Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > Serbest Forum

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
dan, felsefe, sözlüğü

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



Felsefe Sözlüğü

A

Açık toplum: Çağdaş İngiliz bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper’la ünlü Fransız yaşam filozofu ve metafizikçisi Henri Bergson’un Özgür, demokratik, açık sözlü ve sivil topluma verdiği ad

Popper’a göre, açık toplum, tüm üyelerinin yönetime etkin bir biçimde katılabildikleri, iktidarı elinde tutanları ve hükümet politikalarını gereği gibi ve etkin bir biçimde eleştirebildikleri toplumdur Politikalar her ne kadar birkaç kişi tarafından oluşturulsa da, hemen herkesin bu politikaları eleştirip yargılayabilecek durumda olduğunu savunan Popper, açık toplum görüşü uyarınca, eleştiriye yer vermeyen her tür totaliter ve baskıcı öğretiye, bireylerin yeteneklerine göre gelişebilmelerine ve yükselebilmelerine izin vermeyen, tek sesli toplumsa1-siyasal düzenlerin kapalı hiyerarşilerine, eğitimde beyin yıkama ve koşullamaya, insan toplumunun geleceğini birtakım model ve yasalara göre önceden belirlemeye çalışan tarihsel görüşlere şiddetle karşı çıkmıştır

Popper’da, normal değişme süreçlerine yabancı olan kapalı toplumun karşısında yer alan ve etkinliğe, yaratıcılığa dayanan gelişme doğrultusu önceden kestirilemeyen liberal ve demokratik bir toplum modeli olarak tanımlanan açık toplum, tarihi iki toplum tipi ya da türü arasındaki bir mücadele olarak gören Bergson’da da, Özgür, yaratıcı, re?formcu ve yenilikçilere yer ve yüksek bir değer veren dinamik toplum diye tarif edilir Kapalı toplum ise, Bergson’da dar görüşlü, yerleşik örf ve adetlerin hakim olduğu, özgür olmayan, statik ve muhafazakar bir toplumdur Ona göre, açık toplumun üyelerinin ahlâki bir evrenselciliğe yürekten yazıldıkları yerde, kapalı toplumun üyeleri kabile kültürü ve ilişkilerini, mutlak bir vatanseverliği benimserler


Adalet: Bir toplumda, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu Herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali

Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak, insanın davranışını ahlâki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce, hakka ve doğruluğa saygıyı temele alan ahlâk ilkesi, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar Bu çerçeve içinde, adalet bir kimsenin haklarıyla başkalarının (toplumun, halkın, hükümetin ya da bireylerin) hakları arasında bir uyumun bulunması hali, hak ve hukuka uygun olma durumu, devletin farklı, hatta karşıt çıkarları olan insanlar arasında hakka uygun bir denge oluşturması durumu olarak anlaşılır

Adalet kavramı, hem 1 bireysel ve hem de 2 toplumsal bir düzlemde ele alınabilir Buna göre, birinci anlamda adalet, bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranmayı ifade eder Bu bağlamda adalet, insanların vicdanlarında yer etmiş bulunan, ondan kaynaklanan nesnel bir değer olmak durumundadır İster toplumsal, ister ekonomik olsun, nesnel bir durumun değil de, bireysel bir eylemin özelliği olarak ortaya çıkan adalet, usulî adalet veya kural adaleti olarak bilinir

Burada adalet, bir toplumun veya durumun özelliği olarak görülmediği için, yalnızca bireylerin eylemleri adil eylemler olarak görülebilir Buna göre, bir eylem, başkalarının haklarını etkilediği durumlarda, ancak ve ancak bu haklara saygı göstermek suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, adildir Başka bir deyişle, eylemler mülkiyet haklarını koruyan ve sözleşmelerin yapılmasında sahtekarlık ve güç kullanımını yasaklayan genel kurallarla uyumlu iseler, adildirler

Nitekim, görüşleri bu yaklaşım içine dahil edilebilecek olan çağdaş düşünürlerden F A Hayek’e göre, bireysel eylemlere uygulanabilecek bir terim olan adalet, somut sonuçlarla değil de, eylemlere rehberlik eden kurallarla ilişkilidir Bir eylemin adil olup olmadığı, o eylemin etkilediği taraflara sağladığı somut sonuçlara değil de, eylemin belirli kurallara uyarak yapılıp yapılmadığına bakmak suretiyle belirlenir Hayek’in söz konusu davranış kurallarına verdiği ad, adil davranış kurallarıdır Bu kurallar soyut ve genel olup, belirli kişilere karşı baştan olumlu veya olumsuz bir tavır takınmaz Adil davranış kurallarının belli başlıları ise, özel mülkiyete saygı, mülkiyetin rıza ile el değiştirmesi, sözleşmelere uyulması, hile ve zora başvurulmaması gibi olumsuz kurallardır İşte bu kurallara riayet eden eylemler, Hayek’e göre, kim için ve nasıl bir sonuç doğurursa doğursun, adil olmak durumundadır

Buna karşın ikinci anlamda adalet, toplumsal bir düzlemde, ve bireylerin eylemlerinin değil de, toplumsal bir durumun özelliği olarak ortaya çıkar Bu çerçeve içinde adalet, kendisini iki şekilde gösterir Bunlardan birincisi olan ve kuralların uygulanmasındaki tarafsızlık ve yeknesaklığı ifade eden adalete, formel adalet adı verilir Buna karşın, bir toplumun, belli bir adalet ölçütüne uygun olduğu, yani toplumdaki kaynaklar ve malların dağılımı önceden saptanmış bir ahlâki ölçüt ya da ilkeye uygun düştüğü takdirde adil olduğunu söyleyen adalet anlayışına sosyal adalet veya dağıtıcı adalet adı verilir Söz konusu adaletin temel ilkeleri ise, sırasıyla a) herkese ihtiyacına göre, b) herkese değerine göre, c) herkese hak ettiğine göre, d) herkese yaptığı anlaşmaya göre ilkeleridir



Adler, Alfred: 1870-1937 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı psikolog

Bireysel psikoloji okulunun kurucusu ve eksiklik duygusu ya da aşağılık kompleksi deyimini ilk kez olarak ortaya koyan kişi olan Adler, insan kişiliğini eksiklik ya da yetersizliği giderip üstünlük ya da yetkinliğe ulaşma çabasıyla anlama uğraşı içinde olmuştur Yaşamı boyunca toplumsal sorunlar karşısında büyük bir duyarlılık gösteren Adler, biyolojik ve cinsel etmenleri temele alan Freud’dan kişiler arasındaki hiyerarşik toplumsal ilişkileri ön plana çıkarmak bakımından farklılık gösterir Başka bir deyişle, çocukluk dönemindeki cinsel çatışmaların ruhsal bozukluklara yol açtığı konusunda Freud’a katılmayan Adler’in psikolojisinde, insanın en temel güdüsünü meydana getiren yetkinleşme çabasını bir üstünlük çabası ve dolayısıyla da eksiklik duygusunun giderilmesi olarak tanımlanır İnsanın geleceğe ilişkin beklentileri tarafından güdülendiğini ve dolayısıyla insan davranışının çocuklukta yaşanan deneyimler tarafından belirlenmediğini öne süren Adler, insan varlığını yalnızca çevre ve kalıtımın bir ürünü olduğu düşüncesine karşı çıkmıştır

O işte bu çerçeve içinde insanın miras aldığı yetilerin sentezini yapar ve çevreden gelen izlenimleri yorumlarken biricik olan bireysel bir kişilik ve yaşam biçimi yaratan yaratıcı bir benin varlığından söz etmiştir Ona göre önemli etkenleri doğum, bedensel eksiklik ve ilgisizlik ya da şımartılma olan yaşam biçimi erken çocukluk döneminde oluşur Mantık, toplumsal ilgi ve kendini aşma çabasının ruh sağlığına işaret ettiğini öne süren Adler, aşağılık duygusunun kişinin kendi güvenliğiyle ilgili benmerkezcil kaygısı ve başkaları üzerinde egemenlik kurma eğiliminin ruhsal bozukluk belirtisi olduğunu öne sürmüştür


Ahlâk: 1- Genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü İnsanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı 2- Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy



Akademi: Yunan filozofu Platon tarafından, MÖ 387 Atina’da, kentin kuzeybatısında yer alan ve adını kahraman Akademos’tan alan orman içinde kurulmuş olan öğretim ve araştırma merkezi; tarihin tanıdığı ilk yüksek Öğretim kurumu


Akıl: Genel olarak, insanda varolan soyutlama yapma, kavrama, bağıntı kurma, düşünme, benzerliklerin ve farklılıkların bilincine varma kapasitesi, çıkarsama yapabilme yetisi Vahiy, inanç, sezgi, duygu, duyum, algı ve deneyden farklı olarak, salt insana özgü olan bilme yetisi, doğru düşünme ve hüküm verme yeteneği, kavram oluşturma gücü,


Akılcılık: Rasyonalizm Evreni bir bütün olarak düşünce yoluyla yorumlamayı, bireysel ve toplumsal yaşamı aklın ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan tavır

Sosyolojide, on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, çoğunluk pozitivizmle özdeşleştirilmiştir

Öte yandan, akılcılığın hemen her zaman Batı uygarlığının başka toplumlar ve irrasyonel oldukları düşünülen ilkeller karşısındaki üstünlüğünü vurgulayan örtük değer yargılarını içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır



Akıl çağı: Felsefede, 17 yüzyılın ikinci yarısında başlayıp, 19 yüzyılın ilk yarısına dek uzanan ve her alanda aklı temele alan Aydınlanma çağına verilen bir diğer ad



Akıl yürütme: Genel olarak, düşünceleri bilinçli, tutarlı ve amaçlı bir biçimde birbirlerine bağlama işlemi Mantıklı bir biçimde düşünme



Aksiyom: Genel olarak, apaçık bir biçimde doğru olduğu düşünülen, ne kanıtlanan ne de çürütülebilen önerme

Toplumsal anlamda ise, aksiyom, görüşün anlamını, değerini ve önemini anlayabilecek yetide ve uzmanlıkta olan herkes tarafından apaçık bir olgu olarak kabul edilen görüş anlamına gelir Burada aksiyomu belirleyen ölçüt, tüm rasyonel varlıkların ya da normal, bilge insanların ya da uzmanların onay ya da uzlaşımlarıdır



Algı: Çağdaş psikoloji ve epistemolojide, duyusal olarak uyarılma sonucunda, evler, arabalar, ağaçlar türünden sıradan nesnelerle ilgili kavrayışa verilen ad Dış dünyayı duyular yoluyla, iç yaşantıları ise içebakışla kavrama yetisi insan varlığının kendisini çevreleyen dış dünyadan duyu organları aracılığıyla edindiği malumât



Althusser, Louis: Marksizme yaptığı katkı ile tanınan, 1918-1990 yılları arasında yaşamış, yirminci yüzyıl Marksist toplum filozoflarının en özgün ve etkilisi olan çağdaş Fransız düşünürü Başlıca eserleri arasında Pour Marx [Marx İçin], Lue le Gapital [Kapital’i Okumak], Lenine et la Philosophie [Lenin ve Felsefe] sayılabilir

Althusser’in temel amacı Marksizmi bir tarih bilinci olarak canlandırmak veya yeni baştan kurmak ve Marksist hümanizmin iddialarının tersine, genç Marx’ın düşünceleriyle Das Kapital’de ortaya konan bilimsel analiz arasında radikal bir kopma olduğunu göstermek olmuştur Başka bir deyişle, tarihe ilişkin olarak bilimsel bir yaklaşım geliştirme amacı güden Althusser, bu bağlamda bir yandan Marksist geleneğin klasik metinlerini yeni baştan okuma, diğer yandan da bilimin özüne ve onun diğer söylem biçimlerinden nasıl farklılaştığına dair araştırmaların yoluna girmiştir

Altusser bilimi, içinde bilginin üretildiği toplumsal bir pratik olarak değerlendirir O bilimsel bilgiyi, bilim adamlarının yönelim veya amaçları tarafından değil de, araştırılacak soruları, aranacak delil türlerini, önemli addedilen güçlükleri belirleyen kavramlar sistemi tarafından yönetilen bir pratiğin ürünü olarak tanımlar Diyalektik materyalizmin öncelikle, bir epistemoloji, bir bilgi ya da bilim teorisi olduğunu öne süren ve bu çerçeve içinde, empirist bir bilgi anlayışına, yani öznenin zihinden bağımsız nesneyle karşılaşıp, soyutlama yoluyla onun özünü çıkarsadığını, öznenin nesneyi doğrudan ve aracısız olarak bildiğini dile getiren bilgi an?layışına, üretim, yani kuramsal pratik olarak bilgi anlayışıyla karşı çıkan Althusser’e göre, söz konusu pratik, tümüyle düşünce düzeyinde gerçekleşir

Ona göre, bilme sürecinde, sırasıyla düşünce ve soyutlamalardan meydana gelen teorik bir hammadde, bütün bunları etkileyen kavramsal üretim araçları ve nihayet, ürün olarak bilgi söz konusu olur O, bu bağlamda, bilimlerin kendi bünyelerinde, ürünlerinin geçerliliklerini denetleyecek içsel kanıtlamaları barındırmalarından dolayı, kuramsal pratik olarak bilgi anlayışının, bilginin geçerliliği için dış teminatlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir Kendi ihtiyaç ya da gereklilikleri tarafından belirlenen, kendi gelişim seyrine uygun bir yol izleyen ve bundan dolayı da, üstyapının bir parçası olmayıp, özerk olan bilimsel ya da kuramsal pratik, Althusser’in görüşüne göre, ideolojik pratikten olduğu kadar, politik ve ekonomik pratiklerden de ayrıdır Bilimin diğer pratiklere göre daha özerk bir pratik türü olduğunu öne süren Althusser’e göre, bilimsel pratik diğer pratiklerden ayrı ve bağımsız bir biçimde işler Bilimin amacı, bilimsel pratiğin bizzat kendi içinde olup, o belirli türden bir bilginin üretilmesine yönelir

Bununla birlikte, materyalist Marksizm geleneğinden gerçek dünyanın, bu dünyaya ilişkin, tarihsel ve toplumsal bir düzlemde üretilmiş bilgiden bağımsız olduğu, söz konusu bilgiden önce geldiği tezini miras alan Althusser, ideolojinin de zihinden bağımsız olarak varolan bir gerçekliğe gönderimde bulunduğunu, fakat bunu bilimden farklı bir tarzda yaptığını söyler İdeoloji bireysel öznelere kendilerini ve içinde yer aldıkları toplumla olan ilişkilerini tanımanın ve tanımlamanın bir yolunu sağlar Bu tanıma ve tanımlama tarzı, Althusser’e göre, doğru olmayıp, pratik davranışa yol açma amacı güder Fakat o, bunu hakim ideolojide, yürürlükteki hakimiyet sistemini koruyacak ve sürdürecek şekilde yapar İnsan öznelliğinin çeşitli formlarıyla bunları yaratan sınıf ilişkilerini yansıtan ideolojiler, çatışan toplumsal güçlerin etkisi altında bulunmaktadır O bu bağlamda felsefeye düşenin bilimleri ideolojinin etkisinden, muhtemel tecavüzlerinden korumak olduğunu söylemektedir

Althusser, Marx’ın Hegel’in etkisinde sanıldığı gibi çok fazla kalmadığını, onun düşüncesinde 1840’lardan başlayarak epistemolojik bir kopma yaşandığını, genç Marx’ın hümanizminin Das Kapital’i yazdığı sıralarda, bilim-öncesi teorik bir ideoloji olarak reddedildiğini öne sürer Marx bu olgunluk döneminde, tarihi, tarihsel materyalizm olarak bilinen, yeni bir yaklaşımla açıklamaya koyulmuştur Bununla birlikte, Althusser’e göre, bu proje tamamlanmamış bir proje olup, kimi eksikler içermektedir Dolayısıyla, ona göre yapılması gereken şey, üretim güçleri ve ilişkileri, üretim tarzları tipolojisi, ideoloji, vb, kavramlar üzerinde yoğunlaşarak, bilimsel tarih yorumunu tamamlamak veya ge?liştirmektir

Althusser işte bu bağlamda, Marksist Öğretiyi belirleyen aşırı bir determinizm ya da ekonomizm yanlışına düşmeyen bir ekono?mi ve toplum modeli geliştirmiş ve ‘temel üstyapı’ ilişkisini yeni baştan yorumlamaya koyulmuştur Fransız yapısalcılığından etkilenen Althusser’e göre, insan bireyleri, onların bilinçleriyle etkinliklerinden önce ve kendilerinden bağımsız bir biçimde varolan toplumsal ilişkiler sisteminin yansımaları ve taşıyıcısıdırlar Althusser ‘in merkezi olmayan yapılar olarak bütünler görüşüne göre, toplumlar da, hiçbiri bir diğerine indirgenemeyen ve her birinin bütünü şekillendirirken kendi özgül katkısını gerçekleştirdiği ideolojik, entelektüel, ekonomik, politik pratiklerin düzen ve yapı kazanmış birleşimleridirler

Dönem ve evrelerin, insana kendini gerçekleştirme, insanlığa da komünizm ve özgürleşme yolunda ilerleme imkanı sağlayan, düzgün, doğrusal dizilişi olarak tarih görüşünü Marksist bir dogma, tarihsici bir ideoloji diye yadsıyan Althusser, Marx’ın olgunluk dönemi eserlerinde, tarihin öznesi olmayan bir süreç olarak yer aldığını savunur Ona göre, büyük tarihsel geçiş ve dönüşümler, zorunlu olmayıp, olumsal değişmeler; bir toplumsal sistemi doğrudan etkileyen çelişkiler çokluğunun olağanüstü yoğunluğunun istisnaî sonuçlarıdırlar Dolayısıyla, tarihin yanımızda ve bizimle olduğu görüşünün neredeyse dinî kesinliğine Marksizm’de yer almamak gerekir

Althusser, kendi antihümanizmiyle öznenin ademi merkezileşmesi sürecinin doruk noktasını meydana getiren postyapısalcılık ve postmodernizm yolunda önemli bir kilometre taşı oluşturur Zira, ona göre, sadece insanın kendi kendisini gerçekleştirme süreci olarak tarih görüşünün değil, fakat toplumsal yaşamın temeli ya da kaynağı olarak özerk bireysel fail veya aktör düşüncesinin reddedilmesi gerekmektedir



Analitik felsefe: 20 yüzyılda özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çok etkili olan ve dil üzerinde yoğunlaşarak, olgulara ya da anlamlara uygun düşecek en iyi ve en dakik mantıksal formu bulmak için, tümceleri ya da kavramları veya dilsel ifadeleri analiz etme işiyle uğraşan felsefi akım; felsefenin, kendi alanı içine giren problemleri kesin sonuçlu olarak çözecek biricik yönteminin felsefi analiz ya da kavram analizi olduğuna inanan çağdaş düşünce geleneği Analitik-sentetik ayırımına dayanıp, felsefenin gerçekliğin doğası hakkında birtakım iddialar ortaya koyamayacağını öne süren düşünce akımı, felsefe yapma tarzı



Analiz: Bir şeyin, bir bütünün, bir problemin, a) Parçaların ayrı ayrı incelenmesi, b) Parçaların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi ya da c) Parçaların bütünle olan ilişkisinin araştırılması amacıyla, bileşensel öğelerine ayrılması süreci ya da işlemi



Anarşi: 1- Hükümet kontrolünün yokluğunun sonucu olan politik ve toplumsal düzensizlik, kargaşa hali; hükümetsiz kalan veya siyasi iktidarın çıkarları farklı hatta karşıt olan siyasal, ekonomik ve toplumsal güçler arasında kendisinden beklenen uzlaştırma görevini artık yerine getiremediği bir toplumun siyasi durumu 2- Kimi faaliyet alanlarında, kuralsızlığın, yönlendirici bir ilkeden yoksunluğun veya varolan ilkelere uyulmamasının sonucu olarak ortaya çıkan düzensizlik ve kargaşa hali 3- Kimi disiplinlerde, örneğin bilimde birbirlerinden çok farklı, hatta karşıt ilkelerin varoluşuyla belirlenen aşırı çoğulculuk hali

Her üç anlamda da anarşinin hüküm sürmesini isteyen, anarşizmi destekleyen, bu öğreti için mücadele veren kişiye ise anarşist adı verilir



Anarşizm: Genel olarak, a) özgürlüğü temel değer olarak gören, söz konusu temel değere zaman zaman adalet, eşitlik ve mutluluk gibi değerleri ekleyen, b) bir baskı aracı olarak gördüğü devlete, bütün bu değerlere zarar verdiği için, şiddetle karşı çıkan, c) devletin yokluğunda daha iyi bir toplum inşa etmek için programlar öneren, d) insan doğasına ilişkin olarak olumlu bir görüş benimseyen ve e) baskıcı devlet anlayışı ve olumlu insan doğası konsepsiyonundan hareketle, otoriteryanizmin her şeklini kabul edilemez ve haklı kılınamaz bulan görüş

Anarşizm, nispeten olumlu bir çerçeve içinde, insan doğasının özü itibariyle iyi olduğunu ve insan yaşamında karşılaşılan kö?tülüklerin, temelde insan üzerindeki kontrolden ve politik baskıdan kaynaklandığını savunan akıma; toplum içindeki politik kontrolün ve siyasi baskının ortadan kaldırılmasını isteyen, devletin insanın en büyük düşmanı ol?duğunu söyleyen ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak ve ideallerini gerçekleştirmek için, kendilerini bir toplum içinde diledikleri şe?kilde düzenlemeleri gerektiğini ileri süren siyasi öğretiye karşılık gelir Yüksek bir karmaşıklık düzeyine erişmiş faaliyetlerden uzaklaşılması gerektiğini savunan ve basit hazlarla geçirilecek bir yaşamı öngören anarşizm, bu olumlu boyutu içinde, hiççilikten ziyade, politik liberalizme yaklaşır

Anarşizm, olumsuz boyutuyla, toplumsal ve ahlâki kötülüklerin kaynağının devlet olduğunu, bundan dolayı, bu kötülüklerin devlet tarafından ortadan kaldırılamayacağını, özü itibariyle iyi olan insanın doğasının devlet ve kurumlar tarafından bozulduğunu, tüm reformların değersiz olduğunu, yeni bir toplu?mun devrim yoluyla kurulacağını, söz konusu yeni devletsiz toplumun, yol göstericisi akıl ve adalet olup, bilimsel deneyimden yardım gören insan ruhunun doğal eğilimlerinden türeyeceğini öne sürerken, bu kez yasaya ya da düzene en küçük bir saygı duymayan ve toplumun yıkılması yoluyla bir kaosa erişilmesi için etkin bir biçimde çaba gösteren inanç ya da akım olarak karşımıza çıkar Söz konusu olumsuz anarşizm amacına ulaşmak için, araç olarak bireysel terörizmi kullanır

Her iki anarşizm de, insanın özgürlüğü ve eşitlik idealini hiçbir ödün vermeden, mutlak bir biçimde ve her tür hakimiyet ilişkilerini dışlayacak, devletin meşruiyetini tümüyle yadsıyacak şekilde yorumlar Anarşizme göre, yöneticileri ve yönetenleri barındıran bütün politik yapılar adaletsiz olup, kaba güce dayandığı ve son çözümlemede de, in?sanın özgürlüğü önündeki en büyük engel olduğu için reddedilir

Buradan da anlaşılacağı üzere, 19 yüzyılda, P J Proudhon tarafından geliştirilen siyasi bir görüş ya da öğreti olarak anarşizm türleri ya da farklı versiyonları vardır 1- Bireyci anarşizm Özgürlükçü felsefelere dayanan, kişi için mutlak bir bağımsızlık durumu sağlamaya çalışırken, anarşizmin toplumsal temelini göz ardı eden bu anarşizm anlayışı Alman düşünürü Max Stirner tara?fından savunulmuştur 2- Dayanışmacı anarşizm Devletin ve her tür siyasi örgütün, insan özgürlüğünü ortadan kaldırdığını savunmak bakımından diğer anarşizm anlayışlarıyla birleşen bu anarşizm türü, insan davranışındaki toplumsal öğelerin önemini vurguladığı için, bireyci anarşizmden ayrılır Proudhon tara?fından savunulan bu tür bir anarşizm, siyasi eylem ve devrimci şiddete karşı çıkmış, işçi örgütlerinin etkinliği ve barışçı yayılımıyla gerçekleşecek toplumsal bir reform önermiştir Buna göre, dayanışmacı anarşizm endüstriyel ve kamusal faaliyetlerde işçi örgütlerine önem verip, işçi, köylü ve zanaatkârların bu tip örgütlerde bir araya gelerek değişmenin motor gücü olmasını talep eder

3- Kollektivizm Bakunin tarafından savunulan bu anarşizm ise, diğer anarşizm türlerinden, devletin yıkılması ve özgür toplumun kuruluşu sırasında, yöntem olarak ihtilalci şiddetin kullanılması gerektiğini savunmasıyla ayrılır Üretim araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan kollektivizm görüşünü geliştirmiş olan Mikael Bakunin, yıkma tutkusunun, aynı zamanda yaratıcı bir dürtü olduğunu belirterek, varolan kurumların tümünü birden ortadan kaldıracak bir devrimi savunmuştur

4- Anarşist komünizm Bu tür bir anarşizm savunucusu olan P Kropotkin, üretim araçlarının mülkiyetinde, ortaklığın ötesinde tam bir paylaşımı savunmuş ve insanlığın evriminde, rekabete oranla işbirliğinin daha büyük bir rol oynadığını öne sürerek, devletin yıkılmasından sonra, merkezle hiçbir bağı olmayan ve aynı anda tarımla endüstriye, kent yaşamıyla kırsal yaşama, eğitimle çıraklığa dayanan bir toplum modeli önermiştir

5- Anarko-sendikalizm Anarşizmin temeline sendikaları yerleştirmekle farklılaşan ve ihtilalci sendikacılık olarak da bilinen bu tür bir anarşizm, devlet yıkılınca, başkaldırının temel organları olan sendikaları, özgür toplumun üzerlerinde yükseleceği temel birimler olarak görür

6- Pasifist anarşizm Ünlü romancı Leo Tolstoy’da örneklenen bu tür bir anarşizm, devlete, hukuka ve özel mülkiyete karşı çıkarken, her türlü şiddeti reddeder Bu?nunla birlikte, bu tür bir barışçı anarşizm, ahlâki bir devrimin zorunluluğuna inanır,



Anaxagoras: Milattan önce 5 yüzyılda ya?şamış olan Yunanlı filozof

Anaxagoras da, çağdaşı olan Empedokles gibi, oluşun mümkün olduğunu göstermeye çalışmış ya da hiçten hiçbir şeyin meydana gelmediğini, ve hiçbir şeyin yok olup gitmediğini ortaya koyarak, mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş olmadığını, mutlak değişmenin imkansız olduğunu kabul eden Eleacı görüşün birciliğiyle, değişmenin ve oluşun gerçekliğini kabul eden sağduyunun plüralizmini uzlaştırma çabası vermiştir Bir başka deyişle, değişme olgusunu yadsımayan, fakat bir yandan Elea Okulunun bir olan varlığıyla ilgili tezlerini ve “hiçten hiçbir şeyin doğmadığı” ilkesini, gerçekliğin özü itibariyle kalıcı ve değişmez olduğu fikrini, diğer yandan da göreli bir değişmeyi benimseyen Anaxagoras, şeylerin ya da varolanların, temel öğelerin birleşmesi ve ayrılması anlamında değiştiğini iddia etmiştir Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yokolup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne süren Anaxagoras, bu temel öğelerin, sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterir O dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için, bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını, toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmiştir Buna göre, varolan her şeyi meydana getiren nihai ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheler, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözdür Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tözler yaratılmamışlardır Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir

Anaxagoras’ın öğretisi ne göre, evrenin ilk başlangıç halinde, yaratılmamış olan tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçaları birbirlerine karışmış bir durumda bulunuyorlardı Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımıdır Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur Bu parça ya da tohumlar, başlangıçtaki bu karışım ya da kaostan, Anaxagoras’ın öğretisinde, ilk karışıma ondan evreni meydana getirecek hareketi verdiren ilke olan Nous, demek ki, akıllı ve düzenleyici bir ilkedir Varolan şeylerin en incesi ve en safi olan Nous, aynı zamanda geri kalan her şeyin bilgisine ve onlar üzerinde bir kudrete sahiptir Nous işte bu durumun bir sonucu olarak, kaosu kosmos haline getirmek üzere, ilk karışımı harekete geçirmiştir Nous’un ilk karışıma verdirdiği hareket, bir dönme ya da çevrinti hareketidir Bu dönme hareketi sonucunda, yoğun ve soğuk olan bir şey olarak Havayla, ince ve sıcak bir şey olarak Eter birbirinden ayrılmıştır Buna göre, hava ve eter anaforun çevresine gitmiştir Öte yandan, çevrintinin merkezinde, maddenin yoğunlaşma durumunun bir sonucu olarak, toprak meydana gelmiş ve çevrinti içinde meydana gelen taş kitleleri, anafor hareketinin büyük hızından dolayı, çevreye doğru fırlamışlar; orada da, ateşli eter kütlesi içine düşünce, kor haline gelerek, yıldızları meydana getir?mişlerdir Anaxagoras, madde dışı, maddeden bağımsız tinsel bir ilke olarak, Nousun faaliyetini ilk karışıma verdirdiği hareketle sınırlar ve daha sonra Platon’un şikayet etti?ği gibi, onu bir deus ex machina olarak kullanır Başka bir deyişle, Nous’un faaliye?tini, hareket kaynağı olmakla sınırlayan Anaxagoras, diğer zamanlarda mekanik nedenlere başvurmuştur Maddi nedene ek olarak fail nedeni ortaya koyan filozof, Nous’a final neden olma işlevi yükleyememiş, ona dünyadaki düzeni ve nesnelerin sergilediği güzelliği açıklayacak bir ereksellik izafe edememiştir



Anaximandros: İyonya Okulunun, M Ö 610 yılında doğup, M Ö 547 yılında öldüğü tahmin edilen ikinci düşünürü

Bilimsel Çalışmaları: Coğrafya alanında, onun Karadeniz’e açılan denizciler için bir harita yapmış olduğu anlatılır Anaximandros, yine tarihte ilk kez olarak meskun dünyanın bir levha üzerine resmini yapmaya kalkışmıştır Astronomi alanında, güneş ekliptiğinin eğriliğini anlamak gibi önemli bir adım atan Anaximandros kozmolojisinde, dünyanın bir tepsi değil de, bir silindir şeklinde olduğu düşüncesine ulaşmıştır O, biyolojide ise, kendisinin gözlemi akılyürütme veya argümanla desteklediğini mükemmel bir biçimde gözler önüne seren bir evrim teorisi geliştirmiştir Yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insanlar da dahil olmak üzere, tüm canlıların önce denizlerde yaşamış olup, karaya daha sonra çıktıklarını söyleyen Anaximandros’un teorisine göre, insan türünün ataları, önce balıkların vücudunda doğmuş ve ancak yaşamlarını kendi başlarına sürdürebilecek bir olgunluğa eriştikten sonra, karaya çıkmışlardır

Felsefi Görüşleri: Anaximandros önce, çağdaşı Thales’in maddi töz olarak “su” arılayışına, suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır Su ya da nem, çatışma ve savaşlarını açıklamak durumunda olduğumuz karşıtlardan biri olup, ondan hiçbir zaman karşıtı çıkmaz Başka bir deyişle, değişme, doğum ve ölüm, büyüme ve küçülme, çatışma ve savaşın, bir öğenin sınırlarını diğerinin aleyhine olacak şekilde genişletmesinin bir sonucu olduğu için, suyun doğasına aykırı bir yapıda olan şeylerin, su içinde nasıl olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir açıklama getirilemez Sudan, öyleyse yalnızca ıslak ve soğuk olan şeyler türeyebilir Oysa, dünyada, ıslak ve soğuk olan şeylere ek olarak, sıcak ve kuru olan şeyler de vardır

Suyun nitelik bakımından belirli olmasının yarattığı güçlükten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakımından sınırlı oluşunun yarattığı güçlük karşımıza çıkar Buna göre, su gibi nicelikçe sınırlı bir maddeden, sonlu bir kütleden evreni meydana getiren sonsuz varlık kütlesi doğamaz Sonsuz sayıda evren olduğunu öne süren Anaximandros’ta, sonsuz sayıdaki evren görüşü, sonsuz miktarda maddeyi gerektirir

Anaximandros, işte buradan hareketle evrenin ilk maddesi ya da maddi tözünün, nitelik bakımından belirsiz, nicelik bakımından sınırsız bir madde olması gerektiğini söylemiş ve, söz konusu özellikleri taşıyan ilk maddesine, hiçbir duyusal maddeyle özdeş olmayan belirsiz bir varlık, soyut bir ilke anlamında apeiron adını vermiştir Anaximandros varolan her şeyin, nicelik bakımından sınırsız ya da sonsuz, nitelik bakımından belirsiz, ölümsü ve ezeli-ebedi ve ilk ilkesi ya da nedeni olan apeirondan bitimsiz bir varlığa geliş süreci içinde önce karşıtların, sonra da tüm diğer varlıkların doğduğunu öne sürmüştür Suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır

Onun, ilk madde olarak nicelikçe sınırlı, nitelikçe belirli bir öğe ya da maddenin seçilmesi evresini geçerek, her şeyin kendisinden türediği belirsiz, sınırsız bir arkhe anlayışına ulaşması, felsefede ciddi ve gerçek bir ilerlemeyi ifade eder



Anaximenes: İyonya veya Milet Okulunun, MÖ 585-525 yılları arasında yaşadığı hesaplanan, üçüncü ve sonuncu düşünürü Tıpkı Thales ve Anaximandros gibi bir bilim adamı -ya da astronom- filozof olarak seçkinleşen şahsiyet

Bilimsel Çalışmaları: O, Anaximandros’un boşlukta duran silindir şeklindeki dünya anlayışı yerine, havada aynen bir yaprak gibi yüzen, bir masa kapağı şeklindeki dünya anlayışını geçirmiştir Anaximenes yine, gökkuşağına ilişkin olarak da oldukça tuhaf bir açıklama getirmiş ve gökkuşağının, güneş ışınlarının, içinden geçemedikleri bir bulut üzerine düşmelerinin sonucu olarak ortaya çıktığını söylemiştir Güneş ve ay ile diğer yıldızlar arasında ilk kez olarak bir ayırım yapan filozof güneşin kendi ışığına sahip olduğu yerde, ay da dahil olmak üzere, diğer gök cisimlerinin güneşin ışığını yansıttığını söylerken, güneş ve ay tutulmalarına ilişkin olarak da doğru bir açıklama getirmiştir

Felsefi Görüşleri: Anaximenes, Anaxi?mandros’un nicelikçe sınırsız, nitelikçe belirsiz bir töz olarak apeironundan sonra, Thalesin belirli tözüne geri giderek ilk madde olarak aer ya da havayı öne sürmüştür Onu, ilk madde ya da maddi tözün hava olduğunu söylemeye götüren nedenler, iki tanedir Bunlardan birincisine göre, Anaxi?menes, sadece çokluğun veya görünüşün gerisindeki birlik ya da gerçeklik ile değil, fakat aynı zamanda evrendeki değişme olgusuyla da ilgilenmiştir Başka bir deyişle, onun felsefe alanında gerçekleştirdiği en büyük yenilik veya kaydettiği en önemli gelişme, ilk kez olarak birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, varolan her şeyin havadan nasıl varlığa geldiğini açıklama işinde yoğunlaşmış olmasından meydana gelir Anaximenes’e göre, hava seyrekleştiği zaman, ateş, sıkıştığı zaman da, rüzgar, bulut, su ve toprak haline gelebilir Bu çerçeve içinde, o havanın seyrekleştiği zaman, daha sıcak hale geldiğini ve böylelikle de ateş olma yoluna girdiğini, buna karşın sıkıştığı zaman, daha soğuk olup katılaşma yoluna girdiğini düşünmüştür

Anaximenes’teki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği niceliğe veya bütün niteliksel farklılıkları niceliksel farklılıklara indirgeme girişimini temsil eder Daha sonra farklı filozoflarda değişik versiyonlarıyla karşılaşacağımız bu teşebbüs, bu yönde atılan ilk adım olmak durumundadır Buna göre, maddenin bütün niteliksel farklılıklarının tek temel madde ya da dayanak olarak havanın değişen sıklaşma ve seyrekleşme dereceleriyle açıklanabileceğini düşünen Anaximenes, bir anlamda modern fiziğin temelinde yer alan “fiziki fenomenlerin matematiksel denklemlerde ifade edilebildikleri zaman ancak, bilimsel olarak açıklanmış olacakları” kabulünü öncelemiştir

Anaximenes’i arkhe olarak havayı seçmeye götüren ikinci etken, havayla soluk, nefes ve canlılık olgusudur Zorunlu hilozoist açıklamaya ek olarak, insan varlığındaki nefes alma olgusundan yola çıkan filozof, insan nefes aldığı sürece yaşadığı gözleminden, havanın evrendeki hayat, canlılık ve dolayısıyla en temel varlık ilkesi olduğu sonucuna ulaşmıştır Buna göre, Anaximenes maddi töz olarak havayı öne sürünce, ruh kavramına giden yolda ilk büyük adımı atmıştır Havayla ruh arasında bir benzerlik kuran Anaximenes’e göre, tıpkı evreni kuşatan havanın onu sarıp sarmalaması, ayakta tutması gibi, içimizdeki nefes, aldığımız soluk olarak ruh da bize can verir



Anomi: Sosyolojide, geleneksel sosyal ve kişisel bağların çözülmesiyle birlikte, bireyin toplumla olan bağlarının zayıflaması, hatta ortadan kalkması durumu; sosyal normların insanları birbirlerine bağlayan boyutunun etkisiz hale gelmesi durumu



Anti: Bir şeyin karşısında, bir şeye karşı olma anlamına gelen ve sözcük ya da terimlerin yapısına girerken, karşıtlık, olumsuzluk, düşmanlık ya da bir şeye karşı korunma fikrini anlatan örnek

Buna göre, emperyalizmin bütün biçimlerine karşı olmaya dayanan tutum ya da öğretiye anti emperyalizm; faşizmin her türlüsüne karşı olma tavrına antifaşizm; kapitalizme, kapitalist rejimlere karşı takınılan eleştirel ya da düşmanca tavra antikapitalizm; Yahudi düşmanlığına ise antisemitizm adı verilmektedir



Antik felsefe: Önce Yunan kent devletinin, daha sonra da Roma İmparatorluğunun siyasi gücü ve egemenliği altında, tarih-sel olarak MÖ 7 yüzyılın sonundan başlayıp, M S 2 yüzyıla dek süren dönemin felsefesine verilen ad

Antik felsefe, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamış, fakat son dönemlerine doğru yeniden dine yaklaşma durumuna gelmiştir En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu antik felsefede, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



Antikomünizm: Komünizmin, her ne kadar teoride veya ideal olarak, her bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmek bakımından özgür ve toplumu meydana getiren diğer bireylerle eşit olacağı bir toplum durumunu amaçlasa da, bu amaca erişmek için üretim araçlarının merkezi kontrolü ve üretimin planlanması yolunu seçmesi, bu tercihin son çözümlemede organizasyon ve özgürlük arasında bir çatışmaya, merkezi organizasyonun da, devletin ekonomiyi en ince ayrıntısına kadar kontrol altında tutup, her türlü siyasi ve sosyal faaliyeti sınırlaması, yurttaşlar üzerinde ağır bir baskı kurması du?rumlarında olduğu gibi, kötüye kullanılmasına yol açması ve nihayet, fiili komünist toplum?larda maddi ve ahlâki bir başarıya ve gelişmeye rastlanamaması nedeniyle, komünizmin kendisine şiddetle karşı çıkma, düşmanca bir tavır takınma



Antitez: Genel olarak, bir düşünce, yargı ya da Önermenin karşıtı ya da çelişiği olan önerme



Antropoloji: İnsanın hayvanlar dünyasındaki kökenini ve yerini, bir birey olarak gelişimini, tarihsel süreç boyunca geçirdiği fiziki ve zihinsel değişimleri konu alan disiplin; bir toplumsal varlık olarak insanı, insanın toplumsal yaşamıyla ilgili fenomenleri, zaman ve mekan sınırlaması olmadan araştıran, farklı yerlerde ve zamanlarda ortaya çıkan ırkları, dilleri ve kültürleri inceleyen bilim

İnsan bilimleri arasında, insanı hem fiziki ve hem de sosyo-kültürel yönleriyle ele alan tek bilim olarak antropolojinin farklı dalları, 1- Bir insan doğası kuramı geliştirme uğraşı içinde olan felsefi antropoloji; 2- Farklı ve çok çeşitli insan gruplarının üyeleri arasındaki fiziki farklılıklara dair bilimsel araştırmalardan meydana gelen fiziki antropoloji; 3- İnsan gruplarının ve toplumlarının sosyal adet, örf ve kurumlarıyla ilgili bilimsel araştırmalardan oluşan sosyal antropoloji; 4- Kültürlere, özellikle de Batı uygarlığının etkisi altına girmemiş toplumların kültürlerine dair bilimsel araştırmalardan meydana gelen kültürel antropoloji olarak sınıflanabilir



Apolitizm: Siyasetten, siyasi sorunlardan uzak durmayı, siyasi sorunlara değilse bile, bu sorunların çözümleriyle ilgili tartışmalara, ve bu arada yönetimi ele geçirmek, yönetimde edilmek ve kendi çözümünü dayatmak için yürütülen siyasi mücadelelere yabancı kalmayı ilke edinmiş kişinin tavrı



Aquinalı Thomas: 1225-1274 yılları arasında yaşamış olan, ünlü Hıristiyan filozof Düşünce tarihinin tanıdığı en büyük kafalardan biri; Platon ve Aristoteles klasik dünya ya da Yunan felsefesi için neyse, Ortaçağ Ortaçağ felsefesi için o olan veya senteziyle, felsefenin Ortaçağda ulaştığı en yüksek düzeyi ifade eden Aquinalı Thomas her şeyden önce kendisinden önceki Hıristiyan düşünürlerin yapmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek, Kilisenin veya Kilise Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan kaldırmak ve Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur Fakat Aquinalı Thomas’ın gerçekleştirdikleri, o aynı zamanda bir büyük filozof olduğu için, bundan ibaret değildir Onun içinde yaşadığı ve Hıristiyanlığın hakim olduğu dünya bir süreden beri öylesine değişmiş ve genişlemiştir ki, Hıristiyan teolojisinin salt öte dünyacı şeması tatmin edici olmaktan çıkıp, önemli ölçüde yetersiz hale gelmeye başlamıştır Yeni sanat formları, üniversitelerin doğuşu, doğa bilimine dönük ilginin ilk kez olarak zuhuru, İslam dünyasından yapılan çevirilerin ardından klasik dünyaya yönelik bakışın gözden geçinilmesine duyulan ihtiyaç varolan teolojik şemayı zorlamaya başlayınca, Aquinalı Thomas Hıristiyan dünya görüşünü yeni ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu yepyeni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiyacı içinde olmuştur Başka bir deyişle, o Ortaçağ insanı XIII yüzyıldan itibaren Ortaçağ karanlığından yavaş yavaş çıkmaya başlayıp, kültür ve uy?garlığını yeniden inşa eder ve dünyevi şeylere ilgi duymaya başlarken, teolojiyle felsefenin, iman ile aklın, Hıristiyan dünya görüşüyle klasik dünya görüşünün, çağının ihtiyaçlarına uygun düşen yeni ve sağlam bir sentezini yapmıştır Thomas’a bu sentezinde en büyük yardımı, hiç kuşku yok ki Aristoteles ve felsefesi sağlamıştır

Aquinalı’nın temel eserleri, Katolik inancının bir savunmasından oluşan Summa Contra Gentiles [Kafirlere Karşı], Tanrı’nın varoluşu, özü, sıfatları, insanın durumu, kurtuluşuyla ilgili alabildiğine ayrıntılı bir Skolastik Öğretiyi açımlayan, başyapıtı niteliğindeki Summa Theologica [Teolojiye Dair Savunma], De Principiis Naturae [Doğanın İlkeleri Üstüne], De Ente et Essentia [Öz ve Varoluş Üzerine], ve De Unitate İntellectus [Aklın Birliği Üstüne]’tur

Siyaset Aquinalı Thomas, siyaset felsefesi alanında da Aristoteles gibi düşünür Şu farkla ki, Aristoteles’in kent devletinin oluşturduğu genel çerçeve içinde düşündüğü ve insanın salt bu dünyadaki amacını dikkate aldığı yerde, feodal dönemin düşünürü olan Thomas, insanın doğal amacına ek olarak, onun Tanrı’ya olan yönelimini de dikkate almıştır Bu bağlamda, insanı toplumsal bir hayvan, devleti de doğal bir kurum olarak gören filozof, insanın tinsel yaşamıyla ilgili konular söz konusu olduğunda, devletin Kiliseye tabi olması gerektiğini söylemiştir



Arendt, Hannah: 1906-1975 yılları arasında yaşamış, Alman asıllı kadın felsefeci ve siyaset bilimci Temel eserleri: The Origins of Tatalitarianism [Totaliterliğin Kökenleri], The Human Condition [İnsanlık Durumu], On Revolution [Devrim Üzerine] ve On Violence [Şiddete Dair]

Çok çeşitli konuları kapsayan yapıtlarında, herkesin katılımına açık özgür bir kamusal alan kavramının ağır bastığı bir siyaset teorisi geliştiren Arendt ününü daha çok on dokuzuncu yüzyılda totaliterliğin doğuşunu emperyalizmin yükselişine ve antisemitizme, totaliterliğin güç kazanmasını da, geleneksel ulus devletinin çözülmesine bağlayan görüşüne borçludur

Arendt, başta kamusal alanla özel alan arasındaki sınırların yok olup gitmesi, ekonomik ilgi ve çıkarların hayatın tüm boyutlarını tehdit etmeye başlaması problemi olmak üzere, modern toplumun çeşitli hastalıklarına ciddi bir teşhis ve güçlü bir analiz getirmiştir Başka bir deyişle, o atomcu, yabancılaştırıcı ve sorumluluğu dağıtıcı eğil imleriyle, insan yaşamının kendisinde anlamsız hale gelip, özgürlüklerin ortadan kalktığı totalitarizm için mümbit bir toprak oluşturan modern kitle toplumunun sıkı bir eleştirmenidir O bu eğilimleri dengelemek veya onlara bir set oluşturmak üzere, kamusal yaşamın sosyal ve ekonomik yaşamdan ayrılması gerektiğini öne sürmüştür Arendt bu bağlamda, yani ka?musal yaşamın nasıl olması gerektiği konusunda Yunan polisine ve başlangıç dönemi itibariyle Amerika Birleşik Devletleri ‘ne bakmıştır Çünkü bu toplumlarda birey ya da yurttaşlar topluluk ya da cemaate hizmet için yarış ederler



Aristokrasi: 1- Orijinal ve etimolojik anlamı içinde, en iyilerin, hem düşünsel ve hem de tarihsel olarak, monarşinin ve demokrasinin karşısında yer alan, yönetimi

Aristokrasi, Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş olan bir terimdir Platon ve Aristoteles gerçek anlamda bir yönetim modeli olarak, aristokrasiyi, yani, ahlâksal ve entellektüel bakımdan üstün ya da en iyi olan az sayıdaki insanın yönetimini önermişlerdir Başka bir deyişle Platon ve Aristoteles’te aristokrasi, toplumun en ahlâklı ve en aydın üstün kesimini oluşturan bir azınlığın, halkın çıkarları doğrultusundaki yönetimidir

Bu tür bir yönetim biçimi, tek kişinin yönetiminden (monarşi ya da tiranlık), çoğunluğun yönetiminden (demokrasi), bencil ya da askeri hırsları olan azınlığın yönetiminden (oligarşi ya da timokrasi) farklıdır Bununla birlikte, toplumsal yaşamı yönlendirecek, yönetici üstün ve aydın insanları belirlemek oldukça güç olduğundan, aristokrasi pratik olarak, üstün insanların ya da en iyilerin yönetimi haline gelmiştir Bu çerçeve içinde, Platon, kendi ideal devletinde, ahlâksal ve entelektüel bakımdan üstün olan bu insanları belirlemek için, ayrıntılı ve uzun süreli bir eğitim programı önermiştir Yine, en iyi kavramı değer yargılarına göre değişen, öznel bir kavram olduğundan, aristokrasiyi, oligarşik ya da timokratik yönetimlerden ayırmak zorlaşır

Buna göre, aristokrasi, feodalizmde, top?lumsal statülerine bakılmaksızın tüm insanla?rın yönetimi olarak anlaşılan demokrasinin karşısında yer alan, aristokratların, soruların, toplumsal statüleri en yüksek insanların yönetimi olarak geçer

2- Aristokrasinin analoji yoluyla ortaya çıkan farklı kullanımları da vardır Genel olarak çeşitli sınıfların üst katmanı aristokrasi adıyla tanımlanır Buna göre, hükümetin üst düzey görevlileri devletin siyasal aristokrasisini, sanayi ve finans dünyasının en zengin patronları ekonomide refah aristokrasisini temsil eder



Aristoteles: Milattan önce 384-322 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı bilim adamı ve filozof Mantığı, metafiziği, fiziği ve biyolojisiyle, modern çağa kadar tek ve en büyük otorite olmuş olan düşünür

Aristoteles’in temel eserleri, mantık ve bilgi teorisi üzerine altı incelemeden oluşan Organon, doğa felsefesini açıkladığı Gökler Üzerine, Fizik ve Varlığa Geliş ve Yokoluş Üzerinedir Psikoloji konusundaki iki temel eseri, Hayvana Dairle, Parva Naturalla olan Aristoteles’in varlık konusundaki ünlü eseri Metafiziktir Siyaset felsefesi alanında Politikayı, estetik alanında, Poetika ve Retoriki yazmış olan filozofun, ahlâk alanındaki temel kitabı Nikomakhos’a Ahlâktır

Temel İlkeleri: Aristoteles’in bir filozof olarak en önemli özelliği, onun sağduyuya olabildiğince yakın bir düşünür olmasıdır Hem Platon’un İdealarına ve hem de Demokritos’un maddi atom görüşüne karşı çıkan Aristoteles, hem ahlâki değerleri teminat altına alacak bir teori ve hem de bilimsel doğruları ortaya koyacak bir kuram, bilime ve ahlâka hakkını verebilmek için atomlar veya İdealar benzeri gözle görülemez varlıkların varoluşunu öne sürmeyecek bir teori arayışı içinde olmuştur Onun bulduğu çözüm töz öğretisidir Buna göre, tözler tüm özellikler için dayanak olan nihai gerçeklik ve öznelerdir Söz konusu nihai gerçeklikler somut şeylerdir ve somut şeyler için de Aristoteles’in gözde örnekleri biyolojik bireylerdir Tözler nihai gerçekliklerdir, zira tözler varolmadığı takdirde, başka hiçbir şey, tözün özellikleri olarak tümeller de varolmayacaktır

Bu varlık öğretisiyle Aristoteles Platon’un İdeaları’nın, onun yanlışlıkla bireyler olarak gördüğü tümeller olduğunu öne sürer Tümeller gerçekten de vardırlar, fakat onlar varoluşları için tikel nesnelere, bireysel şeylere bağlıdırlar Gerçekten varolanlar tümeller değil de, ağaçlar ve kediler benzeri, dış dünyada karşılaştığımız nesnelerdir

Mantık: Aristoteles, mantık alanında, man?tık çalışmalarına on dokuzuncu yüzyıla kadar temel olmuş bir mantık sistemi kurmuştur Mantığı her türden bilgi edinme süreci için bir araç olarak gören Aristoteles’in mantığının en önemli yönü, ‘belli şeyler kabul edildiğinde, başka şeylerin onlardan zorunlulukla çıktığı’ bir konuşma olarak tanımlanan tasımdır Aristoteles, bir önermedeki öznenin, yüklemine on farklı şekilde bağlandığını gösteren on kategoriden söz eder Onun mantığı yalnızca insan zihnindeki düşünce faaliyetlerini betimlemekle ve dile ilişkin gramatikal bir analiz sağlamakla yetinmeyip, aktüel şeyler arasındaki ilişkilerle ilgili bir teoriyi ifade eder

Bilgi: Aristoteles’e göre, bilgi tümel olanın, formun bilgisidir, bu nedenle yargıda dile getirilebilir olan bir bilgi, formlar arasındaki özsel bağlantılara ilişkin bir kavrayıştan meydana gelir Aristoteles’in gözünde bir şey hakkında doğru bir bilgiye sahip olmak, o şeyi türler ve cinsler hiyerarşisi içinde bir yere, bir tür ve cins içine yerleştirebilmek ve dolayısıyla neyin onun için özsel olduğunu bilebilmektir; bu ise, özsel tanım yoluyla olur Aristoteles’e göre, bir şeyin özünü vermek, o şeyin nedenine ilişkin bir açıklama ortaya koymaktır Bundan dolayı, Aristoteles bir şeyin nedenini ortaya koyabildiğimiz zaman, ilk elden, gerçek bilgimiz olduğunu söyler Bir şeyin nedenini vermek ise, o şeyin özünün ilk ilkelerden başlayarak tanıtlanmasını içerir; bilimin işlevi budur

Metafizik: Onda metafizik, var olanı var olmak bakımından ele alan, var olan bir şey olmanın ne anlama geldiğini araştıran bilimdir Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına dayanır Buna göre, mantıksal bakış açısından, ‘var olmak’ onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır Buna karşın biyoloji alanındaki çalışmaları açısından, ‘var olmak’ dinamik bir süreç, bir değişme süreci, içinde olmak anlamına gelir Şu halde, ’var olmak’ Aristoteles için, bir şey olmak anlamına gelir Bundan dolayı, ona göre gerçekten var olan, Platon’da olduğu gibi tümeller değil de, bireylerdir, ‘şu’ diye gösterdiğimiz belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır Onlar, Aristoteles’in mantıkla ilgili eserlerinde sözünü eniği nicelik, nitelik, ilişki, yer gibi kategorilerin, temel nitelik ya da yüklemlerin kendilerine yüklenebildiği öznelerdir

İşte Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendiği bu özneye ‘töz’ adını verirOnda var olmak belirli türden bir töz olmaktır Töz, aynı zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan bireysel varlık olarak da tanımlanır Bu bakımdan ele alındığında, metafizik varlığı, yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, yani tözleri varlığa getiren süreçleri konu alıp araştıran, tüm varlıkların temelindeki temel bilimdir

Aristoteles’te töz bir madde ve bir formdan meydana gelir O her ne kadar maddeyle formu birbirinden ayırsa bile, doğada bizim hiçbir zaman maddeden yoksun bir formla da, formdan yoksun bir maddeyle de karşılaşmadığımızı belirtmeye özen gösterir Varolan her şey somut bir birey olarak varolur ve her şey maddeyle formun bir birliği olarak ortaya çıkar Şu halde, töz form ve maddeden meydana gelen bileşik bir varlıktır Bundan dolayı, Aristoteles’te, ayrı formlardan, duyusal dünyanın dışında olan bir İdealar dünyasından söz etmek olanaklı değildir Form, ayrı bir yerde değil de, bu duyusal dünyada ve tözün bileşenlerinden biri olarak varolur

Madde ve form ayrımı, Aristoteles’e göre, doğada varolan her şeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır Aristoteles’te bileşik tözleri meydana getiren madde ve formdan yalnızca form şeylerdeki bilinebilir öğeye karşılık gelir Maddenin, şeylerin insan zihni tarafından ayırt edilemeyen, yapıdan ve belirlemeden yoksun, bilinemez bileşeni olduğu yerde, form insan zihni tarafından bilinebilen, yani tasvir edilebilen, tanımlanabilen, sınıflanabilen ve başkalarına aktarılabilen yöndür İnsan zihni, Aristoteles’e göre, duyu algısında şeylerin duyusal formunu, buna karşın kavramsal bilgide de akılla anlaşılabilir olan formunu alır



Aron, Raymond: 1905-1983 yılları arasında yaşamış olan ünlü Fransız sosyolog ve filozofu Temel eserleri arasında L’Opium des intellectuels [Aydınların Afyonu], Dix-Huit Leçons sur la Societe industrielle [Endüstri Toplumu Üzerine Onsekiz Ders], Democratie et Totalitarisme [Demokrasi ve Totalitarizm], Introduction â la philosophie de l’Histoire [Tarih Felsefesine Giriş] ve Etapes de la Pensee Sociologique [Sosyolojik Düşüncenin Evreleri] gibi kitaplar bulunan Aron, kariyerinin başlarında ünlü varoluşçu filozof Jean Paul Sartre’ın yakın çalışma arkadaşı olmuştur Ancak, o daha sonra Sartre’la Marksistleri şiddetle eleştirmiştir

1968 öncesi Fransa’sının teorik yönden en önemli bakış açısının meydana getiren Marksizmi eleştirdiği için entellektüel çevrelerden büyük ölçüde tecrit edilmiş bir düşünür olan Aron, politik kurum ve süreçlerin toplumsal ve ekonomik ilişkilerden bağımsız olduğunu göstermeye çalışmıştır O, Fransız sosyolojisine şu dört konuda katkı yapmıştır: 1- Çağdaş ideolojiye ilişkin bir analiz 2- Endüstri toplumuna yönelik bir analiz ve inceleme 3-Uluslararası ilişkilerle ilgili bir analiz 4 Modern politik sistemleri konu alan incelemeler



Artı değer: Marksist teoride, işçinin ürettiği ürünün toplam değerinden, o ürünü üretmek için harcadığı emek gücünün değeri çıkartıldıktan sonra, geri kalan değer; yani işçinin ürettiği malın değeriyle, aldığı ücret arasındaki fark

İşçilerin üretimini arttırmak için, farklı yöntem ya da stratejilerin kullanılmasına bağlı olarak iki tür artı değerden söz edilebilir Buna göre, harcanan zamanın fazlalaştırılması suretiyle arttırılan artı değere, mutlak artı değer, buna karşın işçiyi aynı zaman biriminde daha verimli ve üretken kılmak suretiyle yaratılan artı değere ise göreli artı değer denir



Astroloji: Tarihsel olarak, dünyanın evrenin, çevresinde gezegenlerin ve yıldızların döndüğü merkezi olduğu, ve göksel cisimlerin hareketlerinin dünyada olup bitenleri etkilediği inancı?nın bir sonucu olarak gelişen, yıldızların dünya olayları üzerindeki etkisini belirlemeyi ve bu etkileri dikkate alarak geleceği önceden haber vermeyi amaçlayan kehanet sanatı



Astronomi: Gök cisimlerini konu edinen en eski sağın bilim Gök cisimlerinin ve bu arada evrene dağılmış olan yıldızların kökenini ve hareketini inceleyen bilim

Astronomi içinde gök cisimlerinin hareketini konu alan araştırma dalına gök mekaniği, gök cisimlerinin fiziki doğalarını konu alan araştırma dalına ise, astrofizik adı verilir Yine aynı çerçeve içinde evreni bir bütün olarak ele alan araştırma dalına kozmoloji adı verilirken, evrenin kökenini açıklayan araştırma dalına ise, kozmogoni adı verilir



Asya tipi üretim tarzı: Marksist anlayışta, belirli bir aşamayı işaret eden üretim biçimi

Asya tipi üretim tarzı deyimini Mısır’dan Hindistan’a dek uzanan kuşak içinde yer alan Doğulu toplumların durağanlığını açık?lamak için kullanan Marx, söz konusu üretim tarzıyla Asyatik toplumu ilkel komünal topluma daha yakın bulmuştur Avrupa toplumlarının Yunan-Roma döneminde köleci üretim tarzına geçerek bu aşamayı geride bıraktığını savunan Marx’a göre, Asya tipi üretim tarzının temel özellikleri arasında özel mülkiyetin yokluğu, sulama işlerinde devletin egemen olması, köylerin kendi kendine yeterli olması, el zanaatları ve üretim yöntemlerinin basitliği gibi özellikler sayılmıştır

Buna göre, çok gelişmiş bir devlet aygıtıyla azgelişmiş bir sivil toplumun yetkin bir örneği olan Asyatik toplum Batı’daki ekonomik ve toplumsal gelişmenin uzağında kalmış olan bir toplumdur Başka bir deyişle, merkezileşmiş devlet topluma egemen olduğu için, Asyatik toplumda burjuvazinin doğuşuyla yakından ilişkili olan kurumlar, örneğin serbest pazar, özel mülkiyet, lonca kurumu ve burjuva hukuku hiç olmamıştır Buradan da anlaşılacağı üzere, Marx, Asya tipi üretim tarzı ve dolayısıyla Asyatik toplumda, özel mülkiyet bulunmadığı için, toprak sahipliğiyle toprağı işletenler arasında sınıf çatışmasının da olmadığını öne sürmüştür Dinamik bir sınıf çatışması olmadığı için de, Marx’a göre, devrim niteliğindeki sosyal değişme için sosyolojik bir temel bulunmaz



Ateizm: Tanrıtanımazcılık Yunanca’da olum?suzluk bildiren a önekiyle, Tanrı anlamına gelen theosun birleşiminden doğmuş olan ve Tanrı’nın ya da tanrıların varolmadığı inancına dayanan felsefe akımı Evreni yarattığı, evrenin yasalarını koyduğu, evrene bir şekilde müdahale ettiği kabul edilen doğaüstü bir varlık türüne veya Yaratıcıya inanmama

Kuşkucular, maddeciler ve pozitivistler için kullanılan bir terim olan ateizm, teizmin temel iddialarını kabul etmeme, Tanrı ya da tanrılarının varlığını kategorik bir biçimde ve kanıtlar göstererek reddetme tavrına karşılık gelir Ateizm, daha çok, bir Tanrı inancına dayanan teist sistemlere bağlı olarak ortaya çıkmış olan bir akım ya da harekettir Yani ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın, fakat sonsuz gücü, bilgisi ve iradesi ile evrende içkin olan teist Tanrı inancına karşı bir tepki olarak doğmuş olan bir düşünce hareketidir

Ateizmin doğuşunda ve gelişiminde, her şeyden önce 1- Evrendeki gerçekliğin madde ve fiziki güçlerden meydana geldiğini, yaşamla bilincin çeşitli formlarının maddenin elementlerinin çeşitli organik formlar şeklindeki bileşiminin sonucu olduğunu öne süren maddecilik ve 2- Tüm düşüncelerimizin, yalnızca duyumlarımızın bir sonucu olduğunu, bundan dolayı duyumsal karşılığı olmayan sonsuz bir Tanrı fikrine hiçbir zaman sahip olamayacağımızı öne süren duyumculuk çok etkili olmuştur Ateizmin doğuşuna, ayrıca 3- Tanrı’nın varoluşunu, doğada bir düzen bu?lunduğu gözleminden ve her düzenin bir düzen vericinin varlığını gerektirdiği öncü?lünden hareketle kanıtlayan düzen kanıtına öldürücü bir darbe indiren ve doğadaki düzenin, Tanrı’nın eseri değil de, doğadaki evrimin bir sonucu olduğunu savunan evrimcilik, ve hepsinden önemlisi, 4- Modern felsefenin özneden hareket eden bakış açısı, varoluşun hakikat ve değerini insanın içinde bulan, insanın öznelliğini varlığın hakikatinin temeli yapan ve Mutlak imkanını ortadan kaldıran içkinlik ilkesi çok büyük bir etki yapmıştır

Ateizm, yukarıda da işaret edildiği üzere, pratik ve teorik ateizm olarak ikiye ayrılır Bunlardan teorik ateizm, Tanrı’nın varoluşunun, Mutlak ya da Mutlak Varlık imkanını tümüyle dışlayan bir düşünce sistemine dayalı olarak yadsınmasından meydana gelmektedir Pratik ateizm ise, kişinin yaşamını Tanrı konusunu hiç gündeme getirmeden sürdür?mesinin ve davranışlarında yalnızca sonlu ve dünyevi değerleri temele almasının sonucu olan ateizmdir Başka bir deyişle, pratik ate?izm, insanın eylemlerinde, Tanrı’yla olan iliş?kisini tümüyle göz ardı etmesinden ya da Tanrı sanki hiç varolmuyormuş gibi yaşama?sından oluşur

Teorik ateizm kendi içinde, olumsuz ve olumlu teorik ateizm olarak ikiye ayrılır Buna göre, olumsuz teorik ateizm belirtik bir biçimde ifade edildiği zaman, Tanrı‘nın varoluşu kategorik olarak ve kesin bir biçimde yadsınır dünya ve insanla ilgili olarak, aşkın bir ilk ilkeyi ya da ölümsüz bir insan ruhunu zorunlu olmaktan çıkartan genel bir kavrayı?şa ulaşılır Buna karşın aynı ateizm örtük bir biçimde ifade edildiği zaman, Tanrı‘nın varoluşu tasdik edilse bile, Tanrı O’nu Tanrı yapan temel, özsel sıfatlarının birinden, varoluşunu imkansız veya anlamsız kılacak şekilde, yoksun bırakılır

Olumlu teorik ateizm ise, aşkın ilk ilkenin gerekliliğini kabul etmekle birlikte, onu, insanın içindeki düşünen öznel öğeyle, insa?nın bilgiyle varlığı, bilgelikle eylemi, özgürlükle zorunluluğu özdeşleştirmesine yol açan cogitoyla değiştirir Söz konusu ateizm, insanın toptan özerkliği ve mutlak özgürlüğünün bir gereği olarak ortaya çıkar Buna göre, insanın Özgür olabilmesi ve ödevleriyle ey?lemlerinden sorumlu tutulabilmesi için, Tanrı’nın varolmaması gerekir Bu ateizm, Tanrı’nın yerini insana verdiği için, aynı zamanda antropolojik ateizm olarak da bilinir



Ateolojik kanıtlar: Tanrı‘nın varoluşu aley?hine, Tanrı’nın varolmadığını kanıtlama iddi?asında olan deliller

Ateistler tarafından ortaya konan bu kanıtlar sınıflandığında, önce teleolojik kanıt veya düzen ve amaç kanıtının zıt benzeri olan kanıt, yani kötülük probleminden yola çıkan delil gelir İlk kez D Hume tarafından Tanrı’nın varolmadığını kanıtlayan bir delil olarak öne sürülen kötülük probleminin çağdaş versiyonu, J L Mackie tarafından ortaya konmuştur Çağdaş versiyonuyla kanıt Tanrı’nın kadiri mutlak olduğu, Tanrı’nın bütünüyle iyi olduğu ve kötülüğün varolduğu önermelerinin tutarsız bir üçlü meydana getirdiğini ifade edip, kötülüğün dünyadaki varoluşunun apaçık bir olgu olmasından Tanrı’nın varolmadığı veya en azından kadiri mutlak veya iyi olmadığı sonucunu çıkartır

Ateolojik kanıtların ikinci kategorisi, ontolojik kanıtın karşıt benzerlerinden oluşur, yani bu kategoriye giren deliller Tanrı’nın varoluşunun dünyadaki apaçık bir olguyla bağdaşmaz olmasından ziyade, Tanrı kavra?mının özü itibariyle çelişik olduğunu öne sürerler Üçüncü kategorideki kanıtlar ahlâk olgusunu ve ahlâklılığın varoluşunu Tanrı’nın varoluşuyla temellendiren ahlâk kanıtının zıt versiyonu olan ahlâki gerekçeler kanıtıdır Nietzsche ve Sartre tarafından öne sürülen bu kanıt ahlaklılığın varoluşunun Tanrı’nın varolmamasını gerektirdiğini öne sürer

Ateolojik kanıtlarda son kategori, teistik argümanların, Tanrı‘nın varoluşuyla ilgili kanıtların hiçbir şekilde tatmin edici olmamasından hareketle ateizmin doğru ve tutarlı tek tavır olduğunu ifade eder



Augustinus, Aziz: 354-430 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünür Temel eserleri: Civitas Dei [Tanrı Devleti], Confessiones [İtiraflar] Epistolae [Mektuplar]

Teknik düzeyi oldukça yüksek olan bir felsefe sergilemekle birlikte, ‘Anlayabilmek için, inanıyorum’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel Öğretilerini temellendirebilmek için, Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır İnancı temele alan Augustinus’a göre, aklın görevi, tanrısal vahiy temeli üzerinde, inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa kavuşturulmasıdır

Siyaset Felsefesi: Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu Öne süren filozof, yine aşk öğretisinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayırımına ulaşmıştır Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayırımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrı ‘ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştik?lerini söylemiştir

Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır İnsanlık tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus’a göre, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır O, yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler Onun gözünde, Hıristiyanlık ve Kilise, gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır



Aydınlanma: Avru?pa’da 17 yüzyılın ikinci yarısıyla, 19 yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı, felsefi ve toplumsal hareket

Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler, düşünce ve ifade özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç, sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır öyle ki söz konusu temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir rolü olmuştur

Aydınlanma hareketi Bacon, Hobbes ve Locke’un empirizmiyle, ilk olarak İngiltere’de başlamış ve daha sonra J Toland ve M Tindal’ın doğalcılığıyla dinsel bir renk almıştır Aydınlanma Fransa’da, baş?langıçta çok fazla yapıcı olmamış, daha çok geçmişe, siyasi yapı ve dinsel düzene yönelik radikal eleştirilerle gelişmiştir Nitekim, Fransız filozofları felsefelerinin hareket noktasının, saraydaki ahlâki çürümeden ve kralın iktidarının kötüye kullanılmasından aldığını belirtmişlerdir Burada, Descartes’ın ‘açık ve seçik düşünceler’ öğretisi, Spinoza’nın dine karşı takındığı eleştirel tavır, akılcı düşünce, Bayle, Montesquieu, Voltaire ve Rousseau’yu hazırlamıştır Fransızların Aydınlanmaya yaptıkları başka önemli bir katkı da, Ansiklopedinin yayınlanması olmuştur

Almanya’da ise, Aydınlanma hareketi Leibniz tarafından başlatılmış ve burada ‘doğal hukuk’u savunan Grotius ve Thomasius gibi düşünürlerle, ‘doğal din’ düşüncesine katkı yapmış olan Wolff, Lessing ve Herder gibi filozoflar, Peztalozzi ve Francke gibi eğitimciler ve nihayet aklı her alanda ön plana çıkartan Kant gibi büyük düşü?nürler tarafından geliştirilmiştir

Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım tavır ya da eğilimden söz edilebilir Bunlar sırasıyla hüma?nizm, deizm veya tateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan! bir dünya olduğu, anlamına gelir Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır, fakat o artık insanların elindedir Buna göre, dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenmiştir Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklı?lıkların yapay olduğu savunulur Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir

Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir Başka bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da deist idiler Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü be?nimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir

Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği aklına inançla belirlenir Buna göre, akıl insana matemati?ğin en soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene uygulama olanağı vermiştir Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı sağlamıştır Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış değildir Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır

Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik olmuştur Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır Fiziki evren rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir İnsan varlığı akıllı bir varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan, o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine sahip bir varlıktır Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine dayanarak eylemek durumundadır Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip yetkinleştirebilir

Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir Buna göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır

Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride bırakmıştır Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur Modern bilim, evrenin tüm farklı görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır Bu düzenli evrenin bir parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi ışığında sonsuzca geliştirebilir İnsanın refahı açısından büyük bir ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi engelleyecek hiçbir şey yoktur

Avrupa’da 18 yüzyılda ortaya çıkan felsefi ve toplumsal bir hareket olan Aydınlanma, 19 ve 20 yüzyıllarda zaman zaman yoğun bir biçimde eleştirilmiştir Örneğin, 19 yüzyılda, Romantikler Aydınlanmanın aklının ruhsuz olduğunu söylerken, muhafazakarlar onu çok radikal bulmuşlardır Yine Aydınlanma, doğa bilimlerini örnek alan bir bilgi ve akılcılık anlayışı geliştirdiği için eleştiriye uğramıştır Aynı çerçeve içinde, Aydınlanma akılcılığına, geleneksel ahlâk ve dinin hakikatlerine karşı düşmanca bir tavır aldığı için karşı çıkılmıştır Nihayet, yüzyılı?mızda Aydınlanma hareketi, bireysel ve kültürel farklılıkları göz ardı ettiği için eleştirilmiştir



Aydınlanmanın çöküşü: Batı kültüründe, onsekizinci yüzyıla damgasını vuran Aydınlanmanın temel öğeleri olan hümanizmin, iyimserliğin, insanın sınırsızca yetkinleşebileceğine duyulan inancın, bilim ve teknoloji yoluyla ilerleme ülküsünün, akılcılık ve evrenselciliğin, yaşanan toplumsal ve ekonomik koşullara bağlı olarak, önemli ölçüde erozyona uğraması sonucunda, 19 yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma karşıtı tavır için kullanılan genel deyim

Buna göre, öncelikle bilimin, maddi ve fiziki koşullarda sınırsız bir gelişmeye yol açacağı umulan bir süreç olarak, teknoloji alanındaki uygulaması, Avrupa’da kentleşmeyi ve kentlerde yoksul gecekondu semtlerinin doğuşunu hızlandırmıştır İşte bu varoşlarda yaşayan işçilerin, yaşam koşulları açısından, feodal dönemin yoksul köylülerinin çok daha gerisinde kaldıkları görülmüştür Yine, yeni bir takıl ve demokratik özgürlük çağını başlatacağına inanılan Fransız Devrimi terörün egemenliğiyle son bulmuş ve devrimi mutlakiyetçi yönetimler izlemiştir

Öte yandan, ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan insan tipi Aydınlanmanın insan modelinden oldukça farklı olmuştur Buna göre, Aydınlanmanın akıl tarafından yönetilen, kendine güvenli, dışa dönük insan tipi yerine, ondokuzuncu yüzyılda daha çok duyguları tarafından yönlendirilen tedirgin, yabancılaşmış ve içedönük bir insan ortaya çıkmıştır Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eserinde tasvir ettiği bu insan tipi, evreni anlayan, dünya vatandaşı olmayı seçmiş bir insandan çok, kendisini anlamakta bir büyük zorlukları olan, değil dünyayla, salt kendisiyle bile barışamamış, kötümser bir insandır



Azgelişmişlik: Birçok Üçüncü Dünya toplumuna ya da daha doğrusu gelişmiş Batı ülkelerinden olmayan toplumlara özgü yoksulluk ve ekonomik bakımdan gelişememe, iktisaden durgunluk içinde olma hali

Özellikle Marksist teoriyle Bağımlılık kuramına göre, merkezin periferisinde kalan bu ülkeler, istenen gelişme düzeyine, ağır bir sömürüye maruz kaldıkları için erişeme?mektedirler

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



B

Bacon, Francis: 1561 -1626 yılları arasında yaşamış olalı; İngiliz empirizminin öncüsü ünlü İngiliz filozofu Bacon’un temel eserleri The Advancement of Knowledge [Bilginin İlerlemesi], Novum Organum Scientarium [Yeni Organonl ve The New Atlantis [Yeni Atlantis]’dir

Kendisiyle başlayan, Locke ve Hume’la devam edip, J S Mill ve B Russell’a dek uzanan İngiliz empirist geleneğinin ilk büyük filozofu olan Bacon’un bakış açısı temelde somut, pratik ve yararcı öğelerle belirlenmiştir Düşüncesi genelde ileriye dönük olup, insanın geleneksel teorilerin ve yöntemlerin yanılsamalarından kurtulduğu takdirde büyük bir hızla ilerleyeceğine olan inancından ivme kazanmaktadır Eserlerinin başlıklarında ve kitaplarının bölüm başlıkla?rında sık sık geçen yeni sözcüğü, Bacon’un Aristotelesçi felsefeye ve Skolastik mantığa karşı çıkışını gözler önüne serer

Buna göre, en büyük tutkusu, insani bilgiyi bilimsel araştırma için vazgeçilmez bir öneme haiz sistematik bir metodoloji üzerinde yeni baştan temellendirmek olan Bacon yeni meto?dolojisiyle ün kazanmıştır Bacon’un metodolojisinin önemli bir bölümü, onun bilimsel ilerlemeyi toplumsal bir etkinlik olarak görmesi nedeniyle kurumsal olmak durumundadır Dahası, onun yeni metodolojisi modern araçsal akılcılığı kusursuz bir biçimde cisimleştiren deneysel bir metodolojidir Modern bilimin daha ilk baştan itibaren sergilediği başarıların bir sonucu olan empirizmin savunuculuğunu yapmış olan Bacon, modern insanın doğaya, onu yeni teknolojinin icadına götürecek deneysel kontrol yoluyla müdahale etmesi, onu dönüştürmesi ve insani amaçların hizmetine koşması gerektiğini savunmuştur

Bacon’un teoloji konusuna girdiği zaman seçtiği sözcükler bazen Thomas Hobbes ya da David Hume’un daha sonraki alaycı tavrını çağrıştırmakla birlikte, o Hıristiyanlığın öğretilerini özü itibariyle doğru olan öğretiler olarak görmüştür Skolastik anlayışa karşı olan ciddi polemiğinde, vahiy ve aklın birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılması gerektiğini savunan Bacon, bu ayrım gerçekleştirildiği takdirde, ve aklın gereği gibi ve sistematik bir biçimde kullanılması durumunda, insan yaşamını daha iyi yönünde hızla dönüştürecek olan bilimsel bilgiye ulaşmanın kolaylaşacağını savunmuştur

Francis Bacon bu anlamda bilgiyi güce eşitlemiştir Ona göre, bilim bir ilerleme, bir gelişme sürecidir Tarih boyunca dini, siyasi ve düşünsel nedenlerle kendisine gerekli önem verilmemiş olan bilimin insanları aydınlatma ve yönlendirme işlevini ön plana çıkarmak gerekmektedir Bilim, Bacon’a göre, sözcüklerle oynamak yerine, doğanın kendi özünü kavramaya yönelmelidir Doğaya egemen olmanın ilk koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek, onu yöneten genel yasaları kavramaktır Bu yasaları kavramanın tek yolu ise, zihindeki önyargıları temizleyip, tümevarım yöntemini uygulamaktır

Fizikten ereksel nedenleri atan Bacon’a göre, Demokritos’un felsefesi, bu anlamda Flaton ve Aristoteles’in felsefesinden daha doğru ve sağlam bir felsefedir Metafiziğin varlık olmak bakımından varlığa ilişkin bir araştırma olmadığı gibi, hareket etmeyen hareket ettiriciyi konu alan bir araştırma da olmadığını söyleyen filozofa göre, metafizik maddi dünyanın formlarına, ilke ya da yasalarına ilişkin bir araştırmadır Söz konusu araş?tırmanın teorik değil de, pratik amaçlı bir araştırma olduğunu öne süren Bacon, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmıştır O, her şeyin mekanik nedenlerin bir sonucu olarak ve yasalı bir biçimde ortaya çıktığını söylerken, aynı zamanda doğalcı bir bakış açısı sergileyip Pozitivizme yaklaşmıştır



Bağımlılık: Üçüncü dünya ülkelerinin yeterli ve arzulanan ekonomik kalkınma ve gelişme düzeyine erişememelerini, ileri kapitalist dün-yaya bağlayan yaklaşımBuna göre, Marksist görüş veya sosyoloji, bağımlılığı yoksul ve azgelişmiş ülkelerle, zengin ve gelişmiş ülkeler arasında söz konusu olan bir ilişki olarak tanımlayıp, yoksul ülke ve bölgelerin azgelişmişliğini, zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin eseri ya da ürünü olarak açıklar Çevrenin ya da söz konusu az gelişmiş ülkelerin metropoliten merkez ya da gelişmiş ülkeler tarafından sömürüldüğünü öne süren görüş, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist büyüme sürecinin Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ülkeleri yoksullaştırdığını ve devam eden büyümenin az gelişmiş bölgelerde daha fazla yoksulluk yaratacağını söyler

İşte bu çerçeve içinde, uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmenin; Adam Smith’e kadar geri götürülebilecek olan “bırakınız yapsınlar” modeline eleştirel bir tepki olarak gelişen ve Batı’nın endüstri toplumlarının ekonomik gelişmesinin üçüncü dünyanın azgelişmiş, denizaşırı ülkelerinden elde edilen ekonomik artı değere bağlı olduğunu öne süren kurama bağımlılık teorisi adı verilir Özellikle Latin Amerika’da, 1960 ve 70’li yıllarda ortaya çıkan teori ya da yaklaşımın en önemli temsilcileri P Baran ve A G Frank olmuştur Bağımsızlık teorisi, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerin ileri kapitalist ülkelere erişebileceğine inanan modernleşme teorilerinin iyimser iddialarına karşı bir teori olmak durumundadır



Bağımsız: Siyaset felsefesinde başka bir ülkenin veya ülkelerin yönetimi veya denetimi altında olmayan ülke; işlerini başka bir devlet organına bağlı kalmadan yürüten devlet organını niteler



Bağnazlık: Çoğunluk, dini ve siyasi alanda, belli bir inanç, kanaat ya da ideolojiye tutkuyla bağlanma durumu Kişiyi, bilgisizliğin, eğitimsizliğin, güçsüzlük, doyumsuzluk ve hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak, belli bir fikir inanç, ya da ideolojiye körü körüne bağlanmaya iten tutku



Bakunin, Mihail Alexandroviç: 1814-1876 yılları arasında yaşamış olan Rus ihtilâlcisi ve anarşizm olarak bilinen siyasi hareketin kurucusu

En temel amacı, siyasi iktidar ve ekonomik gücün ademî merkezileşmesi ve devlet gücünün yıkılması olan Bakunin, yaşamın kaçınılmaz bir yanılgılar dizisinden, bir vicdan azabı yığınından başka bir şey olmadığını savunan Bakunin, bir Tanrı icadı olan devletin insanı ezen en önemli güç, ezilen kitlelerin bilincinin kötü bir eseri olan dinin kollektif bir delilik, ve kilisenin de, çatısı altında ezilen kitlelerin günlük dertlerini unutmaya çalıştıkları kutsal bir taverna olduğunu öne sürmüştür

Bakunin, demek ki her şeyden önce, çok da tutarlı addedilemeyecek olan anarşizmiyle ün kazanmıştır Buna göre, o politik iktidarın, bu ister burjuvazinin ya da ister proletaryanın iktidarı olsun, kaçınılmaz olarak baskıcı olduğunu, ve dolayısıyla da hakiki özgürlüğün ancak statükonun yıkılmasından sonra mümkün olacağını iddia eden Bakunin bunun yolunun politik şiddetten ve ihtilalden geçtiğini söyler Yıkma dürtüsünün aynı za?manda yaratıcı bir dürtü, yıkmanın sosyal değişim ve dönüşüm için zaruri bir unsur olduğunu savunan Bakunin, şu halde, ihtilalin negatif bir güç olmasına rağmen, bir bütün olarak gerçekleştiği zaman, diyalektik bir mucizeyle birdenbire olumlu hale geldiğini söylemiştir 0 söz konusu olumsuz-olumlu diyalektiğinde, buna göre, “ateş”i ihtilalci eylemin zaruri bir diyalektik bileşeni olarak görmüş ve keskin eleştirisini sadece, statükoyu, varolan düzeni korumayı amaçlayan muhafazakâr teşebbüslere değil, fakat aynı anda hem Hegel’in olumluyla olumsuzu bir araya getirip birbiriyle bağdaştırma teşebbüslerine ve hem de olumsuz olana olumlu olan içinde mütevazı ve zararsız bir yer bulma liberal ça?balarına da yöneltmiştir

Bilimciliği, materyalizm ve ateizmi, 1860’lı yıllardan itibaren koyulaşan Bakunin, genel eleştirel tavrını kapsam bakımından genişleterek devam ettirmiş ve bu arada bilimsel elit ve kurumların politik ve sosyal rolünü keskin bir eleştiriyle sorgulamaya kalkmıştır Ona göre, bireysel yaşamın somut ve tikel olduğu yerde, soyut ve genel olan bilim, bütün somutluğu içinde zaten göz ardı ettiği hayatı kavrayabilmeye muktedir değildir Bu ise, şimdiye kadar devlet ve dine başkaldıran Bakunin’in artık hayatın bilime, bilim yoluyla yönetilmeye karşı olan başkaldırısına öncülük ettiği anlamına gelir ve onun Marx’ın devletçiliği ve teknisizmine yönelik sert eleştirisiyle irtibatlandırılabilir



Başkalık: Postyapısalcı düşüncede veya söylemde “öteki” terimiyle değişimli olarak kullanılan terim

Örneğin, Michel Foucault’nun düşünce ve eserlerinde “başkaları”, iktidar konumundan dışlanmış ve hakim liberal, hümanist özne görüşünde kurban edilmiş olanlardan meydana gelir Bu bağlamda, “başkaları” homoseksüeller, kadınlar, akıl hastaları, beyaz olmayanlar ve mahkumlardır Postyapısalcılarla postmodernistler bu insanların, gerek bireysel ve gerekse kollektif olarak Batı toplumunun ancak sınırlarında varolduğunu düşünürler



Batılılaşma: Dünya tarihinin son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstri evresinde, Batı uygarlığı dışında kalan uygarlık ya da devletlerin, Batı‘yı son dönemde belirleyen, onu Batı yapan fikir ve teknikleri benimseme yaklaşım ya da hareketlerine verilen ad

Buna göre, Batı uygarlığı onbeş ve onaltıncı yüzyıllarda bir Rönesans ve Reform hareketi yaşamış, bunu onyedinci yüzyılda bi?limsel devrim ve onsekizinci yüzyılda da Aydınlanma hareketi izlemiştir Öyle ki, bu üç yüzyıllık tarih en somut meyvasını 1789 Fransız Devrimiyle, 1780’lerde İngiltere’de başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi’nde vermiş ve ondokuzuncu yüzyıl, Batı açısından bir ilerleme ve özgürlük çağı olmuştur

Bu bağlamda, yalnız Batı’yı değil, tüm dünyayı derinden etkileyen bu iki büyük devrimden özellikle Endüstri Devrimi, kimi Batılı devletlere tarihte daha önce bir eşi daha görülmemiş olan bir refah ve güç sağlarken, Batı’yla, coğrafi veya kültürel bakımdan Batılı olmayan devletler arasında maddi ve teknolojik açıdan büyük bir uçuruma yol açmıştır İşte Batılı olmayan devletlerin bu uçurumu kapatabilmek için sergiledikleri modernleşme, Batı’yı özellikle son iki yüzyılda Batı yapan değerleri, fikir ve teknikleri benimseyip alma hareketlerine batılılaşma adı verilmektedir

Bununla birlikte, Batı’nın teknolojik ve maddi üstünlüğünün, aynı zamanda kültürel ve ahlâki bir üstünlük anlamına gelmediği gibi, modern Batıyı belirleyen fikir ve teknikleri alma şeklinde tanımladığımız batılılaşmanın, geleneksel Batı uygarlığını bir bütün olarak kabul edilmesini asla gerektirmediği de unutulmamalıdır Fakat bir yandan da batılılaşmanın yalnızca teknolojik bir devrimden başka, toplumsal bir devrimi de içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır

Bu bağlamda Batılılaşma hareketinin temelinde bulunan bakış açısına; geleneksel inanç, yerleşik düşünce ve kurumlardan yaz-geçip, hakim uygarlık olarak görülen Batı‘nın düşünce, kurum ve değerlerini benimseyip yerleştirme mücadelesi içinde olma tavrına batıcılık adı verilir



Batı Marksizmi: Avrupa’da 20 yüzyılda, Marksizmi özü itibariyle doğru bir öğreti olarak görmekle birlikte, ondaki pozitivist, determinist unsurlardan rahatsızlık duyan ve Komünist Partisinin resmi öğretisi haline gelen Ortodoks Marksizmden ayrılan kimselerin geliştirdikleri farklı Marksizm anlayışı

Batı Marksizmi içine siyasi olarak Karl Kautsky ve Antonio Gramsci gibi lider ya da eylemciler girer Felsefi olarak ise, Batı Marksizmi içinde, Althusser, Sartre ve hepsinden önemlisi Frankfurt Okulu düşünürleri yer alır Daha doğru bir deyişle, Batı Marksizminin ilk kuşağında Georg Lukâcs, Karl Korsch, Joseph Revai, ikinci kuşağında ise Karl Manheim, Herbert Marcuse, Lucien Goldmann ve Louis Althusser gibi düşünürler bulunur

Batı Marksizmi Ortodoks Marksizmden Engels’i değil de, genç Hegelci Marx’ı temele almak ve materyalizmden çok diyalektik konusuna yönelmek bakımından farklılık gösterir Buna göre, diyalektiği Marksist öğretinin bizzat kendisine uygulayan bu anlayış, mutlak bilgiden vazgeçmiş, her tür bilginin kısmi ve göreli karakterini gözler önüne sermiştir Bilgimizle kültür tarihini meydana getiren tüm diğer dünya görüşleri arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğunu savunan Batı Marksizmine göre, hiçbir dünya görüşü tümüyle doğru veya tümüyle yanlış olamaz Tarihsel maddeciliği bu çerçeve içinde kendi ilkelerine göre eleştiren Batılı Marksist düşünürler, Marksist öğretinin bir dogma olmaktan çıkması konusunda önemli katkılar yapmışlardır



Bauer Bruno: 1809-1882 yılları arasında yaşamış olan teolog ve toplum filozofu

Sol Hegelcilerin liderliğini Yapmış olan düşünür öncelikle teoloji alanında çalışmış ve Yeni Ahit üzerine olan araştırmalarının ardından metnin tarihsel temellerinin hayli kuşkulu olduğu sonucuna varmıştır O da tıpkı Ludwig Feuerbach gibi, dinin yabancılaşmış insan bilinci olarak tanımlanması gerektiğini söylemiştir Geleneksel Hıristiyan öğretilere yönelik eleştirel analizi nedeniyle Üniversitedeki işinden koyulan Bauer, kilise ili devletin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu, bütünüyle Hegelci bir tarzda öne sürmüştür Çünkü kilisenin özü itibariyle baskıcı olduğu yerde, hakiki devlet özgürlüğün bütünüyle hayata geçirildiği bir yeri tanımlar

O, din felsefesi alanındaki çalışmalarından sonra, toplum felsefesiyle meşgul olmuş ve bu bağlamda yerleşik burjuva düzenine olduğu kadar, ihtilalci programlara da şiddetle karşı çıkmıştır Ona göre, özel sınıf çıkarları kaçınılmaz olarak tek yanlı olup, kitleler de daha ziyade ölü maddeye benzer Bauer’in gözünde, ölüyü diriltecek, sınıf ideolojilerindeki yanlış kabul ve kavrayışları ayıklayarak, tek yanlılığı ve körlüğü ortadan kaldıracak, insan bilincinde bütünüyle özgürleştirici bir mahiyet taşıyan temelli değişmeyi başlatacak olan biricik şey eleştiridir

O, en ince ayrıntısına kadar dikkatle oluşturulmuş hiçbir programın kurumsallaştıramayacağı dönüşümü tarihin kendi mantığıyla hayata geçirdiğini, eleştirinin bugün düşüncede yıktığını, tarihin yarın gerçek hayatta yerle bir edeceğini söyler Bu görüşlerini dünyanın egonun bir yansıtım olduğunu dile getiren bir tür bilinç felsefesiyle temellendirmeyi deneyen Bauer, sosyal koşulların insanlarını kafalarını değiştirmek suretiyle değiştirebileceğini düşündüğü ve bilincin köklerine inemeyen ihtilalci programların boş ve zararlı olduğunu savunduğu için, Marx tarafından idealist-teolojik terör yaratmakla suçlanmıştır



Bauvoir, Simone de: 1908-1986 arasında yaşamış, başta Le Dewuxieme Sexe [İkinci Cins] adlı kitabı olmak üzere, denemeleri, kısa öyküleri otobiyografik yazıları ve romanları yüzyılımızda feminist düşüncenin gelişiminde önemli bir başlangıç noktası oluşturmuş olan çağdaş Fransız kadın düşünür

Hemen hemen bütün yaşamı boyunca birlikte olduğu Sartre’ın etkisi dolayısıyla, düşünceleri varoluşçu bir çerçeve içinde ve belli bir özgürlük kavramı üzerinde oldukça bireyselci bir temele dayanan Beauvoir’a göre, özgürlük asla ve asla insana Tanrı tarafından verilmiş bir şey değildir Tam tersine, özgürlük, insanın uğruna hergün yeniden savaşmak zorunda olduğu bir imkan, onun kendisini sürekli olarak yeniden yaratması için bir fırsattır Özgürlüğü başlangıçta olabildiğince bireyselci bir açıdan yorumlayan ve bu bağlamda ötekilerini, insanın kendi planına göre eylemesinden başka hiçbir şey olmayan özgürlüğün önündeki bir engel olarak gören Beauvoir, savaş deneyimlerinin ardından ötekinin özgürlüğünü insan için bir tehdit olarak değil, fakat kişinin kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin zorunlu bir koşulu olarak değerlendirmeye başlamıştır Buradan hiç kuşku yok ki, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygılanmak gibi ahlâkî bir ödevi olduğu sonucundan başka, kadının top?lumsal durumu ve onun erkek cinsiyle olan ilişkileri bağlamında önemli sonuçlar çıkar

Özgürlüğün temel koşulu eylem, kişinin kendi plânlarına göre eylemesi, gelecek için amaçlar saptayarak, bunu şimdide dışlaştırması ise eğer, Beauvoir’a göre bu, geleneksel kadın rol ü içinde gerçekleşmemektedir Bundan dolayı, onun gözünde kadın özerk değil, görelidir Başka bir deyişle, kadınların kendilerini erkek olmadan düşünemediklerini ve düşünülmediklerini öne süren Beauvoir’a göre, erkeğin özne ve mutlak olduğu yerde, kadın yalnızca erkeğin eksik ötekisidir Öteki de, kendi bağımsız özüne sahip bir şey olarak görülemez

O, eskiden beri varolan bu durumu, kadının biyolojik analık göreviyle geride tutulmasına, erkeğin dışarıya gitmesine ve kendisini ‘homo faber’ olarak gerçekleştirmesine izin verilirken, onun içsel olanın bekçisi yapılmasına bağlar Beauvoir, erkeğin egemenliğinin, sıklıkla iddia edildiği üzere, onun bedensel gücünün bir sonucu olmaktan ziyade, eylemde bulunan özne olmasının bir sonucu olduğunu düşünür Fakat erkek, sadece ve sadece eylem yapmayan nesne sayesinde, ve kadına göre, başka bir deyişle, dışlaşma ve içselleşme ilişkisinden dolayı, ve kendisinin ötekisine göre böyle olabilir Beauvoir’a göre, kadınların verilmiş olan bu durumu kabul etmemeleri gerekir Zira ona göre, kadına toplumsal örf, adet ve kurumlar tarafından yüklenen bu ikindi rol, biyolojik, ekonomik ve psikolojik yazgının yüklediği bir rol değildir Yani, Beauvoir dünyaya kadın gelinmediğini, ama kadın olunduğunu söylemektedir



Bektaşilik: Hacı Bektaş Veli’nin (1209-1271) düşünceleri çevresinde oluşan tarikat Senkretist bir yapı arzeden Bektaşiliğin temel özellikleri arasında, en başta dört kapı ve dört inanç tasavvuru gelir Bunlardan dört kapı, şeriat (İslamın ve Ehli Beyt’in yoluna uymak) tarikat (şeyhe bağlanmak), hakikat (Tanrı’yı tanıma yolu) ve marifet (Tanrı bilgi -sine götüren yol) kapıları, dört inanç ise ibadet, niyaz, adak ve vuslat’tır Bektaşilikte ayrıca Tevella (Ebu Beyti ve 12 imam) sevmek) ve Teberra (Yezid ve diğer Ebu Beyt düşmanlarına yüz çevirmek) da önem taşır

Bektaşilik, şamanlıktan izler taşıması, ayrımcılık yapmaması, Anadolu halkının dilini kullanması, açık ilkelerden ziyade, her düşünce ve inançta olan insanların kendilerine göre anlamlar çıkarabileceği üstü kapalı inançlar geliştirmesi nedeniyle Anadolu’nun her yerinde hızla yayılmış bir inanç ve öğreti bütünüdür



Benjamin, Walter: 1892-1940 yılları arasında yaşamış olan Alman düşünür Yirminci yüzyılın en önemli Marksist estetikçilerinden ve kültür yorumcularından biri olarak görülen ve bir sosyal üretim formu olarak sanatın önemini farkeden ilk kişi olduğu düşünülen Benjamin’in temel ve en ünlü eseri “Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Eseri” adlı denemesidir

Sanatsal üretimin maddi boyut veya yönlerine dair analizi, Benjamin’in çağdaş düşünceye en önemli katkısını oluşturur Yeni kültürel koşulların yeni sanat türlerini veya formlarını talep ettiği teziyle Frankfurt Okulu’nun görüşlerine çok yaklaşan Benjamin Adorno ve Horkheimer tarafından kültürle ilgili analizlerinin yeterince diyalektik olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir

Yöntemi içkin eleştiri, yani teorik ilkelerin, dışarıdan getirilmek yerine, incelenen eserden çıkartılması gerektiğini dile getiren yaklaşımı uygulayan Benjamin’de gelenekle moderniteyi birbirine bağlayan şey yeniden üretim kavramıdır Ona göre, modern dünyada olup biten şey, edebî veya sanatsal değerle ilgili algılarımızın değişmiş, yüksek sanatla aşağı sanat arasındaki ayırımımızın aşınmış olmasıdır

Politik, teolojik ve felsefi amaçlara hizmet eden sanatın bir sosyal üretim türü olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Benjamin, önemli olanın sanatın ait olduğu zamanın üretim ilişkileri açısından nerede durduğu değil, fakat bu ilişkiler içinde nerede durduğudur Ona göre, 20 yüzyılda sanat alanındaki en önemli gelişme ve problem, geleneğin çözülmesi ve buna bağlı olarak yok olup gitmesiyle birlikte, sanatın yepyeni biçim ve işlevler kazanmış olmasıdır Başka bir deyişle, mekanizasyon ve kitlesel üretimin kültür alanına da yayılışındaki ilerici potansiyeli gören Benjamin, öncelikle kültürel eserlerin veya sanat yapıtlarının mekanik olarak çoğaltılabilirliğinin, yüksek kültürün eserlerinin büyülü, ve kutsal kalesini, onları ritüel ve gelenekten koparmak suretiyle, yok ettiğini öne sürer O söz konusu gelişmeyi, şeylerin evrensel eşitliği düşüncesini benimseyen kitlelerin çağdaş yaşamda giderek artan önemleriyle birleştirir ve bunu potansiyel olarak ilerici bir şey olarak değerlendirir

Diğer bir deyişle, teknolojik alandaki büyük gelişmenin, sanat ve kültür için yepyeni imkanlar sağladığını iddia eden Benjamin, fotoğraf ve sinema benzeri sanatların kaydettiği gelişmenin, kitlelerin katılımına açık, onların yararına olan bir sanatı mümkün hale getirdiğini söyler Ona göre, sanatın mekanik olarak çoğaltılabilirliği, kitlelerin sanata karşı olan tutumlarını değiştirir Bir Picasso tablosuna karşı takınılan genci tavır, bir Chaplin filmine karşı ilerici bir tepkiye dönüşür

Sanatın toplum için olduğunda ısrar eden düşünür, ritüel ve propagandanın 1930’lar Almanya’sındaki rolüne gönderme yaparak, sanatın özerkliği veya sanat için sanat üzerindeki ısrarın estetiğin faşizm tarafından politik hayata sokulmasıyla tamamlandığını öne sürer Bununla birlikte, Benjamin’e göre, geleneğin ve geçmiş kültürün özgürleştirici yönlerini de unutmamak lazım gelir Nitekim, o bir yandan da, kapitalizmle birlikte yok olup giden geçmişin kurtarılmasını amaçlayan tarihsel maddeciliğin savunuculuğunu yapmaktan hiç geri durmamıştır



Bentham, Jeremy: 1748-1832 yılları arasında yaşamış olan, yararcılığın kurucusu İngiliz filozofu Temel eserleri: An Introduction to the Principles of Morals and Legislation [Ahlâk ve Yasamanın İlkelerine Giriş] Deontology [Deontoloji] ve Science of Morality [Ahlâk Bilimi]; A Fragment on Government [İdare Üzenine Bir Çalışma], The Rationale of Reward (Ödülün Mantığı)

Siyaset felsefesi: Siyaset felsefesini etik görüşüne dayandırmak isteyen Bentham, diğer bir deyişle kişinin kendisine dönük hazlarla, dışa dönük hazlar arasında bir ayırım yapmıştır Bunlardan binincileri salt hazla ve kişinin kendi mutluluğuyla ilgili iken, ikincileri bir iyilik ifadesi olup, başkalarının mutluluğuyla ilişkilidir Bireysel mutlulukla en yüksek sayıda insanın mutluluğunun bir ve aynı olmadığının fazlasıyla farkında olan Bentham, bencillikle toplumun iyiliği veya en yüksek sayıda insanın mutluluğu arasındaki uçurumun aşılabilmesi için, iki araçtan faydalanmaya çalışmıştır

Bu araçlardan birincisi, eğitimdir Ona göre, insanlar eğitim sayesinde zihinsel melekelerin ve yeterliliklerini arttırır, kendile?rini tam olarak gerçekleştirebilmenin yollarını öğrenir ve böylelikle de, bir kişinin akılcı yollarla elde ettiği mutluluğun başkalarına yönelik sevgi ve hayırseverliği, ötekinin iyiliğini kapsadığını anlayabilirler

Bentham’da bireyin kendisine dönük ilgiyi toplumsal bir ilgiyle tamamlamanın ikinci yolu kurumsal bir çerçeve yaratmak geçer Ona göre, insan bencil çıkar ve zorlamaları bu sayede ve kurumsal bir çerçeve içinde, top?lum için yararlı amaçlara dönüştürebilir Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Bentham, siyaset felsefesinde, yine güçlü bir halk egemenliğinin savunuculuğunu yapmış ve söz konusu egemenliğin tek meclisli yasama organıyla temsilini istemiştir 0, denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam çalışan bir demokrasiyi önlemek üzere hazırlanmış aygıtlar olarak değerlendirirken, din konusunda kuşkucu bir tavır takınmıştır Benthama göre, din ilerlemeyi engelleyen özellikle de entellektüel ilerlemeye set çeken bir kurumdur Da?hası, o dinin inanmayanlara karşı düşmanlık uyandırmak ve bir kast sınıfı yaratıp beslemek suretiyle, topluma sadece sıkıntı verdiğini düşünür İhtiyaç duyulan şey, dini hoşgörüdür ve bunu sağlayacak tek şey de, bilinemezci bir kuşkuculuktur Öte yandan, dine çoğunluk yararcı bir açıdan bakan Bentham, onun yararsız olduğunu söylemekten de çekinmemiştir



Berkeley, George: 1685-1753 yılları arasında yaşamış olan, ve dünyada yalnızca zihin ya da ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren; yani modern idealizmin en önde gelen savunucusu, hatta kurucusu olan İngiliz düşünür Eserleri: The Principles of Human Knowledge [İnsan Bilgisinin İlkeleri] ve Three Dialagues Between Hylas and Philonous [Hylas ile Philonous arasında üç Konuşma]

Temeller: Maddesizci hipotez olarak ta?nımladığı temel görüşüyle, cansız, atıl maddi tözün varoluşunu yadsıyan Berkeley, bir şeyin var olmak için ya algılanmasını, ya da algılama faaliyetini gerçekleştiren etkin varlık olması gerektiğini öne sürmüştür Algılanacak şeylere “duyusal nitelikler” veya Locke’dan miras almış olduğu terminolojiyle ideler adını veren, bu duyusal şeyler veya idelerin zihinlerin, tinlerin, algılayan ve irade eden etkin varlıkların dışında hiçbir şeyin varolamayacağını savunan Berkeley’de gerçek?ten var olan her şey, bir yanda etkin tinler, diğer yandan da edilgin idelerden ibarettir

Berkeley kendisini bu idealist ya da im?materyalist görüşe götüren şeyin, çağdaş bilimdeki yanlışlar, kendisinin kuşkuculuğun, ateizmin ve dinsizliğin temeli olarak gördüğü hatalar olduğunu söylemiştir Kendisini kontrolsüz akılcılığın aşırılıklarına karşı çıkan biri olarak gören, ve dolayısıyla modern bilim adamlarının sınırsızca bölünen doğru konsepsiyonuna, rasyonalist geometri anlayışlarına ve fiziki dünyayı çekim gücü benzeri şeylerle açıklama teşebbüslerine karşı çıkan, doğa biliminin açıklayıcı olmaktan ziyade, betimsel olması gerektiğini öne süren Berkeley’in felsefesi aşırı antirasyonalist bir bilim teorisi ile birleşen bir tür maddesizciliktir

Bilgi Görüşleri: Berkeley de, kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu, ve bilgimizin duyu-deneyi aracılığıyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır: Tinsel var]ıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi

Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım, ama doğrudan ve aracısız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez Bununla birlikte, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılamaz Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir

İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına varolan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak varoldukları düşünülebilir Bu teze Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir ses ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını verir Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini asla bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından bizim idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur

Metafiziği: Bilginin tek kaynağının algı olduğunu algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizi ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri deneyimleyen zihinlerin varolduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde varolmadığı şeklindeki ontolojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Lockeun yapmış olduğu gibi nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, yani Tanrı’nın varolduğunu öne sürmüştür Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı’yı yerleştirmiştir

Berkeley’e göre biz algılarımızın, idelerimizin, onlar 1 canlı ve açık oldukları, 2 diğer deneylerimizle uyumlu oldukları, ve 3 insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantazilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız Yani, duyu algılarımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıkları için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır

Başka bir deyişle, madde varolmadığı, varolsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley’e göre, zihnimizdeki bu idelere, al?gımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın varolması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı’dır

Bu görüşe, bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı’yı algılarımıza, duyumlarımıza, idele?rimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söyle?nerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından nite?liklerinin duyularımız üzerindeki eylemi so?nucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söy?lenerek itiraz edilebilir Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamamen irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ide?ler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir Ve biz tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu bili?yorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı’nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğre?tisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar ta?rafından tecrübe edilen izlenim ya da ideler?le özdeşleştirilmesi durumunda doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce varol?madığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için, şu halde, Tanrı’nın evreni varoluş hali içinde tutan her şeyi bilme gücüne müracaat etmiştir Yani, o ezeli-ebedi olup, her şeyi bilen tinsel bir varlık olarak Tanrı’nın varoluşunu kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı’nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer



Bernstein, Edouard: Sosyal demokrat siyaset adamı, kuramcı ve tarihçi Kapitalist ekonominin yakın gelecekte çökeceği ve proletaryanın iktidarı zorla ele geçirmesi gerektiği gibi görüşleri yadsıyarak, Karl Marx’ın koyduğu temel ilkeleri gözden geçirmeye girişen ilk sosyalistlerdendir Seçkin bir kuramcı olmamasına karşın ‘revizyonizmin babası ‘ olarak adlandırılmış ve özel girişimciliği toplumsal reformla kaynaştıran bir tür sosyal demokrasi öngörmüştür

Danzig’den gelerek Prusya’nın başkenti Berlin’e yerleşmiş bir Yahudi ailesinin oğluydu Babası demiryolu makinisti, amcası Aaron Bernstein ise ilerici işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi Bu ortamda pek çok kültürlü Almanın ulusal birlik ve demokrasiye duyduğu özlemi daha genç yaşta kolayca paylaştı Sevilen ve açıksözlü bir insandı 1872’de genç bir banka memuru iken Sosyal Demokrat Partiye girdiğini açıkça söylediğinde üstlerinden anlayış gördü Prusya’nın 1871’de Fransa’yı yenilgiye uğratmasını izleyen çalkantılı yıllar siyasi inançlarının oluşmasında önemli rol oynar Ama yumuşak kişiliğinden dolayı Radikal Marksizm’den çok dogmatik olmayan pragmatik bir sosyalizme ilgi duyuyordu Otoriter sayılabilecek Alman Genel İş Derneği karşısında demokratik ve barışçı sosyal demokratları yeğledi

Partiye girince sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı1890'lara değin süren 1873 ekonomik bunalımı kapitalizmin zayıflığı yolundaki inancını pekiştirdi Ama onu daha radikal bir tutum almaya zorlayan Şövalye Otto von Bismarck'ın antisosyalist yasaları oldu Almanya dışına sürülünce İsviçre’ye yerleşti Die Zukunft’un varlıklı koruyucusu Karl Höchberg'in "ahlakçı sosyalist" görüşlerinden uzaklaştı Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürich baskısının editörlüğünü Marx’ın onayıyla üstlendi 1888’de Bismarck'ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınır dışı edilince derginin yayımını Londra’da sürdürdü Orada Marx’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’ın yakın dostu oldu; sosyalizmin adım adım gelişeceğini savunan etkili Fabian Derneği’nin önderiyle de yakın ilişki kurdu Giderek değişen görüşlerini bir dizi makale ile 1898'de Stuttgart’ta Sosyal Demokrat Parti toplantısına gönderdiği bir mektupla sergiledi Ertesi yıl Die Voraussetzungen de Sozialismus und die Sozialdemokratie’yi (evrimsel sosyalizm,1891'de) yayımladı

1901’de Almanya’ya dönen Bernstein reformcu işçi hareketinde giderek gelişen revizyonist okulunun kuramcısı durumuna geldi Sosyalizmin kapitalist orta sınıfa karşı bir ayaklanmanın doğrudan ve katışıksız bir ürünü değil, insan tutkularının ayrılmaz içsel bir parçası olan liberalizmin nihai sonucu olduğunu savundu Kapitalizmin hemen çökeceği ve burjuvazinin yalnızca baskıcı bir sınıf olduğu yolundaki görüşten vazgeçti Ayrıca üretken sanayiinin belirli ellerde toplanmasının her alanda Marx’ın öngördüğü ölçüde eksiksiz ya da daha hızlı biçimde gerçekleşmediği sonucuna vardı İşyeri yasalarının çıkartılması ve işçi sendikaları üzerindeki yasal kısıtlamaların kaldırılması türünden reformları örnek göstererek, sosyalist hareketten gelen başkaldırı sonucunda sermayenin sömürücü eğilimlerine karşı bir tepkinin geliştiğini öne sürdü Bütün bunlara dayanarak kalıcı başarının yolunun şiddete dayalı bir altüst oluştan değil sürekli bir ilerlemeden geçtiğini savunmaya başladı

1902’de Reichsrag’a (parlamento) seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü Sosyalist kuramcı Karl Kautsky’nin dogmatik marxizmi ile Alman işçi önderi Agust Bebel'in eklektik Marxizmi giderek etkisini yitirdikçe revizyonizm sosyal demokrasinin ideolojisi durumuna geldi Ama sınıflararası şiddete olduğu kadar uluslararası alanda da şiddet kullanımına karşı çıkan Bernstein militarizme karşı mücadelede sol kanatla birlikte tutum aldı Sağ kanat önderleri arasında yer almasına karşın I Dünya Savaşı sırasında partisinin savaşı desteklemesini protesto etmek amacıyla Bağımsız Sosyalistlerle birlikte davrandı Ama barış gerçekleşir gerçekleşmez eski konumuna döndü ve Kasım 1918’deki siyasal devrimi toplumsal bir devrime dönüştürmek isteyenlere karşı cephe aldı Parlamenter cumhuriyetin kesintisiz bir ilerleme yolu açtığını savundu Savaştan sonra 1919’da ekonomi ve maliyeyle ilgili devlet bakanı olarak görev yaptı

Sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi Nazilerin kanlı saldırılarını, dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları olarak değerlendirdi Nasyonel Sosyalizmin özünü kavrayamadı ve Nazilerin iktidarı ele geçirmesini önlemekte çaresiz kaldı Bernstein’ın ölümünün (18 Aralık 1932) üzerinden daha altı ay geçmeden , tüm umutlarını bağladığı demokratik devlet, kapılarını Adolph Hitler’in diktatörlüğüne açtı

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



Bilgi: 1- Genel olarak, öznenin amaçlı – yönelimi sonucunda, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şey Öğrenilen şey 2- Bir şeyin ayırdına ya da bilincine varma Bir şeyle aktüel deney yoluyla kuru?lan yakınlık ya da tanışıklık 3- Olgu, doğru ya da ödev olarak görülen bir şeye ilişkin açık algı 4- Biraz daha teknik bir anlam içinde, te?mellendirilmiş, haklılandırılmış doğru inanç 5- doğruluğu mevcut öznel ve nesnel koşul?larda, gerekli ve yeterli sayılan delillerle te?mellendirilmiş önermelerle ifade edilen bilinç içeriği



Bilim: Dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı Amacı konu aldığı alanda, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmak olan bilgi kümesi Varolan şeylerin mahiyeti ve kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı bilgi Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere daya?nılarak elde edilmiş organize ve rasyonel bilgiler bütünü



Bilimsel determinizm: Evrensel ne?densellik anlayışı; evrendeki her olayın kendi?sini belirleyen bir nedenin bulunduğunu öne süren yaklaşım



Bilinç: Genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yeti Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış bilinen, duyumları, algıları ve anıları yoluyla ihtiva eden bölümü



Bir: Var olan her şeyin kendisine öykündüğü, kendisinden pay aldığı ezeli ebedi, yetkin form Var olan her şeyin kendisinden türediği, sudur ettiği tanrısal varlık Tanrı, dünya ruhu, mutlak zihin ya da tin



Bireycilik: Genel olarak, bireylere bireysel insan varlıklarına ontolo?jik, mantıksal, metodolojik ve aksiyolojik bir öncelik veren, somut olan gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış

Siyaset felsefesinde, devletin birey için varolduğunu iddia eden, bireyin özgürlüğüne büyük önem veren ve kendisine yeten, kendi kendisini yönlendirebilen bireyi, toplum ve devlet karşısında ön plana çıkartan akım; tüm siyasi örgüt ve toplumsal oluşumların temel ve en yüksek amacının bireyin, kişinin haklarını korumak, bağımsızlığını güvence altına almak ve gelişimini hızlandırmak ol?duğunu savunan anlayış

Esasen 18 yüzyılda, klasik ekonomi poli?tiğin yükselişiyle anlam ve önem kazanan bir öğreti olarak bireycilik, bireylerinin dı?şındaki bir gerçeklik olarak toplumun varoluşunu yadsıyan, Özgür bireylerin ekonomik alandaki rekabetlerinin yararlı sonuçlarını vurgulayan, işbölümünün gelişimiyle birlik?te, rollerde söz konusu olan çeşitlenmeyle, bi?reysel farklılıklara özel bir önem atfeden görüştür Bireyciliğe göre devlet, bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmak du?rumunda oldukları bir araçtır ve hiçbir zaman kendi içinde bir amaç olamaz Toplum bireysel üyeleri için var olur

Ekonomi alanında, serbest rekabeti, teşebbüs özgürlüğünü temel alan liberal anlayış



Biyo-iktidar: İktidar kavramının modern yorumlarına karşı çıkan Foucault’nun önerdiği yeni ve alternatif iktidar kavramı

Yönetici sınıflarda demir attığını ve do?ğası gereği baskıcı olduğunu öne süren mo?dern iktidar teorilerini reddeden, modern ik?tidarın teorileştirilmesinde kullanılan iki temel modeli, hukuki ve ekonomik modelleri şid?detle eleştiren Foucault’nun öne sürdüğü biyo-iktidar kavramı, baskıcı değil de, üret?ken olan bir iktidarı tanımlar Biyo-iktidar, güçleri önleme, tahrip etme ya da tâbi klima amacı güden bir iktidardan ziyade, gücü ya?ratmaya, potansiyel güçleri aktüelleştirme, va?rolan gücün gelişimini sağlamaya ve düzenle?meye eğilimli bir iktidardır

Foucault’ya göre, biyo-iktidarın ilk tarzı veya birinci şekli, insan bedenine dair bir ana?tomi politikası ihtiva eden disipliner iktidar?dır Oysa, biyo-iktidarın disipliner iktidarın ardından ortaya çıkan ikinci tarzı, bireyin değil de, türün bedeni üzerinde yoğunlaşır Burada artık rejimler ırkın yaşam ve beka müdürleri haline gelmiştir



Bloch, Ernst: 1885-1977 yılları arasında yaşamış ünlü Alman düşünür Temel eserleri: Geist der Utopie [Ütopyanın Ruhu], Das Prinzip Hoffnung [Umut İlkesi], Abriss der Sozialen Utopien [Sosyal Utopya Taslağı]

Genç yaşta sosyalizmi benimsemiş ve Georg Simmelle Weber’in öğrencisi olmuş olan Bloch, en çok inanç sorunu ve Ütopya konusu üzerinde durmuştur Ortodoks Mark?sizmin baş hedeflerinden biri olan Bloch, ütopyaların hep varolduğunu ve varolması gerektiğini öne sürmüştür Ona göre, bir sosyal ütopya, yabancılaşma olmak bir tarafa, insanın bilinçlenmesine yardımcı olan en önemli temel olup, ona bütünsel bir tarih gö?rüşü kazandırır

O işte bu bağlamda, tarihin sonunun gel?diği’ tezine, insanlığın mevcut durumunun olumlanmasını talep ettiği için, bir burjuva sapkınlığı olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmıştır Bloch’un buna karşı getirdiği al?ternatif bir umut ilkesi, daha iyi bir dünya, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya imkanını içeren bir gelecek felsefesidir



Bodin, Jean: 1530-1596 yılları arasında ya?şamış Fransız iktisatçısı ve politik filozofu Temel eserleri: Methodus ad Facilem Histo?riarum Cognitonem [Tarihi Kolay Kavra?manın Yöntemi]; Six Livres de la Republi?que [Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap]

Bodin, felsefesi egemenlik kavramı üze?rinde yoğunlaşan bir siyaset filozofu olmak?la birlikte, öncelikle tarih alanındaki görüşle?ri ve araştırmalarıyla ün kazanmıştır Daha doğrusu, o politikanın doğasıyla ilgili olarak kuşatıcı bir empirik resme ulaşabilmek için, tarihsel karşılaştırmaları kullanmış ve bu bağlamda, “eskilerin öteye beriye, şuraya buraya dağılmış yasalarını bir araya getirip bir sentez yapmamızı sağlayan şeyin” tarih olduğunu söylemiştir Ona göre, tarih en iyi politik rehber olup, “evrensel hukuğun en iyisi, tarihin bağrında saklıdır

Bir mutlakiyetçilik teorisyeni olup Hob?bes’u birçok bakımdan önceleyen Bodin, devletin kiliseden bağımsızlaşması sürecine de önemli katkılar yapmıştır Egemenlik kavramını ayrıntılı olarak inceleyen Bodin, egemenliğin sürekli olması ve iktidarı hayat boyu kullanan hükümdarların vicdanına bağlı bulunması gerektiğini düşünmüştür Ona göre, üç tür yönetim tarzı vardır: De?mokrasi, aristokrasi ve monarşi Bodin bun?lardan en iyisinin monarşi olduğunu söyler Daha doğrusu, Bodin için ideal devlet, gene?1m iyiliği için aristokratik ve demokratik yö?netim yapılarını kullanan monarşik devlettir

Zira doğaya ve doğanın yasalarına en uygun olan rejim monarşidir; monarka yar?dım etmek üzere, en yetenekli kimselerin en iyi bir biçimde seçilebilmesini yalnızca mo?narşi sağlar Başlıca amaç adalet düzeninin kurulmasıysa eğer, “soylularla sıradan in?sanları” gerçek bir toplumsal birlik içinde bir araya getirmeyi mümkün kılan biricik rejim, Bodin’e göre, yine monarşidir Bodin’in istediği, özlediği mutlak monarşi, keyfi bir yönetim tarzı değildir, çünkü onda vergileri kabul ya da reddeden bir parla?mento, korporasyonlar kurullar ve hüküm?darla uyruklar arasında bir dizi ara kuruluş, vardır



Bolşevizm: 20 yüzyılın ilk çeyreğinde, bir grup Rus devrimcisi ve özellikle de Lenin tara?fından geliştirilmiş olan, ve proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin, devrim için gerekli tüm nesnel koşullar gerçekleşinceye dek er?telenemeyeceğini; iktidarın yasal yollarla, parlamentoda çoğunluk sağlanarak değil de, güç yoluyla ele geçirilmesini; proletarya dik?tatörlülüğü bir kez kurulunca, bunun yalnız?ca burjuva sınıfına karşı değil, fakat ekono?mik sistemin sosyalizasyonunu hızlandırmak için kullanılması gerektiğini savunan özel Marksist öğreti



Brahmanizm: Eski Hindistan’da, Vedanta sisteminden türeyen ve adını rahipler sınıfı Brahmanlarla kişisel olmayan dünya ruhu Brahman’dan alan felsefi, teolojik ve ahlâki düşünceler bütünü Vedaları vahiy mahsulü kutsal kitap olarak kabul eden ve ruh göçüne yer veren söz konusu dini inanca göre, Brah?man bütün tanrısal güçlerin üstündeki ezeli ve ebedi Tanrı’dır Brahman, eşyanın kayna?ğı olduğundan, ebedi mutluluk Brahman’da yok olmaktır




Budizm: Hindistan’da, M Ö 5 yüzyılda Siddhârta Gautama, yani Buda (Aydınlan?mış kişi) tarafından kurulmuş olan dinifelsefi akım Her şeyin fâni ve boşluktan iba?ret olduğuna inanan kötümser ve panteist bir din

Budizm, başlangıçta yalnızca ahlâki dü?şünceler ve bir tür yoga hayatı ya da düzenli ve disiplinli bir yaşam anlayışı ile sınırlan?mış ve daha sonra, kutsal kast ayrımlarına, Tanrı‘ya tapınma biçimlerine ve kurban tö?renlerine dayanan Hinduizmden ayrılarak, aynı zamanda felsefi bir akım şeklinde geliş?miştir Maddenin ebediliğini savunan Budiz?me göre, varolan her şey, Tanrı’nın hiçbir mü?dahalesi olmadan, mekanik yasalara uygun olarak maddeden meydana gelir Evrende ne varsa, bu şekilde varlığa gelir Ruh da, bu ya?salara tâbi olmak durumundadır Başka bir deyişle, Budizm, varlık görüşünde bireyle?rin, canlı varlıkların ezeli-ebedi bir ruhları olmadığını savunur Bir Yaratıcının varolmadığına inanan Buda’ya göre, kötülükle acının varoluşu bir yaratıcıya duyulacak inancın önünde aşılmaz bir engel oluşturur

Budizmin iki türü vardır: Hinâyâna ve Mahâyâna Bunlardan birincisi, yani eski Budizm, bireyleri bu dünyanın sıkıntı ve ıstı?raplarından kurtarmayı amaçlar Yani, o önce bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana’ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlâk yet?kinliğidir Buna karşın, Mahâyâna adı verilen yeni Budizm, bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet et?tikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yal?nızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur



Burjuva Devrimi: En yalın an?lamı içinde, tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimiyle özdeşleştirilen, ve, ekonomik etkinlikleri toprak sahibi aristokrasinin uy?guladığı politik kontrol tarafından önemli ölçüde engellenen burjuva sınıfının siyasi kontrolü ve iktidarı ele geçirme hareketi

Biraz daha genel bir anlam içinde, modern dünyayı yaratan, Batı’da onyedi ve onseki?zinci yüzyıllarda sivil toplum olarak bilinen ekonomik toplumu doğuran ve dolayısıyla sacayaklarından birinde kapitalizm ikinci?sinde modern devlet ve liberal demokrasiy?le, sonuncusunda bilim bulunan genel hare?ket Geleneksel toplumdan modern topluma geçişi sağlayan çok temelli dönüşüm süreci



Burjuvazi: Geniş bir çerçeve içinde, modern Avru?pa toplumunun, yeni kapitalist sistemde gi?rişimci olarak ortaya çıkan ve böylelikle eski ekonomik sistemin egemen sınıfının ol?duğu kadar, yeni endüstri düzeninin işçi sı?nıfının da karşısında yer alan orta sınıfını; kapitalist toplumda, orta ya da daha çok yö?netici sınıfı göstermek için kullanılan terim

Biraz daha özel anlamı içinde ise, burjuva?zi, ekonomik bakımdan gelişmiş olan ülkeler?de ya da endüstri toplumlarında, üretim araç?larıyla, bunların üretimi için gerekli olan hammadde ve araçları, yani makinaları ve fabrikaları mülkiyetlerinde bulunduranların meydana getirdiği sınıfı tanımlar Buna göre, üretim araçlarının sahibi ve ücretli emeğin iş?verenlerinden oluşan ve bu anlamıyla ekono?mik olarak hakim sınıf olup, aynı zamanda devleti ve kültürel üretimi kontrolü altında bulunduran burjuvazi, işçi sınıfının karşısında ver alır ve onunla çatışma içinde bulunur



Burke, Edmund: 1729-1797 yılları arasın?da yaşamış olan ünlü İngiliz devlet adamı ve filozofu

Temel eseri Reflections on the Revolution in the France [Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler] olan Burke, insanın duygusal ve ruhsal yaşamının evrenin genel düzeniyle uyum içinde olduğunu, toplum ve devletin, insanın yeteneklerinin eksiksizce geliştirilme?sine imkân sağladığını, ortak çıkarlara hizmet ettiğini savunmuştur O muhafazakâr düşünü?şün en önemli temsilcilerinden biri olup, Fransız Devrimine şiddetle karşı çıkmış ve İngiliz sisteminin erdemlerini savunmuştur özellikle, Devrim hareketinin rasyonalist ve idealist havasına karşı çıkan düşünür, devri?min manevi ateşiyle, siyasi yapının yeniden kurulmasına yönelik projelerin, geleneklerin ve geçmişten miras kalan değerlerin yıpran?masına ve maddi manevi kaynakların tahribi?ne yol açtığım söylemiştir

Sisteme ve soyutlamaya da karşı çıkan, somut ve belirli sorunları tedricen ve yasalara uygun bir tarzda çözmekten yana olan Burke, liberal ve tutucu Whig aristokrasisiyle olduğu kadar halk kitlelerinin taşkınlıkları ve saray entrikalarıyla da mücadele etmekten geri dur?mamış ve yaşadığı dönemde İngiliz siyasi ha?yatının istikrar kazanması sürecine önemli katkılar sağlamıştır



Bürokrasi: Bir toplumda tabandan yukarıya doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkelerine göre çalışan profesyonel gönüllüler grubu

Siyasi iktidarı ellerinde tutan kişilerin se?çilmiş olmalarına karşın, bürokratlar, seçil?miş değil de, bir işi yapmaya memur edilmiş, bir göreve atanmış profesyonel görevlilerdir Bürokrasiyi belirleyen iki temel özellik, ol?dukça gelişmiş bir işbölümü ve görevlerde uzmanlaşmadır

Çağdaş siyaset felsefesinin bürokrasiyle ilgili en temel sorusu, bürokrasiden vazge?çilip vazgeçilemeyeceği sorusudur Çünkü, günümüz toplumlarında faaliyet alanları, ku?rumlar ve iş bölümü çok fazla arttığı için, modern toplumlar giderek artan ölçülerde bü?rokratlaşan toplumlar haline gelmişlerdir Bundan dolayı, bazı düşününler bürokrasinin işte bu durumun sonucunda, siyasi bir ege?menlik sistemi olarak ortaya çıktığını iddia etmişlerdir Buna göre, bürokrasi artık devle?tin işleyişindeki vazgeçilmez bir araç ol?maktan çıkıp, egemenliği elinde tutan grup haline gelir Yine, bu durum, halk egemenli?ğinin temsilcileri olan seçilmiş milletvekilleri ile atanmış bürokratlar arasında bir karşıtlık doğurur Bundan başka, bürokrasinin kırta?siyeciliğine, yetersizliğine ve araçlarla amaçları birbirine karıştıran yaklaşımına işaret edilmiştir



Büyük patlama: Evrenin oluşumunu açıklamada kullanılan bir teori türü

Teoriye göre, evren günümüzden en az on milyar yıl önce, çok yüksek sıcaklık ve yo?ğunluktaki bir yapıdan büyük bir patlama so?nucu oluşmuş olup, bu yapıdan, söz konusu patlama ve genişleme sonucunda, en hızlı ha?reket eden kütleler en dışta, daha yavaş hare?ket edenler ise en içte olmak üzere, bir yayı?lım başlamıştır Söz konusu evren modeline göre, patlama ve genişleme süreci 1020 mil?yar yıl kadar sürmüştür ve hala sürmektedir

Büyük patlama teorisi, evrenin, ilk çağla?rında, çok yoğun, çapı Güneşin çapından 30 kat fazla, küre biçiminde bir hacim içine sı?kışmış olarak bulunduğunu söyler Patlama modeline göre, ısı çok yüksek olup, bir mil?yar derecenin üstündeydi ve atomlar proton, nötron ve elektronlarından tümüyle soyul?muş halde bulunuyorlardı Bu ilk devirde, en büyük rolü, bütün uzayı doldurmuş olan ışınım oynamaktaydı Madde atomları çok az idi ve güçlü ışık kuantumları ile fırlatılı?yordu Yaklaşık bir saat sonra, ısı bir milyar dereceye, otuz milyon yıl sonra da birkaç bin dereceye düşmüştü

Evrenin oluşumunu açıklayan bu modele göre, patlamanın ilk saniyelerinde sıcak gazlar oluşmaya başlamış olmakla birlikte, otuz milyon yıl içinde, belli bir atom partikülü oluşmamıştı Bu gaz-kütle soğumasını sür?dürdü ve birkaç bin dereceye düştü İşte bu sırada atomlar oluşmaya başladı Duman halinin bu anında, toz gaz bulutları içinde ilk olarak hidrojen ve helyum bulunmaktaydı Sonra çekim kuvvetinin etkisiyle, belirli toplanımlar oluşmaya başlamıştır ki, bunlar ga?laksileri meydana getirecek olan gaz kütleleridir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



C


Campanella Tommaso: 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan Ünlü İtalyan düşünür

Campanella, siyaset felsefesi alanında ise yaşadığı dönemin İtalyası’ndaki bozukluklar?dan yola çıkarak bir ütopik devlet anlayışı geliştirmiştir Başka bir deyişle, o zamanının İtalya’sındaki toplumsal düzenin iyileştirile?meyeceğine inanmış ve her bakımdan mü?kemmel olduğuna inandığı yeni ve yetkin bir toplumsal düzen tasarlayarak, toplumun kur?tuluşunun Güneş Ülkesinin toplumsal düzeni yasama geçirildiği takdirde mümkün olacağını savunmuştur



Camus, Albert: 1913-1960 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür ve romancı Temel eserleri: La Chute [Düşüş] L’Homme Revolte [Başkaldıran İnsan], La Peste [Veba]

Düşünsel gelişimi iki ayrı döneme ayrı?lan Camus, birinci dönemde, dünyanın saç?malığı ve yaşamın anlamsızlığı konuları ve dolayısıyla, saçma kavramı üzerinde, buna karşın ikinci dönemde başkaldırı konusu ve buna bağlı olarak, dünyanın anlamsızlığına başkaldırmak, toplumu değiştirmek, kötü?lükleri gidermek ve daha iyi bir düzen kur?mak amacıyla eylemde bulunma temaları üzerinde durmuştur Ona göre, dünyanın saçmalığına, kaçınılmaz yenilgiyi bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşama anlam katmaktan başka bir şey değildir

Felsefesi tümüyle etik bir çizgide gelişmiş olan Camus, felsefe tarihinin geçmişinden kalan spekülatif sistemlerden hiçbirinin insan hayatı için bir rehber olma rolü oynayama?dığı gibi, insanın sahip olduğu değerlerin geçerliliği için de bir teminat sağlayamadı?ğını söyler Başka bir deyişle, insanın daima dünyanın değerleri, kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamasını istediğini söyleyen, dün?yanın insana ve insani özlemlere kayıtsız oluşunu; mutlu olmak isteyen, mutluluk is?teğini yüreğinin en derinlerinde hisseden in?sanın dünyanın akıldışı sessizliğiyle çarpış?ması durumunu saçmalık (absurdit) olarak değerlendiren Camus’ye göre, geçmiş çağ?larda benimsenmiş olan ahlâki tavırlar, in?sanın mutluluk özlemi ve başkaca etik ide?aller, insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bu?lunduğu inancına bağlıydı Buna göre, ahlâki ayırımları geçerli kılan dış destekler geçmişte teleolojik bir dünya görüşü, ama özellikle de din tarafından sağlanmaktaydı Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk, onun “laik dinler” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tara?fından doldurulmuştur O, Hegel ‘le Marx’ın, insani değerleri gerçekliğe bir tarihsel geliş?me ve ilerleme öğretisiyle bağlamaya yöne?lik teşebbüsler olarak yorumladığı tarih öğretilerinin iflas ettiğini söyler

Bu saçma görüşünden de mutlak bir nihi?lizmin çıkması kaçınılmaz olmakla birlikte, Camus bu yola girmekten ısrarla sakınmış ve modernliğin sonucu olan nihilizm batağında boğulmak yerine, saçma deneyiminden bir başkaldırı etiği ve hatta bir dayanışma bilin?ciyle bir duygudaşlık ahlâkı türetebilme uğra?şı içinde olmuştur

Fakat o, yeni bir etik formüle etmeye kal?kışmazdan önce, saçmadan kaçmanın gerçek?te kabul edilemez olan sözde yollarının çö?zümsüzlüğünü göstermenin kaçınılmazlığını vurgulamıştır Camus’ye göre, saçmanın ta?hammül edilmez ve hatta dehşet verici bunal?tısıyla yaşayamayan insan, saçmalığın yol aç?tığı mahkumiyetten kurtulabilmek için birtakım çareler arar Saçma, bir tarafına insa?nı, diğer yanına ise dünyayı yerleştireceğimiz iki terim ya da kutuplu bir ilişki veya böyle bir ilişkinin sonucu olan durum ya da yaşantı olduğundan saçmayı ortadan kaldırmanın bili?nen iki yolu vardır: Kutuplardan biri ya da di?ğerini ortadan kaldırmak, yani ya insanı ya da dünyayı yok etmek Camus bunlardan her iki?sini de, birine tinsel ya da felsefi, diğerine ise fiziki adını vererek, intihar şeklinde tanımlar

İntiharın her iki durumda da asla bir çözüm olamayacağını, tam tersine insanın saçmaya teslimiyetini teyit ettiğini savunan Camus’a göre, insan insani durumundan, yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya ça?lışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğme?li; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul etmelidir Bunu yapan insan hiç kuşku yok ki saçma bir insan, fakat aynı zamanda bir kahramandır; onun ha?yatı da, değerin olmadığı bir dünyada, ahlâklı ve erdemli bir hayattır Zira Camus, saçma bi?lincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir say?damlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku

Bunlardan başkaldırı, insanın anlamdan yoksun bir dünya içindeki durumuyla ilgili çıplak hakikate direnmesi veya meydan oku?ması anlamına gelir Hem bilinci ve hem de akıldışı dünyayı koruyan, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını gösteren, hayata hem gerçek değerini veren, hem de ona meydan okuyan bir araç olarak başkaldırı saçmayı ya?şatır Başkaldırı, ona göre, bir değer oluşturma faaliyeti olup, insanın kendisini aşmasını sağ?lar Umutsuz olsa da, hiçbir şekilde teslimiyet içermeyen bu direniş ve başkaldırı, bundan dolayı insan hayatına belli bir büyüklük ve mana kazandırır, onu değerle bezer: “Bir baş-kaldırma davranışında birbiriyle ilişkisi olan üç değerin ortaya çıktığı hiç olmazsa kesin bir gerçektir Birincisi, saçmaya karşı başkaldır?ma bir insanın yeniden kendi kendini buluşu?dur Başkaldırma insana içinde önemli saydığı bir parçanın varlığını açıklar, o bu parça ile bir insan varlığı olarak kendi özünü tanır, ve onun adına varlık saçmalığının karşısına dikilir İlk çıkan değer insanın birey olarak değeri, yalnız böyle bir davranışın gösterebileceği ve uygu?layabileceği insan güçleridir Ancak birey bu değerin onu bir insan varlığı, insanlığın bir parçası durumuna getirdiğini görmüştür Böy?lece başkaldırma kişisel alınyazısını aştığı gibi, genel olarak insanın niteliğini de aşacak-tır Sonuçta, evrensel insan niteliğine benze?yen bir şey de başkaldırmanın ortaya çıkardığı ikinci değerdir” Bu, Camus’ye göre, üçüncü değere, yani insanlar arasındaki dayanışmaya götürür O işte tam olarak burada ünlü Kartezyen formülün yerine kendisininkini koyar: “Başkaldırıyorum, o halde varız” der ve duru?mu şöyle özetler: “Başkaldırma her ne kadar, hiçbir şey yaratmadığı için ilk görünüşte olumsuzsa da, derinden derine olumludur, çünkü insanda her zaman için korunması ge?reken öğeleri ortaya çıkarır

Saçmayı kabul edip tanıma, ikinci olarak insanı alışkanlık ve uzlaşımdan kurtarır; insan bu sayede en azından içsel olarak özgürleşir ve her şeyi yeni baştan ve yeni bir ışık altında görmeye başlar Özgürlüğünün bilincine varan, saçmaya ve insani sınırlara bağlı öz?gürlüğü tadarı insanın, başka bir deyişle, bu dünyadaki durumunda ve hayatı yaşama şek?linde artık eskisinden farklı bir tarz ortaya çıkar: “Bu yeni durum, yarın diye bir şey ol?madığı için, mevcut anı yaşama ve bu yaşa?mayı arıların birbirini takip edişi içinde ger?çekleştirme, hayata bağlanma biçiminde dur Bu istek, şimdiki anı ve birbirini takip eden anları yaşama isteğidir

Camus tutkuyla da, saçmalıktan kaçmak yerine, onu mutlak bir açıklıkla karşılamayı, saçmayla tam bir bilinç saydamlığı içinde he?saplaşmayı, hayatı olabildiğince yoğun bir bi?çimde yaşamayı anlatmak ister Başka bir de?yişle, insan kısa olan hayatını en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu dünyadan ibaret olan ülkesinde hiç zaman yitirmemelidir İnsanın hazır bulduğu değerler bulunmadığına, evren?sel bir ahlâk sisteminden bahsedilemeyeceği?ne göre, önemli olan somut ve bireysel hayattır; iyi yaşamak değil, fakat çok yaşamaktır Saçmanın farkına varan ve ölüm bilincine ula?şan insan, tecrübelerinin niceliğine önem ver?mek, deneyimlerinin niceliğini en üst düzeye çıkarmak durumundadır

Camus’nün bu erdemleri örnekleyen, kendisinin salık verdiği hayatı yaşayan, onun saçma insanı ve hayatını karakterize eden kahramanı Sisyphos‘tur Sisyphos, Yunan mitolojisinin yalancı, düzenbaz, tan?rılardan kaçan, onları hor gören, tanrılar ta?rafından, bir daha böyle işlere kalkışacak zaman bulamaması için, bir kayayı hiç dur?madan bir dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiş kahramanıdır Buna göre, Sisyphosun temsil ettiği saçma insan, saç?mayı kabul etmekle birlikte, ona meydan okuyarak yaşayan insan, Tanrı’sız insandır; o, Tanrı’sız olduğu için de, yarınsız ve umutsuz insandır Onun kendine ait birta?kım doğruları vardır, elbet Bu doğruların en belli başlıları, ölümün bir son olduğunun bilinmesi, insan için biricik hakikatin saçma olduğunun farkına varılması, asla boyun eğilmemesi gereken bir alınyazısına sahip olunması, umutsuzluk ve kötülüktür O, bu doğruları dürüstlükle kabul eden, saçmayı anlayan, ama kaderine de hiçbir şekilde boyun eğmek istemeyen biridir Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ölümü değil, fakat hayatı seven ve kendini başkaldırıda doğru?layan ve olumlayan insan, işte o saçma in?sandır Saçma insan yaşanmaya değmeye?cek bir hayatı kendisi ve başkaları için yaşanmaya değer bir hayat haline getirmeye çalışan bireydir O kendini çeşitli alanlarda ve çeşitli şekillerde gerçekleştirmeye çalışa?rak mutlu olmanın yollarını arar

Bununla birlikte, saçma insanın mutluluk özlemi kendisine yabancı bir dünyada boşluğa çarpar O başkalarına ve dünyaya yabancı ol?duğu için tek başına, yapayalnızdır Dolayısıy?la, o saçmalığın farkındadır ve gideceği başka bir yer yoktur Yani, o içgüdüsel olarak mutlu olmak isteyen, hayatının sınırsız olarak sürme?sini özleyen, başka insanlarla ve dünyayla iliş?ki kurmaya çalışan, ama bu isteklerinin gerçekleşmediğini gören, bu durumu bütün açıklığıyla karşılayan ama bu durum karşısın?da, tıpkı kayayı her seferinde tepeye çıkarmak için ölesiye bir mücadele veren Sisyphos gibi, ne yapabileceğini araştıran insandır Onun du?rumu bu haliyle hem saçma ve hem de trajik?tir Gerçekten de Camus’ye göre, Sisyphos’un durumu dünyadaki insanların durumudur Bu?nunla birlikte, Sisyphos’u yücelten şey, onun durumunun bilincinde olmasıdır İşte durumu trajik hale getiren şey de, söz konusu bilinçtir Sisyphos, saçma ve trajik durumuna rağmen, mutludur, zira yazgısını kabullenmiş olup, du?rumunu bilir Mutlu olmak için zaten saçmaya gerek vardır: “Bir tek dünya var, yalnızca Mutluluk ve uyumsuz [saçma] aynı yeryüzü?nün iki oğlu Birbirlerinden ayrılamazlar

Camus bizden Sisyphos’un mutlu olduğu?nu düşünmemizi ister, çünkü o başkaldırabilmiş, cezasını kendi kaderi yapmış, kayayı kendi kayası haline dönüştürmüş birisidir



Cebriye: İslam dünyasında bizzat Tanrı’dan geldiği inancını benimseyen ve her eylemin önceden Tanrı tarafından yara?tılıp, takdir edildiğini dile getiren kelâmi mez?hebi dile getiren terim

İnsanların bir işi, bir eylemi yapıp yapma?makta özgür olduğunu kabul eden ve dolayı?sıyla insanların yaptıklarından sorumlu ol?dukları fikrini savunan Kaderiye mezhebinin karşısında yer alan Cebriye mezhebine göre, iyi ve kötü doğrudan doğruya Allah’tan gelir; olayların ortaya çıkışı ve meydana gelişi, in?sanın iradesine bağlı değildir, zira her şey Allah tarafından önceden, değişmezcesine belirlenmiştir

İnsanın ya da kulun seçme özgürlüğü ol?madığı için, iyi ve kötü işlerin Tanrı’dan oldu?ğuna inanan Cebriye mezhebi, iki gruba ayrı?lır Cehm bin Sahva’nın öncülüğünü yaptığı ve tam cebriler olarak bilinen birinci gruba göre, insanlarda irade bulunmamaktadır ve in?sanla cansız varlıklar arasında bu bakımdan hiçbir fark yoktur Buna karşın, daha ılımlı bir yazgıcılığı savunan ikinci gruba göre ise, kulun yaptığı işi Tanrı takdir etmekle birlikte, kül işin yapılması için, belli bir çaba ve güç harcar



Ceza: Yasaları bilerek ve isteyerek çiğne?yen, belli bir eylemiyle suç işleyen kişiye uygulanan yaptırım Başkalarına bir şekil?de, maddi ya da manevi zarar veren, toplu?-ma ve toplumsal hayata zararlı eylemlerde bulunan kişinin, özgürlüğünün elinden alınması, birtakım hakların kısıtlanması ve parasal kayba uğratılması suretiyle yoksunluk içinde bulunması durumu

Bu bağlamda, genelin iyiliği adına konul?muş yasaları ihlal ederek, yasa ya da emirlere karşı gelerek suç işleyen kişiye verilecek cezayı çeşitli şekillerde temellendirmeyi, haklı kılmayı amaçlayan bir dizi öğretiyi belirleyen genel teoriye, ceza teorisi adı verilir

Genel ceza teorisi içinde, 1- Cezanın amacının, suçludan, işlediği suça, yaptığı kötü?lüğe eşdeğerde bir öç almak olduğunu öne süren ceza anlayışı misilleyici ceza anlayışı olarak bilinir “Göze göz, dişe diş” atasözünde ifadesini bulan bu orantılı ceza anla?yışına göre, ceza, suçluyu ıslah etmek için değil de, söz konusu olan bir kötülük ya da adaletsizliği düzeltmek, telafi etmek için verilir; zira en büyük adaletsizlik, kişinin başkalarına, orantılı karşılığı ve kaybını görmeden zarar vermesinden, kötülük etme?sinden oluşur

2- Cezanın amacının suçluyu ıslah etmek, suçlunun davranışını değiştirmek ve iyileştir?mek olduğunu, salt ceza vermek, öç almak için verilen cezanın kötü ve adaletsiz olup, cezanın ancak cezalandırılan kişiye yarar sağladığı zaman meşru olduğunu öne süren ceza öğreti?si, ıslah edici ceza anlayışı olarak kategorize edilir 3- Buna karşın, suçluya, aynı suçu işle?yecek başka insanlar üzerindeki caydırıcı et?kisinden dolayı, ceza verilmesi gerektiğini sa?vunan ceza görüşü caydırıcı ceza anlayışı olarak bilinir

4- Nihayet, cezanın kendi içinde, özü itiba?riyle kötü bir şey olduğunu, bundan dolayı ce?zanın en yüksek sayıda insanın en yüksek mutluluğuna katkı yaptığı sürece, caydırıcı et?kisinden dolayı verilebileceğini savunan ceza anlayışı; cezanın olumlu sonuçlar ürettiği zaman meşru, aksi takdirde anlamsız ve ge?reksiz olduğunu savunan görüş ise yaratıcı ceza olarak tanımlanır



Civitas, Solis: İtalyan filozofu Campanella’nın tasarladığı ütopik devletine verdiği ad: Güneş Ülkesi

Hint Okyanusundaki bir adada kurulmuş olan Güneş devletinde egemen güç, tıpkı Platon’un Cumhuriyetinde olduğu gibi, bilim ve felsefedir Devletin yöneticileri pratik ve teorik bakımdan çok iyi yetişmiş olan kimselerdir; nitekim, devletin başında hem filozof ve hem de rahip olan bir hü?kümdar vardır Devletin istikrarı ve sağlam?lığı için, mülkiyet ortaklığı uygulanır, dev?let cinsler arasındaki birleşme ve evlilikleri bile düzenlerken, bir yandan da bireylerin kendilerini geliştirebilmeleri için, çalışma günde dört saatle sınırlı tutulur



Comte, Auguste: 1798 – 1857 yılları arasında yaşamış olan, pozitivizmin kurucusu Fransız filozofu Temel eserleri: Course de Philosophie Positive [Pozitif Felsefe Ders?leri], Systeme de politique positive [Pozitif Politik Sistem]

Kartezyen veya Aydınlanma geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan, Ortaçağın dünya görüşünün yerine geçen yeni bilim kökenli ideoloji için bir temel sağlamaya çalışan Comte’un temel amacı, toplumun re?formdan geçirilmesi, toplumun yeni baştan düzenlenmesi olmuştur Bu amaç, ona göre, toplumu yöneten yasaların bilgisini, toplumu konu edinen bir bilimi gerektirir Bu bilim için ise, yeni bir bakış açısına, yeni bir felsefe anlayışına gerek duyulur Bu nedenle, Comte arzuladığı toplumsal reform ve düzenlemeyi bilimsel temelleri olan bir felsefe, pozitif fel?sefe ya da pozitivizm üzerine inşa edilmiş olan bir toplum bilimi geliştirerek gerçekleşti?rebileceğini düşünmüştür O, pozitivizmi yal?nızca yeni bir felsefe anlayışı, bir düşünce tarzı olarak değil, fakat toplum problemi için temelli bir çözüm olarak öne sürmüştür

Comte’a göre, inançların herkesçe ortak olarak benimsenmediği, düşüncelerdeki anar?şinin toplumda anarşiye yol açtığı bir çağda kurtuluşu sağlayacak tek çözüm pozitivizm?dir O, tarihin akışını tersine çevirmenin ve toplumsal birlik ve düzeni, Fransız Devriminden önceki dini ve manevi değerlerle sağ?lamanın imkansız olduğunu savunmuştur Eşitlik, insan hakları ve halkın egemenliği gibi kavramların içleri boş metafiziksel so?yutlamalar ve dogmalar olduğunu söyleye?rek, demokrasinin yöntemlerini savunanlara da karşı çıkan ve pozitivizmi, bu çerçeve içinde genel bir zihin hali, bir araştırma ruhu olarak tanımlayan pozitivist Comte’un söz konusu felsefe anlayışı, insan için olumlu ve yapıcı olanın yalnızca olguları gözlemleye?rek tasvir etmek olduğunu öne sürer Onun pozitivizminin en önemli özelliği, doğanın yüce ve mutlak bir amacı olduğu fikrini red?detmesinden meydana gelir Comte’un pozi?tivizmi, ikinci olarak varlıkların özünü ya da varlıkların gizli, içsel nedenlerini bulma ça?basından vazgeçer Bu felsefe yalnızca olgu?ları araştırmak, varlıklar arasındaki sabit iliş?kileri gözlemlemek gerektiğini öne sürer

Comte, şu halde yüzyılın birçok diğer dü?şünürü gibi bir ideolog olarak anlaşılmak du?rumundadır O yeni bilim ideolojisinin en önemli temsilcisidir Comte’un felsefesi bü?tünüyle hümanist bir kültürün, modern bilim üzerine yükselen seküler bir dünya görüşünü temsil eder Onun gözünde biricik rasyonalite standardı bilimsel rasyonalite olduğu için, bi?limi eleştirel bir temellendirme ile biricik yegane insani bilgi formu olarak meşrulaştır?mak aklından hiç geçmemiştir Bilim karşı?sında olumlayıcı, tasdik edici bir takınan Comte, bilimin yönteminin bizatihi bilginin kendisinin yöntemi olduğu iddia etmiştir

Bilgi teorisi bakımından Comte tam bir empiristtir Bununla birlikte, o empirizmi, İn?giliz düşünürlerinin yaptığı gibi, idelerimizin ve bilgimizin kaynağını açıklamak için değil, fakat pozitivistik bir tarzda, bilimsel ol?mayan düşünme tarzlarını yıkmak için ideo?lojik bir araç olarak kullanmıştır

Onun felsefesi, yine 19 yüzyılın diğer bazı felsefeleri gibi, tarihsel gelişme kavra?mıyla yüklü bir felsefe olmak durumundadır Nitekim, o ünlü üç evre yasasını, aydınlan?mış insanlığın benimsemesi ya da alması ge?reken doğrultuyu buyuran bir entellektüel ilerleme ve özgürlük yasası olarak yaz etmiş?tir Comte işte bu yasayı da kendisinden ön?ceki bütün dini ve felsefi bakış açılarını mah?kum etmek için kullanır O bu perspektifleri insan düşüncesinin pozitif felsefede son bula?cak tarihsel gelişiminin vazgeçilmez uğrakla?rı olarak değerlendirir

Yasanın özellikle üçüncü evresini açıklar?ken, Comte kendi bilim teorisinin ana hatları?nı verir Ona göre, bilimsel düşünce bir hi?potezin geçerliliğini belirleme gözlemin sınamasını kabul eden düşünmedir Bilim gözlemle başlar ve deneyle devam eder Bu?nunla birlikte, bilim gözlem kayıtlarının top?lamından daha fazla bir şeydir Örneğin, fizik gibi bir bilim tikel olgulara ilişkin gözlem ka?yıtlarının zengin bir birleşiminden meydana gelmez; fizik esas, bu olguları başka olgulara sistematik bir tarzda bağlayan genel hipotez ve teorilerin formülasyonundan oluşur Ger?çek bilim bu olgular birbirleriyle bir korelas?yon içine sokulduğu ve hepsinden önemlisi bireysel fenomenler birbirleriyle yasa benzeri ilişkiler içinde bulunan fenomen sınıflarının üyeleri olarak görüldükleri zaman ortaya çıkar

Comte aynı zamanda bilimlerin birliğini savunan ilk düşünürdür Fakat, o sonraki pozitivistlerin tam tersine, bir indirgemeci de?ğildir Ona göre bilimlere ilişkin sınıflama büyük ölçüde bilimlerinin yasalarının kapsa?mı ya da genelliğiyle ilgili farklılıklardan kaynaklanır Bilimler birbirlerine dayanmak?la birlikte, her birinde söz konusu olan yasa?lar farklılık gösterir Dolayısıyla bilimlerin birliği, onda aynı yöntemi kullanma bağla?mında, metodolojik açıdan bir birliktir

Varlık görüşü bakımından dört başı mamur bir fenomenalist olan Comte, her tür materyalizmi reddeder Bunun gerekçesi de, hiç kuşku yok ki, materyalizmin, onun gö?zünde metafiziksel bir öğreti olması, ve örne?ğin fizik, biyoloji ve sosyoloji gibi bilimlerde ele alınan fenomen türleri arasındaki gözlem?lenebilir farklılıkları ortadan kaldırmasıdır

Comte Geisteswissenschaften’e de aynı gerekçeyle, yani insan ya da tin bilimleri bilime tinsel kategorileri bilime soktukları, özel deneyim verilerini gündeme getirdikleri ve diyalektik yöntemi kullandıkları için karşı çıkmıştır O bunun yerine kurucusu olduğu sosyolojiyi önermiştir İnsan davranışı, yal?nızca psikoloji ve sosyoloji yoluyla anlaşıla?bileceğini öne süren Comte, toplumsal yapı?nın, bir ilerleme ortamında varlıklarını sürdüren nitelikleri ve organları ile kendi ba?şına var olduğunu söyler Toplumun statik yönüyle dinamik yönünü birbirinden ayıran Comte’a göre, toplumun statik yönü mülkiyet, dil, din gibi toplumun belirli durağan yönle?rinden oluşur Toplumun statik yönü, insanın doğal yapısına bağlıdır O, toplumun dinamik yönünü, toplumun ilerleme gücü olarak tanımlamıştır

İlerleme ise, düşüncedeki ilerlemedir, sta?tik yapıdan en yüksek ölçüde nasıl yararlan?mamız gerektiği konusundaki kavrayışımızı geliştirmekle ilgili bir husustur Yoksa, ilerle?me toplumun statik yönünü oluşturan öğele?rin değişimiyle ilgili bir konu değildir Örne?ğin, aile kurumu, insanlar metafizik evreden pozitif evreye geçerken değişikliğe uğramaz Fakat pozitivizmin dinamik etkisi, kadınlara yeni bir statü kazandırmaktan oluşur Aynı şekilde, yeni düzende mülkiyetten, tek bir in?sanın çıkarını değil, fakat başkalarının çıkarı?nı da hesaba katacak bir biçimde yararlanılacaktır

Öte yandan, bütün sistemin anahtarı dindir; bununla birlikte, Comte’un yeni dini, insanlı?ğa inanmaktan oluşacaktır Buradan da anlaşı?lacağı üzere, o bir tür insanlık dini kurmaya çalışmıştır Onun bu yeni dini, ayin ve törenle?rine kadar, Hıristiyanlığın bütün inançlarına bağlıdır, fakat o Tanrı’nın yerine insanlığı, ermişlerin yerine bilginleri geçirir Bu insanlık dini, devletin yönetim şekline de yansıyacaktır Artık, Comte’a göre, tek insan diye bir şey olmayacaktır Tek insan kendi kişisel çıkarım değil de, toplumun çıkarını düşünecek, onu kendi çıkarına üstün tutacak şekilde yetiştirile?cektir Bu toplumda benciliğin yerini, özgecilik alacaktır



‘Comte’çu pozitivizm: Bütün poziti?vizmlerin tarihsel olarak en eskisi, kendisinin ideal ve pratiklerinden en azından ilham alan diğer pozitivizm türlerinin temelinde bulunan pozitivizm türü

‘Comte’çu pozitivizmin en önemli tezi, üç evre yasasıdır; bu anlayışa göre, bilimlerin ta?rihi pozitif evreye erişmezden önce, teolojik ve metafizik evrelerden geçmek durumunda?dır Pozitif evreye ise, ancak mutlak hakikatle ilgili iddialardan vazgeçip, fenomenler arasın?daki ardışıklık ve benzerlik ilişkilerini konu alan empirik araştırmalara geçildiği zaman, erişilir Aynı şey Comte’un pozitivizmine göre, toplum ve sosyoloji için de geçerlidir Fransız Devrimi Fransız toplumunu teolojik bir evreden metafizik bir evreye taşımıştır Artık ihtiyaç duyulan şey, daha iyi bir topluma götürecek olan pozitif bir sosyolojidir



Condorcet, Marquis de: Aydınlanmanın 1743-1794 yılları arasında yaşamış olan ünlü düşünürü

İnsanın yetkinleşebileceğine ve insanlığın “sonsuzca ilerleyebileceğine inanan Condor?cet, ilerlemeye duyduğu bu inancı, Esquisse d’un Tableau Historique des Progrös de I’Esprit Humain [İnsan Zekasının İlerlemele?ri Üzerine Tarihi bir Tablo Taslağı] adlı ese?rinde dile getirmiştir Ona göre, insan vahşiliğin en alt basamaklarından hızla yu?karı doğru yükselmiş olup, aydınlanma, erdem ve mutluluk yolunda hızla ilerlemeye devam etmektedir Başka bir deyişle, söz ko?nusu ilerleme sürecinde, dokuz evreden geç?miş olan insan, onuncu evreye gelmiş bulun?maktadır Geçmişe ilişkin belirlemelerden gelecekle ilgili genellemelere giden Condor?cet’te göre, onuncu evreyi belirleyen üç eğilim vardır: 1- Uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, 2- sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması, ve 3- İnsan doğasının, her bakım?dan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması

Ekonomik özgürlük, dini bakımdan hoş?görü, eğitim reformu ve köleliğin ortadan kaldırılması konularında da çalışmış olan Condorcet, aklın egemenliğini toplum yaşamında da geçerli kılmak istemiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)

Eski 08-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü (A Dan Z Ye)



Ç

Çağdaş felsefe: On dokuzuncu yüzyılın sonla?rından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe

Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişme?yip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefe?nin de, yirminci yüzyılın koşullarından etki?lenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları mo?dern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısında?ki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalı?mı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir bi?çimde etkilenmiş olmasıdır

Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve göreci?likten kaçınma çabası içine girmiş olmaları?dır Buna göre, Batı felsefesinde Descar?tes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ar?dından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir Nesnelliği yeni?den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar

Kabaca ve genel olarak değerlendirildi?ğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra için?de ortaya çıkan dört ayrı gelenekten söz edi?lebilir: Metafiziksel gelenek, analitik gelenek; fenomenolojik gelenek ve eleştirel ya da yıkıcı gelenek 1- Metafiziksel gelenek, yirminci yüzyılda felsefe tarihinin son özgün metafiziksel sistemlerinden meydana gelen bir gelenektir Bu geleneğin, felsefe?nin görevinin gerçekliğin doğasıyla ilgili problemleri bir çözümü kavuşturmak oldu?ğunu savunan düşünürleri, metafiziklerinde, dinamik ve değişen bir gerçekliği ifade etme?ye çalışmışlardır Bir ayağı on dokuzuncu yüzyılda olan söz konusu metafiziksel geleneğin en önemli üç temsilcisi Henri Bergson, John Dewey ve Alfred North Whitehead’tir Dinamik ve değişen bir gerçekliği belli bir süreç felsefesiyle ifade eden bu üç düşünürün temel kavramı evrimdir

2- Çağdaş felsefenin ikinci önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri be?nimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesne?lerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onla?rın kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin gö?revinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer En önemli temsilcileri arasında George Ed?ward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yak?laşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup metafiziğe şiddetle karşı çıkar

3- Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafın?dan kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendin?de şeylerin bilince göründüklerini öne sür?müştür Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılık?lı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenome?nolojik geleneğin en önemli temsilcileri ara?sında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır

4- Çağdaş felsefenin dördüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir Örneğin, öz?cülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle po?zitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderni?teye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümle?mede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezcili?ğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafizi?ğe, Batı’nın bütün bir metafiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak duru?mundadır Başka bir deyişle, Batı düşünce?sinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır



Çağırma: İdeolojinin hitap etmesi, bireylerin ideoloji ta?rafında inşa edilmeleri sürecine çağdaş ya?pısalcı Marksist düşünür Louis Althusser tarafından verilen ad

İdeolojinin ve hakim sınıfın hegemonya?sının sanıldığı gibi doğrudan bir tahakküm yoluyla gerçekleşmediğini söyleyen Althus?ser’e göre, ideoloji çağırma aracılığıyla, yani bireyleri varolan üretim ilişkileri için?deki rollerini sorgulamadan kabul edip be?nimseyen bir sosyal kimlikle donatacak şekilde işler



Çatışma teorisi: Toplumu meydana getiren grup ya da öbekler arasındaki rekabete dayalı çıkar çelişkisini temele alan, çatışma?nın toplumsal gelişme için önemli bir işlev yerine getirdiğini dile getiren teori

Çatışmanın doğası ve işleviyle ilgili ilk teoriler on dokuzuncu yüzyılla yirminci yüz?yılın başlarında öne sürülmüştür Bu alan?daki ilk önemli kuram Marx’ın iki sınıf arasındaki çatışmaya dayanan toplumsal ça?tışma modelidir Toplumun bütününü ser?maye ve emeğin çıkarlarını temsil eden iki sınıfa bölen Marx’a göre, çatışmanın toplu?mu dönüştürme gibi bir işlevi vardır Alman felsefe profesörü George Simmel ise, çatış?manın önemini vurgulamakla birlikte, Marx’ınki gibi ikili bir model benimseme?miş ve çatışmanın tüm toplumsal düzenle?meleri ortadan kaldıracağı sonucuna yarma?mıştır Ona göre, çatışmanın durağanlığı, toplumsal istikrar ve dengeyi sağlamak, bi?reyleri korumak bakımından üstlendiği çok önemli rol ve olumlu işlevler vardır

Çatışma konusunda, bu iki önemli çatış?ma teorisinden sonra yirminci yüzyılda orta?ya çıkan üçüncü yaklaşım, çatışmadan, top?lumsal bütünlüğün önemini ve ortak değerlerin olumlu etkisini gündeme getiren birlikli bir toplum görüşü lehine feragat eden fonksiyonalist görüştür Fonksiyonalistler çatışmaya olumlu bir rol yükleyen Karl Marx’la Simmel’in tersine, onu, sağlıklı bir toplumsal organizmanın normal değil de, pa?tolojik bir hali olarak yorumlamışlardır

Fonksiyonalist anlayıştan sonra ortaya çıkan tüm çatışma teorileri Marx ya da Simmel ‘in görüşünün farklı versiyonları olmak durumundadır Örneğin, 1960’1ı yıllarda sis?tem çatışmasıyla toplumsal çatışma arasın?da bir ayırım yapan sosyolog Dockwood, Marksist bir anlayış benimsemiştir Ona göre, kurumlar birbirleriyle uyum içinde olmadıkları zaman sistem çatışması ortaya çıkar; buna karşın toplumsal çatışma bireyler arasında olup yalnızca toplumsal etkileşimler içinde ortaya çıkar



Çelişki: Bir ve aynı önermenin aynı anda hem tasdiki ve hem de inkarına, hem evetlenmesi ve hem de değil?lenmesine; bir önerme ile bu önermenin değillemesinden oluşan kümeye verilen ad

Buna göre, mantıkta iki kavram, yargı ya da önermenin birbirlerini dışta bırakan karşı olumunu ifade etmek için kullanılan çeliş?ki terimi, sosyoloji ya da toplum felsefesin?de, özleri ya da doğaları gereği bağdaşmaz olan iki toplumsal olgu, faaliyet, sınıf ya da durum için kullanılır Örneğin, Marksist sosyolojiye göre, sermaye artı değer elde etmek suretiyle emeği sömürdüğü için, emek ile arasında bir vardır



Çevrecilik: Genel olarak, çevrenin insanın faaliyetleri üzerindeki etkisini vurgulayan felsefi öğreti, çevrenin insan davranışını belirlemedeki rolünü vurgulayan teori ve felsefi okul İnsanlar da içinde olmak üzere, tüm hayvanların yapısını ya da davranışını etkileyen bir etmen ola?rak fiziki, biyolojik, psikolojik ya da kültü?rel Çevrenin önemini vurgulayan anlayış 2 Sosyal bilimlerde, uygarlık ve toplumun gelişmesinde çevre etkenlerinin önemi üzerinde duran yaklaşım

Çevrecilik, ahlâk ve politika alanında de, doğal çevrenin hem bizatihi kendi başına ve hem de insanlık için büyük bir pratik ve ahlâki değer taşıdığı görüşünü ve bu dayanan hareketi ifade eder



Çilecilik: Genel olarak, bilginin, kişisel gelişme ve yetkin?leşmenin ancak rahatlık, iyi giyim ve yemek gibi arızi öğelerin yadsınmasıyla, konfor ve rahat koşullardan vazgeçilmesi suretiyle elde edildiğini savunan anlayış Kişinin, ahlâki bakımdan gelişmesi ve olgunlaşması için, iradeyi sıkı bir disiplin altına sokması tavrı



Çokçuluk: Genel olarak, aynı cins tenlik yerine çeşitliliğin aynılık yerine fark?lılığın, tek bir şey yerine Çokçuluğun önemini vurgulayan görüş



Çoktanrıcılık: Tanrısal gerçekliğin özü itiba?riyle, bir değil de, çok olduğunu, birden çok Tanrı’nın varolduğunu savunan anlayış; doğa güçlerinin, ölülerin, birtakım hayvan?ların tanrısallaştırılmasının sonucu olarak ortaya çıkan, ve birden çok Tanrı’nın varlı?ğını kabul eden inanç

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.