Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > Serbest Forum

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
emperyalizm, küreselleşme, stratejisi, türkiye, yeni

Küreselleşme Stratejisi,Yeni Emperyalizm Ve Türkiye

Eski 08-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Küreselleşme Stratejisi,Yeni Emperyalizm Ve Türkiye



KÜRESELLEŞME STRATEJİSİ, YENİ EMPERYALİZM VE TÜRKİYE

ProfDr Recep KÖK

GİRİŞ

Türkiye ekonomisinin büyüme sürecini değerlendirmek ve öncelikle de krize yol açan
ve basit bir tanımla, ekonomide refah ve bunalım dönemlerinin birbirini izleme süreci olarak
açıklanan konjonktürel nedenleri bilmek veya reel ekonomi ile parasal ekonomi arasındaki
örtüşme ve sapmaların nedenlerini içine sürüklendiğimiz olumsuz şartlar çerçevesinde ele
almak gerekir Üretim güçleri ile finansal piyasalar arasındaki kopukluk bir siyasal
modelsizlikten mi kaynaklanmıştır? Yaşanan olaylar neden mali piyasaların ötesine geçmiştir
ya da krizler nereden beslenmektir ki büyüme, istihdam ve hayat standardı üzerindeki reel
etkiler (negatif) süreklilik kazanmış ve sonuç olarak hükümeti oluşturan siyasal partilerin
parlamento dışı kalmasına yol açmıştır Dünya ekonomisini tehdit eden “virüsler”, hangi
şartlarda ortaya çıkıp özellikle de gelişmekte olan ülkeler için çözümsüzlük “sendromları”na
dönüşmüştür Bu sürecin “konvansiyonel desteği” küreselleşme olgusunda mı aranmalıdır?
Nitekim, Türkiye açısından sadece Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 finansal
krizlerinin ardıl etkileri ve şiddeti dikkate alındığında ortaya çıkan “yeni dünya düzeni” ve
yoksullaşan kitlelerin konumu ve doğabilecek sonuçlar hangi “tepkiler konsepti” içinde
algılanmalıdır? Ülkemizle ilgili tartışılan tehdit ve fırsat stratejilerinden yol gösterici bir ışık
bulma ve kendi ışığımızla yolumuzu aydınlatma şansımız nedir? Böyle bir şans mevcut ise
bunun itici güçleri nelerdir?

KÜRESELLEŞME YA DA BÜYÜYEN EMPERYALİZM KAÇINILMAZ BİR SÜREÇ Mİ?

1980’li yıllara kadarda akademik açıdan büyük bir önem arzetmeyen küreselleşme
kavramı, 1990'lı yıllardan itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır Bu kavramın
ideolojik bir güvensizlik çağrıştırmasının temel nedeni, Batı kültürünün ve kapitalist
toplumun yayılmasını haklı çıkartan ve dünyayı değiştirme iddiasını taşıyan güçlü
dünyalıların yarattığı ortamdan kaynaklanmaktadır Kuşku penceresinden baktığımızda
küreselleşme, sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafi engellerin kalktığı ve iktisadi
anlamda insanların kayıp ve kazançlarındaki farklılaşmanın şiddetinin arttığı; diğer bir deyişle
ortaya çıkan nisbi dengesizliğin daha da fark edildiği sosyal bir süreçtir

Geleneksel emperyalizme gelince, devlet sistemleri çerçevesinde milliyet/ulus
kavramlarını içinde kaybetme eğilimini yansıtan bir devletin, bir başka devlet ya da bölge
üzerinde ekonomik ve kültürel plânda etkin olma ve denetleme yönündeki tüm çabaları
kapsayan bir kavramdır Devletler, dünyada var olan toprak, insan, üretim ve tüm sermaye
güçleri üzerinde sürekli etkinlik kurma ve iktidarlar savaşında önde bulunmayı
bağımsızlıklarının vazgeçilmez bir şartı olarak gördükleri sürece, kendi ayrıcalıklarını
genişletmek için her zaman bir biriyle yarışmışlardır Özellikle kapitalistleşme süreciyle
birlikte devletler, yeni pazarlar ve yeni tabiî kaynaklara hükmetme amacıyla, dünyanın az
gelişmiş yada gelişmekte olan ülkeler ve bölgesel hassasiyetlerini istismar edebilme
doğrultusunda “çağcıl” yaklaşımlar geliştirip, küresel ölçekteki egemenlik sınırlarını
genişletmektir Bu gelişmenin tarihi, “tekelleşme” süreci ile hızlanmış, 1870’ten sonra
sistematik emperyalizm çağı başlamıştır Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve içinde
yaşadığımız son elli yıldaki lokal operasyonların hemen hemen tamamını bu çerçeveye
yerleştirerek analiz etmek, daha sağlıklı sosyal teorilerin kurulmasına katkı sağlayabilecektir

Yirminci yüzyılın başlarında üzerinde çalışılmaya başlanan emperyalizm teorisi,
sömürgelerin ulus devlet olmaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni boyutlar
kazanmıştır Gerçekten günümüzde kuramsal olarak henüz mükemmelleşememiş olmasına
karşın 1960’larda ortaya atılan Yeni Emperyalizm-Yeni Sömürgecilik anlayışı, klasik
emperyalizm teorilerinde bulunmayan bir hususu gündeme getirmiştir: Çok Uluslu Şirketlerin
ve uluslararası bazı kuruluşların rehberliğinde Türkiye ve benzeri ülkeleri borçlandırarak
kendine bağlama yöntemleri geliştirilmiştir Ancak, “karşılıklı bağımlılık” anlayışının en
gelişmiş ülkeler için bile geçerli olduğu günümüz dünyasında, bu yeni sömürgecilik
anlayışının boyutlarını kesin olarak öngörmek oldukça zordur Çünkü, devletlerin özerkliği ve
işlevleri uluslarüstü trendlerin etkisiyle aşınmaya uğramaktadır Küresel/Global değişime
karşı duyarlılıklar ortaya konulsa da, bu güne kadar kilit birim olarak bilinen devletlerin
yerine konabilecek ekonomik ve siyasal bütünleşmeler giderek ağırlığını hissettirmektedir

Ekonomik emperyalizm ve uluslararası kaynak tahsisinde çok yönlü değişkenlerin rol
oynadığı artık bilinen gerçeklerdir “Ulus-üstü sistemin” gelişmesiyle birlikte bir çok yabancı
şirket dahil olduğu koruyucu egemen güçleri devreye sokarak dünyanın doğal kaynaklarını
kontrol etmeye yönelik hatta büsbütün ele geçirecek çareler geliştirmişlerdir Son iki yıldır
hazırlanan senaryoların beklenen uzantıları çerçevesinde savaş eşiğine geldiğimiz şu günlerde
‘Irak petrol rezervleri Allah’ın Amerikan halkına bir bahşidir’ şeklinde ABD Başkanı
Bush’un ifadelerinden dünya kamu oyuna aktarılan mesaj oldukça ibret vericidir

YÖNETİLEN KRİZ EKONOMİLERİNDEN SAVAŞ EKONOMİLERİNE

İngiltere’deki Orijinal Sanayi Devrimi’nden beri (1790) özellikle gelişmekte olan
ülkeler, WWRostow’un “dayanıklı büyüme hamlesi” diye adlandırdığı süreçten geçip,
1960’lı yıllardaki zenginleşmiş batı kulübünü doğurur iken hiçbir yeni ülkenin bu kulübe
katılmasına izin verilmemiştir Hatta, Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki bölünmenin
kalıcı olduğu sanılmakta iken, birinci dalga ile Asya’nın kaplanları (Hong Kong, Singapur,
Tayvan ve Güney Kore) ortaya çıkmış; ardından gelen ikinci dalga ile de Güneydoğu Asya
nın yoğun nüfuslu ekonomileri ve Çin’in şaşırtıcı yükselişi karşısında “yeni dünya düzeni”ne
farklı bir ivme kazandırılmak istenmiştir Yirminci yüzyıl biterken, kaplanları ve kaplan olma
yolundaki ülkeleri bunalıma götüren “Grizu/Metan Gazı” (kendi tabirim) nasıl birikmişti ya
da hangi düzenleyici güç bu birikimi körüklemişti ki, bir “çınkı” ile ard arda gelen patlamalar
köklü iktidar değişimine yol açan sonuçlar doğurmuştur

Ülkemizin iktisadi kalkınma sürecini dikkate alırsak, Türkiye’de yirminci yüzyıl
başlarında yaşanılan daha zor şartlara rağmen İkinci Dünya Savaşının getirdiği yeni şartlar
içinde sistem ve rejim analizleri ekseninin tam orta noktasından "saat sarkacı" gibi “sağa–
sola” nasıl savrulduğumuz bilinmekte birlikte yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar
kısmen kendine yeterlilik politikaları (oluşturulabilmiş bilgi birikimi ve sermaye stoku ile)
desteğinde 1980'li yıllara gelinmiştir

Bu yıllarda özellikle gelişmiş batı ülkelerinde finansal piyasalar yeniden düzenlenmiş,
yeni piyasa iştirakleri devreye sokulmuş; daralan pazar şartlarını geliştirmek, yavaşlayan
büyüme süreçlerini hızlandırmak ve dinamikliğini kaybeden monetarist politikalara işlerlik
kazandırmak amacıyla, devletin piyasa ekonomisi işleyişindeki rolü en aza indirgenmek
istenmiş ve yeni finansal araçlar geliştirmek suretiyle de, finans piyasaları arasındaki
uluslararası yakın bağlar daha da güçlendirilmiştir Öte yandan, 1970'li yıllarda, uluslararası
finans kurumlarının (İMF, Dünya Bankası vb) gelişmekte olan ülkelere açtıkları dış krediler,
1980 başlarından itibaren ana para ve faizleri ile birlikte geri dönmeme riski ile karşılaşınca
(örneğin, Güney Amerika Ülkelerinde karşılaşılan borç ödeme krizleri) giderek artan
uluslararası fon fazlasına daha risksiz bir reel kaynak bulabilme ve bunun araçlarının ne
olması gerektiği konusu tartışmaya açılmıştır Bu tartışmalar bağlamında, OECD konseyinin
rekabetin ilerletilmesi ve düzenlenmesi adına 1979 yılındaki deregülasyon politikalarının
hayata geçirilmesi önerisi, dünyadaki özelleştirme hareketlerinin uluslararası platformda ele
alınmasının nedeni olmuştur Bu görüş, İMF ve Dünya Bankası tarafından da benimsendiği
içindir ki, kamu sektörünün özelleştirilmesi fikrine destek sağlayan özel birimler
oluşturulmuştur Bu tür birimlerin faaliyeti sonucunda da, üye ülkelerin devletçilik
uygulamasının sınırlandırılmasını öneren, İMF programlarının uygulanmasına yönelik
ekonomik paketler hazırlanmış ve bu paketler çerçevesinde üye ülkelere mali destek sağlama
yolu kolaylaştırılmıştır Başka bir deyişle, 1970 ve1980'li yıllarda dünyanın geldiği iktisadi
konjonktür ve nisbeten de netleşen iktisadi sistem ya da siyasal rejim deneyimleri, salt
devletçilik fikrinin ideolojik boyutunu önemli ölçüde sarsmıştır

Daha sonraki yıllarda(1990) Kominizmin çöküşüyle “radikal devrim” tehdidi
büsbütün azalınca, Batı Dünyası’nın sunduğu güven şartları altında dış dünyaya yapılan
yatırımlar da hızla artmıştır Nitekim, bu dönem de gelişmiş ülkelerdeki faiz oranları istisnai
denebilecek ölçülere düşmüş ve çoğu yatırımcılar daha yüksek getiri elde edebilmek için yurt
dışına kaynak aktarmaya başlamışlardır Bu durum yeni mali fırsat alanları sayılmış ve
“gelişen piyasalar” doğmuştur 1990 da gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye tutarı 42
milyar doları bulmuştur Yukarıda belirtilen gelişmeler çerçevesinde IMF ve Dünya Bankası
gibi Resmi Kuruluşların Üçüncü Dünyadaki finanse ettikleri yatırımlar, tüm özel yatırımların
toplamını aşmış, 1997 li yıllara gelindiğinde resmi para akışı azalmakla birlikte özel foların
akışı 256 milyar dolara ulaşmıştır

Dolayısıyla büyük kurtuluş adına büyük kuruluşlar (IMF ve Dünya Bankası) devreye
girerek “tekila krizinin” olumsuz etkileri bir kaç yıl içinde azaltılmış ise de şu açık sorunun
tartışması bitmemiştir: Şu anda mevcut olan ve gelecekte daha da ağırlaşabilecek bedellere,
temel de Türkiye’nin ABD çıkarlarına özel bir önem vermesine meşruiyet kazandırılabilmesi
için mi katlanılmaktadır? Nitekim, 1997’li yıllarda dolar - yen arasındaki rekabetle başlayan
ya da yukarıda belirtildiği gibi finansal sektörlerin düzenlenmesi ve kontrolündeki
yetersizliklerden dolayı derinleşerek devam eden ve 2000 yılında Türkiye’yi de etkisi altına
alan krizler incelenirse Türkiye özeline inmeden Asya ülkelerine ilişkin kısa bir
değerlendirme yapmak yararlı olacaktır Özellikle Çin’in ucuz emek gücü sayasinde kazandığı
rekabet gücü karşısında, asya ekonomisinin (Tayland, Malezya, Endonezya, Hong Kong,
Güney Kore vb) uzmanlık alanı olarak bilinen mallar üzerindeki ihracatların daraldığı
bilinmektedir Bu daralmanın panik düzeyine ulaşan dalga etkisi Türkiye’ye yansımıştır

Yani, Rusya da başlayan finansal krizle birlikte Türkiye’ye gelen sermaye akımının durması
bir yana Türkiye den çıkışlar da başladığı içindir ki, sürüklendiğimiz savaş senaryolarının
gölgesi altında krizin derinliğinin nereye varacağını kestirmek mümkün değildir

Liberal Hayek, kapitalizmi bir denge sistemi olarak görür ve bu sistemdeki
krizlerin/bunalımların nedenini de devletin ve özel bankaların bu “nazik sisteme” devresel
olarak yaptığı müdahaleler ve kredi hacmindeki aşırı genişleme ile açıklar Schumpeter’in
konjonktür modeli ise, genel iktisadi dengenin bulunduğu bir anda teknolojik veya teknik
etkinliğin bu dengedeki etkilerinin araştırılmasına dayandırılır Ona göre “gelişme”, yeniliğin
neden olduğu hiç durmayan “değişim” sürecidir ki yeni kombinasyonların ortaya çıkarılması
sonucu oluşur Değişim de “yaratıcı yıkım” sonucu olarak ortaya çıkmaktadır Yakın dünya
tarihi açısından siyasal sistemdeki yaratıcı yıkımı, Türk tarih özelinde de Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin doğuş şartlarıyla açıklamak gerekir Günümüzde ise yeni dünya

düzenin jandarmalığına soyunan ABD’nin tarihe yön verme iddiasını gerçek yüzüyle
algıladığımızda, ödenecek bedele ortak olma aceleciliğimiz ve tarihsel evrim içinde görevini
doğru yapamama utancı elbet bir gün Türk aydınının kendi kendini sorgulama cesaret ve
bilinciyle netleşecektir

İktisadi sistemlerde yaratıcı yıkım, devamlı olarak eski olan düzenin/sistemin yıkılıp
yeni olanın ortaya konmasıyla gerçekleşmektedir Bu iktisadi modelde, teknik yenilik
olmaksızın büyüme, girişimcilik olmaksızın teknik yenilik ve kredi olmaksızın da
girişimciliğin olamayacağı savunulur Schumpeter’e göre “yenilikler” yeni iktisadi süreci
ortaya çıkarırken aynı zamanda “ekonominin ateşini” yükseltmekte; ve yenilikler birbirini
izlerken de birdenbire yavaşlama olacağı için ekonomiler yeni bir durağan dengeye
yönelmektedir Bu bağlamda, gelişmiş ülkeler, sürdürülemez “arz şokları” yaşamamak için
gelişmekte olan ülkelere sürekli talep şokları ihraç etmekte (uluslararası kuruluşlar
aracılığıyla) ve bu ülkeler de düşürüldükleri döviz-faiz ve enflasyon sarmalı içinde günü
kurtarma pahasına bu”küresel” mekanizmanın bir parçası haline gelmektedir Nitekim, Şubat
2003 itibariyle Türkiye’nin dış borç stoku 120 milyar dolara, iç borç stoku 180 katrilyon
TL’ye varmış, ülke üretime yönelik verimlilik seviyesinde dünya liginin 51 sırasına
düşürülmüş ise yaşanan sendromun derinliğini ve piyasaların paranoya davranışını anlamak
kolaylaşmaktadır Tarihe kayıt düşecek bir gelişmenin şahidi olmaktayız Hükümet’in savaş
tezkeresini TBMM’ne gönderme ihtimali karşısında Dolar fiyatı düşüyor borsa indeksi
yükseliyor, pazarlıklar (savaş ekonomisinin bedellerine yönelik) sürecinde tezkerenin
gecikeceği ya da tezkerenin gönderilmeyeceği ihtimali haber konusu olduğunda dolar fiyatları
yükseliyor, borsa indeksi düşüyor Piyasalara ilişkin bu paradoksal olgu yukarıda belirtilen
sürüklendiğimiz kaosu açıklayabilecek net göstergelerdir

Schumpeter’e göre aslında kapitalist sistemin sonunu getirecek olan iktisadi buhranlar
değil, sistemin yarattığı refah(dengesiz) artışıdır ABD örneğinde olduğu gibi hayat standardı
yükselip çalışanlar ve liberal ortamda yetişen aydınlardaki maddi tatminsizlik dalgası giderek
büyüyen çarpık bölüşüm adaletsizliği ile birleşince ulaşılan refah yerini manevi tatminsizliğe
ve prestij arayışına bırakmaktadır Dolayısıyla nevrotik bir vaka olan hatta başlangıçtaki
örgütsel desteği (EL-KAİDE) ABD eksenine bağlanan 11 Eylül UBin Ladin hareketi önce
“küresel” sisteme meşruiyet kazandırma aracına dönüştürülmekte, esasta ise medyatik
güçlerin desteği ile “yeni dünya düzeni”nin değişim süreci olarak takdim edilmektedir

SONUÇ

Hiç bir sosyal dava ve emperyal amaç yoktur ki, içinde “insan, tabiat ve iktisat”
olmasın Türk tarih sarkacının yeniden yükseltilebilmesi ve adaletin yeniden tesis edilebilmesi
için tüketim açısından “genel refah” üretim açısında ulusal regülasyon modeli olarak
düşündüğümüz modelin evrensel belirleyicilerini ortaya koyup bu modelin temel ilkelere
sımsıkı sarılmaktan ve kendimizi ifade etmenin özgün yolunu bulmaktan başka çare yoktur
Ulusal Regülasyon modeline esas olacak “Üç-İ” olarak adlandırdığımız bu ilkelerden
birincisi, ‘ilim’, ikincisi, ‘irfan’, üçüncüsü ise ‘inanç’ dır İlimden kastedilen şey, evrensel
değerlerde pay sahibi olma iddiasında olan “insan tipi”nin önce kendini keşfetmeye
yönelmesidir Ancak bu keşif aracılığıyla kalıcı bir adalet ve sürdürülebilir rekabet
kurulabilirTabiattaki imkanlar sorgulanıp, tabiatla bütünleşme başarılabilir İkinci ilke olan
“irfan”, esasta bir araç değişken olup “bilgelik” olarak tanımlanabilir Bu bilgelik, soyut
planda toplum olarak hangi kök değerlere ve tarih şuuruna sahip olduğumuzun bilinmesi;
somut planda ise teknolojik ilerleme ve teknolojik değişmeyi gerçekleştircek metod ve üretim
anlayışının kavranmasıdır Hatta, kültürel anlamda yaşatılması gereken ‘mit’in/kızıl elma’nın’
hür ve demokratik bir irade ile geleceğe taşınmasıdır Temel ilkelerden üçüncüsü olan inanç
ve kendine olan güven özellikle zor dönemlerde ortaya çıkmakta (tarihsel tecrübelerle bilinen)
ve iç dünyamızın itici gücü olarak açıklanmakta ve yeniden harekete geçirilmesi kaçınılmaz
olmaktadır Yakın tarihimizdeki harekete geçişi açıklayabilecek en güzel örnek, Kuvay-ı
Milliye ruhudur ve Kurtuluş Savaşı’ndaki şartlar net bir şekilde kavranmalıdır Nitekim,
büyük Atatürk ve Kurmay Kadrolar’ının idealiyle örtüşen bu ruh, gelecek yüz yılları doğru
okuyan entellektüel insan tipine verilebilecek en güzel mesajdır Bu mesaj, aynı zamanda
Mustafa Kemal’in “fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller yetiştirme” idealini hayata
geçiren bir mesajdır

Nitekim, Konfüçyüs “üstün insan konuşmadan önce eyleme geçer, sonra eylemine
göre konuşur” derken, yaptıklarının ardından 10 yıl söylemiyle de Türk Milletine çağdaş
uygarlığı yakalama ve onu aşma hedefini gösteren Büyük Atatürk’ü; doğru okuyup evrensel
kuralları içselleştirememek, sadece dünyadan daha az payı almak değil; aynı zamanda, tarih
şuurunu kaybeden “köle bir topluluk” halinde yaşamaya razı olmaktır Şayet razı değilsek
Kuvay-ı Milliye ruhuna paralellik arz eden verimlilik, bahadırca üretim ve bölüşüm anlayışını
çağın değerleriyle yorumlayıp milli seferberliği başarmak ve istiklal mücadelesini yerlere
düşürmeme ödevini hiç mi hiç aklımızdan çıkarmamalıyız

Alıntıdır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.