Prof. Dr. Sinsi
|
Kayyûm-İ Zaman
KAYYÛM-İ ZAMAN
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin büyük oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de torunudur İsmi Muhammed Sibgatullah'tır Yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî'nin sağlığında, 1624 (H 1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi Kayyûm-i Zaman ismiyle meşhûrdur 1710 (H 1122) senesi Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda Cumâ günü vefât etti
Muhammed Sibgatullah doğduğu sırada, İmâm-ı Rabbânî, vaktin sultânı ile birlikte Hindistan'ın büyük şehirlerinden olanEcmîr'de bulunuyordu İmâm-ı Ma'sûm da babalarını ziyâret maksadıylaEcmîr'e gitmişti İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm, Ecmîr'den dönerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi Her ikisi de bu habere çok sevindiler Çünkü husûsî hâllerinin vârisi olacak cevher dünyâya gelmiş bulunuyordu
Beyit:
Senin gelişinden gül gibi açtım,
Her tarafa bahar kokusu saçtım
İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm Serhend'e geldiklerinde hemen bu çocuklarını görmek istediler İmâm-ı Rabbânî hazretleri onu görür görmez; "Esselâmü aleyküm Molla Sibgatullah " buyurdu Sonra mübârek yüzünü, o çocuğun kulağına yaklaştırıp, kimsenin duymadığı gizli gizli bir şeyler söyledi Husûsî sırları, kendilerine mahsus ilim ve mârifetleri müjdeledi Ne büyük bir saâdettir ki, dili süt emmeye henüz alışmadan, kulağı Müceddid'in yâni İmâm-ı Rabbânî'nin bereketli iltifatlarına, gizli esrârına kavuşmuş oluyordu
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, oğlu İmâm-ı Ma'sûm'a hitâben; "Senin bu oğlunda asâletten bir sıfat buldum " buyurdu Zîrâ İmâm-ı Rabbânî'ye göre asâlet olmayınca, kayyûmluk, kutbluk bulunması çok zordu Bu çocukta asâletten pay görünce, mânevî firâset ile, onun velîlik yolunda yüksek derece sâhibi olacağını veKayyûm-i Zaman olacağını anladılar Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ihsânıdır Dilediğine nasîb eder
Mısrâ:
"Gül bahçemi gör de bahârımı anla "
Muhammed Sibgatullah, daha beş-altı aylıkken şiddetli bir hastalığa yakalandı Hekimler çâre bulmaktan âciz kalıp, ölecek zannettiler Nihâyet nabzının atması bile hissedilemez oldu Babası ve annesi techiz ve tekfîn işine; cenâze hazırlıklarına, başladılar Bu durum İmâm-ı Rabbânî'nin mübârek kulağına ulaşınca, hemen bu hasta torununun yanına geldi Çocuğun o güzel yüzünden örtüyü kaldırıp mübârek eliyle temiz yüzüne dokundu ve tebessüm ederek; "Bâbâ! Annene-babana yaptığın bu nâz yetişir Onları üzdüğün yeter Haydi artık kalk Onlar da sıkıntıdan kurtulup rahat bir yemek yesinler ve huzûrla uyusunlar " buyurdu Bu söz üzerine, ölüm derecesinde hasta olmasına rağmen, çocuk gözünü açtı Ağlayarak hareket etmeye başladı ve tamâmen iyileşti Sanki hiç hasta olmamış gibiydi Sonra,Müceddîd-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî, oğlu Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm'a dönerek; "İnsanlar bu çocuğun yaşamasından ümîdi kesmişler Ben ise bu evlâdımı, iyileşmiş uzun ömür sürmüş, yetişip kemâle gelmiş, sakalları beyazlamış, büyük bir velî olmuş, huzûrunda binlerce insan oturmuş, herkesi nûrundan istifâde ediyor görüyorum " buyurdular
İmâm-ı Ma'sûm'un huzûrunda yetişti Zâhirî ve bâtınî ilimlerin ve kalbe âit ince mârifetlerin tamâmını ondan öğrendi İmâm-ı Ma'sûm hazretleri, bu yüksek oğluna, diğer talebeleri ve hattâ diğer oğulları arasında farklı iltifât eder, onda bulunan yüksekliği bildiği için, daha çok severdi Bu hâli bildirmek için bir gün bu oğluna şöyle buyurdu: "Siz benim oğullarım arasında Eshâb-ı kirâma benzersiniz Yâni siz, babam Müceddîd-i Elf-i Sânî'yi görmüş, zamânında bulunmuşsunuz Diğerleri böyle değildir Bu farkı az görmemelisiniz Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) biri, Peygamber efendimizin sohbetinde bir defâ bulunmakla öyle yüksek derecelere kavuşmuştur ki, Eshâb-ı kirâmdan olmayan en büyük velî bile onların en aşağısının derecesine kavuşamadı Bu velî zât ister Üveys-i Karnî olsun, ister Ömer-i Mervânî olsun (kuddise sirruhümâ) " Çünkü Müceddîd-i Elf-i Sânî'nin Peygamber efendimize olan bağlılığı son derece olduğundan, onun sohbeti, Resûl aleyhisselâmın yüksek sohbetinden pay almıştı O'na benziyordu Nitekim tam uyanın, uyduğu kimsenin bütün kemâlâtından nasîbi vardır
Muhammed Sibgatullah hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, yüksek babasının emir ve işâretiyle talebe yetiştirmeye başladı En küçük kardeşleri olan Muhammed Sıddîk, babalarının şöyle buyurduğunu nakleder: "Oğlum MuhammedSibgatullah'ın talebeleri ile kendi talebelerim arasında hiç fark görmüyorum Diğer oğullarım böyle değildir Vâsıtalı veyâ vâsıtasız bir fark vardır "
Hâce Muhammed Sıddîk-ı Peşâverî, Urvet-ül-Vüskâ İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerindendi Bu zât şöyle anlatır:
Bir defâsında mübârek hocamı ziyârete gitmiştim Bu esnâda hocamın bütün oğullarının takvâ ve verâda anlatılamayacak kadar ileride olduklarını, her birinin dînimizin emirlerine uygun amel etmekte, tasavvuf yolunda başkalarını yetiştirip mânevî terbiyede, ilim ve edeb âşıklarına rehberlik etmekte çok yüksek derecede bulunduklarını gördüm Hepsinin Allahü teâlâya yakınlıklarının aynı olduğunu düşündüm Bu esnâda kalbime; "Acabâ aralarında hiç fark var mıdır? Varsa hangisi daha yüksektir?" düşüncesi geldi Çok uğraşmama rağmen, bu düşünceden kurtulamadım Hiç aklımdan çıkaramıyordum Bu hâli hocama bildirmeyi düşündüm ve sonunda arzettim Tebessüm eyledi ve; "Hâce! Bu mânânın halli, siz Peşâver'e vardıktan bir gece sonra olacaktır " buyurdu
Bu fakîr birkaç gün sonra Serhend'den ayrılıp Peşâver yoluna koyuldum Peşâver'e geldiğimde gâyet sevinçli ve neşeliydim Zîrâ, o gece, yüksek üstâdımın bereketi ile uzun zamandır süregelen ve beni rahatsız edip, kalbimi meşgûl eden bir suâlim cevaplandırılacaktı Akşam oldu Karanlık bastırdı Ben heyecanla bekliyordum Yatsı namazından sonra uyumuşum Rüyâmda Peygamber efendimizi ziyâretle şereflendim Dört halîfesi ile birlikte yanıma geldiler Urvet-ül-Vüskâ'yı da oğullarıyla birlikte, Resûl aleyhisselâm efendimizin huzurlarında, büyük bir hürmet ve edeble ellerini bağlamış olarak beklediklerini gördüm Bu esnâda Resûlullah efendimiz, bu hizmetçisine hitâb ederek buyurdular ki: "Urvet-ül-Vüskâ'nın oğullarının kendine nisbeti (bağlılığı), dört halîfenin bana olan nisbeti gibidir " İşâret parmaklarını halîfelerine doğru uzattılar ve sonra hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı göstererek; "Büyüğü büyüktür!" buyurdular
Hazret-i Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Urvet-ül-Vüskâ'nın oğullarının en büyüğüydü Böyle olunca talebelerinin ve halîfelerinin de en büyüğüydü Ben bunu bizzat Resûlullah efendimizin işâret ve bildirmeleri ile anladım Böylece kalbimi meşgûl eden o düşünce ve suâlim cevaplanmış oldu
Urvet-ül-Vüskâ hazretleri, vefâtına yakın zamanda da Kayyûm-i Zaman'ın hâlini şöyle medhetmiştir: "Sizin emsâlsiz hâliniz, dâimâ makbûlümüz ve mahbûbumuzdur Yâni kabûlümüz ve sevdiğimizdir Gevşeme ve değişme, bu emsâlsiz hâlinize yol bulamaz "
Kayyûm-i Zaman hâllerini çok gizlerdi Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi Hattâ talebelerinden bâzıları; "Efendimiz! Bu kadar sırlar ve vâridât yâni mânevî hâller içerisinde bulunduğunuz hâlde, bunları bu kadar örtüp, gizlemenizdeki sebep nedir?" diye arz ettiler Cevâbında; "Söylenmesi ve yazılması doğru ve lâzım olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve babam) tarafından söylenmiş ve yazılmışlardır Bu zamanda onların söyleyip yazdıklarından daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur " buyurdu
Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamâmen sünnete, yâni dînimizin her emrine tam uygundu Bir sünneti yerine getirememek endişesi, gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta, yolculuk ve ikâmet hâlinde, giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve diğer duâlarda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre, zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ilerideydi Bu güzel huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık görülmezdi Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye kendini hesâba çekerdi İhlâs ve ibâdette ve her edebe riâyet etmekte pek ilerideydi Bununla berâber niyet ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıp ve kusurlu görürdü Bunun için pişmân olur, istigfâr ederdi Bu sebepten dâimâ mahzûn ve üzüntülü dururdu "Amel ve istigfâr et!" kelâmını kendine düstur edinmişti Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet vermez, îtibâr etmezdi
Mübârek yüzünde öyle bir nûr vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve yüzüne bakanlara, lisân-ı hâl ile; "Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir güzel melektir " dedirtiyordu
Kayyûm-i Zaman hazretleri, ömrünün sonlarına doğru Kur'ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu Kendisine çok bağlı talebelerinden biri, müsâit bir vakitte; "Böyle düşük sesle okumanızın hikmeti nedir?" diye arz etti Bir müddet sustu ve sonra; "Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu " buyurdu Başka bir defâsında talebelerinden birisi yine bu husûsun sebebini suâl ettiğinde cevâben; "Okurken bütün mevcûdât berâber okuyorlar ve bu fakîri yüksek sesle okumaya bırakmıyorlar " buyurdu
Kayyûm-i Zaman'ın yakın talebelerinden Mirzâ MuhammedKâbilî'nin hanımı vefât etmişti Kayyûm-i Zaman, tâziye (başsağlığı) için Mirzâ'nın evine gitti Mirzâ Muhammed, hanımının Kayyûm-i Zaman'a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından bahsetti ve; "Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen şuracıktadır Beraber gitsek çok memnûn olurdum " diye arz etti O da kabûl edip kabri ziyâret ettiler Kayyûm-i Zaman o hanımın mağfiret olunması için duâ etti Sonra murâkabeye daldı Duâ ve murâkabe esnâsında yüzünde bir ferahlık ve neşe göründü Ziyâretten sonra berâberce dönerlerken, Mirzâ; "Efendim, duâ ve murâkabe esnâsında mübârek yüzünüzde neşe ve sevinç alâmetleri gördüm Acaba hikmeti neydi?" diye suâl etti Kayyûm-i Zaman hazretleri buna cevap olarak buyurdu ki: "O esnâda bana ilhâm olundu ve hattâ söyleyen sesi duydum Şöyle buyruluyordu: "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız olarak seni tevessül edenleri(seni vâsıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim Bu hanım da onlardandır " Allahü teâlânın nihâyetsiz inâyetinin (ihsânının) bu fakîre geldiğini gördüm ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini duydum Bunun için Allahü teâlâya çok şükreyledim Yüzümdeki neşe ve sevinç alâmeti bu yüzdendi "
Muhammed Sibgatullah hazretleri, bir sefere çıktığında yolda hastalandı, geçirdiği kaza neticesinde bir eli kırıldı Yol üzerinde bir eve misâfir oldu O evin avlusunda hurma ağaçları vardı ve o ağaçların altında oturuluyordu Kayyûm-i Zaman sandalyede değil yerde oturdu Herkes istirahate çekildikten sonra o, rahatsızlığından ve kolunun kırık olmasından bütün gece uyumadı Yere düşen hurmaları ve hurma yapraklarını hürmetle alıp edeple yüksekçe bir yere koydu Sabah olunca ev sâhibi onun uyumadığını, yere düşen hurma ve hurma yapraklarını toplamakla ve yüksek bir yere koymakla meşgûl olduğunu, görünce bu hâlinin sebebini sordu Ona cevâben buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; "Halanız olan hurmaya saygı gösteriniz Çünkü bu ağaç Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır " buyruldu Emre uyarak hurmayı azîz tutmak, ona saygılı olmak îcâb ediyor
Mirza Muhammed Efdal Kâbilî şöyle anlatır: "Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Kâbil'de bulunduğu günlerin birinde, oğullarına haber vermesi için bir hizmetçiyi Serhend'e gönderdi Gidecek hizmetçi, kendisinden yol parası istedi O sırada Muhammed Sibgatullah'ın elinde bir kerpiç vardı Kerpici hizmetçiye verdi Kerpiç bir anda altın oluverdi Orada bulunan; Mîr Zarîf, Mîr Gulâm Hüseyin, Mirza Muhammed Mes'ûd ve daha birçok zât bu hâdiseye şâhid olduk Hizmetçi, elinde bulunan altını paraya çevirmek istiyordu Oradakiler bu altını satın almakta tereddüd ettiler Fakat, Mîr Gulâm Hüseyin hepimizden atik davrandı ve altını hizmetçiden satın alıp, teberrüken sakladı "
Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın hizmetçilerinden biri yolculuğa çıkmıştı Yolculuk esnâsında arkadaşlarını kaybetti Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi Burası hiç bilmediği, tanımadığı bir yerdi Her taraf öyle yeşil, öyle güzeldi ki, sanki hazan rüzgârları bu yapraklara hiç dokunmamıştı Burada dört mevsim birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu Rengârenk güller, boy boy sünbüller, deste deste, demet demet açmış, her taraf güzelliklerle donanmış, boş bir yer kalmamıştı Talebe buranın, uzun zaman Cennet bahçesi misâli gönül açıcı güzelliklerinin seyrine daldı Bir müddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya yanlışlıkla geldiğini hatırladı Üstelik etrafta hiç insan görünmüyordu Bir insan ile karşılaşır konuşurum ümidiyle dolaşmaya başladı İnsan bulunduğuna dâir bir işâret yoktu Üstelik hep vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile karşılaşıyordu Vücûdunda bir ürperti meydana geldi Korkmaya başladı Her tarafı iyice aradı Ama kimseyi bulamayınca, ümîdi iyice azaldı ve korkusu şiddetlendi Artık o güzel bahçeyi, canını almak isteyen bir belâ gibi görüyordu Bu sırada gönüllerin sultânı olan hocası Kayyûm-i Zaman'ı hatırladı Kalbi ile ondan yardım ve imdâd istedi O anda hocasını karşısında buldu Kayyûm-i Zaman orada, bu talebesine; "Gözlerini yum!" diye emretti Yumunca kulağına kâfile arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı Gözlerini açtığında kâfilenin yanındaydı Fakat hocası ortada yoktu Allahü teâlânın izni ve hocasının kerâmeti ile bir anda oraya geldiğini anladı
Kayyûm-i Zaman, Emk beldesinde, o memleketin kâdısının evinde misâfir bulunuyordu O sırada kâdı evde yoktu Ramazân-ı şerîf ayı idi Terâvih namazı kılınıyordu Âniden şehirde bir gürültü ve büyük bir karışıklık meydana geldi Bu karışıklık ve kavga sesleri, şehrin kâdısının evine yâni Kayyûm-i Zaman'ın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen kalabalığın, kadının evini yağmaya geldikleri anlaşıldı Kâdının âilesi ve yakınları bu hâli haber alınca, çok korkup üzüldüler ve ağlamaya başladılar Bu kalabalık eve yaklaşınca durakladı ve geri çekilmeye başladı Sonra birbirine girdiler Birçoğunun başının kesildiği görüldü O memleketi terk edip gidinceye kadar karışık hâlleri devâm etti Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve hezîmetlerinin sebebi sorulduğunda, dediler ki: "Kâdının evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı, heybetli bir zât gördük Elinde öyle bir kılıç vardı ki, kime sallasa başını gövdesinden ayırıyordu Bu hâli görünce can korkusundan geri çekildik Çoğumuz da o keskin kılıçtan kurtulamayıp telef oldu Kılıç sallayan zâtı iyice târif ettiklerinde, Kayyûm-i Zaman'ı gördükleri anlaşıldı Hâlbuki, kendisi o sırada, bütün düşüncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu
|