, Mu'tezilı görüşleri benimsediği döneme aittir Ancak bunlardan hiç birisi günümüze kadar ulaşmamıştır
Eş'ârî'nin eserlerini kaynaklarda zikredilen konularına göre şu gruplara ayırarak ele almak mümkündür:
a) Kelâm ilmiyle ilgili olan ve özellikle Mutezileyi reddi hedef alan eserler
b) Filozoflar, Tabiatçılar, Dehrîler, Brahmanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi cereyanları reddeden eserler
c) İslâmî ve gayr-ı İslâmî fırkaların görüşlerini reddetmeksizin nakleden Makâlât kitapları
d) Tefsir, Hadis, Fıkıh ve diğer İslâmî ilimler sahasında meydana getirdiği eserler (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, 137)
Eş'ârî'nin eserleri konusunda bazı şeyler söylemek mümkündür Şöyle ki; O'nun hayatında iki ayrı dönem olduğu bilinmektedir Acaba hangi eser hangi döneme aittir? gibi sorular zihinleri meşgul etmektedir Ancak, burada bilinen bir husus vardır ki, o da, Eş'ârî'nin, Mu'tezile'den ayrıldıktan sonra kaleme aldığı bir çok kitapta eski mezhebinin yanlışlığını ve sakat taraflarını ortaya koyması ve dolayısıyla eski yazdıklarını reddetmesidir Zaten bugün elimizde Eş'ari'ye ait olarak bulunan eserler fazla değildir ve hepsi son dönemlerinde kaleme alınmıştır İbn-i Asâkir'in (571/I 1 76) verdiği bilgiye göre Eş'ârî, el-Umed isimli eserinde, 320/935 tarihine kadar kaleme aldığı eserlerini ve neye dair olduklarını zikretmiştir (Subkî, Tebyînu Kezibu'l-Müfteri, 135 vd)
Eş'ârî'nin eserlerini biz burada iki grupta vermek istiyoruz Önce bugün elimizde bulunan eserleri, daha sonra da isimlerini kaynaklardan öğrendiğimiz eserlerden bir kısmını sıralamak istiyoruz
I Bugün Mevcut Olan Eserleri:
1 el-İbâne 'an Usûli'd-Diyâne: Mu'tezilî fikirleri reddettikten sonra ilk önce kaleme aldığı bilinen eseridir Önce kısaca selef akidesi özetlenir ve daha sonra Nübüvvet bahsi hariç, diğer meseleler ele alınır Tahkiksiz baskılarının yanısıra Dr Favkîye Hüseyin Mahmud tarafından yapılan tahkikli metni, 1977 yılında Kahire'de basılmıştır Bu baskıda, muhakkik tarafından yaklaşık 200 sahifelik ek bilgiler ve açıklamalar ilave edilmiş ve çalışma daha da istifade edilir hale getirilmiştir Ayrıca bu eser İngilizce, Almanca ve Fransızca'ya da tercüme edilmiştir Şu ana kadar henüz Türkçe'ye tercümesi yapılmamıştır
2 el-Lum'a fi'r-Reddi 'Alâ Ehli'z-Zeyğa ve'l-Bid'a: Kelâmı bir uslûbla yazılan bu eser on babdan oluşmaktadır Bu eserde Kelâmullah, İrade, Kader, Ru'yetullah, Va'd ve Vaîd ile İmamet konulan ele alınmıştır Çeşitli baskıları ve çeşitli dillere tercümeleri vardır Tahkik baskıları arasında en çok kullânılân Dr Hâmûde Gurâbe tarafından tahkik edilen 1955 yılında Mısır'da baskısı yapılan matbû nüshasıdır Toplam 136 sahifelik bu baskı küçük boy olarak basılmıştır
3 Makâlâtu'l-İslâmiyyın: Bu eser isminden de anlaşılacağı üzere bir Makâlât kitabıdır İslâmi fırkaların görüşlerinden ve yapılarından tenkitsiz olarak bahseder Ayrıca kelâmı meselelerdeki ince ihtilaflardan ve Allah'ın isim ve sıfatlarıyla, Kur'ân hakkındaki görüşlerinden söz eder Bu eserin de H Ritter tarafından hazırlanan tahkikli neşri 1928 ve 1933 yıllarında İstanbul'da basılmış olup, bu baskıdan bir çok defalar tıpkı basımları da yapılmıştır
4 Risâle fî İstihsâni'l-Havz fi'l Kelâm: Onbir sahifelik bu risale de nazar ve istidlâlin müdafaası yapılır
5 Risâletü'l-İmân: İman konusundaki bilgileri ihtiva eden bu risale Almanca'ya tercüme edilmiştir
6 Risâle Ketebe Bihâ İlâ Ehl's-Sağr Bi Bâbi'l-Ebvâb: Eş'ârî bu risalesinde selef akidesini anlatmıştır Bu risale de Kıvamuddin Burslân tarafından Türkçe tercümesiyle beraber yayınlanmıştır (İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, sayı: 7, ss 154-176; sayı: 8, ss 50-108)
II Diğer Eserleri:
Bu grupta Eş'ârî'ye ait olduğunu kaynaklardan öğrendiğimiz yirmi kadar eseri sıralamak istiyoruz Çeşitli kaynaklarda bunların sayısı verilmekle kalmayıp, yüz kadar eserinin de isimleri zikredilmiştir (bk el-İbâne, Dr Fevkiye Hüseyin Mahmud mukaddime s38-71)
imdi bunlardan yirmi kadarını sıralayalım:
1 Kitâbu fi Halki'l-A'mâl
2 Kitâbu fi'l-İstitâ'a
3 Kitâbu fi Cevâzı Rü'yetullah bi'l-Ebsâr
4 Kitâbu fi'r-Reddi Ale'l-Mücessime
5 Kitâbu fi'l-Cisim
6 Kitâbu fi'l-İstihşâd
7 Kitâbu fi'r-Rü'yet
8 Kitâbu fi'r-Reddi Ale'l-Felâsife
9 Kitâbu fi'l-İmâme
10 Kitâbu fi Müteşâbihi'l-Kur'an
11 Kitâbu fi Ef'âli'n-Nebî
12 Kitâbu fihi Beyâni Mezhebi'n-Nasârâ
13 Kitâbun Kebîr fi's-Sıfât
14 Kitâbu Ale'd-Dehriyyın
15 Kitâbu'r-Redd 'Alâ Makâlâti'l-Felâsife
16 İzâhu'l-Burhân fi'r-Reddi 'Alâ Ehli'z-Zeyğ ve't-Tuğyân
17 eş-Şerh ve't-Tafsıl fi'r-Reddi Alâ Ehli'l-İfk ve't-Tadlıl
18 el-Muhtasar fi't-Tevhıd ve'l-Kader
19 en-Nevâdir fî Dakâiki'l-Kelâm
20 Kitâbu Tefsîri'l-Kur'ân: Bu eserin yetmiş cilt olduğu söylenmektedir

-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, Vl, 331-361)



EŞ'ARİYYE

Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü Çoğulu "Eşâ'ira" gelir
Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153 Ayrıca kaynaklar için bk Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10)
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu
Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır
Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503)
Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz
1 Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir Aklen bir vucûbiyyet yoktur Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir
2 Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir Kadında peygamber olabilir
3 Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır
4 Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur
5 Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez
6 Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur
7 Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir
8 Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir Ama böyle bir durum vaki olmamıştır
9 İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir
10 İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur
11 Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir
12 Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir O Allah'ın kelâmıdır Ses ve harflere muhtaç değildir Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır
13 Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir
14 Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur
15 Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir
16 Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #218
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ESÂTÎRU'L-EVVELİN

Öncekilerin Masalları "Esâtîr", "setara" kelimesinden türemiş çoğul bir kelime olup, tekili, "ustûr, ustûre veya estîr, estıra" dır Bâtıl olan, aslı olmayan uydurma hikâyeler ve "evvelîm" kelimesi ile birlikte, "İslâm öncesi milletlerin yazdıkları hikâyeler, masallar" manasına gelir
Bu terkib Kur'an-ı Kerîm de birkaç yerde geçmektedir (el-Enfâl, 8/3 1, en-Nahl, 16/24, el-Müminûn, 23/83) Bu âyetlerin hemen hemen hepsinde bu terkip Kur'an'ın ilâhı bir vahiy olmadığını iddiâ ederek, onun bir Allah kelâmı olduğuna inanmayan müşriklerin Hz Peygamber'e söyledikleri sözleri mâhivetinde nakledilmektedir Meselâ bunlardan bir ayet şöyledir: "İçlerinden kimileri de vardır ki, seni Kur'ân okurken dinler Fakat biz onların kalplerine onu zevkiyle anlamalarına engel (olmak için) kat kat örtü (kabuklar) gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koyduk Artık onlar her belgeyi (mucizeyi) görseler de yine inanmazlar Hatta sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler ve kâfirler de, 'Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler" (el-En'âm, 6/25) Böylece hakka boyun eğmeyen kâfirlerin, "sözlerin en doğrusu olan Allah kelâmını bir tür hurâfe yığını, yalanların en kötüsü olarak vasıflandırdıklarını" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (104), II 12) yüce Allah Kur'an'da bize anlatmakta ve onların bu davranışlarının sebebini açıklamaktadır
Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in ayetleri nâzil oldukça fesâhat ve belâgat ilimlerinde çok ileri gitmiş Araplar, Kur'ân'ın hârikulâdeliği, i'câzı ve üstün belâgatı karşısında şaşırmışlardır Ne yapacaklarını bilemeyerek, Hz Peygamber'i mecnun göstermeye çalışmışlar ve neticede Kur'ân'ı Kerîm'i bir nevi sihirbazların ipe sapa gelmez sözleri gibi göstermek istemişlerdir Hz Peygamber'e daha bunun gibi birçok çamurlar atarak, Kur'an'ı dinleyen herkesin onun etkisinde kaldığını gördüklerinde de âdeta çıldırmışlar ve Kur'an'ı dinletmemek için çeşitli çarelere başvurmuşlardır Kur'an'ın bir beşer sözü olduğunu iddia etmeye kalkışmışlar, fakat yüce Allah, onların bu iddiâlarına karşı meydan okuyarak, önce bütün insan ve cinler bir araya gelseler de, Kur'an'ın bir benzerini meydana getiremeyeceklerini beyan etmiş (el-İsrâ, 17/88), şayet davalarında samimi iseler, onun bir benzerini (et-Tûr, 34/52), hattâ on sûresinin benzerini (Hûd, 11/13) hattâ sadece bir suresinin benzerini (Yunus, 10/38) getirmelerini isteyerek, bu meydan okumayı, en son merhalesine vardırmıştır Sonunda da, "eğer kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz Kur'an 'dan şüphe ediyorsanız ve doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka yardımcılarınızı da çağırın ve onun surelerine benzeyen bir sûre getirin Bunu yapamazsınız -ki asla yapamayacaksınız-; o halde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının'' (el-Bakara, 2/23-24) buyurmuştur
Kur'an'ın bütün uyarılarına, nasihat ve öğütlerine, hatta korkutmalarına rağmen ilâhı dine karşı mücâdelelerine devam eden kâfirler Kur'an'ın bir parçasının benzerini bile getirememişler, çeşitli yollardan ona saldırmaya devam etmişlerdir Kur'an'a ''esâtîru'l-evvelin" (öncekilerin masalları) demeye kalkışmışlar, "biz istesek bir benzerini getiririz (el-Enfâl, 8/31) demişlerdir Fakat onların şairleri, hatipleri bile bunu başaramamışlar; onlar da Kur'an'ın eşsiz uslûba ve hârikulâde bir beyana sahip olduğunu, ne o ana kadar duydukları bir şiire ne de bir efsuncu veya sihirbazın sözüne benzemediğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır
Gerçi Kur'an-ı Kerîm'de, geçmiş peygamberlere ve milletlere dair bazı hikaye ve kıssalar mevcuttur Fakat bunlar ustûre, aslı olmayan yanlış ve batıl şeyler değil, hakikat olan yaşanmış veya gerçek hayattan alınmış ibret sahnelerinden ibarettir Bu tür ibret dolu hâdiselerin Kur'an'da yeralması, müslümanların o milletlerin başma gelenlerden ibret alıp tarihi bir daha tekerrür ettirmemeleri ve aynı hatalara düşmemek için üzerinde düşünmeleri içindir Zaten Kur'an ne kronolojik bir tarih kitabı, ne de mev'ıza kitabıdır Bundan dolayı "Kur'an'da yer alan kıssaların asıl gayesi ahlâkı ve terbiyevî olmasıdır Bunlar Kur'an'ın kendine has uslûbu ile anlatılmışlardır (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara 1979, s172)
Esas itibarıyle "esâtîr"in, Yunanca, "isturya" kelimesiyle ilişkisi olduğu açıktır Avrupalılar da buna "histoir" demişlerdir Biz bugün bu kelimeye karşılık olarak 'tarih' sözcüğünü kullanmaktayız Bunun için, "esâtîr" kelimesi Arapça'dır, fakat "usture"nin Arapça olup olmadığı araştırma konusudur diyenler vardır Dolayısıyle bu dillerdeki sözkonusu kelimelerin, aynı değilse bile, ortak bir köke sahip oldukları söylenmiştir Araplarda esasen ''mestûrâtu'l evvelin" demek olan, "esâtıru'l evvelin", Türklerin "masal", Yunanlıların "misus", Avrupalıların "mit" dedikleri, eski kahramanlık hikâyeleri, tarih öncesi efsaneleri, destanları olarak mülâhaza edilmiş ve uydurma, hurâfeler manasında kullanılmıştır Bu yönüyle gerçek tarihden ayrılır Fakat tarih de belli bir zamana kadar mestûrâta dayanmak durumundadır Çünkü ilk tarihi bilgiler, önce dillerde dolaşan sözlü kaynaklara dayanılarak tesbit edilmeye çalışılmaktadır
Daha sonra bu bilgiler satırlara geçmeye başlamıştır
Bazı düşünürler bu durumu göz önüne alarak, birçok milletlerin ilk efsâne ve destanlarını; insanların düşünce tarzlarını, inançlarını anlamak için delil ve ilmin ilk çıkışı sayarak, tarih, felsefe ve dinlerin bunlardan çıkmış olduğunu kabul ederler Tarih felsefesinde, dinler tarihinde mitolojiye önemli bir esas nazarıyle bakarlar Bazıları da buradan hareketle bütün dinlere "esâtiru'l-evvelîn" veya hurâfat nazariyle bakarak, bu konuda mücâdele ederler Bu görüşleri de kalplerinin hurâfelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde hakkı anlamak kabiliyetini yitirmiş bulunduklarından doğar İşte Kur'ân'ın haber verdiği ve Kur'ân'a "esâtîr" gözüyle bakan kâfirler de, bunlardan veya bunların pirlerindendir Onlar bunu söylemekle şunu kastetmiş oluyorlar: "Kur'an ilahı vahiy veya Allah kelâmı değildir; Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor Üstelik bunda hurafelerden başka hiçbir hakikat da yoktur" Bu görüşleri gösteriyor ki, Hak kelâm ile esâtîri birbirinden ayıramayacak kadar temyiz kabiliyetine sahip değillerdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, III 1904 1907, sadeleştirerek ve özetle) Fakat yüce Allah Kur'an'daki birçok aklı delillerle ve icazıyle bu tür görüşte olanları susturmuş ve Kur'an'ın gerçek, ilâhı kaynaklı olduğunu açıkça ispatlamıştır


ESBÂBU'N-NÜZÛL

Kur'an-ı Kerîm ayetlerinin iniş nedenleri
Bazı ayetler, Hz Peygamber (sas)'e yöneltilen bir soru yada vukûbulan belli bir olay üzerine inerdi Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzûl sebebi' denir
Ayetlerin nüzûl sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahâbeden nakledilen sahih rivâyetlerle tesbit edilir İctihâd ile nüzûl sebebini tesbit etmek mümkün değildir Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük çoğunluğunda nüzûl sebepleri kaydedilmektedir
Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır (İbn Teymiyye, Mukaddime fi't-Tefsir,DImaşk 1936, s31) Âlimler, nüzûl sebepleriyle ilgili pekçok bağımsız eser meydana getirmişlerdir Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b el-Medinî'dir Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl" isimli eseridir (Suyûtî, el-İtkân JF Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1978, 1, 380; Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi'l-Kur'ân, I, 22)
Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı olmasıdır Hiç şüphesiz Allah hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır; her emir veya yasağının bir hikmeti vardır Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir
Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre, "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz" (en-Nisâ, 4/43) âyeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahâbeden bir grup Abdurrahman b Avf'ın dâvetlisi olarak evinde toplanmışlardı Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s87); "Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur
Bu olay üzerine yukarıda sözkonusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir sûrette olmuştur Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir
Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın giderilmesine yardımcı olmasıdır
Meselâ, "Doğu da, batı da Allah'ındır Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (el-Bakara, 2/1 1 5) âyetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür Ama nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır (Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (ty), I, 102-103)
Yine, "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (el-Mâide, 5/93) âyetine bakarak içkinin mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür Ama âyetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş müslümanların durumlarının ne olacağına dâir tereddütleri yok etmek için indiğine nüzûl sebebiyle ilgili rivâyetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz (Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28)
Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (sas)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir
Rivâyetlerde Nüzûl sebebini bildiren ifade kapıları
Eğer Râvî: "Bu ayetin nüzûl sebebi" şeklinde bir ifâde kullanıyorsa, bu, olayın nüzûl sesebi olduğunu ifade eden açık bir ifâdedir Yine olayı ya da soruyu zikrederek "Hz Peygamber (sas)'e şöyle soruldu da bu ayet nâzil oldu" Yahut "şöyle bir olay oldu da bu ayet nazil oldu" şeklinde bir ifade kullanıp" (nüzul) kelimesinin başına u harfini getirmişse, bu ifade kalıbı da nüzûl sebebi hakkında açık bir ifade kabul edilir
"Bu ayet şu hususta veya şu kimse hakkında nazil oldu" şeklinde bir ifade kullanıyorsa, bu ifade şekli kapalıdır Bununla nüzûl sebebini kastediyor da olabilir, zikrettiği hususun, âyetin hükmü kapsamına girdiğini kastediyor da olabilir
Bir ayetin nüzûl sebebiyle ilgili birden fazla rivâyetin bulunması durumuna gelince; önce rivâyetlerin rivâyet derecesine bakılır, sıhhat bakımından üstün olana itibar edilir
Rivâyetlerin hepsi sahih ise, ifade kalıplarından nüzûl sebebini sarîh olarak ifade eden tercih edilir
Rivâyetler her iki açıdan aynı seviyede ise, hepsinin rivayet sebebi olduklarına hükmedilir


ESER

İz, belirti, bir şeyden arta kalan, bakiyye Hz Peygamber'in mübarek emânetlerine de eser denilir Çoğulu âsâr'dır Hadis ve haberle eş mânâda kullanılan bu terim, ıstılahta Hz Peygamber, sahâbe ve tâbiûna âit söz, fiil ve takrirler demektir (Abdühayy el-Leknevî, Zaferü'l-Emânı, 4-5)
Nitekim Nevevî; 'haber ister merfû, ister mevkûf, ister maktû' olsun hadisçiler nazarında hepsi de eserdir' (T Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101) demek suretiyle mezkûr târifi benimser Yine bu anlayışa göre "hadisi rivâyet ettim" mânâsında "esertü'l-hadise" ifadesinin kullanıldığı ve hattâ esere nisbetle kendilerine "esefi" de denildiği kaynaklarda yer alır (Suyûtî, Tedrib, 4)
Ancak, İbn Hacer gibi bazı muhaddislerin, eser tabirinden hadisin mevkûf veya maktûunu kastetmeleri (T Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101) Horasan fakihlerinin ise 'mevkûf'a eser, 'merfû'a haber demeleri, (Suyûtî, Tedrib, 4) eser teriminin değerlendirilmesinde bu tür özel mânâları da göz önünde bulundurma gereğini ortaya koymaktadır Son zamanlardaki ilmî yayınlarda eser, mevkûf ve maktu' haberler için özellikle kullanılmakta, merfu'ât da "hadis terimi ile değerlendirilmektedir (Ayrıca bk HADİS) Felsefede âsâr, 'müessir'den yani Allah'tan sudur eden tesirlere denilmektedir
Muhaddisler, merfû ve mevkûf hadislere eser adını verirler Hâfız Tahâvî'nin bu konu ile ilgili kitabının adı, ''Şerhu Meâni'l-Âsâri'l Muhtelifeti'l-Me'sûre" dir Taberî, ''Tehnibu'l-Asâr'' adıyla bir kitab yazmıştır Hz Peygamber'den gelen dualara da ''el-edviye-tü'l-me'sûre" denilmiştir
Horasanlı fukahâ ve muhaddisler ise, hadis kelimesini merfû olanlara isim; eser kelimesini de sahâbe ve tâbiîne isim yapmışlardır Bunlar mevkûf hadise eser demişlerdir
Muhaddis, esere nispetle "esefi" ismini alır, "Esertü'l-hadise" cümlesi, onu rivâyet ettim anlamındadır Tarihle meşgul olana "ahbafi" denilmiştir Ehl-i eser: Burada eser, hadis ve ashâb-tâbiûn fetvâları anlamındadır (Şahveliyyulah, Huccetullah, I, 12) Tarihte ehl-i re'y-ehl-i eser ihtilâfı tâbiûn zamanında ortaya çıkmıştır Ehli eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça fetvâ vermemişlerdir Yine ehl-i eser, farazî olaylara farazî fetvâlar vermemişlerdir Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir Zâhiriyye mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir Çünkü kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını delil olarak kabul etmezler
"Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak" (er-Rûm, 30/50) ayetindeki gibi, yüce Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir


EŞHURU'L-HURUM

Haram aylar, hürmete lâyık aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır
Câhiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılır; yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar dinlerini yayarlardı Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşı" denirdi Peygamberimiz (sas)'in yirmi yaşlarında iken, Kureyşlilerle Hevâzin kabilesi arasında yapılan Ficâr savaşlarına katıldığı rivâyet edilmektedir Peygamberimiz (sas) bu savaşta kimsenin kanını dökmemiş, yalnız atılan okları toplayıp amcalarına vermiştir
Haram aylar, Arapların Hz İbrahim'den beri kullandıkları, kameri aylardandır Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz Ömer zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir Böylece hicretin yapıldığı yıl birinci yıl olmak üzere hicri kameri yıl ortaya çıkmıştır Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce
Kur'an'da haram aylardan Tevbe suresinde bahsedilir:
''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir Bunlardan dördü haram (ay)lardır İşte doğru din budur O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı Bu ayda savaşmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir İnkâr edenler onunla saptırılır O (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğneyip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine süslü gösterildi Allah kâfirler toplumuna yol göstermez '' (et- Tevbe, 9/36-37)
Bu ayette geçen "nesî" (geciktirme)'nin nasıl olduğuna ve Arapların bu sûretle haram ayı nasıl helâl saydıklarına gelince; Ay senesi (354 gün) ile güneş senesi (365 gün) arasında on bir günlük bir fark olduğu için kamerî aylar her sene on bir gün evvel geliyordu Buna göre Hac mevsimi bazan kış ortasına gelir, bazan yazın en sıcak zamanlarına rastlardı Bu durum müşriklerin hoşuna gitmiyordu Çünkü yazın sıcağında kışın soğuğunda bedevîler Kâbe ziyaretine gelemiyor, ticaret hayatı da aksıyordu Bundan dolayı her üç yılda bir defa bir meclis toplanır, o senenin aylarına bir ay eklenerek ay senesi on iki aydan on üç aya çıkarılırdı Hac mevsimi ise devamlı olarak, dört mevsimden işlerine gelen (mesela ürünlerin yetiştiği) mevsime bırakılırdı Bu suretle Hac mevsimi değişmiyor fakat aylar yer değiştirmiş oluyordu Muharrem ayı Saferden başlayarak sırasıyla onikinci ay olan Zilhicce'ye kadar bütün on bir ayın yerini alırdı Böylece haram aylar helâl ayların yerine geçmiş olurdu Hac ayı (Zilhicce) de, her sene on bir ay sonraya bırakıldığı (yani nesî' yapıldığı) için hakiki Hac ayı olan Zilhicce'nin dokuzuncu günü ancak otuz üç senede bir defa esas kendi yerini buluyordu Nitekim Hicretin onuncu yılı Zilhicce'si aslı yerine gelmişti
Peygamberimiz (sas) Veda Hutbesi'nde haram aylar konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri gitmektir Bu, kafirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir Bir sene helâl olarak kabul ettikleri bir ayı öbür sene haram olarak için ederler Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yapıyorlar Onlar Allah'ın haram kıldığına helâl, helâl kıldığına da haram derler Hiç şüphe yok ki zaman, Allahu Teâlâ'nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür Sene oniki aydır; dördü haram aylardır; üçü peşpeşe gelir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Şaban'la Cemâzilevvel arasındaki Mudar kabilesinin Receb'i (Mudar kabilesi Receb ayına çok hürmet ettikleri için böyle denilmiştir) (et-Tâc, II, 149)
Bu aylarda savaş yasağı neshedilmiş (kaldırılmış)tır "Nefislerinize zulmetmeyiniz'' ayetindeki "zulüm" günâh işlemek olarak tevil edilmiştir Dolayısıyla bu aylarda günâh işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur


ESÎR, ESÂRET

Savaş sırasında ele geçirilen düşman askerleri Esir, erkek olabileceği gibi kadın da olabilir İslâm'da, müslüman savaşçının, harp öncesi, harp sırasında ve harp sonrası uyacağı kurallar belirlenmiştir Esâret hükümlerine, daha çok cihad sonrası ihtiyaç olur Cihad, kafirlerle veya âsilerle çarpışmak için olanca gücünü, kuvvetini sarfetmek demektir İbn Mes'ud Allah Resulu'ne hangi amelin daha faziletli olduğunu sormuş; "Vaktinde kılman namaz, sonra ana-babaya itaat, sonra da Allah yolunda cihad 'dır", cevabını almıştır Mekke devrinde henüz müslümanlar yeterli güce sahip olmadıkları için cihada izin verilmedi Resulullah'a ve sahâbeye sabır, va'z-ü nasihatla mücâdele emredildi Ayetlerde şöyle buyurulur:
"Şimdilik sen aldırış etme, onlara karşı güzel ve tatlı muâmelede bulun " (el-Hicr, 15/85)
"Müşriklere aldırış etme" (el-Hicr, 15/94)
"İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et Onlarla en güzel şekilde mücâdele et" (en-Nahl, 16/125) Bundan sonra cihada izin verildi
"O haram aylar çıktığı zaman, müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5)
Daha sonra bütün zaman ve yerlerde savaş serbest bırakıldı:
"Fitneden eser kalmayınca, din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın" (el-Bakara, 2/193)
Allah Resulu, savaş sırasında İslâm komutanlarının uyacağı hükümleri belirlemiştir:
Süleyman b Bürde'nin babası şöyle demiştir: "Resulullah (sas) bir orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman ona yakınları hakkında Allah'tan korkmasını tavsiye eder: Yanında bulunan müslümanlara da hayrı tavsiyede bulunur; sonra şöyle tâlimat verirdi:
"Allah yolunda, Allah'ın adıyla savaşın Allah'ı inkâr edenlerle çarpışın Savasın, fakat ganimet hususunda hıyânette bulunmayın; hem zulmetmeyin, kimsenin bir uzvunu kesmeyin, hiçbir çocuğu öldürmeyin Ey komutan; düşmanla karşılaştığın zaman, onlan üç şeye davet et; bunlardan herhangi birini kabul ederlerse, onları serbest bırak I) Onları İslâm'a davet et; Sana olumlu cevap verirlerse, hemen kabul et 2) Sonra, onları göç etmeye çağır; eğer kabul etmezlerse, kendilerine haber ver ki, müslümanların yerlileri gibi olacaklar, kendilerine ganimet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir Ancak, müslümanlarla birlikte mücâhede ederlerse, o başka 3) Eğer İslâmiyeti kabul etmezlerse, kendilerinden cizye (gayr-i müslimlerden alınan vergi) iste Olumlu cevap verirlerse, onlardan kabul et Bunu da kabul etmezlerse, artık Allah'tan yardım dileyerek, kendileriyle harp et" (el-Askalânî, Buluğu'l Meram, Çev: A Davudoğlu, IV, 100-101)
Bu duruma göre, düşman önce İslâm'a davet ediliyor Kabul ederse, savaşa son veriliyor Çünkü Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insanlarla çarpışmaya emrolundum " (el-Askalânî, age, IV, 90)
Düşman, İslâm'a girmeyi kabul etmezse cizye ödemeye davet edilir Hanefilere göre cizye iki çeşittir I) İki tarafın anlasması ile konulur Nitekim Hz peygamber Necran hristiyanları ile yılda ikibin takım elbise (hûlle) vermeleri şartı ile anlaşmıştır 2) Malları düşmana bırakılarak, İslâm komutanınca re'sen cizye vergisi konulur Bunun miktarı zengin, fakir ve orta halli için ayrı ayrı yıllık belirlenir; aylık tahsil edilir
Düşman cizye teklifini de kabul etmezse savaş yapılır Savaşta kadınlar, küçük çocuklar, savaşa katılmayan din adamları, akıl hastası gibi yükümlü olmayanlar, yaşlı, kör, kötürüm, sağ eli kesilmiş olanlar öldürülmez Müslümanların yararına olursa, düşmanla barış anlaşması yapmak caizdir Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer (düşmanlar) barışa meyl ederlerse, sen de ona yanaş" (el-Enfâl, 8/61) Hz Peygamber Hudeybiye yılında Mekkelilerle, aralarında on yıl savaş olmamak üzere barış yapmıştır Savaş sonucunda müslümanlar galip gelmiş ve esir almışlarsa komutanın esirler için izleyeceği yol alternatiflidir:
1- Öldürme: Harp esirlerini öldürmenin caiz olduğu konusunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir Çünkü Allah Resulu'nün bazı savaş esirlerinin öldürülmesini emrettiği tevâtür yoluyla sabittir Mekke'nin fethi günü Hilal b Hatel, Abdullah b, -Ebi's-Serh ve Mukays b Hubâbe hakkında Hz Peygamber; "Onları Kâ'be'nin perdelerine sarılmış olarak bulsanız bile öldürünüz" buyurmuştur (el-Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, III, 391)
Hasan el-Basri'ye göre esirler dâru'l-harpte düşmanın gözünü korkutmak için öldürülebilir Dâru'l-İslâm'da öldürülemez Bu mekruhtur Hammad b" Süleyman ise, savaştan sonra, artık dâru'l-harpte de olsa esirleri öldürmenin mekruh olduğunu söyler Çünkü, ayette, "Onlar sizinle savaşırlarsa, onları öldürünüz" buyurulur (el-Bakara, 2/191) Savaş bittiğine göre artık öldürmeye gerek kalmamıştır Esir olmazdan önce İslâm'ı kabul eden ne öldürülür ve ne de köle edinilir Esirken müslüman olan öldürülmez Çünkü artık, İslâm onların şerrinden emin olmuştur (İbn Hazm, el-Muhalla, (Nşr AMŞakir) VII, 309)
2- Köle edinme: Harp esirlerinin köle edinilmesi veya müslümanlarâ zımmî olarak bırakılması mümkündür Ebû Hanife ve İmam Mâlik'in görüşü budur Eskiden savaş esirleri işkencelerle öldürülür; bazı milletlerde de çok ağır işlerde kullanılır, bütün insanlık haklarını kaybederdi İslâmiyet esâret müessesesini bu şekilde buldu Esirlere işkenceyi yasâklâdı; onlara şefkat ve merhametle muamele yapılmasını emretti; bu arada esirlerden köle ve câriye edinilenlerin her fırsatta hürriyetlerine kavuşturulmasını büyük bir tâat saydı Bazı Hanefi hukuksularına göre esirleri köle olarak kullanma hükmü neshedilmiştir (Muhammed, 47/4; Enfal, 8/67; el-Cassas, age, V, 268-272)
3- Fidye ile salıverme: Ayette, ''Esirleri meccânen ya da bir fidye karşılığı salıverme vardır" (Muhammed, 47/4) buyurulur Fidâ; esirleri, alınan bir şey karşılığında serbest bırakmak anlamına gelir Bu bedel; mal, nakit para, harp malzemesi veya birtakım menfaatler olabilir Nitekim Bedir gazvesi esirleri fidye karşılığı serbest bırakılırken, bazıları para temin edemeyince, Resulullah (sas) müslümanların çocuklarından on tanesine okuma yazma öğretmelerini emretmiş ve onları bunun karşılığında salıvermiştir (Sâbûnî, Tefsıru Ayâti'l-Ahkâm, II, 451-452) Hanefîlere göre esirlerin mal karşılığı salıverilmesi prensibi neshedilmiştir Çünkü bu, düşmanın gücünün artmasına yol açar Fidye ayeti (Muhammed, 47/4)'nin hükmü, şu ayetlerle kaldırılmıştır: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) "Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen kimseleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/29)
Şâfiî, Mâliki ve Hanbeli mezheblerine göre, kurtuluş fidyesi ile salıverme caizdir Bedir esirleri hakkındaki uygulama delildir İmam Muhammed de, müslümanların mal ve paraya ihtiyacı varsa, fidye karşılığı salıvermeyi kabul eder
4- İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de dahil olduğu, İslam hukukçularının büyük çoğunluğu esir mübâdelesini caiz görür Yalnız Ebû Hanife aksi görüştedir Ancak ondan, mübâdeleyi caiz gördüğü görüşü de nakledilmiştir
mrân b Husayn'dan rivâyete göre, Allah Resulu müslümanlardan iki kişiye karşılık bir müşrik fidye vermiştir (Tirmizî, Müslim) Diğer yandan (Muhammed Sûresi, 47/4)'deki kurtuluş fidyesi (fidâ) mutlak olarak zikredilmiştir
5- Meccânen salıverme (menn): Esirlerin hiçbir şey alınmaksızın dâru'l-harbe salınmasına "menn" denir Ebû Hanife Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre meccânen salıverme caiz değildir Çünkü bu, düşmanın gücünün artmasına sebep olur Ayrıca, mücâhidlerin hukukuna da bir çeşit tecâvüz sayılır İmam Şâfiî ise meccânen salıvermeyi caiz görür ve Resulullah'ın Yemame halkının büyüğü Sümâme b Üsâl'i meccânen salıvermesini delil getirir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamus, III, 402)
Harpte esir alınan kadınlarla, zerân denilen çocukları öldürmek ittifakla câiz görülmemiştir Bunlar hakkında diğer hükümler uygulanır Esir alınan karı-koca, birlikte İslâm ülkesine getirilmişlerse, nikâh bağı devam eder Yalnız kadın gelmişse bu bağ kalmaz (Bilmen, age, III, 402) İslâm'da esirlere işkence ve zulüm yapılmaz; güçlerinin üstünde iş yükletilmez Bir aile ferdine gösterilen ilgi, şefkat ve yardımın bunlara da gösterilmesi gerekir
Kafirlere esir düşen bir müslüman, onlara bir fidye ödemek üzere anlaşıp da esaretten kurtulur Daru'l-İslâm'a geri gelirse, kafirlere bir ödemede bulunması caiz değildir Ancak fidye ödemeden ellerinden kurtulması mümkün değilse o zaman fidye ile kurtulması câiz olur Müslüman bir erkek esir düşüp de ne zaman kurtulacağı bilinmiyorsa onun mirası, malı ve hanımının nikâhı hakkında devlet başkanı veya kadı (hâkim) gerekli hükmü verir Ayrıca müslüman esirleri kurtarmak için İslâm devletinin ve bütün müslümanların gerekli her çareye başvurmaları lâzımdır


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #219
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EMİRÜ'L-HACC

İslâm'da devlet başkanı tarafından hac farizasının idâre ve organizesi için tâyin edilen başkan Vedâ Haccı'nda uygulanan ve ilk defa Ebû Bekir (ra)'in yaptığı hac emirliği müessesesi müslüman toplum için bir vecîbedir Çünkü müslümanların ortak imamının tâyin ettiği hac emîri, gerekli güven ortamının sağlanmasında ve halifenin emrine itâatta, meydana gelecek hâdiseleri önleyip hududları tatbik ve hak ile hareket etmede bizzat görevlidir
Hac emîrinin durumu namazdaki imamın durumu gibidir Bu nedenle namaz için İmam olacak kimsede aranılan bütün şartlar hac emîrinde de aranır Fazla olarak hac emîrinin hac menâsikini, hükümlerini ve vakitlerini tam olarak bilmesi gerekir
Hac emîrinin görev süresi yedi gündür Başlangıç zamanı Zilhicce ayının yedinci günü öğle namazı vakti; sonu da Zilhicce'nin on üçüncü gününün ikinci yarısıdır Bu günlerden önceki ve sonraki zamanlarda hac emirinin, emrindeki kimseler üzerinde hiçbir yetkisi yoktur Hac emiri süresiz olarak atanabileceği gibi, yalnız bir yıl için de atanabilir Eğer süresiz olarak bu göreve atanmışsa, her yıl hac görevini yerine getirmekle yetkilidir Bu yetki, geri alınmadıkça devam eder Eğer yalnız bir yıl için görevlendirilmiş ise, başka seneler hac emirliği yapamaz
Hac emiri olarak atanan kimsenin özel biçimde yürüteceği ve üzerinde ittifak edilen beş hüküm vardır Altıncı olarak bir hüküm daha bulunmaktadır, fakat bunda ihtilâf edilmiştir Üzerinde görüş birliği olan beş hüküm şunlardır:
I) Hacıların ihrâma girecekleri vakti belirlemek, toplu yapılacak işlerde hareket biçimini tesbit etmek ve hac fiillerinde kendisine uyulmasını emretmek
2) Hac fiillerini tesbit edildiği biçimde yerine getirmek Hac fiillerinin öncelik-sonralık sıralamasında bir değişiklik yapılamaz
3) Durulacak yerleri, durma süresini ve oradan hareketi takdir ve tesbit etmek
4) Hac rükünlerinde emir'e uymak, yapacağı dualara "âmin" demek, söz ve harekette ona uymak
5) Hac hutbelerinin okunduğu günlerde topluluğa namazı kıldırmak, hutbe ve namaz için hacıları toplamak
Üzerinde ihtilâf olan altıncı görev ise üç hususu ihtivâ eder Birincisi; hacılardan birisi had veya tâzir gerektiren bir iş yapmış ve eğer bu iş hacla ilgili ise, emîr ceza uygular; Hacla ilgili değilse, hiçbir ceza veremez Eğer işlenen suç had cezasını gerektiriyorsa, bu konuda iki görüş vardır: Bir görüşe göre had cezasını uygular; çünkü iş hac hükümlerindedir İkinci görüşe göre suçlu hac ibâdetinden çıkmış olduğundan emîr had cezasını uygulamaz İkincisi; hacılar arasında çıkan hâc hükümleri dışındaki anlaşmazlıklara hüküm veremez Eğer hac hükümlerinde ihtilâfa düşerlerse bu konuda iki görüş vardır Bir görüşe göre böyle bir anlaşmazlıkta hüküm verebilir İkinci görüşe göre ise hüküm veremez Üçüncüsü; hacılardan birisinin fidye vermesi gerekiyorsa, hac emîri fidyenin verilmesi hususunda onu zorlar Fakat fidyeyi alacak bir de hasım mevcut ise, bu durumda hac emîrinin fidyeyi ödeyip ödeyemeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır Had cezasının uygulanması konusunda olduğu gibi bu konuda da bir görüşe göre fidyeyi vermeye zorlar, ikinci görüşe göre ise, zorlayamaz
Hac emiri fakih ise fetvâ istenildiğinde fetvâ verebilir Hacılara kendi mezhebinin gereklerinden olan birşeyi yükleyemez İhrâma girmeden hac ibâdetini yaptırması mekruhtur Fakat böyle bir durumda hacıların ibâdeti geçerlidir Hac emirinin durumu namazdaki imamın durumundan bazı açılardan farklıdır Çünkü bir kimse İmam olmadan cemâata namaz kıldıramaz Hacılar ise hac emirinden ayrılarak kendi rehberlerine uymak isterlerse, mekruh olmakla birlikte bu câizdir Ama namazda imama muhâlefet namazı bozar Çünkü namaz imamla sıkı sıkıya bağlantılıdır Hac ise, emiri ile bu ölçüde bağlantılı olmayan bir ibâdettir
İslâm'ın ilk dönemlerine âit hac uygulamaları açıkça göstermektedir ki İslâm'da hac, kişinin sadece kendi kendisine yaptığı ferdî bir ibâdet değildir Haccın dinî, rûhi olduğu kadar siyâsi, ictimâî, iktisâdı gibi dünyevî yönleri de vardır Aslında bir birlik içinde olmaları gereken İslâm dünyasının dört bir tarafından, her ülkeden binlerce kişi hacda tabîi olarak biraraya gelerek her sene muntazam olarak haşmetli bir "İslâm Kongresi"ni teşekkül ettirmektedirler Burada İslâm ülkelerinin ayrı ayrı problemlerinin ele alınarak birbirlerine destek olucu kararlar alıp memleketlerine dönüşlerinde bu kararları uygulamaya koyma imkânı vardır Burada İslâm ümmetinin fert fert birbirleriyle temas kurarak İslâm'ın kardeşlik ilkesini bâriz bir şekilde yaşatarak İslâm ülkeleri arasında dayanışmanın temellerini atma imkânı mevcuttur Yine burada İslâm ülkelerinin birbirleri ile iktisâdı diyaloğ ve yardımlaşmalarına açık bir zemin sözkonusudur
Elbette bütün bu fâaliyetlerin sıhhatli ve verimli bir şekilde yürütülmesi bir idâreyi, haccı yönetecek ve gerekli organizasyonu yapacak bir başkanı, bir emiri zarûrî kılmaktadır Esasen müslümanların tek bir İslâm devletinin çatısı altında toplandıkları ilk dönemlerde dahi böyle bir idâre içinde haccın îfa edilmesine ihtiyaç duyulmuştur
İşte bu sebepledir ki Peygamber efendimiz, müslümanların hac yapmalarına imkân doğduğu ilk sene (H 9/M 63 1 yılında) kendisi hacca gidemeyeceği için Hz Ebû Bekir'i hac emiri tâyin etmişti Ertesi yıl Vedâ Haccı'nda haccı bizzat kendisi idâre etti Hz Peygamber'in vefâtından sonra işbaşına gelen İslâm halifeleri de Resulullah'ın bu uygulamasını devam ettirerek ya bizzat kendileri gelip haccı idâre etmişler, ya da hacca katılamayacaklarsa mutlaka bir hac emiri tayin etmişlerdir Çünkü haccın esas yapısı ve temel esprisi bunu gerekli kılmaktadır

EMÎRU'L MÜMİNÎN

Müminlerin emîri, halife, İslâm ümmetinin lideri, idarecisi anlamında kullanılan bu tabir, Hz Peygamber (sas) in vefâtından sonra ilk olarak ikinci halife Hz Ömer (582-644 M) için kullanılmıştır Yalnızca emîrlik unvânı ise Hz Peygamber (sas)'ın önemli işleri idare etmek üzere tâyin ettiği kişiler için de kullanılmıştır Harplerde kumandan olarak tayin ettiği kişiye emîr ifadesini kullandığı gibi, Hz Ebû Bekir'i de hicretin dokuzuncu yılında hacca gidecek kafilenin başına hac emîri olarak tayin buyurmuştur
Resulullah'ın, idarede aksaklık olmaması için toplumlara emîr tayin etme sünneti ve, ''Üç kişi sefere çıkarlarsa, içlerinden birini kendilerine başkan (emîr) seçsinler'' "Kafası, siyah kuru üzüm gibi olan Habeşî bir köle başınıza emîr olarak seçilse onu dinleyin ve itaat edin" (Buhâri, Ezan, 56) "Bir kimse Ulü'l-emr'e itaatten elini çekerse kıyamet gününde ileri süreceği hiçbir hücceti bulunmadığı halde Allah 'ın huzuruna çıkar ve bey'at etmeyerek ölen kimse câhiliyye ölümüyle ölmüş gibi olur " "Ma'siyetle emrolunmadıkça hoş görsün veya görmesin, müminin her hususta Ulu'l-emri dinlemesi ve itaat etmesi gerekir Ma'siyetle (İslâm'a karşı gelmekle) emrolunduğu zaman ise dinlemez ve itaat etmez " hadisleri ile (Riyâzü's-Sâlihin, II/80) Allah'ın, "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve sizden olan (müslüman olup İslâm yasalarına göre hüküm veren) Ulu'l-emr'e de itâat edin" (en-Nisâ, 4/59) hükmü, daha sonra gelen müslümanların kendileri için İslâm ile hüküm verecek bir emîr tayin etme gereğini ortaya koymuştur
Emevi ve Abbâsi halifeleri "emiru'l-mü'minin" ünvânını aldıkları gibi Hâriciler, Fâtımîler ve Karmatîler de aynı ünvânı kullanmışlardır Abbasiler'e bağlı Murâbıtlar ise "emiru'l Müslimîn" ünvânını tercih etmişlerdir Bağımsız olârak Afrika halifeliğini te'sis eden Muvahhidın "emiru'l-Mü'minin" unvânını almışlardır Hicretin 11 yılında Nahle üzerine gönderilen bir askeri kıtânın komutanı Abdullah b Cahş için "emiru'l-müminin" ünvânı kullanılmıştır
Mısır'ın fethinden sonra halifeliğin Osmanlı hânedanına geçmesi üzerine Osmanlı sultanlarına, hilâfetin saltanattan ayrılarak lağvedildiği (3 Mart 1924) tarihine kadar Emiru'l-Müminin; yalnız halifelik ünvânına sahip olan son halife Abdu'l-Mecid'e "Halife-i müslimın" ünvânı verilmiş, daha sonra bu ünvan da kaldırılmıştır (Daha geniş bilgi için bk Halife, Hilâfet)

EMR-İ Bİ'L-MA'RUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER

İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma
Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s505; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118)
Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232)
Kur'an-ı Kerîm'de, ''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Alu İmrân, 3/104) buyurulmaktadır Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, age, II, 1155)
Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Söyle buyurmaktadır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz'' (Alu İmrân, 3/110)
Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmişbir toplumdur Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin Bu ise imanın en zayıf derecesidir'' (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388) şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:
"onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi" (el-Mâide, 5/78-79) Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk et-Tevbe, 81/67)
Hz Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII, 271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; Fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (age, VII, 286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II, 68-78)
Marufun emredilmediği, münker den alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd)
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd)
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabil'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 144) Yani müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkesinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir Bu sebeple müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler" (el-Mâide, 5/105) Çağdâş toplumla müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yasayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz" (Haşr, 59/7)
Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk el-Bakara, 2/44) Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44) İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8)
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (en-Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43)
Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib * gibi davranarak değil "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü) Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur
Enes b Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk Resulullah şöyle buyurdu:
"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî)
Hz Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir" (Lokman, 31/17)



EMVÂL-İ BÂTINA

Bâtını veya gizli mallar Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer Bunların tam olarak tespiti zordur Ancak sahiplerinin beyanı, herhangi bir yerde emânet edilmiş olmalarıyla tesbitleri mümkün olabilir Altın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer Evinde altın zinet eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildirmezse, araştırma yaparak bunları tesbit etmek imkânsızdır Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyesinin kontrolü dışında bırakılmıştır
Hz Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâtı devlet tarafından alınmaktaydı Hz Osman'ın hilâfeti zamanında devlet gelirleri arttı Ticaret malları ile nakit paranın tesbit ve kontrolü zorlaşmaya başladı Bunun üzerine Hz Osman bâtını malların zekâtını sahibinin isteğine bıraktı Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanının vekili kabul edilerek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular Sâib b Yezid şöyle diyor: "Hz Osman'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: 'Bu ay zekât verme ayıdır Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin" Hz Osman devrinde başlayan bu uygulama günümüze kadar bu şekilde devam edegelmiştir (el-Kâsânı, Bedâyiü's-Sanâyi', I!, 7; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I, 204) Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde emvâl-i bâtınanın zekâtını da toplayabilir Bunların toplanıp emvâl-i zâhire ile birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması çok daha yararlı olur


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #220
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EN'ÂM SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in altıncı suresi, Mekke'de bir defada nazil olmuştur Ancak; 91, 92, 93 ve 151, 152, 153 ayetlerin Medine'de indiği rivâyet edilir Surenin bütünü 165 ayet, üçbinelli iki kelime, onikibinikiyüzkırk harften ibarettir Fasılası; nun, mim, lâm, zâ, râ harfleridir
En'âm suresinde Allahu Teâlâ, şirki reddederek, tevhid'e, ahirete imana çağırır; bâtıl inançları yok eder; temel ahlâk ilkeleri koyar; Hz Peygamber'e yöneltilen itirazlara cevap verir; Resulullah ve müminleri teselli eder, kâfirlere uyarı ve tehditlerde bulunur, Hz İbrahim (as)'in kıssasına yer verir; kitap, hüküm ve nübüvvet verilen seçkin kulları (peygamberleri) zikreder
Bu sure, Mekke'de inen diğer sureler gibi Allah'a ve Peygamber'e imanı kökleştiren, tevhîd inancını aşılayan, câhiliye devrinden gelen bozuk inanç ve kanaatleri sarsan, insanları varlıklar üzerinde düşünmeye çağıran özelliklere sahiptir Sure, yüce Allah'a övgü ve hamd ifadeleriyle şöyle başlar: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur Tayin edilen bir ecel de O'nun katındadır Sonra bir de şüphe ediyorsunuz Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur O sizin gizlinizi de açığınızı da ve ne kazanacağınızı da bilir'' (el-En'âm, 6/1 -3)
Surenin bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir Bütün varlıkları yaratan Allah'tır Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur Gerçek hükümranlık, güç ve kudret O'nundur O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir Geceleri gündüze çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır Bu yüzden, insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir Yol çizmek, hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir Bütün bunlar ilâhlığın özelliklerindendir Yine bütün bunları yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir Yerlerin ve göklerin tek ilâhı Allah'tır
Esmâ binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği zaman ben Hz Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum Sure bütünü ile indi ve ağırlığından az kalsın Hz Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi olmuştu" (S Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M E Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul, V, 45)
Ayetlerde, itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6)
Allahu Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir O, karada ve denizde olanları bilir Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır"
"Geceleyin sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur Sonra tâyin edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır Sonra dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir"
"O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir Size koruyucu melekler gönderir Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61)
Bitkiler, denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:
"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?" (95)
"Karanlığı yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" (96)
"Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık" (97)
"Gökten, suyu indiren O'dur Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan da yeşillik meydana getirdik" (99)
Bütün bu nimetler üzerinde düşünüp ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları şöyle ifade edilir:
"Ateşe sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen" (27)
"Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize' Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür" (31)
Medine'de indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür Çünkü Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de inenler hüküm ağırlıklıdır Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası ilişkilerle ilgili hükümler burada indi Çünkü Medine döneminde artık bu kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu
Şu ayetlerde Medine'de inişin izleri görülebilir:
"De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın Ana-babaya iyilik yapan Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz rızıklandırırız Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti" (151)
"Yetim, rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun Ve Allah'ın ahdini yerine getirin Allah düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na uyun Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın Allah bunları size sakınasınız diye emretti" (152-153)
Sure şu ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (165)

ENBİYÂ

Peygamberler, Nebî kelimesinin çoğulu Nebî, peygamber demektir Farsça bir kelime olan 'peygamber''in kelime anlamı; "haber getiren"dir "Resul" kelimesi de peygamber demektir Ancak nebî ile rasûl arasında şu fark vardır: Resul yeni dinî hükümler (şerîat) getiren peygamberdir Nebî ise kendinden önce gönderilen peygamberin getirdiği hükümlerle amel ederek insanları Allah'ın birliğe ve yalnız O'na kulluğa çağıran peygamberdir Kur'an'ın yirmi birinci sûresinin adı "Enbiya sûresi"dir Sûrede peygamberlerin kıssalarından söz edildiği için bu adı almıştır
Yüce Allah insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır (ez-Zâriyât 51/56) Kulluk geniş anlamıyla Allah ve Rasûlünün emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır Allah'ın emir ve yasakları bilinmeyince kulluk yapmak da mümkün olmaz İşte peygamberlerin görevi insanlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirip onları kulluğa çağırmaktır
Allah Teâlâ insanlara peygamberleri aracılığıyla doğruyu yanlışı bildirmiştir Tatbik edildikleri zaman bu dünyada ve ahirette mutluluğa kavuşturacak hükümlerini onlar vasıtasıyla göndermiştir Etkili olması için de "kendi içlerinden" (et-Tevbe 9/128), yani onlar gibi insan olan kimseleri peygamber seçmiştir Çünkü insanların eğilimlerini, psikolojik durumlarını bilmek tebliğ, yani İslâm'ı anlatmak için şarttır
Allah ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz Âdem'i yaratmış, ona gerekli bilgileri öğretmiş ve kendi adına yeryüzünde hükmetmesini emretmiştir (el-Bakara 2/30) Hz Adem'den itibaren Allah'ın insanlara gönderdiği din İslâm dinidir Bu din Allah'ın bir olduğu, eşi ve ortağı olmadığı inancına dayanır Buna "tevhîd" (birleme) inancı denir Her peygamber kendisine verilen "tevhîd inancını anlatma ve yayma" görevini eksiksiz olarak yerine getirmiştir Fakat insanların çoğu yine inkâr ve sapıklık yolunda devam etmiştir Kazançlı çıkanlar, bu dünyada bazı sıkıntılara uğrasalar da, inananlar olmuştur Çünkü ebedî saadet ve mutluluk onlar için hazırlanmıştır
Kur'an-ı Kerîm'de tevhid inancı şöyle anlatılır: "De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz diğerini Allah'tan başka tanrı edinmesin ' Eğer yüz çevirirlerse, 'Şâhit olun, biz müslümanlarız' deyin" (Âl-u İmrân, 3/64)
Allah, her millete bir peygamber göndermiştir Peygamberler insanlara hak ve hakikatı kendi dilleriyle açık bir şekilde anlatmışlardır: "Biz her millet içinde, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik Onlardan kimine Allah hidâyet etti, kimine de sapıklık hak oldu İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş" (en-Nahl, 16/36)
"Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın (Peygamberin açıklamasından) sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir O azîzdir, hikmet sahibidir" (İbrahim, 14/4)
Her millete bir peygamber gönderilmesi, onları bilmedikleri şeyden hesaba çekmemek ve azâb etmemek içindir: "Biz elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azâb edecek değiliz" (el-İsrâ, 17/15) İnsanlar hesap gününde: "Yâ Rabbi, biz bilmiyorduk; bize bu günü haber veren senin azâbını bize hatırlatan kimse gelmedi" diye özür beyan edemeyeceklerdir: "Rablerini inkâr edenler için cehennem azâbı vardır Ne kötü gidilecek yerdir o! Oraya atıldıkları zaman onun öfkeli homurtusunu işitirler; kaynıyor; az daha öfkeden çatlayacak Her topluluk onun içine atıldıkça onun bekçileri, onlara sordu: 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?' Dediler: 'Evet, bize uyarıcı gel di ama biz yalanladık ve; 'Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik ' Ve dediler ki: "Eğer biz (onların sözlerini) dinleseydik, yahut düşünüp aklımızı kullansaydık, su çılgın ateşin içine atılanlardan olmazdık" (el-Mülk, 67/6-11)
Peygamberler İslâm'ı tebliğ ederken metod olarak "müjdeleme" ve "uyarma" yolunu benimsemişlerdir Bunu onlara Allah (cc) öğretmiştir: "Ey Peygamber, biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik Ve izniyle Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak (gönderdik) Müminlere, Allah'tan büyük bir lûtfa ereceklerini müjdele!'' (el-Ahzâb, 33/45-47)
Peygamberler de insandır; yerler, içerler, evlenirler, çarşı-pazarlarda dolaşırlar (el-Kehf, 18/1 10; el-Furkan,25/7); fakat üstün ahlâk sahibi, her türlü bedenî ve ruhî hastalıklardan sâlim, ince anlayışlı şahsiyetlerdir Ayrıca her zaman Allah'ın vahyine muhâtap olup O'nun gözetimi altındadırlar Herhangi bir yanlış iş yaptıkları zaman Allah tarafından uyarılırlar
Peygamberlerin bazı sıfatları vardır ki bunları bilmek her müslümana vacibdir Bu sıfatlar şunlardır:
1 Emânet: Peygamberler emânete ihânet etmezler Allah'tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara iletirler
2 Sıdk: İşlerinde ve sözlerinde doğrudurlar Verdikleri sözde dururlar Asla yalan söylemezler
3 Tebliğ: Allah'ın bildirdiği emir ve yasakları olduğu gibi insanlara açıklarlar
4 Fetânet: Çok anlayışlı ve zekîdirler
5 İsmet: Peygamberlikten önce ve sonra, büyük-küçük hiçbir günah işlemezler
Peygamberler Allah'ın seçtiği faziletli kişilerdir Adaletle hükmederler, zulüm ve haksızlık yapmazlar
Peygamberler arasında, sahip oldukları özellikler bakımından bir fark yoktur: "Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı; müminler de Hepsi Allah'ın meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı 'Onun elçilerinden hiçbirini diğerinden "ayırmayız" (dediler) Ve dediler ki: 'İşittik, itâat ettik Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz Dönüş(ümüz) sanadır" (el-Bakara, 2/285)
Peygamberler arasında derece ve fazilet farkı vardır: "İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik Allah dileseydi, onların arkasından gelen milletler, kendilerine açık belgeler gelmiş olduktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi Fakat anlaşmazlığa düştüler Onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi Ama Allah dilediğini yapar" (el-Bakara, 2/253)
Peygamberlerin üstünlük sırasına göre dereceleri şöyledir:
1 Nebîler
2 Resuller
3 Ulü'l-Azm (azim ve irade sahibi) Peygamberler: Hz Adem, Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa, Hz İsa, Hz Muhammed (aleyhimüsselâm)
4 Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu peygamberimiz Hz Muhammed Mustafâ (sas)
Peygamberimiz (sas) "âlemlere rahmet olarak" (Enbiyâ, 21/107) gönderilmiştir O, "büyük ahlâk üzerindedir"(Kalem, 88/4) Örnek hayatıyla müminlerin önderidir (Ahzab, 33/21) Kurtulmak isteyen O'nun yüce sünnetine sarılır Onun sözleri, işleri, tavır ve davranışları yolumuzu aydınlatan ışıklardır O, Allah'ın habîbi (Habîbullah)dır Her zaman O'na salât-ü selâm getirmek, yani Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed demek lâzımdır Çünkü Allah ve melekler de O'na salât-ü selâm okurlar (Ahzâb, 33/56) O, insanların ve cinlerin peygamberidir Büyük şefâat (şefâat-i uzmâ) hakkı ona verilmiştir En büyük mûcize Kur'an-ı Kerîm, ona gönderilmiştir Kıyamete kadar bütün insanlığın peygamberidir Salât ona, selâm ona, onun âline, ashâbına ve etbâma olsun!
Peygamberimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: ''Her peygamberin kabulü muhakkak olan bir duası vardır Hepsi de bu duasını dünyada iken yapmıştır Ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat olarak sakladım İnşaallah bu şefaat ümmetimden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenler hakkında gerçekleşecektir"(Buhari,Müslim, Tirmizî'den naklen Tâc, 245)
Peygamberlere iman, imanın altı şartından birisidir Bunun için peygamberlerin varlığını kabul etmeyen, onlara söven veya hakaret eden, onlarla alay eden, onlara kötü fiiller isnad eden kimse dinden çıkmış olur Peygamberlerin hepsi de insanları doğru yola çağıran, karşılığında hiçbir ücret almayan mübarek kişilerdir Hayatları boyunca türlü sıkıntı ve eziyetlere uğramışlar fakat sabırla Allah'ın kendilerine verdiği tebliğ görevini ölünceye kadar yerine getirmişlerdir (Daha geniş bilgi için bk peygamberler)
ENBİYA SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibirinci suresi Mekke'de nâzil olan bu surenin ayetleri yüzoniki; kelimeleri binyüzaltmışsekiz; harfleri dörtbinsekizyüzdoksan; fasılası "mîm" ve "nûn" harfleridir
Sure, bazı peygamberlerden ve onların kavimleri ile olan münâsebetlerinden söz ettiği için bu ismi almıştır "Enbiyâ"; "nebî" kelimesinin çoğuludur Nebî; kendisine kitap veya sâhife verilmeyen, bir önceki peygamberin şerîati ile amel eden ve onu tebliğ etmekle görevli olan peygamberdir Bu manası ile nebî terimi resul teriminden daha geniş anlamlıdır Çünkü Resul, nebîlerin içinde, kendilerine kitap veya sahife verilip tebliğ ile görevlendirilen peygamberlere denir Buna göre bütün peygamberler nebîdir Fakat her nebî Resul değildir
Enbiya suresi tevhid yani Allah'ın varlığı ve birliği, peygamberlik ve peygamberler, ölümden sonra dirilme ve hesaba çekilme ile ahiret hayatı gibi sahaları çok geniş olan inanç esaslarını içerir
"İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı (Fakat) onlar hala gaflet içinde (peygamberlerle alay ederek onların getirdikleri hakktan) yüz çevirirler" ayetiyle başlayan süre üç ana bölümde incelenebilir:
Birinci bölüm peygamberlikle ilgilidir İnsana çok yakın olan korkunç bir tehlikeyi haber vererek başlayan bu bölüm ilk dokuz ayette ciddiyetten yoksun, akılları bazı geçici menfaatlerle şartlanmış gâfil insanların kendilerini doğru yola çağıran peygamberleri ile nasıl alay ettikleri ve sonunda karşılaştıkları ilâhı azâblar naklediliyor Bu kısımda insanlara Allah'ın elçisi olarak gönderilen peygamberlerin de insan oldukları, bu sebeple yeme-içme gibi beşerî ihtiyaçlarının bizzat kendileri tarafından karşılandığı anlatılmakta; bunun eskiden beri böyle devam edegeldiği ve garip karşılanmâması gerektiği belirtilmekte; fakat buna rağmen inkârcıların, çeşitli iftira ve ithamlar ileri sürerek onlara inanmak istemediklerine işaret edilmektedir Ardından, "Nihayet onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik, kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık; aşırı gidenleri de yok ettik" (9) âyetiyle, peygamberlerini inkâr edip onlarla alay edenlerin eninde sonunda cezalarını bulacakları kesin olarak anlatılıyor Çünkü hakk daima galip gelmektedir:
"Muhakkak ki biz hakkı bâtılın tepesine indiririz de onun beynini parçalarız ve böylece bâtıl da ortadan kalkmış olur Allah'a (ve peygamberlerine) yakıştırdıklarınızdan dolayı size yazıklar olsun!'' (18)
Bütün bu kıssalar ve ikazlarla Hz Muhammed (sas)'e ilk muhâtab olan Mekkeli müşrikler hedef alınmakta ve öncelikle onların ibret alıp inanmaları istenmekte, inanmadıkları takdirde, kendilerini önce dünyada sonra da ahirette büyük bir azâbın beklediği anlatılmaktadır Peygamberlerle alay konusu sadece o günlere ait bir şey sanılmamalıdır Günümüzde de İslâm düşmanları tarafından aynı iftiralar allanıp pullanarak tekrar tekrar gündeme getirilmektedir Şu halde ayetin hükmünün sadece adı geçen peygamberlerin zamanlarındaki inkârcılara âit olduğunu düşünmemek gerekir Çünkü tefsirde şu kâide meşhurdur: "Esbâb-ı nüzûlün, yani âyetin inmesine sebep olan olayın hususî olması, hükmünün umumî olmasına engel değildir" Şu halde bu tehdidler günümüzdeki ve gelecekteki inkârcılar için de aynen geçerlidir
Peygamberlik ve peygamberlerle ilgili olan bu bölüm surenin sonuna kadar diğer konularla içiçe sürüp gitmekte ve zamanın derinliklerinden akıp gelen peygamberler kafilesinin aslında tek bir inancı tebliğ etmek için gönderildikleri belirtilmektedir Bu öyle bir inançtır ki çeşitli aile ve ırklardan meydana gelmiş insan toplumlarını dağınıklıktan ve birbirlerine düşman olmaktan kurtarıp birbirlerine karşı hoşgörülü ve sevgi dolu birleşik bir toplum meydana getirmektedir Bu suredeki peygamberler zinciri Hz Musa ve Harun ile başlıyor ve onlara verilen Furkân, yani hakkı bâtıldan ayıran kitaba işaret edildikten sonra 50 ayetten 70 ayete kadar süren kıssada Hz İbrahim'(as)in, putperest kavmi ile yaptığı mücâdele v,e bu mücâdelede putları nasıl kırdığı tafsilatlı bir şekilde anlatılıyor Putperestlik her devirde insanları insanlara boyun eğdirip köle eden bir düzenin paravanası olarak kullanılmıştır Bu düzende insanlar zulüm üzerine bina edilen birtakım geçici,menfaat esasları ile idare edilmeye çalışılıyor ve bunun tanrıları tarafından öngörülen bir sistem olduğu iddia ediliyordu Dolayısıyla bu sisteme karşı gelenlerin, tanrıların gazâbına uğrayacakları fikri aşılanıyordu Bu çarpık düzenin savunucuları ve yöneticileri ise kendilerinin tanrı soyundan geldiklerini, sırf insanları idâre etmek için yaratılmış ayrı bir sınıf olduklarını ileri sürüyorlardı Rivâyetlere göre İbrahim peygamberin zamanındaki putperestliğin savunucusu da Kuzey Irak'a hâkim olan kral Nemrud idi İbrahim (as) büyüklerinden birisi hariç, kavminin tapageldikleri bütün putları kırmakla onların kendilerini savunamayacaklarını ve hatta kendilerine zarar verenin kim olduğunu bile haber veremeyeceklerini göstererek putperestliği bırakıp her şeye gücü yeten Allah'a yönelmelerini istemiştir Putperestliğin savunucusu Nemrud ise Hz İbrahim'i cezalandırmak için onu yaktırmak istemiş fakat canlı-cansız her şeye sahib oldukları gücü veren Allah, ateşin yakıcılık özelliğini bir anlık kaldırarak, elçisini kurtarmak suretiyle kayıtsız şartsız boyun eğilmesi gereken gücün kendisinde olduğunu bütün açıklığı ile göstermiş; fakat liderlik sevgisi veya kölelik ruhu ile gözleri perdelenen, kalpleri mühürlenen kişiler yine inanmamakta ısrar etmişlerdir
Bu kıssadan sonra 91 ayete dek İshâk, Yâkûb, Lût, Nûh, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, İsmail, İdris, Zülkifl, Zü'n-Nûn (Yûnus), Zekeriyyâ ve İsa (aleyhimü's-selam), peygamberlerden özetle bahsedilerek karşılaştıkları zorluklar anlatılmakta ve bu zorluklara bazen sabır, bazen ikna edici deliller getirip tartışarak bazen de mücadele ederek, yerine göre uygun düşecek bir metodla nasıl göğüs gerdikleri ve sonunda kötülüklere nasıl galip geldikleri anlatılmaktadır
Surede işlenen diğer iki önemli konu da öldükten sonra dirilme ve Allah'ın tevhididir:
"Yoksa onların, yeryüzünde edindikleri tanrıları mı ölüleri diriltecekler? Eğer göklerde ve yerde Allah 'tan başka (birtakım) tanrılar olsaydı yer ve göğün düzeni bozulurdu Arş'ın Rabbi olan Allah onların nitelediklerinden münezzehtir" (21, 22) Burada bütün peygamberlerin tevhîd inancını savundukları, fakat buna rağmen zaman zaman insanlar arasında sapmaların ortaya çıktığı ve "Rahmân (olan Allah) çocuk edindi" (26) ve benzeri safsataları ileri sürüp Allah'a eş koşarak şirke dalanların olduğu anlatılmaktadır Bu tür iddiaları ortaya atanların, yer ve göklerin yaratılışından beri aynen süregelen ilâhı kanunlardan deliller getirilerek, hataya düştükleri gözler önüne serilmektedir Surenin bu kısmında ilmin henüz yeni yeni keşfedebildiği kâinatın düzeni ile ilgili gerçeklerden söz edilmektedir:
"Yeryüzüne de, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik Doğru yolda gitsinler diye geniş yollar yaptık Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık Fakat onlar hâlâ delillerden yüz çeviriyorlar (Halbuki) geceyi ve gündüzü, herbiri ayrı yörüngede gezen güneşi ve ayı yaratan da O'dur" (31-33)
Kâinatta cârı olan ve canlı cansız bütün varlıklara hükmeden kanunlarda düzensizlik ve anarşinin olmaması, tam aksine birbirleriyle uyum içerisinde bulunmaları, onları var edenin ve idare edenin de tek bir güç olduğunu bize göstermektedir Böylece yaratıldığı andan itibaren aynen cereyan edegelen kâinat kanunları ile ilk peygamberden son peygambere kadar insanlara tebliğ edilen inançlar arasında açık bir tevhidin olduğuna da işaret edilmektedir Bu değişmeyen inanca göre ölümden sonra dirilmenin ve dünyada yaptığımız iyilik ve kötülüklerden hesaba çekilmenin vukû bulması kaçınılmaz bir gerçektir O günde yapageldiğimiz her şey tartılacak, onları ne niyetle ve hangi düşünceyle yaptığımız gözönüne alınarak, büyük küçük her hareketimiz teraziye vurulacak ve bu konuda en ufak bir haksızlığa uğratılmayacağız:
"Her canlı ölümü tadacaktır Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük (yapabilme gücü) veririz Sonunda (hesap vermek için) bize döndürüleceksiniz " (35)"Biz Kıyamet günü adâlet terazilerini kuracağız Hiçbir kimse hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz, hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız Hesap gören olarak da biz yeteriz"(47)
En ufak bir haksızlığın sözkonusu olmadığı bu hesap gününde, kim peygamberlerin rahmet ve huzur dolu çağrısına uyarak dünyada iyi işler yapmış, namaz kılmış, zekât vermiş, her işini hak ve adâlet esaslarına göre yürütmüşse, ona cennette sonsuza dek sürecek olan mutluluklar bahşedilecek; kim de hak yoldan sapıp yan çizmiş ve kötülükler yapmışsa, cehennemde şiddetli azâblarla cezalandırılacaktır
Sure, ahiret hayatında inkârcıların cehennemde karşılaşacakları cezalar ile, inanıp yararlı işler yapan müminlere Cennette bahşedilecek olan mükâfatların tasvirlerinden sonra şu dua ile son buluyor:
"(İnatla inkârda ısrar edenlere karşı) Rasulullah dedi ki: Rabbim; artık aramızda hakk ile hükmet Ey insanlar, sizin niteleye geldiğiniz (yakışıksız) şeylere karşı Rahman (çok merhametli) olan Rabbimize sığınırız" (112)



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #221
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ENFÂL SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in sekizinci sûresi Yetmişaltı ayet, binikiyüz kelime, beşbinikiyüz doksan dört harftir Fasılası, nun, mim, ba, ra, ta, kaf ve dal harfleridir Medine'de Bakara suresinden sonra nâzil olmuştur Sure, İslâm ile şirk düzeni arasındaki Bedir gazvesinden (Furkan gününden) sonra Hicrî ikinci yılda vahyedilmiştir
"Enfâl", harp ganimetleri demektir Aynı zamanda nimet, bir asla yapılan fazlalık manalarına gelen "nefl" kelimesinin çoğuludur Savaş ganimetleri denilen "ganâim" kelimesi yerine "enfâl" kelimesinin vahyedilmesi, ganimetler* üzerinde kendi hakları olduğunu indî olarak savunan mü'minlere, ganimetin (BU BIR UYARIDIR! Ezbere yorumlar yapmayin - YÖNETIM)ının ve hükmün ancak Allah ve Resulü'ne ait olduğunu hatırlatmak içindir
Bu sure bizzat Bedir savaşında meydana gelmiş bir hâdisenin üzerine ışık tutarak olayın nasıl cereyan ettiği hususunu aydınlığa kavuşturuyor Ubâde b es-Sâmit'in rivâyetine göre bu sure, Bedir'de bulunanlar hakkında nâzil olmuştur Onların ganimetler konusunda ihtilâfa düştükleri, Câhilî huylarının canlandığı bir sırada inerek Allah'ın ganimeti ellerinden aldığını ve Resulullah'a verdiğini ve ganimetin Allah'ın kanunu gereğince dağıtılacağını zikretmektedir Gerçekten onlardan bazısı, beşer tarihinde bir ayrılık günü (hak ile bâtılın ayrılması) demek olan bir fenomenin değerini düşürerek, onu basit ve ilkel bir ganimet (BU BIR UYARIDIR! Ezbere yorumlar yapmayin - YÖNETIM)ı hâdisesine indirgemişlerdi Halbuki Allah, onlara ve onların ötesinde beşeriyete çok büyük meseleleri öğretmek istiyordu Olaya, "iki topluluğun karşılaştığı gün" adını veren Allahü Teâlâ bu savaşın Allah'ın takdiri ve yardımı ile kazanıldığını, Allah'ın onları bir musibetle denediğini, zaferin basit bir ganimet (BU BIR UYARIDIR! Ezbere yorumlar yapmayin - YÖNETIM)ı sonucuna değil çok daha büyük sonuçlara yol açtığını bildiriyor
Sure onların ganimetler hakkındaki sorulan ve bu konuda Allah'ın hükmüne başvurulması; Allah'tan korkup itaat etmeleri ve mü'minlerin birbirleriyle çekişmeyip aralarını düzeltmelerinin gerektiğine dair hususları ele alan bir giriş bölümüyle başlamaktadır:
"Sana, harb ganimetlerine dair soru sorarlar; de ki: 'Canim etler Allah'ın ve Peygamber'inindir' Müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin "(1)
Sonra onlara dönerek, kendi kendileri için istedikleri ve gözettikleri hususla, Allah'ın gözettiği husus arasındaki farkı hatırlatıyor Kendilerinin yeryüzünün gerçekleriyle ilgili gördükleri şeylerle, onların gerisinde cereyan eden Allah'ın takdirini gösteriyor:
"Nitekim, Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı da, müslümanların bir kısmı bundan hoşlanmamıştı" (5)
"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar bu mevzûda, sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, seninle tartışıyorlardı" (6)
"Hani Allah iki tâifeden birini size va'detmişti de; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah emirleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu" (7)
"O, günâhkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için böyle istiyordu " (8)
Sonra, onlara gönderdiği yardımı, kolaylaştırdığı zaferi ve bunun neticesi kendi fazl ve keremiyle takdir ettiği mükâfatı hatırlatıyor:
''Hani siz Rabbinizden yardım dilemiştiniz O da"Ben size, birbiri peşinden bin melekle yardım ederim"diyerek duanızı kabul buyurmuştu " (9)
"Allah bunu ancak bir müjde olarak ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı Yardım ancak Allah katındandır Allah azîzdir, hakîmdir" (10)
"Allah, kendi tarafından bir emniyet işâreti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebâtınızı arttırmak için gökten su indirmişti" (11)
"Hani Rabbin meleklere, 'şüphesiz ki ben sizinle beraberim Haydi îman edenlere sebat ilham edin ' diye vahyediyordu "Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım Artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın "; "Çünkü onlar Allah ve Resulüne karşı geldiler Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse Allah'ın cezası cidden çetindir" (12-13)
"Bu sizin, öyleyse tadın onu Kâfirlere bir de ateş azâbı vardır" (14)
Böylece, surenin seyri bu sahalarda ilerleyerek savaşın tamamen Allah'ın takdiri ve tedbiriyle, O'nun yol göstermesi ve yönlendirmesiyle cereyan ettiğini tescil ediyor; O'nun yardımı, takdir ve kudretiyle kendi yolunda ve kendisi için yapıldığını arzediyor Bunun için de önce savaşanları, ganimet meselesinden uzaklaştırıyor; bunun Allah ve Resulü için olduğunu beyan ediyor Tâ ki Allah, onu kendilerine tekrar verirse bunun, Allah'ın fazlı ve ihsânıyla olduğunu anlasınlar Bunun gibi ayrıca onları her türlü arzu ve hislerden uzaklaştırıyor ki yaptıkları cihadın sırf Allah rızası için olduğu ve yalnız O'nun için savaştıkları anlaşılsın Nitekim bu gibi ayetlere muhtelif şekilde rastlıyoruz: "Ey müminler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman savaştan kaçmayın Kim onlara böyle bir günde -yine savaşmak için bir yana çekilen ya da bir başka bölüğe katılmak için yer tutanın dışında- arkasını çevirirse şüphesiz o Allah'ın gazâbına uğramıştır; Onun yurdu Cehennemdir; ne kötü bir yataktır o " (15-16)
"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü Atlığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı Allah bunu, mümînleri denemek ve onlara güzel bir lütufta bulunmak için yapmıştı Doğrusu Allah semîdir, alîmdir" (17)
"Yeryüzünde azlık olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş ve temiz şeylerle rızıklandırmıştır" (26)
Müminlerin katıldıkları her savaş Allah'ın takdiri ve tedbiriyle meydana gelmektedir O'nun rehberliği, yön vermesi, yardımları ve takdiri ile kendi yolunda ve kendisi için cereyan etmektedir İşte bunun için, sure içerisinde de bu savaşlarda sebat etme, ileriye doğru gitme, savaşa hazırlanma, Allah'ın yardımına güvenme, savaştan kaçmaktan sakınma, mal ve evlat fitnesinden korunma, savaşın adabına riâyet etme konusunda ve insanlar üzerinde diktatörlük kurup gösteriş yapmak için savaşa çıkmamak hususundaayet-i kerîmeler tekerrür ediyor:
"Ey iman edenler, harb için ilerlerken kâfir olanlarla karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin" (15)
"Ey iman edenler, bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın, başarıya erişebilmeniz için Allah'ı çok anın " (45)
"Bilin ki mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır Büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır" (28)
"Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir" (60)
Böylece meseleler boşlukta bırakılmıyor, aksine şu derin ve değişmez açık esaslar çerçevesinde toplanıyor:
I- Ganimetler meselesinde Allah'tan korkmaya (1), Allah'ı anarken titremeye (2); imanın Allah'a ve rasûlüne itâatle ilgili olduğuna (20), dair işâret yeralıyor
II- Savaş, Allah'ın tedbir ve takdirine havâle ediliyor; savaşı bütün merhaleleri ile Hakkın yönettiğine işâret ediliyor (42)
III- Savaş hâdiseleri sırasında ve elde edilen neticelerde yine Allah'ın yardımı, inâyeti ve O'nun rehberliği ön plâna çıkarılıyor (17)
IV- Savaşta sebat göstermeyle emrolunurken, Allah'ın isteğine göre hayat sürüleceği, Allah'ın kişi ile kalbi arasına gireceği ve kendisine tevekkül edenleri mutlak şekilde muzaffer kılacağı hususunda beyanlar vârid oluyor (24, 45)
V-Savaştan sonraki hedefin belirtilmesi ile ilgili olarak şu hüküm yeralıyor:
"Yeryüzünde fitne* kalmayıncaya ve din * tamamen Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın " (39)
"Yeryüzünde savaşırken, gâlibiyeti sağlamadıkça esir almak hiçbir peygambere yakışmaz Geçici dünya malını istiyorsunuz; oysa Allah âhireti kazanmanızı ister Allah azîzdir, hakîmdir" (67)
VI- İslâm cemiyetindeki münasebetlerin tanzîmi; İslâm cemiyetiyle diğer cemiyetler arasındaki ilişkiler açıklanırken, İslâm cemiyetinin ana kaidesinin ve onu diğer toplumlardan ayıran en önemli farkın akîde olduğu belirtilerek, safların ilerlemesinde veya gerilemesinde temel unsurun itikadi değerler olduğu açıklanıyor (72, 73, 74)
Nüzul Ortamı:
İslâm'ın ilk on yıllık Mekke döneminde İslâmî hareket gücünü göstermiş, her türlü zulme başkaldırarak, Allah'ın birliğini tebliğe başlamış, müşrik Mekke toplumunu Allah'tan başka ilâh olmadığı ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna çağırmış, müşriklerin baskı ve terörünün müslümanları tehdit etmesi ve İslam'ın Allah tarafından yönlendirilen hareketinin yönü Medine'de bir İslâm devleti kurulmasına doğru çevrilmişti İşte burada müslümanlar büyük bir imtihanla sınandılar Hicretin birinci yılında Hz Peygamber, kan akıtmaksızın, sulh ve ittifak antlaşmalarıyla Kızıldeniz ile Suriye yolu arasında yaşayan kabilelerle ve yahudilerle anlaşmış, küçük müfrezelerle çevrede İslâm devletinin gücünü tanıtmıştı İkinci yılda (623), büyük bir Kureyş kervanı, Medine'den kolaylıkla saldırılabilecek bir mesafeden geçmek durumundayken, kervanın başındaki Ebû Süfyân, Mekke'den, muhtemel bir müslüman saldırısına karşı imdat istemiş ve Mekkeliler bin kişilik bir orduyla hem kervanlarını korumak hem de artık Muhammed (sas)'e bir ders vermek ve İslam devletini yok etmek için hareketlendiler ve Bedir'de konakladılar
Hz Peygamber (sas) Medine'de Muhâcirler * ve Ensâr * ile durumu istişâre etti; bir kısmı hariç bütün ashâbı gönülden onunla sonuna kadar birlikte olduğunu söylediler ve üç yüz kişi civarında bir askerî birlik hazırlandı İki ordu Bedir'de karşılaştı ve Allah'ın yardımıyla işte bu büyük imtihanda müslümanlar müşriklere karşı kesin bir zafer kazandılar
Nüzul Sebepleri:
Enfâl suresi, Bedir gazvesinde ele geçirilen ganimetlerin (BU BIR UYARIDIR! Ezbere yorumlar yapmayin - YÖNETIM)ında ihtilâf çıkması üzerine; bir diğer görüşe göre, genç müslümanların çarpışmada önceliklerinin olması ve ihtiyarların geri kalmalarından, gençlerin da ha fazla ganimet istemeleri, ihtiyarların da eşit seviyede bölüşümü istemeleri üzerine; yahut Bedir'de hazır bulunmayanlardan sekiz kişiye Resulullah'ın hisse vermesi yüzünden bazı ashâbın, bu kişilerin savaşa katılmadıkları ve ganimeti hak etmediklerini söylemeleri üzerine nâzil oldu Bunlardan Hz Osman hanımı hasta olduğu için, Said b Zeyd ile Talha Şam tarafına gittikleri için Ebû Lübâbe de Medine'de vekil bırakılması nedeniyle savaşa katılamamışlardı
Sure, Bedir savaşına ait hükümleri, ganimeti konu almasına rağmen, müminlerin vasıflarına değinerek esas olarak cihadın anlamını da ihtivâ etmektedir Mekke döneminde cihad farz kılınmamıştı Mekke'de silahlar çekilmemişti, açık bir tebliğ yapılabiliyordu Bu dönemde İslâm tevhîdi tebliğ etti, insanları eğitti, bilinçlendirdi, taraftar topladı, bey'atler alındı, imana dayalı bilgilendirme, örgütlenmeye ağırlık verildi; müslümanların sayısı çok azdı ve zulümlerin artmasıyla hicret emri geldi Hicret bir değişim olayıdır ve bundan sonra İslâm'ın devletleşmesine doğru adım adım geçilmiştir İşte bundan sonra cihad ayetleri indi; fitnenin kaldırılması ve Allah'ın hükmünün hâkim kılınması çalışması başladı Bedir'e gelinceye kadar birkaç küçük seferle ve barış yoluyla tebliğ devam etti ve asıl büyük cihad imtihanı Bedir'de verildi
Allah, Bedir savaşının kendi takdiriyle ve yardımıyla kazanıldığını beyan ederek, cihadın gayesinin "ila-yı kelimetullah"* olduğunu, basit bir ganimet (BU BIR UYARIDIR! Ezbere yorumlar yapmayin - YÖNETIM)ı yüzünden birbirleriyle çekişmemelerini, Allah'a ve Resulüne itaati emrediyor Surenin bildirdiğine göre savaştan firar edenlere acıklı bir azâb vardır Allah'ın hükmüne uymak gerçek imandır Ganimetin beşte biri (humus) * Allah yoluna, Rasûlullah ve hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış yolculara ayrılacak, geri kalanı savaşçılara dağıtılacaktır Bedir gününün manası, hak ile bâtılın ayrıldığı gün olmasıdır: Artık, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın Allah, kişi ile kalbi arasına girer Siz muhâcirler azınlıktınız ve korkuyordunuz da Allah sizi ev-bark sahibi yapıp rızık vermiş, kuvvetlendirmişti Hainlik etmeyin, mallar ve evlatlar ancak birer imtihandır; büyük mükâfat Allah katındadır Allah'tan korkun ki o sizi nurlandırsın, yarlığasın Allah ne güzel mevlâdır O murdar kâfirler cehennemliktirler Firavun hanedanı ve önceki murdarlar da öyle olmuştu İşte şeytan kâfirleri büyüklendirerek yoldan çıkartır ve sonra onları terkeder Yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü bu sağır ve kör olan kâfirlerdir Onlar ne inanırlar, ne de ahidlerinde sâdıktırlar: hâindirler Allah kaynaştırmasaydı müminler de birbirlerine düşman olurlardı Kâfirler bile birbirinin yardımcılarıyken, müminler birbirinin velisi olmazsa yeryüzünde fitne ve fesad çıkar Allah her şeyi hakkıyle bilendir
Surenin açıkladığı sonuçlarda, beytülmâl'in kuruluşu, fidyesi verilen esirlerin serbest bırakılması, emânetlere ihanet edilmemesi iyiliği emr ve kötülükten nehyeden* (emr-i bil ma'ruf nehy-i an'il-münker) geri kalınmaması ve bir fitnede herkesin istisnasız helâk olacağı, artık düzenli bir teçhizâtı tam bir ordu bulundurmayı, uluslararası antlaşma ilkelerini, sabrı ve tefakkuhu, dâru'l-İslâm'da yasayanlarla oraya hicret etmiş olanlar hakkındaki velayeti *, vârisliklerini, va'rettiği görülmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #222
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ENFÛS

Nefisler, ruhlar, canlar, yasayanlar Nefsin çoğulu; enfûs ve nüfûs
nsanın iç dünyası, psikolojik yapısı, ruh âlemi
Mâbi'l enfûs: Nefislerde olan enfûs, sübjektif demektir
Nefislerde olan fikirler, kavramlar, zanlardır
Allah, insana nefsinde olanı değiştirme yetkisi verdi Zaten emâneti insan yüklendi (el-Ahzâb, 33/72)
İnsan çok zâlim (bu emânetin gereğini yapmadı), sok câhil (öğrenmek istemedi, cehâlete daldı) diye anlatılır
"Nefsini arındıran kurtulmuştur; azdıransa ziyandadır" (eş-şems, 91/10)
"Andolsun nefse ve onu düzenleyene ki, nefse fücûrunu da, takvâsını da ilham etmiştir" (eş-şems, 91/7-8)
"Onlar, nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah, bir kavmin durumunu değiştirmez " (er-Ra 'd, 1 3/ 11)
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zâriyât, 51/21)
''Onlara ayetlerimizi âfâkta (evrende) ve enfûste (nefiste) göstereceğiz Tâ ki Kur'an'ın hak olduğu onlar için açıklığa kavuşsun '' (Fussilet, 41/43)
Allah'ın âyetleri, hem kitapta, hem de âfak/enfûstedir Enfûs'teki âyetleri yalanlamak kolay değildir
Bu ayetler, "kitap ayetleri"nin gerçek olduğunu gösterme gücüne sahiptir Onların gerçek olduklarına tanıklık ederler Yeryüzünde dolaşıp da, âfâktaki ve kendi isinde enfûsteki âyetleri görebilen bir insanın hidâyete erişmemesi için, kalp gözünün kapanmış olması gerekir Onlar ise hevâlarına uyanlardır (er-Rum, 30/25), dolayısıyla Allah da kalplerini mühürlemiştir (Muhammed, 47/16) Onlar, karanlıklar içindedirler ve azâbı haketmişlerdir (el-Hadîd, 57/9)
Mücâhid, Taberî ve Beydâvî gibi müfessirler, enfûsü, Mekke'nin fethi şeklinde tefsir etmişlerdir Atâ b Ebı Rebah âfâkı "dış dünyada mevcut olan bütün varlıklar" şeklinde tarif etmiştir Âlemdeki maddî görünen şeyler, âfâkı âyetleri; insanın iç dünyası ile ilgili şeyler enfûsı ayetleri teşkil eder
Mücâhid, Hasan el-Basri "enfûslerinde göstereceğiz " lâfzını, Bedir olayı; Mekke'nin fethi; Allahu Teâlâ'nın Muhammed ve ashâbına yardımı ve bâtıl taraftarlarını yalnız bıraktığı; insanın mürekkep olduğu şeyler, insandaki maddeler, karışımlar ve garip durumlar, hey'etler; teşrih ilmi ya da insanın yaratılışında bulunan birbirine zıt güzellik-çirkinlik vb haller; insanın kendi güç, kuvvet ve kabiliyetleriyle üstesinden gelemeyeceği şeyler altında kendi bedeninde tasarrufta bulunması, sakınması ve onları yenememesi şeklinde izah ederler
Tasavvufî tefsirlerde, ayetlerin âfâk ve enfûste gösterilmesi "ölüm" şeklinde tefsir edilmiştir Ölüm, genel ve özel olarak ikiye ayrılır Tabii ölüm; nefislerin, şehvetlerin ölümüdür Özel ölüm; hak gözüyle bakmak, kâinattan geçip hakka bakmak, bütün sıfatların bir tek sıfat olması ve sırf hakkı görmek, kulun halden hâle geçerek, eşyayı hak ile kâim görmesi, eşyayı hakta fâni görmesi
Tasavvuf düşüncesine göre insanı kuşatan dış dünya büyük, (âlem-i kübrâ, makro kozmos); insanın kuşattığı dünya, enfüs küçük âlemdir (âlem-i asgar, mikro kozmos) İnsan ve iç dünyası, büyük âlemin küçültülmüş bir örneğidir Bu nedenle dış dünyada varolan her şeyin insanda da bir karşılığı vardır Sözgelimi insanın gövdesi yeryüzünün, ruhu gökyüzünün, kalbi dağların ve cennetin, kalbindeki bilgiler cennetteki meyvelerin, kalbe gelen feyz ve ilham yağmurların, nefs karaların karşılığıdır Dolayısıyla Allah'ın dış dünyadakiayetleri, aynen insanın iç dünyasında da bulunmaktadır Fakat dış dünyadaki ayetler akıl ve tecrübe yoluyla kavranırken enfûsteki ayetleri lûb ya da basiret denilen akıl-üstü güçle kavranır Basiret Allah'tan kaynaklanan bir güçtür ve dış dünyayı görmeyi sağlayan gözün (basar) enfûsteki karşılığıdır Enfûsteki ayetleri basîret yoluyla kavrayan insan, Allah hakkında kesin, yakın bilgiye ulaşır
Enfûs ve âfâk hakkındaki bu temel yaklaşımlar mutasavvıfları, Kur'an'ın dış (lâfzı, zâhirî) anlamı yanında enfûsî (iç, bâtın) anlamlarını araştırmaya, Kur'an'da geçen kıssaları insanın iç dünyasına tatbik etmeye götürmüştür İç anlamları araştırma ve tatbik yoluyla tefsir, İbn Arabî, Kâşânî ve Simnânî gibi mutasavvıflarca zirveye ulaştırılır Bu tefsir yöntemine göre sözgelimi Hz Musa kıssasında geçen "na'leyn" (iki ayakkabı) iki dünyayı simgeler Dolayısıyla "iki ayakkabını çıkar" buyruğu iki dünyayı da bir yana atarak ilim ve irfana ulaşmayı emretmektedir Yûsuf kıssasında da Hz Yûsuf yetenekli kalbi; babası Hz Yâkub aklı; kardeşleri de iç ve dış duyuları (havas-ı zâhire ve bâtına), temsil eder

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #223
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EİMME

İmamlar, İmam kelimesinin çoğulu Kur'an'da misal, rehber, lider, önder, örnek, manalarında kullanılmıştır
Allah'ın emirlerini yeryüzünde uygulayan İslâm devletinin başkanı, yahut müslümanların ileri gelen ilim adamları sıfatıyla İslâm'ı koruyan, onu insanlara öğreten ve İslâm'ın hâkimiyeti için çalışan ümmetin önderi ve lideri Ancak, İmam ve çoğulu olan eimme kelimeleri gerek Kur'an-ı Kerîm'de gerekse güncel hayatta değişik anlamlarda kullanılmıştır
"Rabbi İbrahim'i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti Allah, "seni insanlara İmam (önder) kılacağım " demişti O, "soyumdan da" deyince (Allah), ahdim zâlimlere erişemez" buyurmuştu" (el-Bakara, 1/24)
"Eğer antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz-, belki vazgeçerler" (et-Tevbe, 9/12)
"Bir gün bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını okurlar Onlara kıl kadar haksızlık edilmez" (el-İsrâ, 17/71)
Bu tehlikeden kurtulmak mecburiyetinde olan insan, inancını ve teslimiyetini bir emir (İmam) başkanlığında devletleştirmek durumundadır Bu gerçekten hareketle, son peygamber Hz Muhammed (sas)'in ilk İslâm Devleti olan Medine Devletinde başkan, harplerde komutan, mahkemede hâkim, camide İmam olarak görev yaptığı görülmektedir Vefâtından sonra en yakın arkadaşlarından, sırasıyla, Hz Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r anhum) "Râşid Halifeler" vasfıyla, vahiy almanın dışında Hz Peygamber (sas)'in bütün görevlerini sürdüren bir İmam-lider-halife müminlerin emiri olarak görülmektedirler Bu kutsal makamın boşluğu her asırda kendini daha büyük ölçüde hissettirmektedir
"İmam" kelimesi ıstılahta değişik anlamlarda kullanılır:
a) Cemaatle namaz kıldıran kimse İslâm fıkhını, ibadetin erkanını ve Kur'an okumayı en iyi derecede bilen kimse(erkek) bu görevi yürütebilir
b) Ehl-i sünnet mezheblerinde İmam tâbiri, İslâm'ın en ileri gelen âlimleri, özellikle de mezhep kurucuları olan için kullanılır Yine bu âlim ve imamların talebelerinden meselelerde ictihad derecesinde olan âlimlere de İmam sıfatı verilir İmam Ebû Yûsuf, İmam Züfer, İmam Muhammed vd gibi Mezheb imamı olmadığı halde ilmî düzeyde İslâmî bilgiye sahip olana da İmam denilir İmam Gazali gibi
Ashâb zamanında bu kelimenin bir mesleğe veya meslek büyüğüne alem olarak kullanıldığı pek görülmemektedir Rehber, lider, numûne gibi mefhumlar kadınlar için kullanılmadığından ileri seviyede ilme sahip olsalar bile onlar hakkında İmam kelimesi kullanılmamıştır
c) Şiîlerde İmam kelimesinin kullanılması çok çeşitlidir Bütün Şiî mezheblerinde ana fikir, Hz Ali'nin ve zaman içerisinde ahfâdından birinin İslâm âleminin en yüksek hâkimi, imamı olmasıdır Onlara göre İmam, halife manasında kullanılmıştır İmamlık peygamberlerin risâletinin devamı ve beşeriyetin, ondan sonra, sevk ve idaresi şeklinde ilâhı bir vazifedir Birliği sağlamak için de bir İmam bulunacaktır; bu İmam, Hz Ali'nin ve eski imamların halefi sayılır Bu paye ona yalnız miras olarak ve kendi babası tarafından (İsna aşeriyye ve İsmailiyye'ye göre) özel bir tâyin yoluyla geçer İmam da, dünyevi hâkimiyet hakkında başka İslâm'ın en yüksek rûhânî rehberlik yetkisine sahiptir Şia'ya göre bu özellik, İslâm dininin bâtını mânâlarını Hz Peygamber'in Hz Ali'ye ifşa etmesinden kaynaklanmaktadır İmam bu gizli ilmi ecdadından intikal ve kalıtım yoluyla alır Bundan dolayı da o, şahsına özgü otoriteye sahip olup Kur'an ile hadislerin kesin tefsirini yapmaya gücü yeten kişidir Şia'ya göre İmamlar mâsumdur, günâh işlemez; hata gibi gözüken fiillerinde bâtını birtakım manalar gizli olabilir
İslâmî ilimlerde "İmam'' ve "eimme" kelimelerinin ifade ettiği belli şahıslar vardır İmam kelimesi mutlak olarak söylenince fıkıhta Ebû Hanife; tefsir ve kelâmda Fahruddin er-Râzi; nahiv (Arapça gramer) de Sibeveyh anlaşılır Ayrıca "Eimme-i Erbaâ" terimi ile Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel, "Eimme-i selâse" terimi ile Ebû Hanife ve iki öğrencisi Ebû Yûsuf ile Muhammed b Hasan eş-Şeybânı kasdedilir Fıkıh usûlü ilminde eimme-i selâse denilince Ebû Zeyd ed-Debbûsî, Fahru'l-İslâm Fezdevî, Şemsu'l-Eimme es-Serahsı kasdedilir Ebû Yûsuf ve Muhammed b Hasan'a "İmâmeyn" ve "sâhibeyn"; İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yûsuf'a" Şeyhayn"; İmam-ı Âzam ile İmam Muhammed'e "Tarâfeyn" denilir "İmâmu'l-Haremeyn" tâbiri ile Şâfii Ebu'l-Meâlî Abdu'l-Melik ile hanefilerden Ebû'l-Muzaffer Yûsuf b İbrahim; "Şemsu'l-Eimme" terimi ile de Abdu'l-Aziz el-Hulvânî, Muhammed es-Serahsı, Muhammed b Abdu's-Settâr el-Kerderî, Mahmud Özkendî kastedilir Kırâat ilminde ise "eimme-i Seb'a" (yedi İmam)'dan bahsedilir Hz Peygamber'den (sas) Kur'an'ın okunuş vecihlerinin zaptedilmesi ve rivâyet edilmesi ile uğraşan bu yedi İmam şunlardır: Nâfi', İbn Abdi'r-Rahman (ö169/785-786), İbn Kesir (ö120/738), Ebû Amr İbni'l-ûlâ (ö154/771), Abdullah İbn Âmir (ö118/736), Âsım Ebû Bekir el-Esedı (ö128/745-746), Hamza İbn Habîbi'l-Kufi (ö158/775) Kisâî Ali İbn Hamza el-Esedî (ö189/805)
Bu duruma göre "İmam" ve çoğulu "eimme", İslâm devlet başkanı, mezheb önderleri, ilim adamları, mezhebde ve meselede müctehid olanlar, kırâat üstadları ve camide namaz kıldıran kimseler hakkında kullanılan bir terimdir


EİMME-İ ERBAA

Dört imam, ehl-i sünnet ekolünde tedvin edilmiş olan dört büyük mezhebin imamları hakkında kullanılan bir terim
Eimme-i erbaa adı verilen dört imam; İmâm-ı Â'zam Ebû Hanife* Nû'man b Sâbit (80-150/699-767); İmam Mâlik b Enes * (93-179/712-795); İmam Muhammed b İdris eş-Şâfiî * (150-204 /767-820) ve İmam Ahmed b Hanbel * (164-241/780-855)dir İçtihadları ve eserleri günümüze kadar gelen, yaşadıkları dönemlerde kapsamlı ilimleriyle kitleleri etkilemelerinden, onları izleyen ve taklid eden taraftarlarının çokluğundan dolayı şöhret bulmuş kimselerdir Bunlardan başka "imam" diye nitelenen çok kimse olmasına rağmen orijinal içtihadlarıyla ve fıkıhlarının tedvin edilmesiyle meşhur olan bu dört imam "eimme-i erbaa" tâbiriyle tanınmaktadır (Geniş bilgi için bk ilgili maddeler
)


EİMME-İ SELÂSE

Üç imam Hanefî mezhebinde İmâm-ı Â'zam Ebû Hanife Nu'man b Sabit * (80-150/699-767) ile iki büyük öğrencisi olan İmam Ebû Yûsuf Yâkub b İbrahim el-Ensârî* (113-183/731-799) ve İmam Muhammed b Hasan eş-Şeybânî * (132-189/750-805) hakkında kullanılan bir terim
İmâm-ı Â'zam ve bu iki büyük öğrencisi mezhebin tedvin edilmesi ve içtihadlarını ihtiva eden temel eserler kaleme alarak sonradan gelen öğrencileri ve mezhep mukallidlerine büyük çapta bir ilmî miras bırakmalarından dolayı onlar hakkında bu tâbir kullanılmış ve "mezhebin üç büyük imamı" ünvanı verilmiştir (Bunlar hakkında geniş bilgi için bk kendi adlarıyla ilgili maddeler)


EL-HÜKMÜ LİLLÂH (HÜKÜM ALLAH'l-NDIR)

Hüküm: karar, kanun, yasa, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, kumanda, nüfuz, tartışılmaz dinî kaide manalarına gelir Lillâhi kelimesi "hüküm"le birlikte ele alınırsa hükmün Allah'a ait olduğunu ifade eder Hüküm, hâkimiyyet, yönetim başkasına değil, ancak Allah'a aittir Kur'an bu gerçeği önemine binaen birçok ayetler dile getirerek tüm insanları ve özellikle de hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın gerçek sahibi olduğunu iddia edenleri uyarmıştır Neden hüküm insanlara değil de Allah'a aittir?
Âlemde varlık ya yaratandır; ya yaratılan Yaratmak, bir şeyi yokluktan vücuda getirmektir Varlığı vücuda getirmek için o vücuttan önce var olmak gerekir Âlemde her eşyanın varlığının bir başlangıcı vardır Her varlık, kendi varlığının yokluğunda var olan yaratıcı bir güce muhtaçtır ki var olsun O yaratıcı gücün de, bir eseri vücuda getiren sanatkârın sanat dâhiliğine sahip olması gibi, yaratmada dâhi âlim, kudretli, yarattığı eşyadan daha önce var olması icab eder Sonsuzluk ifade eden bu özellikler ise âlemde var olan hiçbir şeyde sınırlı güce ve hayata sahip hiçbir insanda mevcut değildir Her geçen gün gücü tükenen, dehası bir başka dehânın gölgesinde kalan, bilgisi ve ömrü zamanla sınırlı, sultanlığı bir başkasına miras kalan, âleme hükmettiğini sandığı bir zamanda mikroskopla dahi görülemeyecek derecede küçücük mikroplara mağlup olan, gönlünde yer eden maddeciklere meftun olan kâinatın en değerli varlığı insan, bu yetenekleriyle yaratıcı olamazken, insanın emrine verilen eşya elbette yaratıcı olamaz "Rabbınız Allah, işte budur O'ndan başka ilâh yoktur (O), her şeyin yaratıcısıdır O'na kulluk edin" (el-En'âm, 6/102)
Herşeyin yaratıcısı olmak, onu nihâyete kadar en iyi terbiye ve idare etmeyi de gerekli kılar Ancak bu gereklilik yaratıcının lütuf ve adaletinin neticesidir, yoksa o'na sorumluluk ve mecburiyet yüklemez
Kainatın yaratılmasından bu güne eşyanın deveranında, sevk ve idaresinde, var ve yok oluşunda en ufak bir nizamsızlık, uyumsuzluk, dengesizlik ve anarşi görülmemiştir Her gün güneş doğudan doğar; toprak ve dişiler analık görevini yapar; gece gündüzü takip eder, gündüz geceyi; sema ve arz canlıların yaşamasına elverişliliğini sürdürür "O, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı Rahman'ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk göremezsin Gözü(nü)döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak) Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner" (el-Mülk, 67/3-4)
En küçük zerrelerden en büyük âleme kadar bütün cihan kendini yoktan (adem) vücuda getiren, bununla kalmayıp yok olacağı kıyâmete kadar muazzam bir ahenk içinde, verdiği emirlerle, sevk ve idare eden çok yüce bir sanatkârın eseridir "Rabbınız o Allah 'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra (emri), Arş üzerinde hükümran oldu (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur) İyi bilin ki, yaratan ve emir O'nundur Âlemlerin Rabbı Allah, ne uludur" (el-A 'r⃠7/54)
Âlemi en iyi idare etmek ve idare için gerekli emirleri vermek, onu en iyi tanıyan biri tarafından yapılabilir Onu en iyi tanıyan da şüphesiz onu yaratandır ki, o da ALLAH'tır Karnını doyurduğu işçisine emir verme yetkisini kendinde bulan insan, kendini yaratan ve doyuran Hâlıkına neden emir verme yetkisini tanımasın Kaldı ki insanın verdiği emir zaman zaman zulmü, sömürüyü, anarşiyi içerdiği halde, Allah'ın emri adaletin ta kendisidir En adil davrandığın sandığı bir zamanda bile insan ya zaafından kaynaklanan hatalara düşer, ya bir grubun diğer bir grup üzerinde hâkimiyetini sağlar, ya da sınırlı bilgisiyle geleceğe yönelik değil, ancak içinde bulunduğu zamana göre hüküm verir ve her devirde emrindeki eksiklik bütün çıplaklığıyla eksikliğini ve yanlışlığını hissettirdiğinden emri değiştirmek zorunda kalır Oysa ilâhî ilim geçmiş ve geleceği kuşattığından (İlahlığın gereği) O'nun verdiği emir tümüyle adil, cihanşümul ve mükemmeldir Ayrıca yaratma gücüne sahip olan Allah, kullarının emir vermedeki zaaflarını ve eksikliklerini bildiği için, dünya ve ahiret saadetlerine teminat olarak emir verme yetkisini de kullarına değil kendisine tahsis etmiştir
Bu kâinatta hüküm; "Yalnız Allah'ındır" (Yûsuf, 12/40, 67); ''Hüküm O'nundur" (el-Kasas; 28/70, 88); ''Artık hüküm yüce ve büyük Allah'ındır" (el-Mü 'min, 40/12); "Hüküm vermek Allah'a âittir" (es-Sûrâ, 47/10), "Hüküm veren Allah'tır"(er-Ra'd, 17/41); "Hüküm vermek yalnız Allah'a âittir'' (el-En'âm, 6/57); "Doğrusu hüküm yalnız O'nundur" (el-En'âm, 6/62) ve daha birçok âyette de belirtildiği gibi Allah'ındır
Yüce Allah'ın, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını (ez-Zariyat, 51/56) ifade ettiği ayet-i kerimeden insanın ve yaratılma gayesinin kulluk = emir alma ve emre itaat etme olduğunu öğreniyoruz Aksine hareket eden insanın kendi yaradanını inkâr ve O'na isyan etmesi onu elim bir azaba sürükler Bu inkâr ve isyanı cümlesinden olarak, insan Allah'ın hükümlerinin yetersizliğini ileri sürse ve o yasaların peşine düşerek geri çevirmeye çalışsa dahi buna güç yetiremez Çünkü, "Hüküm veren Allah 'tır, O'nun hükmünün arkasına düşüp O'nu geri çevirecek yoktur" (er-Ra'd, 13/41)
O'nu hükmünden geri çevirecek insan bulunmadığı gibi hükmüne ortak olacak, hükümleri beraber koyacak O'na eş bir varlık da yoktur Çünkü "O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez" (el-Kehf, 18/26) Buna rağmen insan kendince Allah'ın hükümlerini yetersiz bulur, kâinatı kudret elinde bulunduran yüce Mevlâ'ya ortak olmaya kalkar ve kendisi hükümler koyar Kendi koyduğu hükümleri (yasaları) de zaman değiştikçe değiştirmek zorunda kalır Halbuki "Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi(dir)" (et-Tîn, 95/8) O'nun koyduğu hükümler kıyamete kadar ebedî olarak kalıcıdır Ve "O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır" (Yunus, 10/109; el-A'râf,7/87, Yusuf, 12/80) Hem "İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (el-Mâide, 5/50)
Allah'ın hükümlerini bilmekle herşey bitiyor mu? "Hayır, Rabbın hakkı için onlar aralarında çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğu ile razı olup) tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar" (en-Nisâ, 4/65)
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize ve onun şahsında inananlara şu ültimatomları vermiştir: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın Eğer dönerlerse bil ki Allah bazı günâhları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur Zaten insanlardan çoğu yoldan çıkmışlardır" (el-Maide 5/49): "(Ey Rasûlüm), sana her ne vahyediliyorsa ona tâbi ol Allah hükmünü verinceye kadar sabret O hüküm verenlerin en hayırlısıdır" (Yûnus: 10/ 109)"; "(Ey Rasûlüm), biz sana kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin (Sakın) hainlerin savunucusu olma" (en-Nisâ, 1/105) ve "(Ey Rasûlüm) O halde Rabbının hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme" (el-İnsan 76/24); "İnkâr edenler sana gelip de başka hüküm verenler aradıkları zaman onlara deki: "Allah, size kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken ben Ondan başka bir hakem mi arayayım?" İnanmışlara gelince, kendilerine kitap verdiklerimiz o (Kur'an)'ın gerçekten Rabbın tarafından indirilmiş olduğunu bilirler; onun için hiç kuşkulananlardan olma" (el-En'am, 6/114)
Peygamberler Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmederler ve onlar haksızlık yapmazlar Allah'ın hükmünde haksızlık yoktur ama zâlimler kendilerine haksızlık yapılacağını zanneder ve korkarlar Allah'ın onlara cevabı serttir Allah şöyle buyurur: ''Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır onlar zâlimlerdir" (en-Nur, 24/50)
İnsanlar, İslâm fıtratı üzere doğmalarına rağmen yasayış biçimlerine göre mümin, münafık ve kâfir statüsüne tâbi olurlar Allah'ın hükümleri sözkonusu olunca "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman inananların sözü ancak işittik ve itâat ettik' demeleridir (Başka bir şey demeleri, itiraz etmeleri imanla bağdaşmaz) İşte umduklarına erenler bunlardır'' (en-Nur, 24/51) Ama bir zamanlar, "İnsanlar bir tek ümmet idi Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (kitap hak)ında anlaşmazlığa düştü(ler) Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti Allah dilediğini doğru yola iletir" (el-Bakara 2/213) Peygamber (Hz Şuayb) de bu konuda şunları söylüyordu: "Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin, O, hükmedenlerin en iyisidir" (el-A 'r⃠7/87)
Yahudilerin de; "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüyorlar (verdiğin hükme razı olmuyorlar) Onlar inanıcı değillerdir" (el-Mâide 43) ayetinden anlaşıldığı gibi Allah'ın hükmüne tâbi olmadıklarını görüyoruz Diğer insanlara gelince "Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulune çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir Eğer hüküm kendi lehlerine olursa it&t ederek gelirler (en-Nur 24/48, 49) Benû Kurayza yahudilerinden bir grubun, zina eden Hayber yahudilerinden iki kişi hakkında hükmüne müracaat ettikleri Hz Peygamber, Tevrat hükmünce onların taşlanması (recmedilmesi) gerekeceğini söylemişti Yahudiler, "Tevrat'ta böyle bir hüküm yoktur" dediler Gerçeği bildikleri halde Hz Peygamber'in (sas) recmden başka ceza vermesini istiyorlardı Cenâb-ı Hak meseleye ışık tutan ayetinde şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık ' diyen (münafıklarla) yahudilerden o küfr içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin Onlar durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim (Hayber yahudileri) hesabına casusluk edenler (Kureyza oğulları)dır Kelimeleri (Allah tarafından) yerlerine konulduktan sonra bir tarafa atarlar (Zina eden evliler hakkında Tevrat'ta bulunan hükmü değiştirirler); ve 'Eğer size şu (fetvâ) verilirse onu alın, şayet o verilmezse onu (kabul etmekten) çekinin' derler'' (el-Maide, 5/41)
Göklerin ve yerin mülkünün, saltanatının Allah'a ait olduğunu (el-Mâide, 5/40) bilen ve mülk sahibinin kendi mülkünde hâkim olduğuna inanan müminler, ihtilâf ettikleri her problemin çözümünü Allah'a ve Resulune götürürlerken (en-Nisâ, 5/59), Kur'an'a ve diğer ilahı kitaplara inandıklarını iddia edenler ise "tâğutların önünde muhâkeme olunmalarını isterler Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı" (en-Nisâ, 4/60) İşin gerçeği; ayrılığa düşülen herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a aittir (eş-Şûrâ, 42/10)
Bir kısım insanlar Allah'ın hükümlerini sadece dilleriyle kabul ederler de gönülleriyle ve fiilleriyle kabul etmezler Bunlar hakkında Allah'ın hükmü: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler, zâlimler ve fasıklar onlardır " (el-Mâide, 5/44, 45, 47) İnsanlar Allah'ın indirdikleriyle hükmetseler de, hükmetmeseler de "O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır İlkte de, sonda da (dünyada da ahirette de) hamd O'na mahsustur" (el-Kasas, 28/70); "Hüküm de O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88)
Dünyada iken O'nu inkâr edenler de, inkâr etmeyenler de, zâlimler de, mazlumlar da O'na döndürüldükten sonra "O gün mülk Allah'ındır (O) onların aralarında hükmeder" (el-Hac, 22/56), (el-En'âm, 6/57, 62)
Kâinatın, yüksek değerinden, "Biz insanı en güzel şekilde yarattık" (et-Tîn, 95/4); "Andolsun biz insanoğullarını şerefli kıldık" (el-İsrâ, 17/70); "Allah'ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?" (Lokman; 31/20, er-Ra'd, 14/2, el-Hac, 22/65), İbrahim, 14/32, 33, en-Nahl, 16/12, 14) gibi ayet-i kerimelerde Yüce Allah insanı diğer yaratıklara üstün kıldığını anlatıyor
Bir toplum aklı gideren içkiyi; nesli soysuzlaştıran zinayı; dini dejenere eden ve hiçe sayan hurâfe ve küfrü; canı ucuzlatan anarşi ve terörü (gerçek anarşi Allah'ın sistemine karşı gelmektir); malı yok eden kumar, rüşvet ve israfı meşru görür, haklının değil kuvvetlinin yanında yer alır bunları da beşeri sistemlerinin müsâmaha ve müsaadeleri gölgesinde yaparsa, hiçbir şeyin güvence ve teminatı sözkonusu olamaz Beşerin insanca yasayabilmesi, adaletinden zerrece şüphe edilmeyen Allah'ın hükümlerine bağlı kalmakla mümkün olabilir Çünkü O "hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?" (et-Tîn, 95/8)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #224
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ELFÂZ-I KÜFÜR

Elfâz'ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir
Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek
Allahu Teâlâ'nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258) Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd)
Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah'a ve Resulu 'ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57) "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır Allah'a da inanır, müminlere de İman edenleriniz için bir rahmettir Allah'ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61)
Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, Nşr Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s512, 565)
Mukaddes kitaplara ve Kur'an-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür Kur'an'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h, s151 vd; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30) Kur'an'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür Velid b Muğîre (ö1/622) Kur'an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir Şüphesiz bu bir insan sözüdür" Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O'nu muhakkak cehenneme sokacağım'' (Müddessir, 74/24 vd) buyurmuştur
Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür Cebrâil (as)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz Ali yerine yanlışlıkla Hz Muhammed'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s132-133)
Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır Diğer mü'minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabilinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır
Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey 'at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18) ''Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah 'tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100)
Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır "Ashâbıma sövmeyiniz Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz '' (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b Hanbel, Müsned, 111, II) "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa'd, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26) "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, I, Rikâk, 7) Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerîm'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır
Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü'l-Kâri, age, 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd; el-Heytemi, age, I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360)
Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür İmam Mâlik, Hz Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir Ahmed b Hanbel'e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu'l-Kâri, age, II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslul, s561)
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106) Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır Haber Hz Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #225
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EL-IYÂZU BİLLAH

Allah'a sığınmak, "Allah'a sığınırım", "Allah'a sığınırız" veya "Allah esirgesin" anlamında kullanılan bir terim
İnsan kızınca şeytan hemen onun nefsine hâkim olur Çünkü, kızgınlık anında insan heyecana kapılmış, nefsinin hâkimiyetini elinden kaçırmış, dizginlerini kaybetmiştir İşte bunun içindir ki yüce Rabbimiz kızgınlığın yatışması ve şeytanı kendi yoluna sürmek için Allah'a sığınmayı ve O'ndan yardım dilemeyi emrediyor
"Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın (fe's-teîz billah); Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir" (el-A'râf, 7/200)
El-Iyâzu Billah'tan, Allah'ın fâili mutlak oluşunu şuhûd etmek ve bu şuhûd ile huzura ermek maksadını anlamak mümkündür
Allah'a sığınmaktan bir diğer maksat, izin istemek ve kapıyı çalmaktır Meliklerden birinin kapısına gelen bir kişi, ancak izin aldıktan sonra huzura erebilir Kur'an-ı Kerîm okumak isteyen bir kimse de Mevlâ'sına münâcâtla huzuruna girmek dilemektedir O halde, insanın türlü türlü kötülük ve fuzuli sözlerle kirlenen dilini temizlemesi gerekir ki, bu da ancak Allah'a sığınmakla mümkün olur
İrfan sahipleri, Allah'a sığınmanın mütekarribin'in (Allah'a yakınlık kazananların) yolu, Allah'tan korkanların dayanağı, günahkârların hoşnutluk umudu, helâka uğrayanların tevbesi ve sevgililerin sevinç kaynağı olduğunu söylerler
Peygamber efendimiz (sas), Cebrail tarafından ilk getirilen; "İstiâze" (Allah'a sığınma ifadesi olan Eûzü) ile "Besmele" ve "İkra" sûresidir İstiâzede bulunan kelimeler, fiiliyle, sıfatiyye ve zâtıyye olmak üzere üç tanedir Peygamber efendimizin buyurduğu "Allah'ım, senin gazâbından rızana, îkâbından (cezalandırmandan) affına ve senden sana sığınırım" hadisinde bunları görebiliriz (Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Tirmizî, Daavât, 112)
Ayrıca her türlü fitneden, küfürden, borçtan, kötü insanlardan, sihir ve sihirbazlardan, nefsin ve Deccal'ın şerrinden, Cehennem ateşinden, bunaklıktan, zulüm ve zâlimlerden, dünyevi afetlerden, fakirlikten, Allah'a sığınmak gerektiğini Hz Peygamber (sas) birçok hadis-i şeriflerinde bildirmiştir


EMÂN

Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endişeden kurtulmak Emânet, emn ve emene de "emân"ın eşanlamlısı mastarlardır Zıddı korkmaktır Diğer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olması anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına da gelir Bir savaş hukuku terimi olarak emân; düşmana, emniyet altında olduğuna dâir verilen söz veya yapılan işaret demektir Bu, bir kimseye "sana emân verdim", "siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açık ifadelerle olur Buna "emân-ı sarîh" denir Yetkili bir kimse tarafından düzenlenecek yazılı bir emânnâme ile verilen emân da "Emân bi'l-kitâbe" olur Emân belli bir süre ile sınırlan?bileceği yani "Emân-ı muvakkat" olabileceği gibi süresiz olarak da verilebilir Buna da "eman-ı mutlak" denir
Bir düşmana veya belli bir düşman grubuna verileceği gibi, bütün savaşçı düşmana genel olarak da verilebilir Günümüz devletler hukukunda sığınma veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliğindedir
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer, müşriklerden birisi senden emân dilerse, ona emân ver Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları biri diğerine eşittir En aşağıları dahi devlet adına emân verebilir, onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbn Mâce'den naklen et-Tebrizî, Mişkatü'l-Mesâbıh, II, 264) Allah Resulunün Medine'de va'z ettiği ilk anayasada bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Müslümanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmla) teşkil ederler" (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1355, II, 147; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s35; M Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s22) Ancak, bir müslümanın İslâm toplumuna ümmet olarak intisâbı, siyâsi değil, içtimâı râbıta bakımındandır Müslümanların teşkilâtlanıp, devlet kurmaları halinde, devletle ve birbirleriyle olan bağları politik ve hukuki bir nitelik kazanır (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu'z-Zimmiyyın ve'l-Müste'minın, Bağdad 1963, s61) Kur'ân'da, ümmet bütünlüğü şöyle ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya, 21/92)
Emân olayı bazan kendiliğinden gerçekleşir Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiği hıristiyan veya yahudi hanımını İslâm ülkesine getirirse, eşi kendiliğinden emâna kavuşur Çünkü o, müslüman bir erkekle evlenmekle zımmî* olmayı kabul etmiş sayılır
Emân verecek kimsede şu şartların bulunması gerekir:
a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar adına emân veremez Çünkü, onların iyi niyetle hareket edip, İslâm toplumunun yararını gözetmelerine güvenilemez Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmişse, bu durum müstesnâdır
b) Akıllı olmak; Akıl hastalarının veya şuuru yerinde olmayanların vereceği emân geçersizdir Çünkü emân işi, tehlikeli ve rizikolu bir konudur Kişinin, emânın sonuçlarını değerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olması gerekir
c) Bülûğ çağına gelmiş bulunmak: Çocukların düşmana vereceği emân geçerli değildir Ancak savaşa katılma izni verilen küçükler bundan müstesnâdır
Savaşa katılma izni verilen müslüman köle de, düşmana emân verebilir İran'ın fethi sırasında, kuşatılan bir şehir halkının savaşa ilgisiz kaldığı ve kapılarını İslâm ordusuna açıverdiği görülür Olay incelendiğinde, önceden müslüman bir kölenin şehir halkına emân verdiği ortaya çıkar Müslüman komutan bu emânı tanımak istemeyince anlaşmazlık Hz Ömer'e götürülür Hz Ömer ise, "Müslüman köleler tarafından yapılan anlaşma, diğer hür müslümanlar tarafından yapılan anlaşma kadar geçerlidir" cevabını verir (Mevlânâ Şıblî, Süleyman en-Nedvî, İslâm Tarihi Terc Ömer Rıza VII, 192)
Müslüman kadın da emân verme yetkisine sahiptir Çünkü Hz Peygamber, kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l Âs İbnü'r-Rabî' için verdiği emânı kabul etmiştir (eş-Sevkâni, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28)
Düşman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar veya esir yahut orada İslâm'ı kabul edip, yerleşmiş kimsenin müslümanlar adına emân vermesi geçerli değildir Çünkü bunlar düşman ülkesinde baskı altında sayılırlar Düşmanın menfaatine alet olmakla veya kendi kişisel yararlarını düşünerek hareket etmekle itham olunabilirler
Verilecek emânın bir hikmete ve toplum yararına dayanması gerekir Hanefi ve Malikiler bunu şart koşarlar Çünkü düşmanla harp hâli devamlılık arzeder Şâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararın bulunmamasını yeterli görürler Ayrıca bir maslahat ve yararın bulunmasını şart koşmazlar Casus ve benzerleri için câiz olmaz (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, IV, 300, ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 435)
Emânı, İslâm devlet başkanı veya ordu komutanı verdiği zaman, emân verilen kimse, emânda belirli bir belde kaydı veya şer'î bir engel bulunmadıkça her İslâm beldesine gönderilebilir Ebû Hanife'ye (ö150/767) göre, böyle emânlı münkir bir kimse daru'l-İslâm'da* herhangi bir yere girebilir Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i Nebevî haremine de girip kalabilir Hanefiler, gayr-i müslimlerin, bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram'a izinsiz girebileceklerini söylerler Çünkü onlara göre; "Müşrikler, ancak necistirler, bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat, onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamak değil, câhiliye devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkışmalarını önlemektir Şâfiî ve Hanbeliler ise aynı ayete dayanarak gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalı bile olsa, girmelerini câiz görmezler Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin izni ve elçilik mektubu taşıma veya müslümanların ihtiyacı olan ticaret işi gibi bir maslahat dışında Hicaz'a girişlerini de kabul etmezler
İstisnaî giriş de üç gün süreyle olabilir Dayandıkları delil hadistir Hz Ömer, Allah Resulu'nün şöyle dediğini nakletmişti: "Gelecek yıla kadar yaşarsam yahudi ve hristiyanları muhakkak Arap yarımadasından çıkaracağım Orada müslümanlardan başka kimse bırakmayacağım" (Ahmed b Hanbel, I, 31) Burada Arap yarımadasından maksat özellikle Hicaz'dır Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz'dan çıkarınız" ifadelerine de rastlanır (bkz Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye, 20; Dârimi, Siyer, 54) Hz Ömer, yahudi ve hristiyanları yalnız Hicaz'dan çıkarmakta yetinmiş, onların meselâ Arap yarımadasından sayılan Yemen'de oturmalarına müsaade etmiştir {ez-Zühayli, age, VI, 435-436)
Sürekli emânla İslâm Devletinin vatandaşlığına geçen Ehl-i kitap kimse zımmi sayılır ve zimmet haklarından yararlanır Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanların lehine olan haklar, onların da lehine; müslümanların üzerine olan vecibeler, onların da üzerindedir" (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 280, VIII, 100; İbnü'l-Hümâm, age VI 248: İbn
Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân, age, s70)
İslâm ülkesine ticaret, elçilik, eğitim, turizm vb amaçlarla pasaportla gelen yabancı gayr-i müslimler (müste'min) de, dâru'l-İslam'da ikamet ettikleri sürece birtakım mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden yararlanırlar Prensip olarak, müste'minlerle zımmîlerin hak ve vecîbelerde eşit sayılması gerekirse de, sonuncular dâru'l-İslâm tebeası olmaları sebebiyle birtakım hak ve vecibelerde müste'minden ayrılırlar Bugün beşerî hukukta yabancıların hak ve görevleri devletler hukukuna dayanırken, dâru'l-İslâm'da bunların kaynağı İslâm devletinin iç hukuku, yani İslâm hukukudur (Zeydan, age, s73, 627)


EMİN

Allah (cc)'ın bir ismi ve resullerin bir vasfını belirten Kur'an-ı bir terim
"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin" ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır
"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmam bulunmak demektir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30)
"El-Emîn", sıka, güvenilir mutemed manasına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli manalarına gelir
"Emîn" kelimesini açıklamak için önce aynı kökten gelen "emânet" kelimesini açıklamamız gerekir Çünkü "emin" aynı zamanda "emânete riâyet eden kimse" demektir
İlim ve özellikle iradeyle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen "benlik-nefs-ene" göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir "emânet"tir Bu "emânet" öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini Onun iradesi hâline getirmeyi gerektirir İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti, irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir
"Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder " (en-Nisâ, 4/58)
Bu şekilde emâneti yerine getirene emin kişi denir Allah'ın risâleti en önemli bir emânettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdî edilir:
"Onu er-Ruh'ul-emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye" (eş-Suarâ, 26/193)
"Şüphe yok ki O (Kur'ân, Allah 'ın) çok şerefli bir elçisi'nin (yani Cebrâil'in getirdiği) sözüdür (Bu elçi) büyük bir güç sahibidir Arş'ın sahibi (Allah) indinde yüksek bir mevki sahibidir (Üstelik) orada (göklerde, melekler tarafından) kendisine itâat edilendir, (vahiyleri tebliğ için) oldukça 'emin" dir" (et-Tekvir, 81/19)
Bu ayetlerde vahyi indiren emîn elçi olarak Cebrâil (as)'dan bahsedilirken, Kur'an-ı Kerîm'de daha çok emîn vasfı rasûller için geçmektedir
Kur'an-ı Kerim'de bize bildirilen ilk azgın putperest toplum olan ve âkıbeti tûfanda boğulmak olan Nuh kavmine, Nuh (as)'ın tebliği yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Nuh kavmi de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Nuh onlara: "(Allah 'tan) ittikâ etmez misiniz? demişti: 'Ben size gönderilmiş emîn bir rasûlüm Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir" (eş-şuârâ, 26/105-109)
"Her yol üzerine bir işaret koyan" ve "ebedî yasayacaklarmış gibi köşkler inşa eden"Âd kavmiyle Hûd (as) arasındaki mücadele ayetlerde şöyle açıklanır:
"Âd (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Hûd onlara '(Allah'tan) ittika etmez misiniz? demişti Ben size gönderilmîş emîn bir resulüm Artık Allah 'tan korkun ve bana itâat edin Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum Benim ücretim âlemlerin Rabbına âittir" (eş-şuarâ, 26/123-127)
Dağlardan ustalıkla evler yontan, bahçelerde, çeşme baslarında emin (güvenli) bir durumda azgın hayat süren ve öyle bırakılacağını sanan Semud kavmine de Sâlih (as) aynı mesajla gönderiliyor:
"Semud (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: İttika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş emîn bir Resulüm Allah'tan korkun ve bana itaat edin Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbına âittir" (es-Şuarâ, 26/141-145)
"Kadınları bırakıp, erkeklere giden" ve böylece Âd ve Semud gibi helâk edilen Lût Kavmi'ne de emîn bir elçi olan Lût (as) gönderilmişti (eş-Şuarâ, 26/160-162)
Yine Şuayb (as) da emîn bir elçi olarak, "yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan" ve sonunda kendilerini "karanlık günün azâbı"nın yakaladığı Eyke ahâlisine aynı mesajla gönderilmişti Ve aynı mesajı: "Ben size gönderilen 'emin' bir resulüm?" (eş-Şuarâ, 26/178), sözleri eşliğinde kendi vasfını tanıtarak tebliğ etmişti
Yine Yûsuf (as) bir dizi bâdireleri atlattıktan sonra ''Hükümdar, Onu (Yûsuf (as)ı) bana getirin, onu kendime özel (bir dost) edineyim dedi Kendisiyle konuşunca da şöyle söyledi: "Sen, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, emîn (bir kimse)sin " (Yûsuf, 12/54) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu
Musa (as) da emin bir resul olarak Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderilmiştir
"Andolsun ki onlardan evvel Biz Firavn'un kavmini de imtihan ettik Ve onlara kerîm bir Resulu gelmişti (Onlara demişti ki); ''Allah'ın kullarını bana teslim ediniz Şüphesiz ki ben sizin için (gönderilmiş) "emîn" bir Rasulüm " (ed-Duhan, 44/17-18) Son Nebî ve Rasûl olan Hz Muhammed (sas) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir Resul olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi
Kısacası "emîn" vasfı, tüm Resullerin ortak vasıflarından biridir Bu vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki insanlar kendilerine inansın
Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dava ile geldiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için bu özelliğe sahip olmalı ve peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar
Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin davasında samimi olduğunda güvenilir olması, davayı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" manasında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi
"(Süleyman (as)) dedi ki: Ey ileri gelenler onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslümanlar olarak gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getir(ebil)irsiniz?' Cinlerden bir ifrit, 'Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve elbette ben bunun için güçlü ve 'emîn'im' dedi (en-Neml, 21/38-39)
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi manalarında kullanılmıyor Kur'an-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan kendi kendinden "emîn olma, gibi anlamları da vardır
"Allah (bu şirkiniz için) üzerimize bir delil ve burhan (bir kitap ve hüccet) indirmediği şeyi (putları) siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz (ilahlarınızdan) nasıl korkarım? şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin bakalım, bu muvahhid ve müşrik) iki kesimden hangisi (korkudan) emîn olmaya daha lâyıktır?" (el-En'âm, 6/81)
"Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara aittir Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır" (el-En'âm, 6/82)
"Emîn" ile aynı kökten olân "emîn" ve "emene", selâmet içinde bulunma, rahatlık içinde ve mutmain olma halleri hakkında kullanılıyor Bu durumlarda gerçekten "emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir Allah bunu vadediyor (en-Nur, 24/55, Enfal, 8/11)
"Emîn" vasfı insanlar, şahıslar ve canlılar için geçerli olduğu gibi aynı zamanda yer, mekân, makam, belde için de geçerlidir Allah'ın emîn kıldığı beldeler vardır Eğer bir şehrin halkı emân ise o şehir de emîndir Ama sürekli emîn olmayan mekânlar da vardır
"Hani biz O evi (Kâbe'yi) insanlar için sevab (kazanma) yeri ve "emîn " (bir mekân) kılmıştık Siz de İbrahim'in makamından bir namazgâh edinin İbrahim ve İsmâil'e de, 'evimi tavâf edenler îtikafa girenler (ibâdet için orada kalanlar) rükû' ve sücud edenler için titizlikle temizleyin' diye emir vermiştik" (el-Bakara, 2/125-126)
Ama ne yazık ki bugün müstekbirler, Allah'ın düşmanları, Allah'ın emîn kıldığı beldeleri emîn olmaktan çıkarmak istiyorlar Bu emîn beldeler üzerinde kanlı planlar hazırlıyorlar O beldelerin gerçek fonksiyonlarını kaldırmak istiyorlar Halbuki Allahu Teâlâ o beldeler üzerine yemin ediyor:
''Andolsun incire ve zeytine, (Kelimullah Hz Musa'nın müracaat yeri olan) Sina dağına ve (Hz Rasûl'ün doğum yeri olan) şu emîn (Mekke) şehr(in'e ki; şüphesiz biz, insanı ahsen-i takvim'de (en güzel biçimde) yarattık " (et- rn, 95/ 1-4)
Hiç kimsenin elinin uzanamayacağı, emniyetini bozamayacağı dâr'us-selâm ise Müttakîlere va'dediliyor Ancak orada emîn bir şekilde yaşarlar
"Müttakîler ise muhakkak ki, bir "emîn" makamdadırlar Cennetler de ve pınarlardadırlar Karşı karşıya oldukları halde atlastan, parlak ipekten (elbiseler giyineceklerdir İşte böyle, onları huruniyn (gözleri iri, rübaları tertemiz, beyaz tenli cennet kadınlar) ile eş yaptık Onlar orada "emîn " bir durumda her meyveden isterler" (ed-Duhân, 44/51-55)


EMİR

Belli bir topluluk üzerinde emrini yürüten kişi Devlet başkalığından başlayarak çeşitli kademelerdeki yöneticilere verilen ünvan Bu anlamıyla yerine göre İmam, Halife, Vali, Komutan vb kelimelerle aynı anlamı ifade eder Bununla birlikte özel bir görevi belirtmek üzere Emirü'l-Müminin İmam, Halife, Emirü'l-Ceyş (Komutan], Emirü'l-Hac [Hac Emiri] gibi terkib halinde kullanılır
İslâm hukukuna göre, hangi kademede olursa olsun, emir olabilmenin temel şartı müslüman olmaktır Fakat bu şart kendi başına yeterli değildir Emir seçilecek kişinin ehil, emin ve adil olması da zorunludur Basına getirileceği işin gerektirdiği bilgi ve beceriye, güvenilirliğe, beden ve ruh sağlığına sahip olmayanlar, hayatını İslam'ın öngördüğü ölçü ve kurallar Sinde sürdürmeyerek zulüm, fısk ve fücura sapanlar, hükmettiklerinde adalet ölçülerinin dışına sıkanlar emirlik ehliyetine sahip olamazlar Gerekli şartları taşımayan kişilerin emirliği, İslâm'ın ve İslâm toplumunun varlığına yönelik en büyük tehlike anlamına gelir Bu nedenle Hz Peygamber ehil olmayan kişinin emirliğe getirilmesini Allah'a, Rasûlüne ve müminlere hıyanet olarak nitelemiş (Hâkim'den Tefsirü'l-Kasımî, V, 1334), ehil olmayanların emir olmasını Kıyamet'in alametlerinden birisi olarak saymıştır (Buhâri, İlim, 2)
Kur'an, Allah'a ve Resulune itaatla birlikte emir sahiplerine (ulü'l-emr) itaatı da emreder (en-Nisa, 5/59) Bu nedenle emirlere itaat, müminler için farz olan bir görevdir Fakat bu itaat mutlak ve sınırsız değildir Emirlere itaat, yönetim, uygulama ve buyruklarının İslam'ın temel ilke ve kurallarına, İslâm hukukunun belirlediği ölçülere uygunluk şartına bağlıdır İslâm hukukunun belirlediği sınırların dışına çıkıldığı an emir yasallığını yitirir, kişilerin itaat yükümlülüğü düşer Seçildikten sonra ehliyetini yitiren emirler de görevlerini sürdüremezler Belli bir emirliği zorla ele geçiren kişinin emirliği de hukuki olmadığı için, bireyleri bağlayıcılık niteliği taşımaz
Hz Peygamber'den sonra İslâm devlet başkanlığına seçilen Hz Ebu Bekr'e Halife-i Resulullah ya da yalnızca Halife deniliyordu Hz Ömer'e ise bu ünvanların yanısıra Emirü'l-Müminin (Müminlerin Emiri) de denilmeye başlandı Bundan sonra Emirü'l-Mü'minin ünvânı Halife ünvanının eş anlamlısı olarak kullanıldı Emirü'l-Müminin ünvanı, daha sonra Emeviler, Abbasiler ve hilafetin Osmanlılara geçişinden itibaren Osmanlı sultanlarınca da kullanıldı
Tarih boyunca, merkezi yönetimlerden bağımsız bütün devletlerin yöneticileri de bu ünvanı kullanmayı sürdürdüler Merkezi yönetime bağlı olmakla birlikte muhtar bir yönetime sahip küçük devlet yöneticileri ise Emirü'l-Müminin ünvanı yerine Emirü'l-Müslimin (Müslümanların Emiri) ünvanını kullandılar
Emir ünvanı Hz Peygamber döneminden başlayarak askerî ve idarî alanlarda da kullanıldı Başlangıçta askerı birliklerin komutanlarına Emirü'l-Ceyş denildi Abbasîlerde Hicri dördüncü (MX) asrın ortalarından itibaren Halifeden sonraki yetkili kişiye, aynı zamanda ordu başkumandanına Emirü'l-Umera (Emirler Emiri) ünvanı verildi Donanma komutanlarına da Emirü'l-Mâ' (Su, Deniz Emiri) deniliyordu Eyâlet valilerine de Emir ünvanı verilirdi Osmanlıların ilk döneminde sultanlar bey ünvanını kullandıkları gibi Emir ünvanını da kullanıyorlardı Bir süre şehzadelere de emir denildi Sancak beylerine Emirü'l-Umera denilmesi de Osmanlılar döneminde gelenekleşti
Hac ibadetinin düzen içinde ve kurallarına uygun biçimde yerine getirilmesinden sorumlu kişilere de Emirü'l-Hac deniyordu İslâm'da Emirü'l-Hac atanan ilk kişi, Mekke'nin fethinden sonraki ilk haccı yöneten Hz Ebu Bekr (ra) oldu Sonraki dönemlerde hep halifelerce atanan Hac emirleri, Abbasîlerin siyâsi hâkimiyetlerini yitirmesinden hilâfetin Osmanlılara geçişine kadar süren dönemde Osmanlılar ve Mısır Memluklularınca ayrı ayrı atandı Hilafetin Osmanlılara geçişinden sonra Hac emirliği, Sürre Eminliği adıyla sürdürüldü


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »
Konu Araçları Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş Arama
Görünüm Modları


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.