|  | Hikâye (Öykü) |  | 
|  04-17-2009 | #1 | 
| 
Şengül Şirin   |   Hikâye (Öykü)Hikâye (Öykü) �Hikâye�, Türk kültür tarihinde en azından bin yıllık geçmişe sahip köklü ve yaygın bir kelime  Asırlardan beri, giderek zenginleşen bir mânâ çemberi içinde, dilimizde hem kelime hem de kavram olarak kullanılmış ve kullanılmakta  Arap dilinin �hakave� kökünden türeyen kelimenin Türkçe�ye İslâmiyet sonrası dönemde girdiğini tahmin etmek zor değil  İtiraf edelim ki, onun koltuğuna oturtulmak istenen �öykü�nün, zihnimiz, dilimiz, kulağımız ve gönlümüzde aynı derinlik, zenginlik, berraklık ve sıcaklığa sahip olduğunu söylemek, iki yüzlülük olacak   �Hikâye� kelimesinin mânâsı hakkında lügat sahipleri şu açıklamalarda bulunuyorlar: �Bir söz ve haberi nakl ve rivayet eylemek, bir nesneye benzetmek, bir kimseyi fiilen yahut kavlen taklit eylemek, bir kimseden bir kelam nakleylemek, düğümü çözüp muhkem eylemek  � (Âsım, Kâmûs Tercümesi) �Nakletme, bir vak�a ve sergüzeşti sırasıyla anlatma, rivayet; hakikî veya uydurma ve ekseriya hisse kapmağa mahsus sergüzeşt ve vukuât; kıssa, mesel, roman  � (Şemsettin Sami, Kâmûs-ı Türkî) �Nakletme, anlatma; bazı vukuâtın heyet-i mecmuası; fıkra, roman  � (Muallim Nâci, Lügat-i   Nâci) �Bir hâdisenin sûret-i vukuunu etrafıyla anlatmak ve söylemek, nakl ve rivâyet etmek; bir hâdise hakkında söylenen sözler, nakl, rivayet; hakikî veya hayalî bir vak�aya dair söylenen gülünç veya şâyân-ı itibar sözler; kıssa, masal, roman  � (Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati) �Nakl, beyân-ı rivayet  Sergüzeştîn-i hikâye  Hikâye-i macera  Hikâye-i hâl, masal  Roman ki sahih veya gayr-i sahih bir vak�ayı şâmil makale, kitap  � (Ebüzziya Tevfik, Lügat-i Ebüzziya) �Anlatma, roman, masal, olmuş bir hâdise� (Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat) �Az çok ayrıntıları verilerek anlatılan olay; baştan geçen bir olayı anlatma; belli bir zaman ve yerde az sayıda kişinin başından geçen, gerçeğe uygun birtakım olaylar anlatan ya da birkaç kişinin karakteri çizilen roman türünden kısa yapıt, öykü; aslı olmayan söz  � (TDK, Türkçe Sözlük) �Olmuş veya olması mümkün olayları yazılı veya sözlü olarak anlatma; bu şekilde anlatılan olay, mesel, kıssa; anlatma, nakletme; olmuş veya olması mümkün olayların anlatılması esasına dayanan edebî tür; boş, gereksiz laf, uydurma  � (D  Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük) Lügatlerdeki açıklamalara dikkat ettiğimizde, �hikâye�nin kelime anlamı kadar kavram anlamı üzerinde de durulduğu ve yer yer bir edebî tür çerçevesi içinde tarif edilmeye çalışıldığını görürüz  Ancak tarif edilmeye çalışılan türün, günümüz okuyucusunun zihnindeki hikâye ile örtüştüğünü söylemek zor  Zira kelime veya kavramın açıklaması/tarifinde birden çok edebî tür/formun ismi zikredilmekte ve bunlar onunla müteradif olarak görülmektedir  O zaman, hikâye üzerinde konuşulurken dikkatlerden uzak tutulmaması gereken önemli bir husus; kelimenin kültür tarihimizde; �tarih, destan, kıssa, masal, mesel, menkıbe, rivayet, lâtife, fıkra, hurafe, roman, öykü, anlatı, benzetme� mânâlarında da kullanılmış olmasıdır  Söz konusu kullanımlardan �destan�, �kıssa�, �masal�, �menkıbe�, �lâtife�, �fıkra�, �öykü� ve �roman�nın bugün ayrı birer tür; �tarih�in ise sosyal bilim dalı olarak kabul edildiği herkesin malumudur   Sanırım bu durum, hikâye kavramının kapsam alanı hakkında bize önemli ip uçları verecektir  Bunların başında da, insanoğlunun �dil�i veya �söz�ü kullanım tarzlarının başında, �tahkiye� veya �tahkiyeli ifade�nin yer aldığı gerçeği gelir  Bizim için daha da önemli olan ip ucu ise, -kültürümüzdeki genel ve geniş mânâsıyla- hikâyenin, edebiyat sanatının iki ana �form�undan birisini karşılamış olmasıdır  Kavram, böyle bir değeri, hem sahip olduğu tarih hem de edebiyat sanatı içindeki yeri ve öneminden elde etmektedir  Zira hikâye, -adı farklı da olsa- gerek Türk edebiyatı, gerekse diğer milletlerin edebiyat tarihlerinde köklü bir geçmiş ve geniş bir alana sahiptir  Söz konusu tarih, �mit� veya �destan�lara kadar götürülebilecek; kapsam alanı ise, bütün milletlerin edebiyatlarının en az yüzde ellisini teşkil edebilecektir  O zaman, insanın söz sanatlarını keşfetmesinden bugüne, duygu, düşünce, hayal, intiba ve yaşadıklarının estetik ifadesinde, büyük ölçüde hikâye formunu tercih ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz  Tabiî ki bu tercih, sanatkâr açısından olduğu kadar okuyucu/dinleyici açısından da geçerlidir  İnsanoğlu, tarihin her devrinde ve dünya coğrafyasının her meskûn mahallinde hikâye anlatmış, dinlemiş veya okumuştur  Kaynağı ilâhî olan kitaplarda bile, mesajın sık sık hikâye formuna yüklenilerek takdim edilmiş olduğunu hatırlatmaya bilmem lüzum var mı? O zaman hikâye, bugün �öykü�de ifadesini bulan tek bir türün değil, �mit�ten �modern hikâye� veya �roman�a kadar uzanan türler manzumesinin �genel� adıdır  Bu itibarla o, âdeta yüzyıllardan beri edebiyat deryasını gür sularıyla besleyen ana ırmaklarından birisidir  Tabiî ki, bu ırmağın insanlık tarihiyle yaşıt sergüzeşti boyunca suyunun hızı, miktarı, akış tarzı, rengi, kokusu, tadı ve kendisine farklı mesafe ve miktarlarda katılan kolları değişmiştir  Daha da önemlisi, onu besleyen pek çok kol, aynı vadide kalmasına rağmen, zaman içinde kendi başlarına var olma serüveni yaşamıştır   Böyle bir formu, böylesi geniş bir kapsam ve tarihi içinde kucaklamaya kalkışmanın pek kolay olmadığını, sanırım herkes kabul eder  O sebeptendir ki bu yazı, yazarının, hikâyenin kültür tarihimiz içinde kazandığı en genel ve geniş mânâsından �öykü�nün daracık mânâsı arasında yaşadığı serüven dünyasındaki zihnî gezintisini ihtiva eden bir �deneme�dir  Zira form üzerinde, bütünü kapsayıcı birtakım teorik açıklamalarda bulunabilmek veya ona ait kriterlerden söz edebilmek, onu tarihi ve bu tarih içinde söylenmiş/kaleme alınmış bütün örnekleriyle birlikte kucaklamayı zarurî kılar  Unutmamalıdır ki teori, çoğu zaman pratikten yola çıkılarak kurulur  Dolayısıyla edebiyat teorisyeni, edebiyat tarihi, edebiyat tenkidi, mukayeseli edebiyat ve -belki de en önemlisi- bizzat edebiyat eserine muhtaçtır   Edebiyat �bilim�iyle uğraşanların öncelikle şu gerçeği bilmesinde büyük fayda var: Genel veya bugünkü dar anlamıyla hikâye, diğer bütün edebî form veya türlerde olduğu gibi, tarihi içinde, dinamik bir oluş veya oluşum süreci yaşamıştır  Bir başka ifadeyle o, değişerek gelişmiş veya gelişerek değişmiş; bu esnada da pek çok edebî türle iç içe olmuş ve birçok yeni türe �analık� etmiştir  Değişimin sürekliliği, �tek� ve �donmuş� bir hikâye formundan bahsetmeyi imkânsız kılmaktadır  Aslında bu durum, bütün sanat dalları ve bunların alt formları için de geçerlidir  Zira sanatın en temel ilkesi, yaratıcılık�tır  Her bir yaratma da, kendisiyle başlayıp yine kendisiyle biten ayrı birer olgudur; tekrar edilemez  Sanatın diğer temel ilkeleri olan ferdîlik ve orijinallik de, büyük ölçüde yaratmanın söz konusu mahiyetinden kaynaklanır  Söz konusu yükümlülüklerin insanı olan sanatkâr, kalemi eline aldığında, �gelenek�in birtakım hazır kalıplarıyla karşı karşıya kalır  Bu noktada o, ne bütünüyle geleneğe esir, ne de ondan büsbütün âzâdedir  Sözün kısası; sanatı ve sanat formlarını kesin bir standardizasyona tâbî tutup dondurmak, mümkün olmadığı gibi, onun tabiatına da aykırıdır  Bize düşen, bahis konusu formun �edebî gelenek� içindeki iç ve dış yapısında yaşadığı değişim ve dönüşümleri ana çizgileriyle tasvir etmektir  Kabul etmek gerekir ki hikâye, tarihinin her döneminde veya her toplumun edebiyatlarındaki örneklerinde, öncelikle anlatma fiili üzerine kurulmuş bir edebî formdur  �Anlatma�, �hikâye etme� veya �tahkiye�, onun en temel alâmet-i fârikasıdır  Nitekim lügatler, hemen hemen istinasız bir biçimde �nakl/nakletme, rivayet, anlatma, anlatı, tahkiye� vurgusunda bulunurlar  Kelimenin kavram olarak tarif denemelerinde de durum bundan pek farklı değildir  Aslında edebiyatın kendi içindeki �form/tür�leri, çok büyük ölçüde dil malzemesinin, -sosyal, kültürel ihtiyaç ve kabuller istikâmetinde- farklı biçim veya tarzlarda kullanılması ve kurgulanmasından doğarlar  Bir başka ifadeyle türler, geleneğin sanatkâra sunduğu, okuyucunun da yakından âşina olduğu kurumlaşmış estetik vasıta ve değerler bütünüdür  Zira edebiyat, �dil�le yapılan bir güzel sanattır  Onu diğer güzel sanat dallarından ayıran en önemli özellik de, malzemesinin dil olmasıdır  �Edebî türler teorisi bir sıralama prensibidir  Bu teori edebiyatı ve edebiyat tarihini zaman, yer, dönem ve millî dil gibi unsurlara göre değil fakat özellikle edebî kuruluş veya yapı çeşitlerine göre sınıflandırılır   Bu gerçeği Türkiye�de ilk defa açıklıkla edebiyat bilimi ile uğraşan akademik çevrelerin gündemine getiren Prof  Dr  Şerif Aktaş, edebiyatın kendi iç tasnifinde veya form/türlerinin tespitinde dilin kullanma ve kurgulanma tarzlarının esas alınmasını teklif eder  Çünkü edebî eserin konusundan veya yine onun tâlî birtakım şekil özelliklerinden yola çıkarak edebiyat form/türlerini izaha kalkışmak, edebiyat bilimcisini yarı yolda bırakacaktır  Şerif Aktaş�ın yaklaşımına göre, �destan�, �kıssa�, �masal�, �menkıbe�, �halk hikâyesi�, �mesnevî�, �fıkra�, �öykü� ve �roman�, edebiyatın Anlatma Esasına Bağlı Eser/Türler grubunu teşkil ederler  Söz konusu eser/türlerde dil, bir şeyleri anlatma, hikâye etme, nakletme istikâmetinde kullanılır  Dolayısıyla adı geçen eser/türleri, Gösterme Esasına Bağlı Eser/ Türler (tiyatro) ve Coşkulu Anlatım Tarzına Bağlı Eser/Türler�den (şiir, mensur şiir) ayıran en temel nitelik, dili kullanma ve kurgulama biçimi/tarzıdır  Bu sebeple anlatma, ilk önce hikâyeyi, �tiyatro� formundan kesin olarak ayırır  Çünkü tiyatronun en belirgin ve vazgeçilemez niteliği, �gösterme/sahneleme� esası üzerine kurulmuş olmasıdır  Şahıs kadrosunun yaşadığı olaylar, sahnede bire bir gösterilir veya temsil edilir  Dolayısıyla tiyatro, hikâye gibi anlatmaz, gösterir, sahneler  Bununla birlikte hikâye de zaman zaman gösterme/sahnelemeden faydalanabilir  Özellikle konuşma/diyalog ve �modern hikâye�de gördüğümüz dramatizasyon, hikâyeyi belli ölçüde tiyatroya yaklaştırır  Ancak bir hayli sınırlı olan bu gösterme, hiçbir zaman tiyatro seviyesine ulaşamaz  Kısacası; uzun tarihi içinde anlatma esasına bağlı bütün eser/türleri kucaklamış olan hikâye anlatır, nakleder ve tahkiyede bulunur  Onda dil, temelde anlatma, hikâye etme ve nakletme çerçevesinde kullanılıp kurgulanır  Her devir ve toplumun hikâyeciden beklediği; gösterme, yorumlama, açıklama, ispatlama, tasvir ve tahlil etmesi değil; anlatma ve hikâye etmesidir  Bu noktada ikinci bir soru ile karşılaşırız; �Hikâye, ne veya neyi anlatır?� Kabul etmek gerekir ki, bütün güzel sanatların ve tabiî olarak edebiyatın hem kaynağı hem yaratıcısı hem konusu hem de hitap ettiği biricik odak merkezi �insan�dır  Edebiyatın bir alt birimi olan hikâyenin kaynağı ve konusu da, elbette ki insan olacaktır  İnsanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, intibaları, yaşadıkları, içinde yaşadığı hayat (bu hayatın insanları ve olayları) ve buna duyduğu tepkiler  Bu noktada hikâye, -yukarıda vurgulanan anlatmayı esas alması dışında- gösterme ve coşkulu anlatım tarzına bağlı eser/türlerle müşterektir  Zira edebî eser/türler için bir konu sınırlaması getirilemez veya edebî olan-olmayan şeklinde bir konu tasnifi yapılamaz  Dolayısıyla insanı merkez alan veya onu şu veya bu şekilde ilgilendiren her konu, edebî eserin malzemesidir  Daha da önemlisi, sanat veya edebîlik, anlatılanda değil, anlatma/söyleme tarzında kaynağını bulur  O zaman sorumuzu biraz daha açmak zorundayız  �Hikâye ne veya neyi, nasıl anlatır?� Bu soru bizi, bir taraftan türün dil ve üslûbuna götürürken; bir taraftan da iç yapısına ve iç yapısını teşkil eden temel yapı unsurlarına götürecektir  Hikâye, olay/olaylar�ı anlatır  Bizim de içinde yaşadığımız dünyada yaşanmış, yaşanabilir veya bütünüyle hayal mahsulü olay/olaylar  Formun iskeletini, sanatkârın belli bir düzen içinde kurguladığı ve adına olay örgüsü veya vak�a zinciri dediğimiz, olay/olaylar teşkil eder  �Destan, masal, halk hikâyesi, hikâye ve romanda vak�a asıl unsurdur, diğerleri vak�anın etrafında birleşerek eseri vücuda getirirler  (    ) Vak�ayı yok saydığımızda, bu vadiye giren edebî nevilere ait eserlerden bir yığın söz kalır  � İnsanoğlunun hikâyeye bu kadar ilgi duyması ve onu sevmesinin sebebini bu noktada çözümleyebiliriz  Temelde yatan faktör, "merak"tır  "Ne olmuş?, Nasıl olmuş, Neden olmuş?, Sonra ne olmuş?� sorularında barizleşen insanın merak duygusu, onu hikâyeye götürür  Merak duygusu, çoğu zaman onun �hoşça vakit geçirme� arzusuna hizmet etmiş ve etmektedir  �Tahkiyeli ifadede asıl mesele ilgi, merak ve tesir uyandırabilmektir  Bunların sağlanması için bir ana vak�a ve onun parçaları olan olaylar düzenlenir  � Ancak söz konusu sorular ve sanatkârın bunlara verdiği cevaplar, alelâdelik veya basit bir merakın sâiki ve cevabı olmaktan kurtuldukça, ciddî mânâda �gerçek�in kapılarını aralamaya başlar  İnsanın bizzat kendisi ve kendisini kuşatan hayata dair gerçekler   O zaman hikâye için, insanın merak duygusunun var ettiği ve sonu kimi zaman hoşça vakit geçirmeye, kimi zaman da mutlak gerçek�e çıkan sorular yumağına, olayların estetik kurgusu ve anlatımıyla cevap bulma/verme gayretinin ürünü olan edebî türdür, tarzında bir tarif getirebiliriz  Eğer hikâyede olay örgüsünden bahsediliyorsa, elbette bunları yaşayan veya var eden insan veya insan hüviyetindeki varlıklara; yani şahıs kadrosuna ihtiyaç duyulacaktır  Zira olay/olayların kendiliğinden oluşmasını beklemek, fizik kanunlarına aykırıdır  Üstelik hikâyenin konusunun insan olduğu gerçeğini bir kere daha hatırlayalım  Unutmayalım ki, olay örgüsüne anlam ve değer kazandıran insandır  Bu sebeple hikâyede amaç olay örgüsü değil, insan ve onun meseleleridir  Hikâye formunun vazgeçilemez unsurları durumundaki olay örgüsü ve şahıs kadrosu, -sadece isimden ibaret bile olsa- belli bir mekân ve zamana ihtiyaç duyacaktır  Olayların sahnesi durumundaki reel veya irrel bir mekân ve şahıs kadrosunun bahis konusu olayları içinde yaşadığı reel veya irrel bir zaman  Böylece hikâyenin iskeletini oluşturan temel unsurlar tamamlanmış olur; yani olay örgüsü, şahıs kadrosu, mekân ve zaman her tür hikâyenin iskeletini teşkil ederler  Bu noktada genel mânâdaki hikâyenin ilk tarifine ulaşmış oluruz  Hikâye; belli bir zaman ve mekân bağlamı içinde, belli bir şahıs kadrosunun yaşadığı olay/olayları anlatan tahkiyevî bir edebî formdur  Söz konusu temel unsurlara ilave edilmesi gereken çok önemli bir başka unsur daha vardır ki o, anlatıcıdır  Formun üzerine oturtulduğu anlatma fiilini gerçekleştirecek olan anlatıcı  Sözlü dönem hikâyesinin anlatıcısı, etiyle kemiğiyle dinleyici karşısındaki insandır; fakat yazılı dönemin hikâyesinde, gerçek insan anlatıcının yerini itibârî anlatıcı almıştır  İtibârî anlatıcı, -biz kendisini görmesek de- kimi zaman itibârî dünyanın tanrısı yetkileriyle donatılmış olarak, kimi zaman da şahıs kadrosundan herhangi biri olarak okuyucu/dinleyici karşısına çıkar  Kendine has bakış açısı ve tercihleri çerçevesinde hikâyesini anlatır  Dolayısıyla anlatıcının olmadığı bir zeminde hikâyeden bahsedilemez  Yukarıda belirtilen ve her nevi hikâyenin iskeletini teşkil eden unsurların (olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman, mekân bakış açısı ve anlatıcı) mahiyetleri, gerçekle olan ilişkileri, hacimleri, kurgulanış tarz ve esasları, türün tarihi boyunca kültür, medeniyet, sanat anlayışı ve sanatkârlara göre, farklılıklar arz etmiştir  Söz konusu farklılıklar, bir taraftan hikâyenin tarih içindeki değişik görünümlerini belirlerken, diğer taraftan da anlatma esasına bağlı eser/türlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır  Meselâ; �masal� veya �destan�ın anlattığı olayların gerçekliği ile �modern hikâye� ve �roman�ın anlattığı olayların gerçekliği arasında büyük fark vardır  Yine �masal� ve �modern hikâye� ile �destan� ve �romanın� olay örgülerinin hacimleri arasında çok açık orantısızlık söz konusudur  �Destan� ve �masal�ın anlatıcısı, içimizden birisi; �modern hikâye� ve �roman�ın anlatıcısı ise itibarî bir varlıktır  Ancak ortak olan taraf, yazar veya toplum muhayyilesinin (anonim eserler) söz konusu unsurlarla giderek belirginleşen itibârî (fiktif) bir dünya kurmuş olmasıdır  Yani, içinde yaşadığımız dünyadan derlenen malzemenin, belli bir seçme, ayıklama ameliyesinden sonra, sanatkârın zihnindeki konuya uygun ve estetik bir biçimde yeniden kurgulanması  Dolayısıyla hikâye bize, her zaman itibârî bir dünya sunar  Bu dünyanın insanları, olayları, mekânları ve zamanı, içinde yaşadığımız dünyadakilere benzemekle birlikte gerçekte onlardan farklı ve başkadırlar  Hikâyeyi, �tarih�, �hatıra� �biyografi� ve �otobiyografi�den ayıran temel farklılık da buradadır  Ayrıca itibârîlik, bütün eserlerin edebîliği noktasında, olmazsa olmaz değerlerden birisidir  Sanatkârın başarısı, kendisinin veya başkalarının yaşadıklarını, bire bir taklit etmesinde değil, bunlardan hareketle zihnindeki konu/temaya uygun, son derece tutarlı ve estetik bir itibârî âlem yaratabilmesindedir  Bu noktada hikâyenin, �şiir�den çok açık biçimde ayrıldığını söylememiz gerekir  Zira hikâyeci konu, tema ve mesajı, şairin yaptığı gibi doğrudan doğruya ve direkt olarak ortaya koyamaz  Konu, tema ve mesajını, yukarıda belirtilen temel unsurlara yüklemek mecburiyetindedir  Dolayısıyla hikâyedeki olaylar, şahıslar, mekânlar ve zaman, gerçekte sanatkârın zihnindeki konu, tema ve mesajın somutlaştırılmasında birer figür veya semboldür  Söz konusu durum, bütün anlatma esasına bağlı eser/türler gibi, hikâyenin de önemli ölçüde sembolik bir form olduğu gerçeğini hatırlatır  Ondaki sembolik yapı, �masal� ve �mesnevî�lerimizde kendini çok daha açık biçimde ifşa eder  Demek ki hikâyede konu, tema ve mesaj, olay örgüsü, şahıs kadrosu, mekân ve zaman unsurlarının kurgulanmasından doğan itibârî dünyanın bütününe yüklenmiş veya bütün içinde gizlenmiştir  Yani direkt olarak değil, endirekt olarak okuyucunun zihni ve sezgisine bırakılmıştır  Hâlbuki şair, duygu, hayal, düşünce ve intibalarını doğrudan doğruya dile döker, açıklar, yorumlar, izah eder  (Burada söylemek istediğimiz; şiirin imajlarla yüklü fiktif dünyasından öte bir husustur  ) Ayrıca şiirde çok büyük ölçüde kendi ruh dünyasının üzerine kapanan sanatkâr, hikâyede dikkatini daha çok içinde yaşadığı hayat ve bu hayatın insanları üzerinde yoğunlaştırır  �Hikâyeciler, şairlerin aksine, kendi �ben�lerinden çok �başkaları�ndan bahsederler  Bilhassa �insanlar arasındaki anlaşmazlık ve çatışma� hikâyede önemli bir yer tutar  (    ) Dikkatini kendi �ben�inden çok başkalarına yönelten hikâyeci, insanı anlamağa çalışan psikolog, sosyolog veya filozofa yaklaşır  Öyle sanıyorum ki hikâyeci, insanı ilim adamlarından daha iyi anlar  Çünkü onun konusu �genel� olarak insan değil, �özel� olarak insandır, yani �şahsiyet� ve �fert�tir  �[7] Dolayısıyla hikâye, şiire göre daha objektiftir  Şiir ise sübjektif ve lirik  Hikâyeci, şairin sübjektifliğini olabildiğince geri plâna itmek durumundadır  Nitekim hikâyeci, itibârî anlatıcı vasıtasıyla yavaş yavaş kendisi ile eseri arasındaki göbek bağını koparmış; koparmak zorunda kalmıştır  Ayrıca hikâyenin dili çoğunlukla mensur; şiirinki ise çoğunlukla manzumdur   Hikâye formunun geneli üzerinde konuşurken belirtilmesi gereken önemli bir başka husus; doğu (özellikle İslâm kültür ve medeniyetine mensup milletler) ve batı (Antik Yunan-Lâtin kültür ve medeniyetinden hız alan pozitivist zihniyet yapısına bağlı milletler) hikâyelerinin birbirinden farklı olduğu gerçeğidir  Bunun arkasında Tanrı, varlık ve insan anlayışındaki farklılıklar; dolayısıyla buna paralel olarak şekillenen sanat anlayışındaki farklılıklar mevcuttur  Sonunda da mimesis ve tecrit kavramlarıyla özetlenebilecek iki ayrı sanat veya yaratma tarzı ile karşı karşıya geliriz  Bilindiği gibi batı, ta Eflâtun ve Aristo�dan bugüne olan sanatı ve bu arada hikâyesini, haricî âlemin �taklit�i veya �yansıtma�sı esası üzerine inşa eder  Pozitivist zihniyetin gelişmesine paralel olarak da bu yaklaşım tarzını, gerçeğin sebep-sonuç ilkesi dâhilindeki bire bir taklidi/yansıtılmasına kadar götürür  Hâlbuki doğu hikâyesi ve sanatı, böyle bir anlayıştan; yani �görünen ve �olan�ın salt dış görüntüsünü yansıtmak veya taklit etmekten uzaktır  Doğuda hikâyeci, görüneni/olanı değil, bunun arkasındaki �öz�e ulaşma amacındadır  Dolayısıyla haricî âlemin görünen kabuğunu aşarak arkasındaki öze ulaşmak ister  Zira onun için asıl hedef �kesret� değil, �vahdet�tir  Bu sebeple doğu hikâyesinde sembolik yapı çok daha belirgin ve esastır (Hüsn ü Aşk)  Doğu hikâyesinde, batı hikâyesinin vazgeçilemez taraflarından biri olan insanın kaderiyle yüz yüze gelmesine; çıkmaza veya trajik duruma düşmesine izin verilmez  Bu noktada o, sık sık �olağanüstü�, �mucize� ve �harikulâde�nin kanatlarına sığınır  Ayrıca �kıssadan hisse�, doğu hikâyesinin temel amaçlardandır   Buraya kadar olan satırlarda söylediklerimiz, çok büyük ölçüde genel mânâdaki hikâyenin olduğu kadar, anlatma esasına bağlı diğer eser/türlerin de temel ve vazgeçilemez unsur ve nitelikleridir  Unutmamalıdır ki �destan�, �masal�, �menkıbe�, �efsane�, �halk hikâyesi�, �mesnevî�, �fıkra� ve �roman� da olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman, mekân ve anlatıcı müşterekliği içinde bize temelde hep hikâye anlatırlar  İşte, modern hikâye formunu kendine has somut nitelikleriyle izah etmek durumunda bulunan edebiyat bilimcisinin sıkıntısı, bu aşamada kendini çok daha açık bir biçimde hissettirir  Zira modern hikâyenin kendine has niteliklerini tespit edebilmek, onu, modern hikâye ile diğer anlatma esasına bağlı türlerin tek tek mukayesesi mecburiyeti ile yüz yüze getirir  Unutulmamalıdır ki, türün ayrıcı nitelikleri, söz konusu müşterekliklerin dışında veya müşterek unsurların iç farklılıklarındadır  Anlatma esasına bağlı eser/türleri, modern hikâye ekseninde tek tek mukayese etmeye kalkışmanın, bu yazının sınırlarını çok zorlayacağı açıktır  Bu sebeple yazımızın bundan sonrasını modern hikâyenin genel hikâyeden farklı olan taraflarını işaret etmeye ayıracağız  Günümüzdeki hikâye veya modern hikâye kavramının karşıladığı tür, batıda ancak XIX  yüzyılda, Türk edebiyatında ise XIX  yüzyılın sonlarında kesin formuna ulaşmış, müstakil bir tür hâline gelip tam mânâsıyla bağımsızlığını kazanmıştır  Guy de Maupassant, Walter Scott, Edgar Allen Poe, Hoffmann, Anton Çehov gibi yazarlar, modern batı hikâye türünün; Halit Ziya, Ömer Seyfettin, Refik Halit, Memduh Şevket, Sait Faik ise, modern Türk hikâyesinin klâsik yapısına kavuşmasında büyük emeği geçmiş isimleridir   Modern hikâyenin, gerek geçmiş gerekse günümüzdeki anlatma esasına bağlı türlerden farklı ve ayırt edici ilk ve en önemli özelliği, kısa mensur metin olmasıdır  Bir oturuşta okuyuvereceğimiz bir metin  �Kısa mensur metin� olma, onu �roman�, �destan�, �mesnevî� ve yer yer �halk hikâyesi�nden ayırır  Ancak burada �kısalık�ın tam ölçüsünü vermek zordur  Nitekim tür bu noktada kendi iç istikrarsızlığı yaşamaktan kurtulamaz  Uzun hikâye, kısa hikâye, mini hikâye gibi hacme bağlı isimlendirmeler, söz konusu istikrarsızlığı yansıtır  Aslında modern hikâyenin kısalığını, metnin hacminden ziyade, onun iç yapısını teşkil eden; konu, olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman ve mekân unsurlarının darlığında veya daraltılmış, sınırlandırılmış olmasında aramak gerekir  Yani temel yapı unsurlarının mahiyeti ve niteliğindeki farklılıklarda  Modern hikâye yazarı öncelikle, hikâyesini üzerine bina edeceği olaylar zincirini, bunu var edip yaşayacak olan insan sayısını, olayların yaşanma zamanı ve mekânını, romana göre son derece sınırlı tutmak mecburiyetindedir  Bu sebeple modern hikâyede olaylar, uzun ve karmaşık değildir  Konunun ayrıntılarına girilmez  Kahramanlar bütün yönleriyle değil, büyük ölçüde tek bir yönleriyle irdelenir  Her türlü anlatımda ayrıntıya, savrukluğa yer verilmez  Söz konusu dar bir dünya içinde yoğunlaşılıp, türün imkânlarını zorlanmadan estetik ve itibarî bir dünya kurulması gerekir  Dolayısıyla hikâyeciden beklediğimiz, �destan� ve �roman�da olduğu gibi, koca bir toplumun veya devrin hayatını kucaklamak; bir insanın uzun yıllar içindeki hayatını bütün yönleri ve olayları ile sunmak değildir  Toplum veya insan hayatından alınan bir �kesit� veya bir �dilim�in estetik takdimi, onun esas amacı olmalıdır   �Hikâye ile romanın farkı vardır  Roman bir vak�anın alettafsil hikâyesidir ki, aza-yı vak�a ile eşhâs-ı vukuâat üzerine kariinin teveccüh ve hissiyâtını celb ve cem�e herşeyden ziyâde dikkat olunur  Hikâye ise vak�anın sadece nakil ve rivâyetinden ibarettir; tefsilâta tahammülü yoktur  Âdeta hikâye bir romanın hülâsası demektir  İnfiâlât-ı şedideye de tahammülü yoktur  Ne söylenecekse birkaç sahife içinde söylenip bitirilivermelidir; fakat her hülâsada olduğu gibi bunda da marifet vukuâtın canlı noktalarını tefrik ve intihabdır  � Kısacası hikâye; �şahıs, zaman, mekân bakımından daralmış; konu edindiğini (objeyi veya süjeyi) sınırlandırarak hareket unsurlarını en aza indirmiş; düşünce, duygu, hayal ve takdim tekniği bakımından en yoğun olan tahkiyeli ifade türüdür  � Olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman ve mekân unsurlarının �gerçek� veya �gerçeğimsi� ile olan sıkı ilişkisi, modern hikâyeyi, �destan�, �masal�, �efsane� ve �menkıbe�den ayırır  Batı pozitivist zihniyetinin eseri olan modern hikâye, mucize, olağanüstü ve harikulâdeden uzaktır  O, son iki yüzyılın büyük ölçüde yalnızlaşmış insanını, bu insanın günlük hayat içindeki yaşadıklarını, sıkıntılarını, bunalımlarını, çıkmazlarını, kendisi ve toplumla olan çatışmalarını, anlatır  Kimi zaman itibarî âlemin dış görüntüsü ve olayları üzerinde yoğunlaşırken, kimi zaman da buradan hareketle insanın iç dünyasına eğilir  Bu noktada o, gücünü muhayyileden çok realiteden alır  Kurgusunda, pozitif aklın sebep-sonuç ilkesini tercih eder   �Her hikâyeci bize eseri ile hayatın ve insanın ayrı bir yönünü gösterir  Hikâye anlaşılması son derece güç olan hayatın ve insanın içine âdeta bir pencere açar  Günlük hayatta biz hayatı ve insanı dıştan görürüz ve pek az anını biliriz  Hikâyeci bu dış görünüşün arkasındaki gerçekleri keşfeder  Güzel hikâyelerin hemen hepsinde, bilinmeyen bir gerçeğin ifadesi vardır  � Modern hikâye, yaklaşık iki asırlık tarihi içinde, iki ana çizgide belirginleşir  Bunlar; Maupassant tarzı hikâye (vak�a hikâyesi)ve Çehov tarzı hikâye (durum hikâyesi) formlarıdır  İlkinde daha ziyade belirgin bir vak�a üzerine kurulan tür, ikincisinde günlük hayatın tabiîliğini esas alır  Modern hikâyenin dili, bütünüyle mensurdur  Üstelik bu dil, tamamiyle sanatkârın ferdiliğini yansıtan bir üslûba sahiptir  �Destan�, �masal�, �efsane�, �menkıbe� ve �halk hikâyesi� gibi, müşterek şuurun, çoğu zaman kalıplaşmış anonim dili, modern hikâyenin dışındadır  Hulâsa hikâye; öncelikle insanın sözü keşfettiği günden bugüne en çok başvurduğu bir anlatım tarzı; edebiyat sanatı içinde �mit�ten �modern hikâye�ye kadar uzanan pek çok anlatma esasına bağlı eser/türün müşterek üst formu; son iki asırdır da, anlatma esasına bağlı eser/türler şemsiyesi altında müstakil bir edebî türdür  Modern hikâye; gerçek ya da gerçeğe uygun olay ve durumların; insan, zaman ve mekân unsurlarıyla birlikte itibârî bir dünya çerçevesinde ve üzerinde durulan konu, tema ve mesaja uygun bir biçimde kurgulanıp; ayrıntıya girilmeden ve bütünüyle yoğunlaştırılarak, okuyucuya estetik haz verecek tarzda anlatılmasından doğan kısa ve mensur bir edebî türdür   | 
|   | 
|  | 
|  |