Japonların Dost Arayışına Osmanlı’dan Uzanan El: Ertuğrul Fırkateyni

Eski 06-26-2009   #1
GöKKuŞaĞı
Varsayılan

Japonların Dost Arayışına Osmanlı’dan Uzanan El: Ertuğrul Fırkateyni





“Bu ada (Japonya) ahalisinin (halkının) büyükleri ve uluları enselerinde birer perçem kor (saçlarını atkuyruğu şeklinde bağlarlar)
Orta tabaka halkı başının yarısını yülür (saçlarının yarısını kazıtır) Oğlancıklar başının önünü yülür (kazır) ve hepsinin yanında birbirinin perçemine el ile dokunmak büyük ayıp ve ardır
Hepsi kıllarını cımbız ile yolarlar Ve bunlar ak kerli, ferli ve güzel olur Döşek gibi kaba ve pak hasırlar ile evlerini döşeyip onun üzerinde otururlar Başlarının altını taş ve odun ile kabartırlar ve bunlar açlığa ve susuzluğa ve sıcağa ve uykusuzluğa çok sabreder ve dayanırlar
Doğan çocukları sert soğuklarda bile ırmaklara sokup yıkarlar Memeden kestikten sonra analarından ayırıp güç yerlerde büyütürler ve ava alıştırırlar Lakin fakirlikten daha çok nefret edilecek ve iğrenç nesne görmezler Bundan ötürü çoğu karılar, oğulları fakir olup ulular hizmetine varmasın diye onları öldürürler
Avratlar ipekten kumaşlar giyer ve baştan ayağa dek örtünürler Pabuçları buğday sapından işlenip örülmüştür
Erleri büyük tafra ile giyinmiş ve silahlanmış gezerler Ve bunlar Çin halkı gibi temizliğe çok dikkat ederler
Kaz, tavuk ve benzeri hayvanları bile evlerinde, kirletirler diye, koymazlar, hep kırda gezdirirler Ve yemeklerinde diz üzerine oturup iki çatal çubuk ile alıp yerler, ellerini bulaştırmazlar Ve yaygıları kirletmemek için pabuçlarını dışarıda çıkarıp çok dikkat ederler
Deniz kıyılarında ve şehirlerde alçak halli (düşük gelirli) olanlar zerzevat (sebze), pirinç ve balıkla geçinirler Ulularının çoğu av eti yerler, balığa da düşkündürler
Türlü ziyafetler ederler Her bir türlü yemekte sofrayı bozup değiştirirler Herkesin önüne birer ardıç ya da senevber ağacından yapılmış tabak koyup her yemekte onu da değiştirirler ve yemeklerinin üzerine altın tozu saçarlar ve tabaklar üzerine yemeği yığıp yer yer ziynet için servi budakları dikerler ve pişmiş kuşların burunlarını ve ayaklarını altın varak yapıştırmakla süsleyip gayet değerli tabaklara korlar
Ve konuğa riayet ederler Ve bunlar bir tür sıcak şerbete pek düşkündürler (çay) O şerbet onların vücutlarının sıhhatini uzun zaman korur Suyu kaynatıp içine kaya, yahut hayam derler, bir tür otun tozunu korlar
Büyüklere riayet olsun diye kendi elleriyle pişirirler ve maslahat için her evde bir küçük oda vardır Bir konuk gelse elbette ona fincanla verirler Bundan dolayı mükellef takılar, avadanlıklar, ibrikler, fincanlar ve tepsiler etmişlerdir Hepsi halli hâlince bu şerbethane aleti ile öğünürler Ve bunların yoksulları sadeyağ yerine kadırga balığı yağını kullanıp mum yerine çırpı ve kimi evlerde saman sapı yakarlar
Meşhur Osmanlı âlimi Kâtip Çelebi’nin (1608–1656 tarihleri arasında yaşadı Tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografya ile ilgili çalışmalar yaptı) en az kendisi kadar meşhur eseri “Cihannüma”dan Japon halkına ilişkin bir bölüm okudunuz

“Kaf Dağı’nın arkasındaki kayıp ülke
Japonya ve Japonlar hakkında, Osmanlı yöneticisi ile münevverinin bilgisi, Kâtip Çelebi’nin “Cihannüma”sı ile Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-i Lügati’t-Türk” (On birinci yüzyılda kaleme alınmıştır) isimli meşhur eserindeki kayıttan ibaretti
Yani Osmanlı Devleti’ni yönetenlerle aydınlarının Japonya hakkında son derece sınırlı bir bilgisi vardı Bu yüzden, “Kaf Dağı’nın arkasındaki kayıp ülke” ile ilgilenme gereği duyulmamıştı
O dönemin iletişim ve ulaşım şartlarında, Japonya, “Kaf Dağı’nın arkasındaki ülke” olarak, yalnızca hayalleri renklendiriyordu
Yüzyıllar boyu Japonya’ya ilgisiz kaldılar… Bundan Batılı tüccarlarla misyonerler yararlandı
Bir ağ gibi tüm Japonya’yı sardılar
Ve zaman içinde etkinliklerini arttırdılar
Müthiş bir propaganda ağı kurdular
Öyle ki, Japon gençler geleneksel kıyafetlerini artık beğenmiyor, Batılılar gibi ceket-pantolon giymek istiyordu
Bu durum muhafazakâr Japon yöneticileri tabii olarak rahatsız etti Tedbir almayı düşündüler, ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı Bu yeni bir saldırı türüydü; kılıca karşı sağlam zırhlar geliştirmişlerdi, ancak etkili reklamın delemeyeceği zırh yoktu…
Bunu fark ettiklerinde paniğe kapıldılar
Şimdi ne yapacaklardı?

Batılıya yasak!
Bu durum karşısında paniğe kapılan Japon yöneticiler bildikleri tek yöntemi uyguladılar: Yabancıların, özellikle de Avrupalıların, misyonerlerin ve tüccarların hareket özgürlüğünü kısıtlayan sert tedbirlere başvurdular, yasaklamalar getirdiler (1624)
O dönemde acımasız kanunlar çıkardılar
Yine de Avrupalı gezginlerin, tüccarların ve kimi zaman gezgin, kimi zaman tüccar, kimi zaman “iyiliksever Avrupalı” görüntüsü altında çalışan misyonerlerin etkisini tümüyle kıramadılar
Bu kez tedbirleri arttırdılar
O kadar ki, 1637’de Nagazaki Limanı dışındaki tüm limanları dış dünyaya kapattılar (Acaba Amerika’nın, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde atom bombası atmak için Hiroşima’nın yanı sıra Nagazaki’yi de seçmesi geçmişteki bu yasağın intikam dürtüsü müydü?)
Ondan sonraki iki yüz yıl, Japonya kendi içine kapalı olarak kaldı
Nihayet ABD’nin de yardımlarıyla tekrar dış dünyaya açıldı




Dünyaya açılma dönemi
Japonların dünyaya açılma sürecinde, diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte, Osmanlı İstanbulu’na da bir Japon heyeti gönderildi Bu adım, Osmanlı-Japon ilişkilerinin başlangıç noktasıdır Bunu, 1875’te atılan ikinci adım izledi…
Öte yandan, “Türkler Hıristiyan olmadan Avrupalılarla ilişkilerde bulunuyorlar Bu bakımdan Japonlara benzemekteler Onlardan çok şey öğrenebiliriz Diplomatik ilişkileri başlatırsak bizim için faydalı olur” anlayışı içinde hareket eden Japon Hükümeti, Londra’daki Büyükelçisi Ueno’ya aynı yerdeki Osmanlı Büyükelçisi ile ön görüşme yapması talimatını verdi
O tarihte Osmanlı tahtında, diplomasi dehasıyla ünlü padişah, Sultan II Abdulhamid oturuyordu Japonya’nın attığı hiçbir adımı karşılıksız bırakmadı Sultan Abdulhamid, yirminci yüzyılda Japonya’nın üstleneceği önemli rolü fark etmiş gibiydi
Bu çerçevede Japon Savaş Gemisi Seiki İstanbul’a geldi (1878)
Gemi komutanı ile subayları İstanbul’da çok iyi ağırlandılar O kadar ki, İmparator bu samimi karşılamadan çok etkilenecek, “dostluk” göstergesi olarak da Prens Kato Hito’yu İstanbul’a gönderecektir (1881)
1889’a kadar ilişkiler rölantide devam etti
Nihayet yıl 1889…
Osmanlı–Japon ilişkilerinde dönüm noktasını teşkil eden kararı Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Abdulhamid bu tarihte hayata geçirdi: Japon savaş gemisi Seiki’nin vaktiyle İstanbul’a yaptığı ziyareti iade maksadıyla, Japonya’ya bir heyet göndermeye karar verdi…
Bu ziyaretin birbirinden farklı birkaç amacı vardı: En önemli amacı, gitgide palazlanarak Osmanlı için tehdit oluşturmaya başlayan Rusya’ya Japonya’nın baskı yapmasını sağlamak; öte yandan, başta Hindistan olmak üzere Müslüman ülkeleri sömürge olarak kullanan İngiltere’ye “Halife Hazretleri”nin bütün Müslümanlardan sorumlu olduğunu hatırlatıp hafiften gözdağı vermekti…
Fakat Osmanlı Devleti’nin elinde bu kadar uzun bir sefere dayanabilecek kapasitede zırhlı bir gemi yoktu Satın alma cihetine gidilebilirdi, ama hazine tamtakırdı Çaresiz, ahşaptan yapılma “Ertuğrul Firkateyni”nde karar kılındı

Limandan limana
Yelken ve buhar gücüyle hareket eden Ertuğrul Firkateyni, 14 Temmuz 1889'da halkın sevgi gösterileri eşliğinde İstanbul’dan yola çıktı
Firkateyne Osmanlı’nın seçkin deniz subaylarından Miralay Osman Bey kumanda ediyordu…
İçinde 1092 yolcu ve personel vardı
Resmi açıklama ise farklıydı: Güya Ertuğrul Firkateyni ve içindekiler Japonya’daki sanayi fuarını gezmeye gidiyorlardı
Gemi genel olarak yelken kullanacak, kömür israf etmekten kaçınacaktı Sadece Müslüman kentlerin limanlarına girerken buhar gücünden yararlanılacaktı Böylece Müslüman halk, “Halife Hazretleri”nin gücünü görecekti!
Bu yolculuk on bir ay sürdü Ertuğrul; Aden, Cidde, Bombay, Seylan Adası, Singapur, Saygon, Hong-Kong rotasını takip ederek 22 Mayıs’ta Japonya’nın Nagazaki Limanı’na, 7 Haziran’da da (1890) Yokohama Limanı’na demir attı
13 Haziran günü de, Osman Bey ve ekibi İmparator Meiji’nin huzuruna çıkıp Osmanlı Padişahı’nın mektubunu ve murassa imtiyaz nişanını takdim ettiler
Osman Bey ve maiyeti, Japonya’da İmparator Meiji’nin özel misafirleri olarak tam üç ay kaldılar Başta Prens Kamatsu olmak üzere, tüm üst düzey devlet adamlarıyla görüştüler ve hepsinden büyük itibar gördüler…
Nihayet ülkeye dönmek üzere 14 Eylül’de demir aldılar…
İki gün sonra, Ertuğrul Fırkateyni, Kumano Denizi’nde seyrederken, Kii Yarımadası’nın Kaşinozaki mevkii (bugünkü Kişimoto kasabası açıkları) önünde şiddetli bir fırtınaya yakalandı Gemi “Deniz Şeytanı” denilen kayalıklara sürüklendi…


Kayalara çarparak ikiye bölündü…
580 kişi boğulurken, 69 kişi, azgın dalgalarla boğuşarak yakınlardaki Kaşino Adası’na çıkmayı başarabildi
Çevre halkından çok büyük yardım ve itibar gördüler
Bu trajik son, her iki ülkede de büyük üzüntüyle karşılandı Kazadan sağ kurtulan 69 kişi, Japon Hükümeti tarafından iki savaş gemisi eşliğinde İstanbul’a gönderildi
Daha sonra yapılan arama ve kurtarma çalışmalarında bulunan cesetler, kazada kurtulan Haydar ismindeki bir Türk subayının da katılımıyla Funaköra kayalığına bakan Kasinozaki Tepesi’ne defnedildi (Bu tepede bugün şehitlerimizin adına yaptırılan görkemli bir anıt yükseliyor)
Onlar o tepede; Osman Bey’le birlikte boğulanlar ise Kumano Denizi’nin dibinde ebediyeti uyuyorlar
Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz

Amaç “tebliğ” miydi?
Sultan Abdulhamid’in Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya göndermesinin, siyasi ve ticari amaçlar dışında iki önemli amacından daha söz edilir:
1 Hilafetin gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için, halifeliğin Araplara geçmesi gerektiğini savunan ve “Arap Halifesi” fikrini propaganda eden İngiliz oyununu boşa çıkarmak;
2 Japonlara İslâmiyet’i tebliğ etmek suretiyle, Hıristiyan misyonerlerin etkisini kırmak…
Çünkü o tarihlerde Hıristiyanlık propagandasıyla kafaları iyice karışan Japon yönetimi, yeni bir “resmi din” arayışına çıkmıştı…
Papazların anlattıklarıyla Batılı siyasetçilerin ve tüccarların uygulamaları örtüşmeyince, duygusal Japonya, Batılıları dünyasından kovmuştu Fakat misyonerlerin anlattıkları, kafalarda belirli tortular da bırakmıştı Ne Hıristiyan olabiliyor, ne kendi gerçeğine dönebiliyordu İmparator, tam da o aşamada, Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamid’den, kendilerine İslâmiyet’i anlatacak bir “Tebliğ Heyeti” istedi…
Padişah, “Bu işi doğru düzgün yapabilecek seviyede âlimlerim olsaydı Japonya’dan önce Hicaz’a gönderir, İngiliz’in parmağının ucunda oynayan Müslümanlara, doğru İslâm’ı anlatmak suretiyle kendi gerçeklerine çağırırdım” diye yakınmakla birlikte, Ertuğrul Fırkateyni ile Japonya’ya bir “Tebliğ Heyeti” gönderdiği de rivayet edilir


Yavuz Bahadıroğlu

__________________
Bıçak soksan gölgeme, Sıcacık kanım damlar
Girde bak bir ülkeme: Başsız başsız adamlar
NFK





GaLiBa Bu GeCe YaĞMuRDa GöKKuŞaĞı MiSali
GüLeRKeN aĞLaMaNıN ZaMaNı
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »
Konu Araçları Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş Arama
Görünüm Modları


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.