KRDNZ
|
Mimar Sinan ve çağına genel bir bakış
Geçtiğimiz günlerde Radikal Gazetesinde Mimar Sinan’la ilgili bir yazı dikkatimi çekti Onlar da Aksiyon Dergisinin 209 ‘uncu sayısından özetlemişler Traji – komik anekdotu aynen aşağıya alıyorum:
‘’ Yıl 1935 ‘tir Atatürk, Türk tarih kuramının temelini oluşturan ‘ Türk Kavminin Ana Hatları’ isimli kitabın ayakları yere basmayan bazı bölümlerinin yeniden hazırlanmasını emreder Osmanlı mimarisi bölümü, Sedat Hakkı Eldem’e havale edilir Atatürk’ün başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Türk Tarih Kurumu Heyeti huzurunda, Eldem’in Mimar Sinan’ın büyük bir dâhî olmakla beraber Osmanlı kültürü içerisinde eserlerini ortaya koyduğunu söylemesi TTK Asbaşkanı Prof Dr Afet İnan’ı rahatsız eder ( O sıralar Sokollu ve Mimar Sinan gibi kişilerin Rum ya da Ermeni olduğuna dair dedikodular epey yaygındır ) İnan, Mimar Sinan hakkında etraflı bir çalışmanın yapılmasını ister Etraflı çalışmadan kastedilen, ırk konusunda en güvenilir ölçü olduğu kabul edilen kafatasının ölçülmesidir 1 Ağustos 1935 ‘te Mimar Sinan’ın Süleymaniye’deki mezarı açılır Heyette yer alan Şevket Aziz Kansu, Sinan’ın kafatasının 89 – 90 ölçülerinde, yani Hiper – Brakisefal olduğunu rapor eder Çıkan sonuç memnuniyetle karşılanır Yani Mimar Sinan Ermeni veya Rum değildir, Türk’tür! Kafatası Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonulur ve mezar kapatılır Peki Sinan’ın kafatası şimdi nerededir? Daha önce de belirtildiği gibi Antropoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır Peki Antropoloji Müzesi nerededir? Böyle bir müze hiç olmamıştır ki…’’
Güler misin, ağlar mısın? Demek ki 1935’ lerin Türkiye’sinde, ulus-devlet olma çabalarımızı Sinan’a kadar götürmüşüz Gerçi şimdi de aynı kafa yapısında olanlar, az da olsa var ya, neyse… İşin garibi, konu ile ilgili profesör ve eski eserci mimar arkadaşlarımdan hiç biri ilettiğim olayı bilmiyor
DNA’ larımızın, bu topraklarda bizden evvel yaşayan insanlarla ve de bazı komşularımızla yüzde yüze yakın oranda benzerlik gösterdiği anlaşıldı ( Bu konuya evvelce ‘Güzel Türkçemiz’ yazımda Ağlasun olayını anlatarak değinmiştim) Kafatası şekil ve ölçülerinin ırkları belirlemede miyar olması da bu günün genetik bilimcileri için artık mizah konusu oluyor Zaten tüm insanların damarlarındaki kanlar, A, B, AB, Sıfır ile bunların pozitif ve negatif Rh’larından oluşmuyor mu? Ayrıca hiçbir asilin de kanı mavi değil… Günümüzde aklı başında hiçbir insan da anatomik farklılıkların peşinde değil
İnsanlar arasındaki farklar dinde, dilde ve kültürde… Onun için, Sinan Ermeni olsa, Rum olsa, ya da Türk olsa ne değişir ki? Önemli olan, Sinan’ın Osmanlı-Türk kültürü ile yoğrulup gelişmesi, bu toplumdan aldığını, yüksek yetenekleri ile yine bu topluma vermesi, İslâm’ın en görkemli camilerini yapmış bir Müslüman olması değil midir?
Sinan, doğumunda ve çocukluğunda ne olursa olsun, onu neccarlıktan Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Âlî rütbesine yükselten, Ser Mimaran-ı Hassa yapan, Osmanlı-Türk kültürü olmuştur Devşirilmese idi, her halde Ağırnas’ta yapacağı binalarla beraber bu dünyadan göçüp gidecekti
Onun yapıtlarının değerini ve mimari dehasını bu günün dünyası da kabul ediyor Mimar Frank Lloyd Wright, bir yazısında mealen: ‘Yeryüzüne iki mimar gelmiştir Biri Osmanlı mimarı Sinan, öteki de ben’ demiş Bu söze megalomani deyip geçmeyin Mimar, sanatının yüceliğini anlatabilmek için kendisini Sinan’la eşdeğer kılmış Wright gibi dünya çapında bir mimarın – Batı mimarlık tarihinde adı geçen bunca mimarı ve bunca yapıtı anmadan – Sinan’ın yüceliğini görebilmiş ve kabul edebilmiş olması bizim için önemli bir tanıklıktır
Söz açılmışken Sinan’ı ve yaşadığı dönemi, dilimin döndüğü kadar anlatmaktan kendimi alamıyacağım
Sinan’ın yaşadığı XVI ‘ncı yüzyılda toplumların ayrı dünyaları vardı Toplumların birbirleri ile iletişimleri ve dolayısıyla kültür ve sanat alış-verişleri yok denecek kadar kısıtlı idi Bazı gezginlerin yazdığı seyahatnameler bu ilişkiyi kurmakta yeterli ve etkili değildi Çünkü kısıtlı sayıdaki yazma eserler halka ulaşmıyordu Avrupa’da matbaanın icadı ve yayılmasından sonra pek çok şey değişime uğradı Avrupa, bağnaz Ortaçağ karanlığından kurtulduktan sonra antik çağın edebî, felsefî ve mimari yapıtları ile iletişim kurarak rönesansı yarattı Yani yeniden doğuşu gerçekleştirdiler Osmanlı’ya ise matbaa gelmedi Gelmeme nedeni, söylenegeldiği gibi bağnazlık değil, talep yokluğu idi Sanki gelseydi kitap okuyacak halk mı vardı? Yazma eserler saraya ve çevresine yetiyordu Osmanlı’nın onlarla mimari ve kültürel iletişimi ancak savaşlardan ve fetihlerden sonra, yerli toplumla kurulan sıcak ilişkiler ve görülen yapıtlarla sınırlı kaldı Mimarlık sanatı da ayrı dünyalarda ve ayrı mecralar içinde yaşadı Gerek Osmanlı, gerekse Avrupa sanatları, kendi toplumlarının aynası olan stilleri yarattılar ve kendi yollarında geliştirdiler
Burada, Sinan’ı Koca Sinan yapan etkenleri, bunun yanında onunla çağdaş Rönesans mimarlarını incelemeden evvel, her iki toplumun XVI’ncı yüzyıldaki siyasal ve ekonomik güçlerini, din, kültür ve eğitim durumlarını, mimari anlayışlarını özet olarak hatırlamakta yarar olduğu kanısındayım Çünkü mimarları ve mimarlık yapıtlarını bu oluşumların ışığında inceler ve karşılaştırmalar yaparsak daha sağlıklı yanıtlara ulaşabiliriz
Osmanlı mimarisindeki gelişimlerXIV ‘üncü yüzyılın başında küçük bir beylik olan Osmanoğulları, 200 yıl gibi tarihsel açıdan çok kısa sayılacak zaman içinde büyük bir imparatorluk haline geldi Beyliğin, Selçuklu’dan miras aldığı Asya-Anadolu-İslâm etkili camiler, kervansaraylar, medreselerdeki yatay ve içe dönük kitleli, konik ve çokgen piramit örtülü yapılar, kısa zamanda Bursa’da özgün ‘Erken Osmanlı’ mimarisine dönüştü Örneğin, Bursa Ulu Cami’de geleneksel modüler plan tekrarlanıyor, ancak çatı küresel kubbelerle örtülüyordu İç mekân gibi dış mekâna da önem verilmeye başlanıyordu Bursa’dan sonra Avrupa topraklarına ayak basılması ile orta mekânı örten büyük ve küresel kubbe ile merkezi plana geçişin ilk adımları atıldı Edirne Üç Şerefeli Cami’de orta mekânda büyük merkezi kubbeyi, sağ ve sol yanlarda ikişer küçük kubbenin yer aldığını görüyoruz Bu camide, yine de İslâm’daki saf halinde namaz kılınmasını sağlayan geleneksel yatık dik dörtgen mekân devam ediyordu
İstanbul’un fethinden sonra yapılan, ancak depremde yıkılmış olan ilk Fatih Camisinde merkezi plan sistemi uygulandı Bu ve bundan sonra yapılan camilerde uygulanan merkezi plan sistemi ile dikdörtgen planlar, kare forma dönüşmüş oldu Bu form değişiminde Bizans mimarisinin etkisinden söz etmek hiç te ayıp değil Çünkü, mimarlık sanatı, ezelden beri etkileşimlerle gelişmiştir ( Kare formlu merkezi planın Hristiyan dünyasındaki yerine Avrupa mimarlığı bahsinde değineceğim ) XVI ‘ncı yüzyıla gelince, II ‘nci Bayezid döneminde mimar Yakub Şah’ın inşa ettiği Bayezid Camisinde, erken Osmanlı’dan tam kopamamasına karşın, merkezi planlı, plan anlayışı, kubbe sistemleri ve strüktür açısından Ayasofya’dan çok şeyler öğrenmiş bir yapı ile karşılaşıyoruz
Kapalıçarşı’nın iki büyük bedesteninden Sandal Bedesteni’nin Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığını biliyoruz İç Bedesten’in ise, kapısındaki kartal motifi dolayısıyla Bizans yapısı, veya mimari karakteri itibari ile Fatih devri mimarisi olduğu konusunda çeşitli kaynaklar arasında çelişkiler var XVI ‘ncı yüzyılda her iki bedestenin araları dolarak Kapalıçarşı oluşuyor
Fetihten sonra yapılan ilk saray, Bizans İmparatorluk Sarayı’nın da bulunduğu Beyazıt ‘Eski Saray’dır Fatih, Bizans’tan harap bir İstanbul devraldı Onun için de harap imparator sarayında oturmayıp sarayı yeniden yaptırttı Fetihten 20 yıl sonra Sarayburnu’nda bulunan eski Bizans Akropolu mevkiinde, ‘Çinili Köşk’ ve sonradan iç hazine dairesine dönüşen saray ve sonradan kutsal emanetler dairesine dönüşen ‘Has Oda’ ile Topkapı Sarayı inşa edilmeye başlandı ( Burada bir anımı anlatayım: Topkapı Sarayı IV’üncü avludaki Mecidiye Köşkü’nün alt yapısını oluşturan ve bu gün Konyalı Restoran’ın işgal ettiği bir yapı vardır 1958-59 yıllarında merhum mimar Macit Kural’ın kontrol, benim şantiye şefi olduğum kazılar sonucunda, tuğla ve mavi çinili döşeme kaplaması bulunan bir iç salonu ortaya çıkarmıştık Macit Beyin Fatih devrine atfettiği ve halen lokantanın kullandığı bu iç salonun döşemesini son gördüğümde halı kaplamışlardı Tarihi döşemeyi muhafaza bâbında iyi de yapmışlar )
Topkapı Sarayı, Hünkâr’ın konutu ve her türlü gereksiniminin karşılandığı yer olmanın yanında devletin yönetim merkezidir Saray, has oda ve harem binaları, hamamları, sohbet-musiki-raks salonları ( Hünkâr Sofası ), fırın-mutfakları, ahırları, fil ve aslanhanesi yanında elçi kabul salonu ( Arz Odası ), vezirlerin toplantı salonu ( Kubbealtı ), kutsal emanetler ve hazine daireleri, devlet okulu ( Enderun ), iç oğlanlar, ak ve kara ağalar, baltacılar ve diğer hizmetkâr daireleri ile bir külliye oluşturur
Bu anlatımla imarın sadece İstanbul’da yapıldığına dair bir izlenim edinmeyiniz Burada sadece göz önündeki yapıtlardan örnek vererek Osmanlı mimarlığındaki gelişmeyi anlatmak istedim İmparatorluğun her bir yanında camiler, medreseler, hamamlar, imaretler, darüşşifalar, köprüler, su kemerleri,… yapılıyordu
Yüzyıla damgasını vuran mimar, hiç şüphesiz ki Sinan’dır Onun Osmanlı klâsiği olmuş İstanbul’da Şehzade Mehmed, Süleymaniye, Edirne’de Selimiye camileri yanında gerçekleştirdiği yüzlerce cami, mescit, türbe, saray, kervansaray, han, hamam, medrese, darüşşifa, imaret, köprü, su kemerleri,… yüzyılın ve de bu günün dünya çapında yapıtlarıdır
Bu yapıtların finansmanını sağlayan, büyük ve güçlü devlet hazinesi olmakla beraber, Osmanlı’daki ‘Vakıf’ müessesesinin de çok büyük payının olduğunu unutmamak gerekir
Bizlere hep sorulan bir soru vardır Osmanlı klâsik camileri, Ayasofya’nın mimari üslûbunun devamı mıdır? Bu soruya yanıtım hep ‘Hayır’ olmuştur Yukarıda da söylediğim gibi etkileşim doğaldır ve etkileşim olmazsa mimarlık ilerlemez Ayasofya’ya girdiğiniz zaman insanı havada uçuran rûhânî bir iç perspektifle sarsılırsınız Halbuki Osmanlı camilerinin iç perspektifi, akılcı ve dünyevî bir efeye sahiptir Yani Hristiyanlık ile İslâmın görüş farklarını iki ayrı mabette hissedersiniz Bunlar benim izlenimlerim; katılmayabilirsiniz
Konunun manevî yönü dışında, mimari öğeler açısından Bizans kiliseleri ve Osmanlı camileri arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları belirtmek istiyorum
Benzerlikler:
-Merkezi plan kuruluşu,
-Merkezi orta mekâna göre daha alçak yan mekânlar ve galeriler,
-Ana kubbe formu,
-Ana kubbe iki yanında yarım kubbelerin kullanılması,
-Orta kubbe kasnağının tam kemerli pencereler ve payandalardan oluşması,
- Ana kubbeyi taşıyan kemer köşelerinde türk üçgenleri yerine kullanılan pandantifler,
-Pandantiflerin ağırlık kuleleri ile desteklenmesi,…
Farklılıklar:
-Dış mekânda son cemaat mahalleri ve revaklı şadırvan avlusu,
-İç mekânda orta ve yan mekânların tek hacim olarak algılanabilmesi,
-Daha fazla ve daha geniş dış pencerelerle içeriye bol ışık sağlanması,
-Sütunlarda, stalaktitli veya baklavalı sütun başlıkları kullanılması,
-Ana giriş kapılarında ve mihrapta Selçuk etkili stalaktitli taçlar,
-Dış pencerelerde İslâm etkili sivri kemerler,
-İç duvarlarda çini kaplamalar, hat eserleri, elvan pencereler, kubbelerde kalem işleri,
( Osmanlı Bizans’ın mozaik kaplamalarını hiç kullanmadı )
-Dış kitle kompozisyonunda ana kitle, kubbeler ve minarelerin birbirleri ile oranlarındaki
ustalık ( Ayasofya’daki hantal dış görünüm ile camilerimizdeki uyumu karşılaştırınız )
Bir şey daha söyleyeceğim Camiye dönüştürülen Ayasofya, Kariye,… gibi Bizans kiliselerindeki dinsel konulu mozaik kaplamalar tahrip edilmemiş, söktürülmemiş, sadece İslâm ilkeleri gereği olarak zayıf sıva ve badana ile kapatılmıştır Bu da bir uygarlık örneğidir
Camilerin genel yapı strüktüründe, yüklerin geometrik bileşkelerle zemine iletimi başarı ile uygulanmış, statik sistemler yalın çözümlerle Ayasofya’yı aşmıştır Sinan, bir çok depreme maruz kalmış Ayasofya’nın yüklerinin zemine iletilmesi amacı ile dış duvarlara kontrforlarla takviye yapmıştır Yine bir çok deprem atlatmış selatin camilerimizin ise bu tarz takviyelere gereksinimleri olmamıştır
Camilerimizde kubbe iç çaplarının Ayasofya ile karşılaştırılması, halkımızca merak edilegelmiştir Ayasofya ( 537 ) kubbesinin, Kuzey-Güney aksındaki çapı 31 88 m , Doğu-Batı aksındaki çapı 30 88 m dir Yani iki aks arasında bir metre kadar fark vardır Kubbe çapları, Bayezid Camisi ( 1505 )’nde 16 78 m , Şehzade Camisi ( 1548 )’nde 18 72 m , Süleymaniye Camisi ( 1557 )’nde 26 20 m , Selimiye Camisi ( 1575 )’nde 31 28 m dir Dikkat ederseniz kubbe çapları zaman içinde büyüyor İnşa tarihlerini bunu görebilmek için koydum Burada meraklısı için bir not düşeyim: Selçuk, geniş çaplı kubbe tutturamıyordu Osmanlı, bir Bizans kubbesini yıktı; yarı kürenin oturduğu dairede, kâgir kabuk örgüsünün içinde, yatay kuvvetleri karşılayan döğme demir kasnakla karşılaştı Kubbe çapları bu teknikle ve zaman içinde büyüdü
Osmanlı’nın yükseliş döneminde yoğunluk kazanan inşa ve imar işleri, mimarlığın örgütlenmesini gerektirmiş ve ‘Hassa Mimarlar Ocağı’ kurulmuştur Ocak, Sinan döneminde her şeyin ayrıntılı olarak programlandığı, imparatorluğun geniş sınırları içindeki yapı işlerinin yönetildiği bir makam durumuna geldi Ocakta başmimar ve mimarlar dışında ‘Bina Emini’, hazineye bağlı olarak tüm hesapları tutardı Meraklısına, Ömer Lütfü Barkan’ın 2 ciltlik ‘Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı’ kitabını okumalarını öneririm Bu kitapta malzeme ve işçilik giderlerinin, malzeme ve usta isimlerinin tek tek kayıtlarının tutulduğunu göreceksiniz
Hiç şüphe yok ki böyle örgütler olmasa, sağlam mimari ilkelere dayalı, nitelikli malzeme ve işçilik gerektiren anıtsal yapıtlar geçekleşemezdi Bu nedenledir ki, Sinan’ın 400 kadar yapıtının her birinin başında bulunması gerekmiyordu
XVI’ncı yüzyıl Osmanlı ve Avrupa’sındaki genel durumXVI’ncı yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu bir çağ… Bu yüzyılda İmparatorluk, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ve Arap Yarımadası’na, Avrupa’da Viyana kapılarından Balkanlar’a, Küçükasya’dan Kafkaslar’a kadar uzanan topraklara sahipti Kara ordusunun asker, silâh ve destek gücü yanında, donanma da tüm Akdeniz’de hükmünü sürdürüyordu II’nci Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II’nci Selim, III’üncü Murad, bu yüzyılın padişahları… Mimar Sinan ( 1489 ? 1491 – 1588 ), işte böyle geniş topraklara, böyle muktedir padişahlara sahip bir imparatorluğun mimarbaşı idi
Avrupa’da V’inci Karl, Avusturya, Almanya, İtalya, Sicilya, Hollanda ve İspanya’yı içine alan, ‘Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kurmuştu Bu topraklar üzerinde, iç işlerinde özerk krallık ve dükalıklar vardı Fransa, aşağı yukarı bu günkü sınırları içinde idi Kanuni Sultan Süleyman ile II’nci Fransua çağdaştılar I’inci Elizabeth, İngiltere’nin siyaset, ticaret ve sanatta Avrupa’nın büyük güçlerinden biri olmasını gerçekleştiriyordu Rusya’da Korkunç İvan, ülkesini Doğu yönünde genişletiyor, henüz Osmanlı ile çatışmalara girmiyordu
Şimdi, Osmanlı ve Avrupa’nın siyasal ve ekonomik güçlerine bir göz atalım:
Osmanlı’da çağına göre ileri bir yönetim örgütlenmesi vardı Sadrazam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri, sancak beyleri, kadılar ve bunların alt dalları tüm sistemi çalıştırıyordu Fetihlerden elde edilen ganimetler, savaş tazminatları ve yıllık vergiler, hazineyi alabildiğine zenginleştiriyordu Fetihlerdeki amaç, sadece toprak kazanmak değil, oraların zenginliklerini Osmanlı’ya intikal ettirmekti Ayrıca timar ve zeamet sistemi, askerî güce olduğu kadar ekonomiye de büyük katkı sağlıyordu Akdeniz’deki hakimiyetle de önemli gelirler sağlanıyordu O dönemde Uzakdoğu’nun mal ve baharatı, denizlere ve kervan yollarına hakim olan Osmanlı’dan geçerek Avrupa’ya ulaşabiliyor ve çok pahalı satılıyordu Ancak Güney Afrika Ümit Burnu’nun dolaşılması ile yeni deniz yollarının keşfi, deniz ticaret yollarının Osmanlı denizleri dışındaki rotaya kaymasını, Uzakdoğu mallarının baçsız ve engelsiz Avrupa pazarlarına ulaşmasını sağladı Daha sonra, bu gibi olaylar ve Osmanlı fetihlerinin eski hızını kaybetmesi ile para kaynakları kurumaya başladı Yeni para kaynaklarının aranmaması, yeni oluşumlara ayak uydurulamaması, dolayısıyla hazinenin zaafa uğraması, duraklama döneminin başlangıcı oldu Sokollu’nun ‘Yelkenlerini atlastan, zincirlerini altından’ yapabileceği donanmamızın 1571 İnebahtı yenilgisi ile Akdeniz egemenliğimiz de hızla sona yaklaşıyordu
Avrupa ülkeleri ise üretken ülkelerdi Yel ve su değirmenleri ile tarım, demir ve kömür ocaklarının açılması ile izabe ve metalurji teknikleri geliştirildi Ticaret, özellikle İtalyan kentlerinde büyük oranda büyüdü Floransa, ticarette diğer kentlere göre daha üstün, ‘Florin’ Avrupa dolaşımındaki en sağlam para idi ( Bu günkü Dolar ve Euro gibi ) Kent devletlerinde zenginleşen ruhban sınıfı, tüccarlar ve bankerlerle burjuvazi doğdu Burjuvalar, edindikleri büyük servetle beraber, aristokratlar gibi kültür değerleri kazandılar ve toplumda söz sahibi oldular Birbirleri ile yarışırcasına sanat koruyuculuğuna soyundular Sanatçılara resim, heykel ve mimari yapıt siparişleri verdiler, şaheserlerin yaratılmasına vesile oldular Kazanılan etik değerlerle kentlilik, köylülüğün yanında önem kazandı
Deniz ticaretinde, gelişen tekneler ve denizcilik aletleri, Merkator’un haritalara projeksiyon sistemini getirmesi ile rota ve mevki tayinleri kolaylaştı Açık denizlere açılan gemiler ardı ardına coğrafi keşifler yapmaya başladılar Aslında bu gemiler bilimsel amaçlarla değil, ticarî amaçlarla finanse ediliyordu Amerika, Ümit Burnu, Macellan Boğazı keşiflerinin ardından gelişen deniz ticareti, Avrupa’da refahın büyük oranda artmasına neden oldu Portekiz; Brezilya, Gine, Angola, Mozambik’i, İspanya; Filipinler, Meksika, Arjantin ve bu günün diğer Güney Amerika ülkelerini ele geçirdi Buralarda tütün, mısır, kahve, çay, kakao plantasyonları kurdular Sadece plantasyonlarda 12 milyon zenci köle çalışıyordu Bu arada zenci köle ticareti de çok büyük kârlar sağlıyordu Hollanda, Afrika’daki sömürgelerinde ticari ve sınai şirketler kuruyor, anayurdunda bankacılık sistemini geliştiriyordu İngiltere, sömürgeleri ile ‘güneş batmayan ülke’ olmanın ilk adımlarını atıyordu
Osmanlı ile Avrupalı arasındaki ekonomik farklılığı bilmem anlatabildim mi? Biri dünyaya açılıyor, üretim ve ticaret yapıyor, diğeri baç topluyor
Biraz da din, kültür ve eğitimden bahsedelim:
Osmanlı İmparatorluğu, bünyesi içinde çeşitli dinleri, dilleri, halkları barındırıyordu Bu, zaten imparatorlukların tipik özelliğidir Resmî din Sünnî Müslümanlıktı Osmanlı Yavuz Sultan Selim’den beri Şiilikle savaşagelmişti Bu da Doğu sınırlarını İran etkisinden korumak ve güvenliğin sağlanması amacını taşıyordu Tarikatlar ise serbestçe tekke ve zaviyelerini kuruyorlar, kendilerine cemaat bulabiliyorlardı Fethedilen yerlerde Osmanlı’nın belli kurallara bağlılığı, özellikle sağlam ve yansız adalet anlayışı devlete saygınlık kazandırıyordu
Resmî dil Osmanlıca idi Osmanlıca, Türkçe gövde üzerine monte edilmiş Arapça ve Farsça kelimeler ve tamlamalardan oluşan bir dildi İradeler, fermanlar, fetvalar ve diğer resmi evrak Osmanlıca yazılır,’Divan Edebiyatı’ şiirlerini Osmanlıca dile getirir, saray ve ulema Osmanlıca konuşurdu
İran-Arap-Bizans etkili saray musikisi, zamanla Türk’leşmiş ve ‘alaturka’ adı ile üst düzey sınıfın müziği olmuştu Anadolu Türkmenleri ise arı Türkçe konuşuyor, ozanları Türkçe yazıyor, sazcıları Türkçe türküler söylüyor, abdalları ‘tasavvuf’u işliyordu
Fatih Sultan Mehmet, 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisi oldu ‘Sultan-ı İklim-i Rum’ onun sıfatlarından biri idi Onu sadece Constantinopolis fatihi olarak anmak haksızlık olur Tüm halklara eşit davranması yanında kültür ve sanatta da aydınlık bir kafaya sahipti ve de şairdi Bilindiği gibi Avrupa’dan rönesans ustalarını davet etmiş, İslâm’da günah sayılan kendi portresini dahi yaptırmıştır Fatih külliyesi içinde 8 adet medrese ( Medaris-i semaniye ) kurmuştur Ardından Beyazıt ve Süleymaniye medreseleri ve bu ‘sultani’ medreseler yanında özel vakıf medreseleri de açılmıştı Bu medreselerde tefsir, fıkıh, kelâm, hadis gibi şeriat eğitimi yanında tıp, matematik, fizik, coğrafya, astronomi,, felsefe, mantık bilimleri de öğretilirdi Ne yazıktır ki, II’nci Bayezid döneminde deneysel bilim, önemini kaybetti Kanuni döneminde ise Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvası ile medreselerde tıp hariç, diğer fen bilimlerine son verildi Bu olaya insanın inanası gelmiyor Ben de İsmet Birkan’ın ‘Kehribardan Pozitrona’ yazısından öğrendim Hz Muhammed’in ‘Beşikten mezara kadar bilimi talep et’ mealindeki hadisine karşın, sanki her şey ‘Kur’an-ı Kerim’de söylenip bitmiş, diğer kitaplara gerek kalmamıştı Zaten Sokollu’nun kurdurduğu rasathane de Şeyhülislâm Ahmet Şemsettin Efendi’nin fetvası ile 1580’de yıktırılmıştı Bunun için de İstanbul Ansiklopedisi’ne bakabilirsiniz Süleymaniye Külliyesi içinde kademeli dinsel eğitim veren 4 adet medrese yanında Tıp Medresesi de vardır Ancak Topkapı Sarayı arşivlerini inceleyen Prof Aptullah Kuran’dan öğrendiğimize göre, tıp medresesi müderrislerinin yevmiyesi 20 akça, din medresesi müderrislerinin yevmiyesi ise 60 akça imiş Bu da bize müsbet ve deneysel bilime verilen değeri açıkça gösteriyor
Top döküm tekniğini XV’inci yüzyılda Batıdan alan Osmanlı, yine XV’inci yüzyıl icadı matbaayı almaya gerek görmeyecek, kitap basımı 1726’ya kadar gerçekleşemeyecektir
Bir de Avrupa’ya bakalım:
Bilindiği gibi Osmanlı dışındaki Avrupa, tümü ile Hristiyan dinine bağlıdır Ortaçağda Avrupa’ya skolastik düşünce sistemi hakimdi Roma Kilisesi (Papalık) çok büyük bir güçtü Papa sadece din işlerinde değil, dünya işlerinde de tam yetkili idi Enkizisyon (dinsel mahkeme), halkın tepesinde ‘Demoklesin kılıcı’ gibi idi Yargılamada savunma hakkı verilmiyordu ve kararları kesindi Cezalar, işkence, kalebentlik, kürek, kazıklama ve yakılarak ölüm şeklinde idi Biliyorsunuz, İspanyol Musevileri ( Sefaradlar ), Osmanlı topraklarına iltica ederek selâmete kavuşmuşlardı Kiliselerde günahlar, para karşılığı affediliyor, para ile cennet bahçeleri satılıyordu Böylesine bir ortamda, Luther, 1517’de Roma Kilisesinin otoritesine karşı çıkıyor, Hristiyanların kiliseye değil, İncil’e, tek affedici olan Tanrı’ya aracısız olarak yönelmeleri gerektiğini söylüyordu Calvin de aynı fikirleri Fransa’da savunuyordu Halk, matbaalarda basılan ve kendi dillerine çevrilmiş İncil’i direkt okuyabiliyordu Böylece Katolik kiliselerden ayrı olarak Almanya ve Fransa’da Protestan, İngiltere’de Anglikan kiliseleri doğdu ( Ortodoks kiliseleri, Doğu Avrupa ve Orta Doğuda XI’inci yüzyıldan beri varlığını sürdürüyordu )
Matbaanın her yere yayılması ile Lâtinceye ve diğer ulusal dillere çevrilen Grekçe antik çağ kitaplarındaki pagan mitolojisi ve filozofların fikirleri, felsefeleri, toplum ve siyaset sistemleri, politik hitabeleri, tiyatro eserlerinin ( tragediaların ) okunması ve insani değerlerin tartışılması ‘hümanizm’ akımını doğurdu Dinsel doğmalara tartışmasız inanmaktansa aklın yönlendirdiği deneysel araştırmalar yapılıyor, Tanrı’nın kabulü yanında insan varlığının yüceliği ortaya çıkıyordu Floransa, Roma, Paris’te yeni üniversiteler açılıyor, Bologna, Oxford, Salamanca gibi kadim üniversiteler de kilise ve despotizme karşı çıkıyor, rönesansa ayak uyduruyorlardı Bütün bu okullarda ‘biçim’ den ‘öz’ e, ‘kabulcülük’ ten ‘akılcılık’ a geçiş sağlanıyordu
Leonardo, Rafael, Mikelanj, Durer, El Greko ve daha bir çok ressam, rönesansın ışığında resim sanatında şaheserler yaratıyorlardı Mimari şaheserlere ileride, mimarlık bahsinde değineceğim
Çok sesli müzik, kiliseden sonra, aristokrat ve burjuva saraylarında da egemen oluyor, geleceğin müzik dehalarına zemin hazırlıyordu
İşte, Avrupa böyle bir dünyada, Osmanlı ise bambaşka bir dünyada yaşıyordu
XVI ‘ncı yüzyıl Avrupa’sındaki mimari oluşumlarAvrupa, XI ‘inci yüzyılda romanesk, XII ‘nci yüzyılda gotik mimari stillerini yaşamıştı
XV ‘inci yüzyılda İtalya’da başlayan hümanizm hareketi, fikir, kültür ve sanatta rönesansı, yani yeniden doğuşu getirdi Bu harekete paralel olarak zengin sınıfta, burjuvalarda resim, heykel, mimarlık gibi görsel sanatlara talep başladı Kendilerine yaptırdıkları saraylar yanında kütüphane gibi, opera salonları gibi kamusal binalar da yaptırdılar Papalık ta güç gösterisi olarak muhteşem katedrallerin inşasına başladı
Hümanizm düşüncesi ve rönesans hareketinin, antik çağ fikir ve sanat değerleri üzerine kurduğu yeni değerler paralelinde, mimarlık sanatı da ‘rönesans mimarlığı’nı yarattı Rönesans mimarlığı, antik çağın dorik, ionik, korentien stillerindeki sistem, ölçü, ve oranları ile Avrupa mimarlık sanat ve kültür geçmişinin bağdaştırılması ve geliştirilmesi ile oluştu Böylece, mimarlık yapıtları rönesansın görkemini fiziksel açıdan yansıtmış oldular
M Ö 25 yılında yazılan, Romalı mimar Vitrivius’ un kitabı ‘De Architectura’, rönesans mimarlarının el kitabı oldu Kitap, 1486’da, 1511’de, 1521’de, 1547’de arka arkaya basıldı ve yayınlandı ( Bu tarihleri Osmanlı yayıncılığı, daha doğrusu yayınsızlığı ile karşılaştırasınız diye veriyorum ) 10 ciltlik eser, mimarlık-yapı-hidrolik-mekanik konularını, resimli olarak işliyordu ( Bu kitabın Türkiye’de yayın tarihi, 1991’dir Ama düşük sayıda basılmış kitabı her yerde bulamazsınız ) Vitrivius, kitabında mimarlığın felsefesini yapıyor, Platon ( M Ö 427-347 ) ‘un ‘Philebus’ kitabındaki düz ve dairesel formların üç boyuta uygulanma ilkelerini ve ana geometrik şekillerin güzelliği düşüncesini esas alıyor, katı cisimlerdeki ve ideal insandaki oranları geometrik olarak betimliyordu Leonardo da Vinci ( 1452-1519 ), bu ilhamla ideal orantıları içeren insan bedeni formunun daire ve kare içerisindeki geometrisini çizdi Zannedersem bu çizime, sanat tarihi ile ilgili olmayanlar da, son zamanlarda düzenlenen bazı etkinlikler için kullanılan afişlerde rastlamışlardır Bu çizimde daire, sınırsız yarıçapı ile gökyüzünü ( uzayı ), kare, dik açılı 4 köşesi ile geometri bilimini ve de mükemmeli, karenin üçüncü boyutu olan küp ise 6 yüzü ile 4 ana yönü ve 2 yüzü ile yeryüzü ve gökyüzünü; böylece de Tanrı’nın kusursuzluğunu ve mükemmeliyetini simgeliyor, daire ve kare içindeki insan bedeni de Tanrı’nın kusursuz yapıtı oluyordu Mimar Alberti, 1450’de yazdığı ‘De Re Aedificatoria’ ( Yapı Sanatı Üzerine ) adlı kitabında, mimaride daire ve kareden üretilen merkezi planın ve üzerindeki kubbenin, Tanrı’nın kusursuzluğunu ve Hristiyan inancını çağrıştıran dinsel simgeleri oluşturduğunu yazıyordu Kiliselerde kubbe çaplarının olabildiğince büyük, kubbe kasnaklarının olabildiğince yüksek tutulması, Hz İsa’nın sınırsız çaplı gök kubbeye yükselişini simgeliyordu İşte kiliselerdeki merkezi kare plan ve yüksek dairesel kubbe, bu ilkelere dayanıyor Bizler, ilk camilerde ve daha sonra ulu cami tiplerinde görülen, saf halinde kılınan namazlara olanak veren yatık dikdörtgen planlı formu terk etmiş ve bilmeden, araştırmadan merkezi kare planlı ve merkezi yüksek kubbeli Hristiyan-Bizans kilise formunu camilerimize uygulamış oluyoruz ( Bu uygulama, günümüzde de devam etmektedir Sadece, mimar Behruz Çinici’nin Ankara TBMM Camisinde ve Irak asıllı İngiliz mimar Zaha Hadid’in Strasbourg büyük camisi için yaptığı projede saf halinde namaz kılmayı ve imama yakın olmayı olanaklı kılan, yatık dikdörtgen form ile aslına dönüş vardır )
1527 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu askerleri, Roma’yı yağmaladı Harap olan Roma’yı eski görkemine kavuşturmak isteyen Papa, kentin imarına soyundu Bu meyanda, ‘Capitolium’ meydanının düzenlenmesi işi Michelangelo’ya verildi İmar hamlesi XVI ‘ncı yüzyıl sonuna kadar mimar Fontana ile devam etti
Evvelce, San Pietro ( Sen Piyer ) katedralinin proje ve inşaat işleri, Papa’nın emri ile 1504 yılında mimar Bramante’ye verilmişti Ismarlanan eser, Tanrı’nın yüceliği yanında Papalığın güçlü iktidarını da simgeleyecek büyüklükte olmalı idi Proje, Vitrivius’un ve Leonardo da Vinci’nin çizimlerinde yer alan ‘kutsal kare’yi ve merkezi plan sistemini esas aldı Plandaki kare form, dört köşede kısmen kapalı şapellere ayrılmış, orta kısım her iki aksta ‘Grek Haçı’ şeklinde düzenlenmişti Grek haçı, kolları birbirine eşit, artı işareti şeklindeki haçtır Haçın merkezinde, 42 metre çaplı kubbe bulunuyordu Zeminden kubbenin iç tepe noktasına kadar yükseklik, 132 metre idi Dört köşedeki şapeller, dış kitlede kule şeklinde yükseliyordu Martin Luther’in 1517 de başlattığı dinde reform hareketi Katolik dünyasını da etkiledi ve katedral inşaatı bir süre durakladı Bu arada Sangallo, ağır ağır işe devam etti 1547’de işin başına geçen Michelangelo ( Mikelanj ), dört köşedeki kuleleri kaldırdı, ana kubbeye başladı, ön cepheye yaptığı yeni ilâvelerle merkezi plandan kısmen ayrıldı 1600 yıllarında mimar Maderno, planı ‘Latin Haçı’ yaptı Yani iç mekândaki haç formunun bir kolunu uzatmış oldu Bina yaklaşımlarını sağlayan meydanlar ise barok dönemde mimar Bernini tarafından ve 1665 te tamamlanabildi
Ancak, Sen Piyer’i gezerken insanın başını döndüren, yapının mimari asaleti ve değeri değildir Buradaki zenginlik ve haşmet insanı büyüler Çok büyük tutulmuş ölçüler, muhteşem sunak ( mihrap ), mermer kaplamalar, heykeller, freskler, altın ve diğer kıymetli metallerden yapılmış pırıl pırıl objeler, muhteşem org ve müziği, Baba- Oğul- Kutsal Ruh üçlüsünü çağrıştıran resim ve heykeller, velhasıl bir hristiyanı etkileyecek ne varsa yapının içine konmuştur Ama mimarlıkta büyüklük-küçüklük önemli değildir Şatafat, frapanlık ise hiç önemli değildir Önemli olan yalınlık içinden orantıları doğru yapıyı ortaya çıkarmaktır Meydandan baktığınız zaman, cephesinin haşmetli, ancak mimari oranlarının hiç te güzel olmadığını fark edersiniz İlk projeden sonra ön cepheye ilave edilen kitle ise, meydandan baktığınızda, ana kubbenin bütün olarak görünümüne engel olmaktadır
Konuyu uzattığımın farkındayım Ama anlatmamın nedeni, çok para sarf ederek mimari güzelliğin değil, sadece ihtişamın yakalanabileceğini, çok fazla mimar değiştirerek mimari ana konseptten uzaklaşılabileceğini, inşaatın 160 yıllık süresi boyunca değişen mimari stillerin, mimari kargaşaya yol açtığını belirtebilmek içindir Buna karşın, Osmanlı camileri, tek mimarla ve tek mimari konseptle, 5-10 yılda bitirilerek asaleti ve klasiği yakalayabilmiştir
Biraz da yapı tekniği üzerinde duralım Ama öncelikle M S 118-128 yıllarında İmparator Hadrianus’un yaptırdığı Roma Panteonu’na bir bakalım Eski Yunancadaki Pan = Tüm ve Theos = Tanrı kelimelerinin bileşimi ile tüm tanrılara adanan pagan tapınak, 609 yılında takdis edilmiş ve hristiyanlaştırılmış ( ! ) Her ne ise… Panteon’un kubbesi, 43 40 metre çapındadır Kubbe üstünde 9 10 metre çapında boşluk vardır Bu, o dönem için çok büyük bir inşaat başarısıdır ( Sen Piyer Bazilikasının ana kubbe çapının Panteon kadar, hatta onu geçmesi talebi de Papa’dan gelmiştir ) Panteon’un ana inşaat malzemesi, portland çimentosu ayarında doğal bir malzeme olan ‘puzolan’la yapılmış betondur Daha sonraki romanesk yapıları ve incecik kesitlerle göğe yükselen gotik katedrallerini hatırlarsak Avrupa yapı teknolojisinin nasıl görkemli bir geçmişten geldiğini anlarız Avrupa’lı mimarlar, bütün bu birikimler üzerine, araştırmaları ile yeni teknikler ürettiler Örneğin, kubbeler, geleneksel sistemde zeminden itibaren kurulan ahşap iskeleler ve ahşap kalıplar üzerine işlenir Bu, Bizans’ta da, Osmanlı’da da böyledir Rönesans mimarları, iskele ve kalıp kullanmadan çattıkları dairesel kaburgalarla ve aralarını örerek kubbe kabuğunu gerçekleştirdiler Akustik nedenlerle de çift cidarlı kubbeler yaptılar Kubbe çaplarının, bizim kubbe çaplarımızın çok çok üstünde olması dikkatinizi çekmiş olmalı
Yine Rönesans yapılarında, cephelerde kullanılan plastrlar, duvar kalınlıklarının incelmesini sağladı Plastrları oluşturan dairesel veya dikdörtgen kesitli kolonlar ile belirli oranlarda kullanılan konsollar, silmeler ve saçaklar cephelere karakter kazandırdı Döşemeler, duvarlar, tavanlar, kubbeler plastik ve görsel sanatlardaki ihtişamı sergiledi Heykel, rölief, fresk ve tablolar yapılara büyük değerler kazandırdı
Bu kadar ayrıntılı yapıların gerçekleştirilmesinde yapı ustalığının çok büyük etken olduğu şüphesizdir Yapılarda çalışan elemanlar, güç ve meşakkatli kademelerden geçerek ve yıllarını vererek ustalığa ulaşabiliyorlardı Osmanlı’daki ’Lonca’ örgütlenmesinin karşılığı olan ‘Operatif Masonlar’ denen yapı gurupları, yüzyılların oluşturduğu birikimlerle ince yapı sanatına vâkıf olmalarının yanı sıra, etik ve ahlâk açısından da mükemmel yetiştirilir, meslekî sırlarını avama söylemezlerdi
Koca Sinan  Şimdi gelelim Koca Sinan’a…
Sinan, 1489 veya 1491 Kayseri – Ağırnas doğumludur Ağırnas, o zamanlar bir Ermeni köyü idi Sinan, bu köyden devşirildi Sinan’ın asıl adını bilmiyoruz Sinan devşirildiği zaman, normal devşirilme yaşı olan 13-14 yaşlarından daha büyüktü Demek ki Sinan’da bir cevher gördüler ki yaşı büyük olmasına karşın devşirdiler Mustafa Sai’nin kaleme aldığı ‘Tezkiret-ül Ebniye’ kitabına göre baba adı Abdülmennan’dır Bu isim Tanrı’nın izni ile ihsan eden anlamındadır ki, o zamanlar, ihtida eden gayrimüslimlerin babalarına genelde konulan bir isimdi Burada kimsenin anlatmadığı şeyleri söylemenin ne anlamı var diye düşünebilirsiniz Ama, Hz Mevlânâ’nın dediği gibi, ‘Cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lâzım’ Kanımca, bir Hristiyanın ihtida ederek Müslüman olması normaldir Ama, bir Müslümanın tanassur ederek Hristiyanlığa geçmesi geriye dönüştür, gericiliktir Her neyse…
Sinan, 1512’de, yani 20’li yaşlarda, Yavuz Sultan Selim döneminde devşirme olarak İstanbul’a getirildi Acemi Oğlanlar Ocağı’nda yeniçeri oldu Yavuz ve Kanuni dönemlerinde bir çok seferlere katıldı Son seferinde Prut nehri üzerine 13 günde kurduğu köprü ile dikkati çekti Zaten evvelki seferlerde de yol, köprü, kanal, kale gibi inşaat işlerinde istihkâmcı ve neccar olarak çalışmıştı Kendi ifadesi ile:
‘Olub yeniçeri çekdim cefayı
Piyade eyledim nice gazayı
Yolumla sanatımla hidmetimle
Dahî akrân içinde gayretimle
Çalıştım tâ tufûlliyet çağından
Yetişdim Hacı Bektaş ocağından’
Seferler sırasında gördüğü kentlerdeki kiliseler ve diğer binalar, mimari bilgi ve yeteneğine katkı yaptı ‘Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Âlî’ rütbesine hak kazandı İlk önemli işi Kanuni’nin hasekisi Hürrem Sultan’ın yaptırdığı Haseki külliyesidir Külliye, cami, sıbyan mektebi, medrese, darüşşifa ve imaretten oluşuyordu Külliye bu günün Haseki Hastanesi’nin nüvesidir
1539’da ‘Ser Mimaran-ı Hassa’ olmasından sonra, 1544-48 yılları arasında yaptığı büyük yapıt, Şehzade Mehmed Camisi’dir Kanımca Sinan, bu yapıtına ‘çıraklık eserim’ demekle kendisine haksızlık etmiştir Çünkü yapıt, mimari ve statik kurgusundaki mükemmeliyetle, Ayasofya ile mukayese edilmeyecek ustalıkta bir yapıdır Dört fil ayağı üzerine oturan kemerler, üzerilerinde ana kubbe, dört bir yanda yarım kubbeler, silindirik ağırlık kuleleri, karenin dört köşesine oturmuş küçük kubbelerle çiçek gibi açmış rasyonel ( akılcı ) bir plan…
1550-57 arası gerçekleştirdiği ve kendisinin ‘kalfalık eserim’ dediği Süleymaniye Camisi ve Külliye, sıbyan mektebi, 7 din medresesi, tıp medresesi, darüzziyafe, tabhane, bimarhane, hamam, Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbeleri ile külliyenin yanıbaşındaki kendi mütevazi mezarından oluşmaktadır İlk yazımda bahsettiğim sivri akıllıların, açtırıp kafatasını aldıkları mezar, işte bu mezardır Külliyenin kurulduğu tepenin meyilli olması nedeniyle, kitleler değişik kotlarda ve istinat duvarları arkasında oluşturulan düzlüklere yerleştirilmiştir Kot farkının verdiği olanaklarla alt kotlarda dükkanlar ve ahırlar yer almaktadır Cami, plan şeması olarak Ayasofya’yı andırır Yani, ana kubbenin ön ve arkasında birer yarım kubbe ile sağ ve sol yanlarda beşer küçük kubbeli örtü ve iç mekânda galeriler… Tarihçiler, Sinan’ın bu cami planının Ayasofya planına olan benzerliğini eleştirirler Kanımca Sinan, Süleymaniye Camisi ile Ayasofya’ya nazire yapmış Nitekim dış kitlenin Ayasofya’nın hantal görünümü ile hiç ilgisi yoktur Piramidal kitle, kubbe ve minareleri ile çok güzel oranlara sahiptir Sultan Süleyman, caminin açılış şerefini Sinan’a bahş ederek muhteşemliğini burada da göstermiş oluyor
Sinan, 1568-75 yılları arasında Edirne’de Selimiye Camisi’ni gerçekleştirdi Sinan’ın bu cami için ‘ustalık eserim’ demesinde yüzde yüz hakkı vardır Sinan, Şehzade ve Süleymaniye’den sonra, bu cami ile tartışmasız, iç mekân bütünlüğüne ulaşmıştır Evvelce belirttiğim gibi Bizans etkili yan mekânlar ve galerileri bu camide görmüyoruz Cami, tek mekânı ve kareye yakın yatık dikdörtgen planı ile ( 60 x 44 m ) tipik bir İslâm ibadethanesidir Kitle, kubbe ve minarelerin uyumu, ancak Sinan gibi bir dehanın yapabileceği bir ustalıktır Kendi ifadesi ile: ‘Kâfirlerin Ayasofya kubbesini övmelerine’ karşın, ‘Allahın izni ve Sultan Selim Han’ın gücü ile Ayasofya kubbesinden altı zir’â yüksek ve dört zir’â derin’ kubbe yaptı Dört minaresinden ön cephedeki iki minarenin üç şerefesine üç ayrı merdivenle çıkılmaktadır Ferah ve aydınlık iç mekân dinimize has sadelikte olup, çeşitli renk ve dokudaki taş örgüsü, pencere üstlerine kadar çıkan çiçek motifli İznik çinileri, mekânı çepeçevre dolaşan Fatiha Suresi çinileri, mermer ustalığını sergileyen minber ve mihrap, dekoru tamamlamaktadır
Sinan’ın önemli yapıtları bunlardan ibaret değil Daha, Mihrimah Sultan, Sinan Paşa, Molla Çelebi, Rüstem Paşa, Sokollu Mehmed Paşa, Zal Mahmut Paşa, Şemsi Paşa, Kılıç Ali Paşa,… gibi 84 camisi var Cami dışındaki yapıları ile toplam rakam 378’i buluyor Bu rakamları ‘Tezkiret-ül Ebniye’den öğreniyoruz
Burada camilerin mimari tariflerine detaylı olarak girmeye gerek görmedim Çünkü bu gibi tarifleri hemen hemen her yerde okuyabileceğiniz gibi, ne kadar tarif edilirse edilsin, tariflerin camileri bizzat yerinde görmenin yerini tutmayacağı da aşikârdır
Sinan’ı mimar diye tanırız Ama Sinan, ayni zamanda çok usta bir mühendistir Yaptığı yapılardaki statik kurgu, İstanbul’u bol suya kavuşturan Kırkçeşme projesi, Büyükçekmece Köprüsü ve diğer köprüler, bu savımı ispatlamaktadır Ancak o zaman mühendislik ve mimarlık kavramları arasında beraberlik olduğu için Sinan’a ‘Mimarbaşı’ denilmiştir ( Her mahallede, çeşmelerden gürül gürül ve bedava akan Kırkçeşme suları İstanbul’a gelmeden evvel, işçi yevmiyesi 6 akça, usta yevmiyesi 12 akça iken, bir at yükü su 15 akça idi Ancak suyun bolluğu, göçlerle nüfusu arttırmıştı Kırkçeşme suyundan birkaç masura suyu kendi evine aldığı için başı belâya girmiş, ama Sultan Süleyman’ın şefaati ile kurtulmuştu )
Şimdi bir karşılaştırma yapacağım:
Sen Piyer Kilisesi ile Süleymaniye Camisinin arazi alanı aşağı yukarı aynıdır 70 bin metre kare kadar… Sen Piyer, meydanları ve kolonatları ile birlikte tüm alana oturmaktadır Süleymaniye Külliyesinde oturma alanı, 35 bin metre kare kadardır Ana yapı Sen Piyer’de 21 bin 500 metre kare, Süleymaniye Camisinde 4 bin 300 metre karedir Bu hesaba göre Sen Piyer, 21 500 / 4 300 = 5 tane Süleymaniye Camisini içine alabilecek büyüklüktedir Ana kubbe çapları, Sen Piyer’de 42 metre, Süleymaniyede 26 20 metredir Yükseklikler, Sen Piyer’de 132 metre, Süleymaniye’de 50 metredir Bu rakamları Süleymaniye Camisi’ni küçümsediğim için vermiyorum Buradan Papalığın gereksiz abartısına, İslâm’ın tevazuuna parmak basmak istiyorum Evvelce de söyledim İyi mimari yapıt, ölçülerdeki büyüklükle, cici bici detaylar yapmakla değil, sadelikten güzellik yaratmakla oluşuyor Frapan yapı yapmak kolaydır Zor olanı, yalınlıkla güzelliği yakalayabilmektir Sinan bu zor olanı başarmıştır Demek ki, yazımın başında bahsettiğim, mimar Frank Lloyd Wright’ın, Sinan’ı dünyanın en büyük mimarı ilân etmesi boşuna değil…
Biraz da Sinan’ın özel yaşamından bahsedelim
İsmail Hakkı Konyalı’dan öğrendiğimiz kadarı ile, eşi Mihrî Hatun’dan, oğlu Mehmet, kızları Ümmihan ve Neslihan doğmuştur Savaşta şehit olan oğlu Mehmet Beyden olan torunu Fahrî Hanımdır Bir de vakıflarına mütevelli olarak atanan oğlu Derviş Çelebi ile Mustafa ve Sanevber adlı çocukları, soyundan olan Abdülbaki ve Mahmut Ağalar vardır Bunlardan başka Ağırnas ve Ürgüp’te Ulise ve Kudisan ? gibi Hristiyan asıllı akrabaları olduğu, yine Ürgüp’teki Hristiyan asıllı dayısına para yardımı yaptığı biliniyor
Sinan’ın Bulgaristan, Burgaz, Vize Sancağında arpalık olarak tarlası, Hamid İlinde ( Eğridir, Yalvaç ) timarı vardı Yani, değirmenin suyu, aldığı ulûfelerle beraber buralardan geliyordu
Sinan, 1588 yılında, 97 yaşında yaşama veda etti
Ruhun şâd olsun Koca Sinan…
Eğer sabrınız kaldı ise, şimdi bir özet yapmak istiyorum:
Osmanlı, Orta Asya, İran, Anadolu bileşkesi ile oluşan Selçuk mimarlığını Bizans’la kaynaştırdı; yeni bir Osmanlı üslûbu yarattı Bizans’ın varisi olduktan sonra onun kültür ve sanatından yararlandı Fetihlerle sahip olduğu yapıtların plan ilkelerini, örtü sistemlerini, strüktür tekniklerini aldı Ama onları kendi yapılarında yeni bir sentezle uyguladı Camilerde İslâm’ın saf tutma eylemini yansıtan yatık dikdörtgen planlı sistem, yerini kare planlı ve merkezi kubbeli sisteme bıraktı Strüktür, Bizans’a ne kadar benzerse benzesin, iç mekân algısındaki farklılığı ile kendi üslûbunu yakalayabildi
Avrupa’lı Rönesans mimarlarının elinde kendi dillerine çevrilmiş yığınla literatür, önlerinde büyük bir mimari geçmiş vardı Hümanizm, onlara yeni bir uygarlık yolu açmıştı Romanesk ve gotik sanatlarının üzerine antik Yunan ve Roma’yı oturttular Rönesans mimarlığı ile yeni ve zengin bir mimari senteze ulaştılar
Osmanlı ve Avrupa… İki ayrı dünya… Değişik inançlarla, değişik kültürlerle,değişik etkileşimlerle,değişik yollardan giderek, değişik mükemmellere ulaştılar
Sinan ve Mikelanj, ayrı dünyaların insanları idi Her halde birbirlerini tanımadılar
Sinan, Vitrivius’un ‘De Architectura’ sını ve Alberti’nin ‘De Re Aedificatoria’ mimarlık öğretisini her halde okumadı Enderun eğitimi de almadı; yeniçeri oldu, savaştı, neccarlık yaptı, sadece gittiği yerlerdeki ve çevresindeki yapıları inceledi Emsalsiz yeteneği sayesinde büyük mimar oldu Pragmatizm aracılığı ile rasyonalist mimarlık sanatını elde etti
Mikelanj, ressamlık ve heykeltıraşlıktan mimarlığa geçti Zaten bu üç güzel sanat birbirini tamamlıyordu Hümanizm akademizmi aracılığı ile ‘Rönesans Mimarlığı’ sanatını elde etti
Zaten Şehzade, Süleymaniye, Selimiye Camileri ile Sen Piyer Bazilikası, yukarıda saydığım manevi ve maddi farklarla iki ayrı dünyayı yansıtmıyor mu?
Bu günkü durumumuza gelince:
Bizler, Orta Asya’dan çıktıktan sonra hiç arkamıza bakmadan Batıya yönelmişiz Mimarlık sanatımızda da Batıya yöneldiğimiz süreçte Doğu-Batı sentezine ulaşabilmiş, Osmanlı üslûbunu yaratabilmişiz Sonraları bilim ve kültürle beraber mimarlıkta da Sinan’ı tekrar ederek yerimizde saymışız Daha sonraları sanayi devrimini yaşamadan, üretmeyip normal gereksinimleri dahi ithal ettiğimiz gibi mimarlığı da ithal etmişiz Onlardan aldığımız projelere kendi kültürümüzü katmadan, kendi çağdaş üslûbumuzu yaratmadan, barok, rokoko, ampir saray ve konaklar yapmışız Batılı gibi yaşamaya özenmiş, ama bir türlü, kabulcülükten akılcılığa geçememişiz; ve Batı bizi hep dışlamış Cumhuriyetimizin hamleleri ile tekke-tarikat mürşitleri yerine, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demiş ve uygarlık yoluna girmişiz
Artık bundan sonra, eskiye dönüş özlemcilerine fırsat vermeden, düşüneceğiz, araştıracağız, tartışacağız, üreteceğiz, bilim-teknik-kültür-sanatımızla ve eşitlik, adalet, barış politikamızla dünyada saygınlık kazanacağız Mimarlığımız da ekonomik, sosyal, kültürel, teknolojik gelişmemize paralel olarak gelişecek; iki ayrı dünya değil, küresel düşünebilen ve yorumlayabilen yeni ‘Sinan’lar yaratacak Başka seçeneğimiz yok…
HAMİŞ:
Bu yazı dizisinde, Stefan Zweig’ın ‘Macellan’, Leland M Roth’un ‘Mimarlığın Öyküsü’, Ahmet Refik’in ‘Türk Mimarları’, Aptullah Kuran’ın ‘Mimar Sinan’ eserlerinden, Tarih Vakfı’nın ‘İstanbul Ansiklopedisi’nden, Ersin Arıoğlu’nun ‘On the earthquake resistance of the Süleymaniye Mosque’ tebliğinden yararlandım Bir de, zaman içinde oluşan mesleki birikimimi, aklımda kaldığı kadarı ile sohbet tarzında hikâye etmeye çalıştım
Ama, Sinan’ın kafatasının nerede olduğunu hâlâ merak ediyorum
|