|
|||||||
![]() |
|
|
Konu Araçları |
| ahlaki, dünya, görüşüamelî, islâm, prensipleri |
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#1 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriİSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN MÜŞAHHAS VEYA AMELÎ VE AHLÂKÎ PRENSİPLERİ A-İYİMSERLİK VEYA OPTİMİZM PRENSİBİ İyimserlik prensibi İslâm’ın bir müslümana verdiği hâlet-i rûhiyedir Hâdisâta “Her şeyde bir hayır vardır ” telakkîsiyle bakmaktır Her şeyde hayır telkînine bakarak insana moral vermektir Başa gelen musîbet, felâket ve benzer hallerde “Daha beteri de olabilirdi, hamdolsun ki Cenâb-ı Hak beni bundan vikâye ediyor, îkâz ediyor ” diyebilmektir![]() İslâm, insana dâimâ moral telkîn eder Meselâ yarıya kadar dolu olan bir bardağın dolu olan tarafını görmeyi tervîc eder Yâni her hâdiseye iyimser olarak baktırarak insanı bedbinlik ve yeisten kurtarır İnsanı havf ve recâ (korku ile ümid) arasında gezdirir “Bir kişi cehenneme gidecek” dense “acabâ ben miyim”, endişesiyle korkmaya, “bir kişi cennete girecek” deseler, “acaba ben miyim”, düşüncesiyle ümidvâr olmağa sevkeder Korkuyla sevgi zıt vasıflardır Korkuyla muhabbeti, yani bu iki zıt vasfı insanda cem eder Bir müslüman, korkuyla sevgiyi kendisinde yalnız Allâh’a karşı cem eder Beşerî hâdiselerde ise böyle değildir Meselâ bir insan gülü sever fakat gülden korkmaz Sevgiyle bir arada olan korku, mânevî emir ve nehiylerdedir Kul Cenâb-ı Hakk’ı hem sever, hem de O’ndan korkar Yâni ikisi müşterek gider Bu korku insana şahsiyet verip onu aşırılıktan, şımarmaktan koruması için gereklidir Havf, yani korku, kula Allâh’ın huzûrunda olduğunu, nîmetleri Allâh’ın verdiğini, Allâh’ın bu nîmetleri tekrar geri alabileceğini düşündürerek onu gafletten ve şımarmaktan korur Recâ, yani ümid, insanı psikolojik olarak morallendirir Bunun için bir müslümanda korku ve ümid berâber gider Aşırı şımarıklık ve dünyaya düşkünlükten de, aşırı bedbinlikten de kurtarır Cenâb-ı Peygamber; “–Kelime-i Tevhîd getiren, Lâ ilâhe illâllâh, diyen cennete girer ” buyuruyor Bir ümit veriyor Ne kadar günahkâr olsa da kula, tevbe etmesi, Rabb’e dönmesi, kötülükten kurtulması, kendisini temizlemesi için bir ufuk açıyor İnsanı bağışlanma ümidine sevk ederek cürümde devamlı olmayı engelliyor, onu moralize ederek mağfiretten ümidini kestirmiyor Ona kurtulma şansı veriyor Nitekim Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir hâdisinde; yüz kişiyi öldürüp de Allâh’dan ümîdini kesmeyerek tevbe eden kulun affedildiğini beyân ile vâzıh bir şekilde İslâm’ın iyimserliğini tebârüz ettirmektedir Hıristiyanlıktaki gibi insanı doğuştan suçlu kabul ederek insanı karamsarlığa itmez Savaşı dahî en büyük mertebeleri elde etmeye bir vesîle addederek askerini yüksek bir morale sahip kılar![]() Hazret-i Peygamber “Kelime-i Tevhîd getiren bir insan cennete girer ” buyuruyor Fakat burada bir kayıt daha vardır O da “muhlisan” kaydıdır Yâni kelime-i tevhîdi ihlasla, günahlara tevbe-istiğfâr ederek ve sadece dille değil, yürekten de getirmek gerekir İyimser bir sistem olarak İslâm, rü’yâları bile hayra yönlendirir “Bir rüyâ gördüm ”, dendiği zaman “Hayırdır inşâallâh!” dedirtir Peygamberimiz -sallâllâ-hu aleyhi ve sellem-;“-Rüyâları hayra yorun ” diyerek bu morali yükseltmek istemiştir![]() Rızâ Eşyâyı, vukuâtı, hâdisâtı olduğu gibi kabullenmemiz lâzımdır Niye bu böyle, şu şöyle, demeyeceğiz “Bizim için hayır buydu” diyeceğiz![]() Eyyûb -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine çok varlık verdiği bir insandı Gençti, yakışıklıydı, babayiğitti Geniş arâzîleri vardı Bol çoluk çocuğu ve sıhhati vardı Cenâb-ı Hak, sırayla tek tek hepsini aldı Baştan bir sel geldi, bütün ekinlerini, arâzîlerini silip-süpürdü Ardından bir zelzele geldi, bütün çocukları bir anda gitti Arkasından sıhhati alındı Eyyûb -aleyhisselâm- bu hâldeyken şeytan insan şeklinde hep kendisini tahrik etti “Ne kadar duygusuzsun”, dedi Eyyûb -aleyhisselâm- ise ona “Mal-mülkün hakîkî sâhibi kim?” dedi En sonunda hastalandı Ne kadar ibtilâ varsa üstüne yağmur gibi yağdı Kendisine “Hastalığın koku veriyor, bir de bize geçmesinden korkuyoruz ” dediler Hanımı Rahime Hâtun’a, “Al bunu buradan götür Sen götürmezsen biz taşlayarak götürürüz ” dediler Rahime Hâtun aldı sırtına çöle götürdü Çölde ona kumdan yataklar, taştan yastıklar yaptı Orada bir de açlıkla imtihan olundular Hattâ âilesi dedi ki:“–Sen bir peygambersin, Allâh senin duânı kabul eder Duâ et de artık bu musîbetlerden kurtulalım!” Eyyûb -aleyhisselâm- ise: “–Ben seksen sene sıhhatli yaşadım, hastalanalı ise daha seksen sene olmadı Cenâb-ı Hak’tan ne yüzle isteyeyim ” dedi![]() Bu sarsılmaz sabır ve tevekkülün ardından büyük mükâfât geldi Eski dinçliğine, eski sıhhatine, refâha yeniden kavuştu Cenâb-ı Hak, aldıklarını, âhirete bıraktıkları hâriç tekrar iâde etti Zekeriyyâ -aleyhisselâm- testereyle ikiye biçildi Yahyâ -aleyhisselâm- şehîd edildi Fakat bütün bunlara rağmen iyimserlik, bir müslümanın tabiat-ı asliyyesidir Fıtratında mevcuttur Bir müslüman kötümser olamaz “Ne olursa olsun bunda bir hayır vardır ” telakkîsiyle hareket etmesi lâzımdır ve o telâkkîyle hareket ettiği zaman hakîkaten o hâdise onun hakkında hayır olur Meselâ birimizin en yakını genç yaşta öldü, diyelim Cenâb-ı Hak hepimizi ağır imtihandan muhâfaza buyursun Müslümanın bu halde diyeceği şey, “Yâ Rabb! El-hamdulillâh, daha fazla yaşasaydı belki günahkâr olacaktı, isyân edecekti, genç yaşta gitti İnşâallâh senin rahmetine kavuşmuştur ” Fakat bunu Cenâb-ı Hak diyebilmeyi nasîb etsin ve bu durumla imtihân eylemesin Bu zor bir durumdur Fakat bu halde bile bir müslümanın içinde bulunması gereken hâlet-i rûhiye bu olmalıdır İnsanın anası ölür, babası ölür, arkadaşı ölür, kendisine bir musîbet, bir hastalık isâbet eder Müslüman bir insan “Yâ Rabb! İnşâallâh bu hastalık benim günahlarımı döker, inşâallâh bu hastalık bana cenneti kazandırır ” diyebilecek hâlet-i rûhiye sâhip olmalıdır Zâten tasavvufun insanı vardırmak istediği nokta da budur İnsanın Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında takdîr ettiklerine râzı olması, Cenâb-ı Allâh’a tevekkül etmesi, Cenâb-ı Allâh’a teslîm olması, tabiî hâdisât ve vukuât içinde saâdeti araması, daha beterine bakıp şükretmesi, iyiliklerde, mânevî hallerde de daha yukarısına gıptayla bakıp oraya yaklaşmaya gayret etmesi![]() ![]() Bunlar bir müslümanın rûhî yapısının gereğidir![]() Allâh Rasûlü’nün hayatına ve ahlâkına hâkim olan kaideler prensipler haline getirilse, belki birincisi nikbinlik (iyimserlik) olarak karşımıza çıkar İyimser bir insan, hiç bir kimseye kusur görme kasdıyla bakmaz Meziyet görme kasdıyla bakar Bu İslâm ahlâkının temel prensiplerinden biridir Buhârî’de geçen bir hadîs-i şerîf şöyledir: Peygamber -aleyhisselatü vesselam- birgün ashâbıyla birlikte giderlerken kokmuş, etleri çekilmiş, dişleri dışarı fırlamış bir köpek leşi görmüş Herkes burnunu tıkayarak yüzlerini çevirmiş Efendimiz ise köpeğe dikkatle bakarak:“–Ne güzel, inci gibi dişleri var ” buyurmuştur Buradan da anlaşılacağı üzere her şeyde güzeli görmek İslâm ahlâkının aslî vasıflarından biridir Bir leşte dahî, güzellik görme kasdı ile bakmak nikbinliğin muhteşem bir tezâhürüdür İslâm iyimserdir, çünkü, bedbin insanlar, hamle gücüne sahip olamazlar Ümit olmazsa hamle olmaz En kötü şartlarda dahi bir iyilik görebilmelidir “el-hayru fîmâ vâkıa” «Her olan şeyde hayır vardır » Mutlaka her olan şeyde bir hayır vardır Meselâ ölüm geldi Bunda da görebilen için bir hayır vardır Her şeyde bir hayır olduğu prensibiyle yaşayan adam, o hayrı görmeye çalışan adamdır Bir insana baktığın zaman o insanda muhakkak eksikler ve yanlışlar görürsün Ama o adama hiç olmazsa gömleğini ne güzel seçtiğini söylemelidir İnsanların teselliye ihtiyacı vardır Muhabbetle bakınca, görmek isteyen için pekçok güzellikler kendiliğinden ortaya çıkar Ressamın elinde bir tablo gören, ona hayran hayran bakar Kainatta Cenâb-ı Hak bin bir tablo çiziyor Güneş doğarken, güneş batarken bu zâhirdir ve her dakika bir başkasıyla değişir Bulutların kurşunîliğinde ağırlık ve öfke, ışıkların pembeliğinde, morluğun yavaş yavaş tabiata sinişinde fanilik kendisini hissettirir Bu tablodan alınabilecek sonsuz ilham mevcûttur İngiltere’de adamın biri gazeteye imzâsız bir îlân vermiş Îlânda; “Falan gün falan parka gelenlere bir sürprizim var ” demiş Oraya gelecek insanlar için masa sandalye hazırlamış Hiç kimse daveti kimin yaptığını ve ne olacağını bilmiyormuş Kalabalık tamamlanınca içlerinden biri çıkmış ve demiş ki; “Efendiler! Sizi buraya ben çağırdım Hoş geldiniz safâ geldiniz Sizin çoğunuz dünya gâilesine öyle batmışsınızdır ki, güneş ne kadar güzel batıyor ama yıllardır batan bir güneşi seyretmediniz ” Güneşin batışının da çok güzel göründüğü bir yer seçmiş ve: “Size sürprizim budur Hatırlatmak istiyorum ki güneş her gün böyle güzel batıyor ve güzel doğuyor Önünüze bakmaktan vazgeçip, geldiğiniz için teşekkür ederim ” İnsanoğlu heyecan unsurunu, aşk unsurunu kaybetmiş ve güneşin doğuşundaki, batışındaki güzelliği, bu kâinata hakim olan daha pek çok güzelliği görmüyor Gerçek müslüman olmak kalbi harekete getirmekle, o kalbin sevme iştihâsını uyandırmakla başlar Sadece aklını çalıştıran, Yahudi gibi iyi tüccar olur Ama iyi müslüman olmak için bunun paralelinde kalp de harekete geçmelidir İslâm’dan ve onun kemâlâtından uzaklaşanların çoğu, yalnız midesi ve şehevî arzuları için yaşayanlardır Bu ihtiyaçlar peşinde yaşayan, bu ihtiyaçlar peşinde koşan, kendi şahsiyetinde sadece bu iki iştihâyı tatminden ibaret bir gaye takip eden insan “Bel hüm edal” mertebesinde yaşıyor demektir İnsanı insan yapan beyin ve kalb fonksiyonlarıdır Sâdece beyne yüklenildiğinde insan belki iyi tüccar olur, iyi dünya adamı olur fakat iyi bir müslüman olmak için kalp de, hamur gibi yumuşamalıdır Sevilebilecek, kalbe sıcaklık îras eden mevzûlar, sadece güneşin doğup batışından ibâret değildir Meselâ bir ana kuzunu gördüğün zaman alâkayla dön bak Bir toprakta menekşe gördüğün zaman “Aman Yâ Rabbî! Şu toprak bu rengi nasıl buluyor?” diye düşün, o heyecanı içinde duy Anadan doğma kör olsaydın, gözlerin bu ana kadar kapalı olsaydı ve birdenbire gözün açılsaydı, şöyle bir baktığında, denize çok hayret ederdin, ağaçlara çok hayret ederdin, uçan bir kuşa çok hayret ederdin Güzel bir gence çok hayret ederdin Zîrâ daha önce hiç görmemişsin “Cenâb-ı Allâh, ne güzel yaratmış ” der hayretler içinde kalırdın Bu güzelliklerle her gün binlerce kez karşılaşan insanoğlu çoğu kez bu güzelliklerin farkına varamamakta oradan derin tefekkür ve ince tehassüs iklîmlerine yol bulamamaktadır![]() Her şey konuşur İnsanın yüzü-gözü, üstü-başı vitrinidir Belki en az beyan ağızdandır En çok ve en doğru beyan, gözlerdedir Her şeyin lisân-ı hâl denilen bir lisanı vardır ki, her şey bununla bir beyân halindedir Bir insanın efendiliğini; oturuşundan, serbestliğinden, ellerini kavuşturmasından, sıkılganlığından anlarsınız Giyilen gömlek, kişinin zevk derecesini deklere eder Konuşan kişi îcâbında maslahata göre konuşur Ağzından çıkacak sözü, beyniyle tartabilir, yalan da söyleyebilir Sözünü etrâfındaki insanlara göre de ayarlayabilir Ama gözü okumasını bilirseniz, yalanı doğruyu ayırd edebilirsiniz Dikkat ederseniz yalan söyleyen insanlar, karşısındakinden gözünü kaçırır Çünkü gözün yalan söyleyemeyeceğini herkes bilir Kelimeleri seçip, adapte edebilirsiniz Hareketlerinizi ayarlayabilirsiniz Fakat gözleri yalana adapte etmek çok zordur Dilimizde vehletme diye bir söz vardır Bülûğ çağına gelmiş bir delikanlıya, utanacağı bir söz söylense, utanır Ama arsız bir delikanlı olsa insanın gözünün içine baka baka, sırıtır Onun gülmesi de vehletendir, diğerinin yüzünün kızarması ve başını öne eğmesi de vehletendir İnsanın hakiki durumunu vehleten yaptığı davranışlar ortaya koyar Buna dikkat edersiniz, -ticarette olsun, fikir beyanında olsun, müzâraada olsun- karşınızdaki insanın rûhunu keşfedersiniz Hasmı iyi tanımak, güreşte muvaffakıyyetin bir şartıdır Hasmınız, size rol yapar ama gözü rol yapamaz Vehleten olan hareketlerinde sahtelik yoktur Öyle ise insan psikilojisini bilmek lâzımdır ve evvelâ insan kendini tanımakla işe başlamalıdır![]() İnsanın kendi sır kapısını aralaması, mâhiyetini tanıması ve bunun îcâbına yönelmesi için şu gerçekler iki anahtar hüviyetindedir: Kişi vehleten kimi seviyorsa, sevdiği ölçüde o, sevenle aynıdır İki daire düşünün Sen bir dairesin Sevdiğin insan da bir daire, ve bu iki daire kesişmektedir Bu müştereklik ne kadar büyükse o sevdiğin insan o kadar sendir, seninle aynîleşmiştir veyâ yapısında mevcûd husûsiyetleriniz müşterek demektir Bu iki dâire tam bir müştereklik arzediyorsa birbirlerini seven bu iki insan birbiri uğrunda hayatını, canını seve seve verecek kadar seviyor demektir Çünkü insan egoisttir Aslında kendini sever Muhâtabında kendinden ne kadar buluyorsa ona o kadar sevgi besler![]() Cömert biri hasis adamı sevemez Cesur biri korkak adamı sevemez Belki cesaret vardır da içeri gömülmüştür bir türlü de çıkmıyordur Şâyet cesur bir adamı seviyorsa, anlamalı ki, onun ruhunda da cesaret vardır Hülâsası şudur ki, sevdiğin adam doğrudan doğruya, nefret ettiğin adam da -vehleten, husûsî bir sebebe dayanmaksızın- tersinden olarak, sensin Diğer bir anahtar da şudur: Bir mü’min için hayatın tamamını ibadet yazdırmak, onunla iktifa etmeyip kıyamete kadar çalışmışcasına ecir elde etmek mümkündür İnsanı alçaltan da yükselten de, husûmet ve muhabbeti tevcih edeceği istikameti, doğru veyâ yanlış tayin etmektir Husûmet ve muhabbeti lâyıkına tevcih etmek, bereket husûle getirip kişiyi yükseltirken, nâ-lâyıkına, müstehak olmayana tevcih etmek de insanı o ölçüde alçaltır Husûmete müstehak olana muhabbet etmek bir aldanma ve alçalmadır Öyleyse hisleri kontrol altına almalıdır Tevcihi ters yapan, hayatını ve kendini iflâsa götürür, batırır O halde bu nasıl ayarlanacaktır? En iyisi insanın sevdiklerine ve nefret ettiklerine bakarak, onları ilâhî nizam önünde muhâsebe etmesidir Çünkü hak ve batılın ölçüleri Allâh’ın takdîr ettiği doğru veya yanlış şeklindeki beyânlardır Akla güvenmemelidir Zîrâ insanın aklıyla pek çok yanlışa sürüklendiği de vâkîdir Akıl için en büyük şeref Allâh’a teslim olabilmektir Sevilen kişi Allâh’ın koyduğu ölçüye göre gidiyorsa seven doğru yoldadır, devam etmelidir; ama tersiyse o halde can tende, fırsat eldeyken, kendini düzeltmelidir Ölüm gelene kadar her an düzelmek mümkündür Hayat en büyük nimet ve en büyük şanstır Ölümün geç geleceği de sanılmamalıdır Ola ki erken gelebilir Sizin yaşınızda ölmüş çok insan vardır Mezarlığa gidip şöyle bir bakmak bunu anlamak için kâfîdir Hiç kimsenin o yaşta ölmemesi için bir imtiyazı yoktur Ölüm her an bizimledir Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Vaaz isteyene ölüm yeter ” buyurur İnsanlara hidâyet rehberi olarak gönderilen peygamberler Allâhu Teâlâ’nın lutfuyla ümmetleri hakkında bir takım tasarruflara mâlik kılınmışlardır Peygamberlerin sonuncusu ve seyyidi olan Efendimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu tasarruf husûsunda diğer peygamberlerin mâlik bulunduğu tasarruf hakkına kıyâsen daha imtiyazlı bir durumdadır Bir insan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti olmakla birçok avantajlara tabiî olarak kavuşur Evvelki peygamberlerin ümmetlerine; yaptıkları iyilik mukâbili bir sevâb; kötülük mukâbili de bir günah yazılıyordu Ancak Hazret-i Muhammed’e Allâh’ın muhabbetindeki üstünlük ve onu habîbi kabûl etmesi ile ümmetine çok düşkün olan Hazret-i Muhammed’in Cenâb-ı Hak katında ayrı bir naz ve niyâz makâmını hâiz bulunması hürmetine ümmet-i Muhammed’in günahı bire bir; sevâbı ise bire on yazılır Niyetteki temizlik ve ihlâsa göre zekat ve infâk bire sekiz yüz yazılır Oruca ise Cenâb-ı Hak bambaşka bir bereket atfetmiştir Miktarı açıklanmayan büyük ikrâmiyeler gibi Allâh -celle celâlühû- da orucun karşılığını açıklamıyor “O benim katımdadır ”, buyuruyor Bu da mü’minlerin âdetâ bir piyangosudur Önceki ümmetlerin sevâbı da günâhı da işlendiği anda amel defterlerine yazılırdı Ümmet-i Muhammed’in ise sevâbı işlendiği anda yazılırken, günahı altı saat bekletilir Sağdaki meleğin, sevapları ânında yazmanın yanında bir vazîfesi de soldaki meleğe, bir günah vukûunda altı saat içinde kul tevbe ettiği takdîrde hiç günah yazdırmamasıdır Burada şu husûsu tebârüz ettirmek gerekir ki küçük günahlar, samîmî ve pişman bir kalple mücerred olarak kıbleye yönelmekle afvolunur Günah-ı kebâir ise “Tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ ” âyetinde bildirilen nasûh tevbe ile afvolunur Hadîs-i Şerîfte “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır ” buyurulur Ümmet-i Muhammed’den olmanın bir mesûd tecellîsi de insanın hayra olan niyeti vesîlesiyle o hayrı yapamasa da defterine sevap yazılmasıdır Şerre ise -niyet ettiği halde- işlemediği müddetçe günah yazılmaz İnsanlardan üç zümre huzûr-ı ilâhîde amel defterlerine bakarak şaşırırlar: 1 Grup: Hayrı işlemediği halde defterinde bulanlardır 2 Grup: Bazı işledikleri hayırları defterlerinde bulamayanlardır ki işlemedikleri bazı kötülükleri bulurlar Bu kötülük onların defterine gıybetini yaptıkları kimselerin defterlerinden gelmiştir Gıybet etmek mahzâ ziyan etmektir 3 Grup: Niyetini de taşımadığı bir iyilik defterinde çıkmıştır Bu onun yaptığı duâ sebebiyledir Dünyada Cenâb-ı Hakk’ın takdîr-i ilâhîsini gözeterek karşılığını vermediği, fakat hâlisâne istendiğinden de karşılıksız bırakmadığı, kabûlünü âhırete sakladığı duâlar sebebiyledir Böyle kullar derler ki:“–Yâ Rabbî! Keşke hiçbir duâmızı kabul etmeseydin de hepsini âhırete saklasaydın ” Gıybet meclisinde bulunup da nezâketen kalkıp gidemediği zaman en azından lâfa karışmamakla böylece kalbin iştirâkini engelleyerek o fiile karşı içinden de buğz edenlere büyük ecirler vardır ![]() İnsanlar Allâh’ın huzuruna cemaatler hâlinde çıkartılacaktır Meselâ, Hüdâyi Câmii’nin kuruluşundan yıkılışına kadar gelmiş-geçmiş bütün cemaati çıkartılacak Tahiyyetü’l-Mescid namazı bunun için çok mühimdir “Beni de bu cemaatin içine dâhil et, Yâ Rabbî!” demektir İnsan ne kadar çok camide namaz kılmışsa o cemaatlerle Allâh’ın huzuruna çıkartılacak Bilhassa Ramazanlarda her akşam mümkün mertebe başka câmilere giderek namazı orada îfâ etmenin hikmeti de budur![]() Rızâ Cenâb-ı Allâh, bu kâinâtı dilediği gibi yaratmıştır Allâh, -celle celâlühû- herkesi mü’min yapsaydı, bu imtihana ve muvaffak olamayanları cehenneme atmaya ne lüzûm olurdu? Lâkin Allâh -celle celâluhû-’nun yaratmasında -hâşâ- O’nu icbâr eden veya yaratılmışlar için isti’dâd ifâde eden hiçbir şey yoktur Ezelde yalnız O vardır Yalnız O olduğuna göre, onun dilediği gibi yaratmasından daha tabiî netîce olamaz Cenâb-ı Allâh -celle celâlühû- bu âlemi zıtlar üzere halk etmiştir Zıddı olmayan bir şey beşer idrâkiyle kavranamaz İhtilâflı olmakl, bu âlemi şu şekliyle mümkün kılan temel kanun ve kaidelerinden biridir Meselâ; yılan dese ki, “Benim ne suçum var, niçin beni süründürüyorsun?” Bu mûteriz suâl mantıkî olamaz Çünkü lutufta müsâvât aranmaz Bu âlemi mümkün kılan bu farklılaşmadır ve gâyet tabiîdir Kâinâttaki nakışlarda insanın görmesi gereken asıl taraf, bu ihtilâf ve farklardan sıyrılarak bunların ardındaki hakîkî sûretlere ulaşmaktır Nitekim bir şâir dilinde bu hakîkat ne güzel ifâde bulur:İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok, Zevk anın mir’ât-ı ibretten temâşâsındadır ![]() Varlıklar kendilerinden daha üstün olanlara imrenip de bir üstün kademeden olmayı hak olarak kendilerinde görseler ve bu hak yerine getirilse ve böylece bu kademeleşme ortadan kalksa bu âlem yok olur Geldiği yere döner Öyleyse bu kademeleşme, bu ihtilâf, bu âlemi mümkün kılan temel kanun ve kaidelerden biridir![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#2 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriB-TEADDÎLİK VEYA DİNAMİZM PRENSİBİ İslâm âtıl bir şey kabul etmez Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı hiçbir şey selîm yapısı itibâriyle âtıl değildir İslâmda atâlet, tembellik reddedilmiştir Canlı ve cansız tüm âlem dâimî bir hareket hâlindedir Bir atom deşifre edilip, içine bir bakıldığında elektron, proton, nötron ve onların yanında bir sürü tâneciğin hareket hâlinde olduğu görülür Boş ve âtıl hiçbir şey yoktur Bir hücreye bakın, o da böyledir Yâni mikro âlemden makro âleme çıkılsa; galaksilere, cesîm kütlelere çıkılsa, onlarda da aynı dinamik hâl görülür Her şey dâimî bir hareket ve Allâh’ın emrine itaat hâlindedir Güneş, milyonlarca senedir hareket ediyor fakat ne bir dakika tehir, ne de bir dakika takdim yoktur Rakamlara sığmaz hız ve mesâfeleri milimetrik bir ölçüyle deverân eder Fakat bir cm tehir, bir cm takdim yok Harâretinde de öyle Her tarafta ölçülü bir dinamizm var Her şey bir dinamizmden sonra gerçekleşiyor Artı bulut eksi buluta akıyor, şimşek meydana geliyor, elektrik akımı oluşuyor, arkasından yağmur boşanıyor Eşyâ-yı tabîiyyede hareketsiz hiçbir varlık, hiçbir kütle yoktur Fakat bazı büyük kütlelerin hareketi insan idrâkinin dışında olduğu için durgun sanılır Kâinâttaki koca koca gezegenler ve o gezegenlerin tâbî olduğu galaksilerden küçücük bir atoma kadar hiçbir şey statik değildir Dâimâ hareket hâlindedirler Zîrâ tüm kâinât bir muharrik kudretin fermânına tâbîdir Kâinâtta en cansız görünen âlemde bile muhteşem bir hareketlilik vardır ve bu hareketli kâinât sahnesi Allâh’ın takdîriyle insana ithâf edilmiştir Allâh’ın insana hizmetkâr kıldığı her şey kusursuz olarak insan için çalışıyor Bir tavuğun yumurta yapıp-yapmaması elinde midir? Cenâb-ı Hak onu insana musahhar kıldığı için her gün bir-iki yumurta yaptırıyor Bir ağacın meyve verip- vermemesi elinde midir? “Bu sene vermeyeyim, dinleneyim, seneye veririm ” diyemez Toprak, “Ben bu sene mahsul vermeyeyim, gelecek sene veririm ” demesi elinde midir? Cenâb-ı Hak şartları verince mahsul vermeye, insana hizmet etmeye başlıyor Arının, “Bir aylık ömrümün on beş gününde bal yapayım, on beş gününde bal yapmayayım, insanları on beş gün beslemeyeyim ” demesi mümkün müdür? Demek ki kâinâtta âtıl, tembel hiçbir şey yok Bazı ictihadlara göre bir insan çok fakir olsa ve “Ben çalışmayacağım, bir kenara çekilip ibâdet edeceğim ” dese bu fakir insana ibâdet ettiği halde zekât bile düşmez Demek ki Allâhu Teâlâ, tembel, âtıl bir varlık kabul etmiyor Çünkü Cenâb-ı Hak, insana halîfetullâh sıfatını veriyor Kendine vekil tayin ediyor Bu kadar aktif bir kâinât nizâmı içerisinde insanın tembel olması, aktivitesini kaybetmesi İslâm’la bağdaşır bir vaziyet değildir -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir yere giderken yolda boşboş oturan bir adam gördü Ona selâm bile vermedi Dönüşte aynı adamı bu sefer elinde bir sopayla yeri kazarken gördü ve adama selâm verdi Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz ashâbıyla sefer hâlindeyken yemek vakti gelip herkes yemek hazırlığı için işin bir tarafına yönelince Efendimiz “Ben de çalı çırpı toplayayım da yemek ateşi öyle yakılsın ” buyurdular Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî yapılırken o da mübârek sırtında taş taşıdı Bütün harplerde en önde yer aldı Hele Huneyn’de kendisini düşmanın ortasına attı Hendek kazılırken ashâbın kıramadığı bir taşı kendileri kırdı Her hâlükârda Hazret-i Peygamber nümûne-i imtisâl bir liderdi Hazret-i Peygamberin hayatında âtıl bir şey ve bir an görülemez![]() -Sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefât ettikleri hafta iyice hastalandılar Ezân okunuyor Ashâb mescidde Rasûlullâh’ı bekliyor Efendimizin ise kalkmaya mecâli yok Bir kova su istiyor ve boy abdesti alıyor Bir koluna Abbas -radıyallâhu anh- bir koluna Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- giriyor Ayağa kaldırıyorlar, bir adım atmadan düşüp bayılıyor Ayılıp kendine geldiğinde bir kova su daha istiyor ve tekrar guslediyor Ayağa kaldırılınca yine düşüp bayılıyorlar Üçüncü sefer yine guslettikten sonra bir kolunda Abbas -radıyallâhu anh- diğer kolunda her adım attıkça bir sahâbî değişmek sûretiyle Mescid-i Nebevî’ye gidiyor İmam olmaya tâkatleri olmadığından Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a mihraba geçmesini işâret buyuruyorlar Namazı Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kıldırıyor Cenâb-ı Hak ibâdetlerde de atâlet istemiyor Namazın mes’ûliyeti ancak bayılma vukûunda kalkıyor Düşman karşısında bile sırayla ikişer rekat kılıp nöbetleşe namaz tamamlanıyor Ayakta kılmaya gücün yoksa oturarak, oturmaya gücün yoksa yattığın yerde kılmayı emrediyor Fakat namazı iptal etmiyor Allâh kulluğu şartlara göre kolaylaştırıyor Hastalandığı için oruç tutamayana, kazasını yapmakla; orucu tutma ihtimâli kalmayınca en son çâre olarak fidye vermekle bir çözüm yolu gösteriyor Cenâb-ı Hak kulunu bilhassa dinamik görmek istiyor Güç, kuvvet, servet gibi nîmetlerin en iyisinden insana en sevgili olanından vermeyi emrediyor “Len tenâlü’l-birra hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûn ” buyuruyor Sermaye bütününden sâil ve mahrûmun mâlum olan hakkını vermeye çağırıyor “Feizâ ferağte fensab” buyurmakla insanları dâimî sûrette sa‘y ü gayrete sevkederek hareketlendiriyor; servetleri de sâil ve mahrûmun hakkına riâyetle bereketlendiriyor Benim param bana yeter deyip kenara çekilerek tembellikle yatma anlayışını kesinlikle reddediyor Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:“–Yarın kıyamet kopacağını bilsen dahî bir ağaç dik!” buyurarak her ânın bir kazanç vesîlesi olduğu telâkkîsiyle değerlendirilmesini teşvîk ediyor Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, iki sefer İstanbul’a geldi Seksen küsür yaşındaydı “Ben bu kadar biatlarda bulundum, bu kadar gazvelere iştirâk ettim, bu kadar vâlilikler yaptım, Peygamber Efendimizi misâfir ettim, bu şeref bana kâfîdir ” demiyor İki sefer İstanbul’a geliyor Hattâ müslümanlara ölürken cesediyle bile hedef gösteriyor “Benim cesedimi İstanbul içlerine doğru adımınızı atabildiğiniz son noktaya gömün ki sizden sonra gelen İslâm askerleri benim cesedimi mihenk noktası alsınlar, daha öteye gitmeye gayret etsinler ” diyor Müslümandaki rûh ve ufuk budur Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’ı aldığında, Endülüs’te müslümanlar zulüm altındaydı O zamanın şartlarıyla Mısır ve Endülüs arasındaki mesâfeyi kat etmeyi düşünmek bile insan muhayyilesi için hayli müşkil bir durumdur Üstelik asker, çölde büyük bir harp geçirmiş ve yorgundur Geçilemez denen Sîna Çölü yürüyerek geçilmiştir Bu haldeyken dahî Yavuz diyor ki “Ah gücüm olsa da Cebel-i Târık’tan İspanya’ya çıksam, Preneler’den, Balkanlar’dan İstanbul’a dönsem ” İşte bu duygu ve düşünce bir müslümanın ufkunu gösterir Dinamizm hâlinde tevekkül ve teslimiyet hisleri insanı güçlendiriyor Meselâ, Yavuz yakalamak için gittikçe Şah İsmâil kaçıyor Yolda ikmâl bitiyor Tâ Çaldıran’a kadar gidiyor Asker yoruluyor Yavuz kimseye bir şey diyemiyor Hattâ askerler Yavuz’un çadırına ok fırlatıyorlar Yavuz dışarı çıkıyor, ve:“–İsteyen dönsün, henüz düşmanı yakalayamadık, gazâ bitmiş değil, herkes serbesttir, isteyen kadın entarileri giyerek memleketlerine dönebilir, yiğit olanlar benimle devâm etsin ” diyor İkmâl bitiyor Hünkârın arkadaşı Hasan Can:“–Efendim, ne yapacağız, çâresiz kaldık ” diyor Yavuz:“–Hasan, sen bilmez misin, çâresizlerin çâresi Allâh’tır!” şeklinde mukâbele ediyor Bu moral çok mühimdir Kul üstüne düşeni yaptıktan sonra havf ve recâ hâlinde dâimâ Allâh’ın yardımından, te’yîd-i ilâhî’den ümidvâr olmalıdır Bu sebeple iyimser bir sistem olan İslâm yeis, bedbînlik ve kötümserliği hiçbir zaman tasvib etmez Zîrâ dinamizm bir heyecan, ümîd ve moral gerektirir Herkes durumuna, gücüne, mevkîine göre yılmadan gücünü seferber etmelidir Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi seksen küsür yaşında, Kostantin’e getiren, Kânûni’yi yetmişbir yaşında Zigetvar seferine gitmeye sevk eden bu aktivitedir Sokullu, Kânunî Sultan Süleyman’ın yaşlılığını ileri sürerek Zigetvar seferine katılmaması için çok ısrâr ettiyse de Kânûnî;“-Biz kundaktan beri devlet işlerinde yetiştik Bir padişahın ordunun önünde gitmesi orduyu moralize, düşmanı demoralize eder Zaferler, kazançlar, hezîmetler bir an meselesidir O âna sâhib olanlar kazanırlar ” der![]() Sefere çıktılar Bir yere geldiler ki top arabaları batağa saplandı Askerler çıkartamadılar ve durumu Kânûnî’ye haber verdiler Kânûnî, vezirlere, paşalara;“–Hepiniz soyunun ve top arabalarına omuz verin ” dedi Vezirlerin, paşaların batağa girip top arabalarına omuz verdiğini gören cengâverler büyük bir heyecan ve moralle bütün topları bataktan çıkardı Bunun üzerine Kânûnî:“-Yaz vak’a-nüvist! Arkadan gelenler okuyup ibret alsınlar ” dedi Allâh’ın kılıcı Hâlid bin Velid de tam bir aksiyon insanıydı Onun gibi dinamik bir rûha sâhip şahsiyetin en büyük ızdırâbı tabî ki yatağında ölmesi olurdu Nitekim kendisine ölüm vakti geldiğinde kılıcına dayanarak zor zahmet ayağa kalkmış, büyük bir hasret ve ızdırap içerisinde şu son sözlerini söylemiştir:“Nice kılıçlar elimde parçalandı Beni en çok müteessir eden şey yatağımda ölmemdir Rasûlullâh’ın ashâbından hiçbiri rahat döşeğinde ölmedi Ya cihâd meydanlarında veya uzak beldelerde İslâm dînini yaymak uğrunda garîb olarak şehîd oldu Âh Hâlid! Âh Hâlid!![]() Ömrü savaş meydanlarında at koşturmakla, kılıç sallamakla geçen birinin sonu böyle yatakta mı olacaktı Hayır! İşte ben de ölümü savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım Mâlik bulunduğum tek varlığım olan atımı ve şu dayandığım kılıcı savaşlarda tehlikelere atılmaktan korkmayan, bir yiğide verin Mezarımı da bu kılıcımla kazın ki cengâverler kılıç şakırtısından zevk duyar ” İşte İslâm’ın insanlığın önüne çizdiği şahsiyet yapısı budur Dâimâ aktif bir insan, heyecan dolu bir ruh müslümanın sahip olması gereken en mühim vasıflardandır İslâm’da tekâud yoktur Göz kapaklarını kıpırdatacak kadar mecâli olanın bile bu gücünü hayr yolunda kullanmak idealize edilir Zîrâ dünyâ hayâtının her saniyesi âhiret nîmetleri için bir sermâyedir![]() Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “-İki günü müsâvî olan ziyandadır” hadîsiyle bu dinamizmi vecîz bir şekilde ifâde etmiştir İslâm, hangi mevkîde olursa olsun insanı cemiyette faal görmek ister Âtıl bir sermaye, âtıl bir insan, âtıl bir sistem kabul etmez Osmanlı toprak sistemindeki Mîrî arâzîler de böyledir Mîrî arâzî devletin insanlara çalıştırmaları için verdiği arâzîler olup satılamazdı Fakat babadan oğula mîras şeklinde geçebilirdi Devlet, bu toprakları kontrol altında tutarak arâzîyi âtıl bırakanın elinden alır, çalışacak olana verirdi |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#3 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriC-İCTİMÂÎLİK VEYA SOSYAL ADÂLET PRENSİBİ Adâlet mülkün temelidir Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “-Nasılsanız öyle idâre edilirsiniz ” buyuruyor Yâni idârede aksaklık varsa bu idâre edilenlerin müstehak olduğuna veyâ kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiğine delâlet eder Üsttekilerden şikâyet etmekle boşuna nefes tüketmek yerine bir nefs muhâsebesine giderek tenkîd, sorgulama ve düzeltmeye adâletle yönetilmeye lâyık olamayan kendimizden başlamak lâzımdır![]() İslâm, insanı dâimâ ictimâîleştirir İslâm’da ferdiyetçilik yoktur Ferdden, namazı cemaatle kılmasını ister Cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat daha fazla sevâb ihsân eder Âmâyı dahî câmiye gelme husûsunda ictimâîleştirir Yani İslâm, hiçbir ferdini cemiyet dışı bırakmaz Sahâbeden İbn-i Mektûm, âmâ idi fakat güzel ezân okurdu Kadisiye harbine iştirâk etti Kendisine âmâ olduğu, bunun için de mâzereti bulunduğunu söyleyenlere “Olsun, ben de sancak tutarım ” diyerek cemiyetten kopmama şuurunun müstesnâ bir nümûnesi oldu Risâle-i Kuşeyrî’de anlatılan şu hâdise İslâm’ın meydana getirmek istediği diğergam insan modeline ve ictimâî endişelerin ferdî endişelerden üstün görülmesinin lüzûmuna işâret eder İmâm Sırr-ı Sakatî: “–Bir defâ sevinçle «Elhamdülillâh» dedim, otuz senedir onun günâhını afvettirmek için üzüntüyle istiğfâr ediyorum ” der Kendisine: “–Nasıl olur Yâ İmâm! İnsan Allâh’a hamd ettiği için günâha mı girer ki, otuz senedir bunun afvı için tevbe ediyorsunuz ?” derler İmâm ise şöyle îzâhta bulunur: “–Bağdat Mescidinde «Müslümanların dertleri ile dertlenmeyen bizden değildir ” hadîs-i şerîfini okuttuğum sırada dışarıdan bir adam girdi Nefes nefese yanıma gelerek, Bağdat Çarşısında büyük bir yangın çıktığını, her tarafı yakıp yıktığını, müslümanların servetini kül edip göğe savurduğunu söyledi ve «Yalnız senin dükkanına bir şey olmadı Yâ İmâm!» dedi Ben de diğer dükkânların kül olmasına rağmen benimkinin kurtulmasına sevindim ve «Elhamdülillâh» dedim İşte otuz senedir hatırladıkça utandığım ve afvettirmeye çalıştığım «Elhamdülillâh» sözü budur Çünkü o anda müslümanların başına gelen bu umûmî felâketi hiçe sayarak sadece kendi nefsimi düşünmüş ve benim dükkânım kurtulduktan sonra başkaları isterse yerle yeksân olsun demiş oldum Hâlâ bu hareketimin vermiş olduğu pişmanlık içinde istiğfâr ediyorum ve Cenâb-ı Hakk’ın beni sâdece nefsini düşünen Müslümanlardan eylememesi için duâ ve niyazda bulunuyorum ”` İslâm, beşerin hem ferdî hem de ictimâî hayatını tanzîm etmiştir Bir müslümanın hayatında nizam ve disiplin hâkim olmalıdır İbâdetlerde de herkesin tâbî olması gereken umûmî bir nizam hâkimdir Bir kişi oruca üç saat erken başlayıp erken son verse orucu kabul edilmez Dört rekatlık namazı vaktinden önce kırk rekat kılsa yine makbul değildir İnsan ibâdet hayatında olduğu gibi cemiyet hayatında da kendini disipline etmesini bilmelidir Verdiği söze riâyet etmelidir Merhum Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- anlatırdı:“–Ticâret hayatında Yahûdîler sözlerinde durmaya çok dikkat ederlerdi Fakat hocanın birine randevu verdiğimizde ya yarım saat erken gelir veya yarım saat geç gelirdi Sâmi Efendi Hazretleri -rahmetullâhi aleyh- ise şâyet kendisine bir randevu verilmişse tam vaktinde o kişinin kapısında olurdu Ne bir dakika erken ne de bir dakika geç Tam vaktinde gelirdi Âdeta saat gibiydi ”` İslâm âleminde Yaratan hürmetine yaratılanlara şefkat düstûrunun cemiyet planındaki en müşahhas tezâhürlerinden biri de vakıf müesseseleridir İhtiyaç sahipleriyle imkân sahipleri arasında tabiî bir köprü olan vakıflar cemiyeti bir ağ gibi örerek sosyal dengeyi muhâfaza eden bir sigorta vazîfesi îfâ ederler Fas’lı meşhûr seyyah İbn-i Batuta, Mâlikî fıkıh alimlerindendir Üç büyük seyahati vardır Biri Mısır’dan Anadolu, İran, Çin, Hindistan, Sumatra, Cava olmak üzere doğu istikâmetine, ikincisi Endülüs’e yâni batıya, üçüncüsü de Kuzey Afrika, Güney Afrika ve Sudan taraflarınadır Dönüp yine memleketi Fas Tanca’da vefat etmiştir İntibâkı gâyet kuvvetli biri imiş Seyahatnâmesinde târih, coğrafya, siyâset vardır Gittiği yerlerdeki din ve mezhep farklarının meydana getirdiği husûmetlerini anlatır Âlimlerle, velilerle sohbet eder, kabirlerini ziyâret eder Hususiyetlerini anlatır Şam’da Teymiye’nin vaâzını dinler![]() İbn-i Batuta, Şam’ı anlatırken orada gördüğü şu enteresan vakıflardan bahseder: Yolda parasını kaybeden hacılara yardım vakfı, kimsesiz kızlara çeyiz hazırlama vakfı, esirleri kurtarma vakfı Bir de ev sâhibleri veya patronları çalışan işçilerini, esirlerini, câriyelerini, evde veya iş yerinde kırdıkları eşyalar sebebiyle onları azarlamasın, onların haysiyetlerini rencîde etmesin diye zarara uğrayan eşyaları tazmîn vakfı![]() ![]() Anadolu’yu anlatırken de Orhan Gâzi zamanlarından, Ahî Teşkilâtı’ndan bahseder Bu teşkilât hakkında bilgiler verir Hattâ Anadolu halkının sehâvetini gösteren şöyle bir olay anlatır: “Yabancı biri olduğumu görünce; atımın yularını bir cemaât bir tarafa, bir cemaat da bir tarafa çektiler Niyetlerinin ne olduğunu bilmediğin için acaba beni yabancıdır diye soyacaklar mı diye düşünmeye başladım Fakat anladım ki dertleri misâfiri paylaşamamakmış Zîrâ beni alıp bir ziyâfete götürdüler ” |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#4 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriD-NİZAM PRENSİBİ İslâm her hangi bir topluluğu, herhangi bir dâvâyı taklid arzûsuyla bir şekil emretmez Bir mantık ve bir ruh vaad ederek, o mantık ve ruhun gerektirdiği şekilleri bizzat emreder O bakımdan İslâm şekilci değildir Meselâ inkılâpçıların şapkayı almaları onu beğendiklerinden ve kendi dâvâları gerektirdiğinden değil, Avrupalı şapka giydiği için onlardan bir farkları kalmasın diyedir Yani işin özü taklitten ibârettir Taklit, insanların en köklü temâyüllerden biridir İnsan insanı taklitle öğrenir Çocuk konuşmayı, yürümeyi taklitle öğrenir Ama taklitte kaldığı taktirde sığdır Taklidden tahkike yükselerek, neyi, niçin, nasıl, neden yaptığını bilirse o hareket şuurlu hâle gelmiştir Ama başlangıç taklittir Kitleleri sevk ve idârede en büyük müessirlerden birisi taklid psikolojisidir Bizdeki yenilik ve ilerleme adına yapılan inkılâplar tamamen buna râm olmuş bir dâvâdır İnönü’nün hâtıralarından bir hikâye bunu çok güzel îzâh eder İsmet Paşa, 1968’de Ulus’ta yayınlanan hatıralarında anlatır: Şapka kabul edildiği zaman Yahyâ Gâlip Bey İnönü’ye gider Yahyâ Gâlip 1925’te Ankara vâlisiydi Sakallı ve dindar sayılabilir bir adamdır Henüz dindarların da bâzı idârelerde vâzîfe îfâ ettiği bir geçiş mevsimiydi Yahya Gâlip İnönü’ye:“–Polislerimden dinliyorum, kahvehânede insanlar «Bunlar bu şapkayı kabul ederek gavur oldular Çünkü şapka Hıristiyanlığın, gavurluğun bir alâmetidir » diyorlarmış En iyisi biz şapkaya bir ayyıldız ilâve edelim Bizim için gavur oldu bunlar diyenlere «Ne münâsebet biz gavur olmuş olalım Bizim şapkamız onların aynısı değil, bizimkinin ayyıldızı var » diye cevap veririz ” demiş![]() İsmet Paşa vâliye: “–Sen bizim inkılabımızın rûhunu anlamamışsın Biz şapkayı iyi olduğu için almıyoruz Fesi de kötü olduğu için atmıyoruz Ya? Biz bu şapkayı batılılarla aramızda bir fark kalmasın diye aldık Buna bir ayyıldız ilâve edersen yine bir fark ortaya çıkar ” der![]() İşte bu mantık “men teşebbehe bikavmin ![]() ![]() ” hadîsinin hükmüne girer Sırf gavura benzemek kasdıyla alâmet olan bir şeyi almak tamamen taklitçilik, şekilcilik demektir İslâm’daki var olan birtakım şekiller ise, herhangi bir zümreye benzemek için değil, bilakis gayr-ı İslâmî hiçbir zümreye benzememek için emredilmiştir Cenâze kabre konurken Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kiram hazerâtına “oturunuz” diye emir buyurmuştur Sahâbe-i kirâmdan biri, “–Yâ Rasûlallâh! Hikmeti nedir? Deminden beri ayakta duruyoruz, tam cenâze defnedilecek oturuyoruz? deyince buyurdular ki: “–Bu esnâda Yahûdîler ayakta durur, onlara benzemeyin ” İşte bu mantıkla yürüyen bir dîne şekilci olduğu iddiâ edilemez Hadîs-i Şerîf’te “Kim bir kavmi taklid ederse, ona teşebbüh ederse, ona benzerse ondan olur ” buyurulur Ancak şunun bir nebze şerhi lâzımdır Zîrâ taklit âdette ve alâmette taklid olmak üzere iki türlü olur Bu hadîs-i şerîfte matlub olan alâmette takliddir Çünkü ancak alâmette taklid küfrü mûcibdir Âdette taklid küfrü mûcib değildir Bir Frenk gömleğini giymek küfrü gerektirmez Pantolon da böyledir O da Avrupa’dan alınmıştır Adından belli ki bizim değildir Pantolonu aldığımız zaman ulemâ bununla namaz câiz değildir, illâ bunun üstüne cübbe giymek lâzımdır, dedi İslâm’ın sadece kadınların kıyâfetine dâir beklentileri vardır, erkeklerinkine yoktur, zannedilmemelidir Erkeklerinkine dâir beklentileri de vardır Ulemâ, pantolonun üzerine cübbe çekmeden bununla namaz kılınmaz demiştir Ama pantolon giyen birine, bunu taklid etmekle kâfir oldu dememiştir Çünkü alâmet değildir Alâmet, haçtır Bir kimse haçı artı işâreti kabul ederek, rozet taktım, diyerek kullanması olmaz Çünkü cumhûrun kabûlü esastır Umûmun kabûlünde bu “haç”tır Kimse bunu “haç” kabul etmiyorum da “artı” işâreti kabul ediyorum, diyemez Haçı yakaya takmak küfrü mûcibdir Çünkü alâmette takliddir Bayrak bir bez parçasıdır ama semboldür, alâmettir Bayrağı tekabbül etmek o bayrağı temsil ettiği milliyeti tekabbül etmek demektir Papazın zünnârı, şapkanın da siperi, tereği, şemsî alâmet sayılmıştır Çünkü bütün hristiyanlar serpuşlarda müşterektir Şer‘î kâide bu olmakla berâber hakkında cebir vâkî olduğu için, kalben muhâlefet edip, zâhiren mutâvaat etmek zorunda kalmak, îmân dâiresinden çıkmayı önler Bu da ayrı bir bahistir Cebir vâkî olmuş, bunun için can alınmış, kan dökülmüştür Bundan dolayı şapkayı giyen adam kâfir değildir ama bugün o cebir kalkmıştır Bugün artık niye şapka giymiyorsun diye insanlara cezâ verilmiyor Başı açık gezebiliyorsun Halbuki İslâm âdâbında baş açık ayıptır Müslümanlar yatarken bile başlarını örterlerdi Arakiye adıyla gece takkesi kullanılırdı Ne var ki küfür alâmeti bir şapka giymektense kendi kültürleri açısından ahlâkî olmasa bile müslüman erkekler başaçıklığı tercih etmiştir Şimdi evinize bir misâfir gelse yatağının kenarına bir kat pijama koyarsınız Adından da bellidir ki pijama bizim değildir Bizim gecelik entârilerimiz vardı Bunun kanûnî bir müeyyidesi de yoktur Ecdâd bunu giymiş Bugün gecelik giyen kalmadı Pijama moda oldu Halbuki pijama da yarı pantolondur ve kumaş gibi ince olduğundan rahatsız eder İnsan yatakta bol, geniş elbiseyle, gecelikle rahat eder Daha serbest daha rahat olmak için bizim ecdâdımız her şeyin en güzelini bulmuştur Fakat şimdi bizim olmayan bir pijama giydi diye kimse kâfir olmaz Şapkada ise siper-i şems olduğu için tehlike vardır Biri cebir altında başına şapka koyar, biri de kendi rızâsı ile şapka takar Bir memlekette başına şapka takmadığı için adam asılmış, kan akmış ise cebir sâbit olmuş demektir İnsanın aczi sabit olup bunu değiştirme gücü yoksa bu halde içinden tasvip etmeksizin, mecbûriyet îcâbı bu şapkayı giyen kâfir olmaz Fakat kendi rızâsıyla takan da küfür alâmetine bulaşmış olur Bir dönem mektebe şapkasız gelenleri geri çevirirlerdi Hadi git şapkanı giy gel derlerdi Kızlar bile şapka giymeye mecburdu Batılılar hürmet ifâde etsin diye şapka çıkarırlar “Şapka çıkarmak” tâbiri buradan gelir “Saygı duydum” demektir Cenâzeye şapka çıkarırlar Müslümanlıkta ise erkekte dahî baş açıklık edebe aykırıdır, bir hürmetsizliktir Baş kapalılık hürmet ifâde eder Şeyh Şâmil esir olduğu zaman Rus çarının huzuruna getirildi Şeyh Şâmil’e, çarın huzûrunda sarıkla duramayacağını mutlakâ başını açması gerektiğini söylediler Bunun üzerine Şeyh Şâmil dedi ki: “–İsterseniz çıkarayım Zîrâ biz Müslümanlar başımızı ancak şeytan gördüğümüz zaman açarız ” Bunun üzerine Çar da:“–Bırakın kalsın ” demek zorunda kaldı![]() Şekil, bir rûhu temsil eder Hangi şekli emretmişse onun bir nizamdan bir mantıktan doğduğunu görürüz İnsanın alnı en yüksektedir ve şerefi temsîl eder “Alnım ak” tâbiri buradan gelir Allâh’a karşı tevâzuun en büyüğü insanın alnını yere koymasıdır “Senin huzûrunda alnımı yere koyuyorum, Yâ Rabbî!” demek, “En büyük tevâzûu Sana gösteriyorum ” demektir Secdenin şekli, temsil ettiği şu rûhtan ve tevâzûdan elde edilmiştir Bir başkasını taklitten değil Onun için İslâm’daki nizam prensibi şekilcilik olarak telâkkî olunamaz Şekilci olanlar kendilerine has bir mantıktan ziyâde bir başkasına benzemek kasdıyla bir şekli tervîc etmiş olanlardır İslâm’da herhangi bir şekil bir başkasına benzemek maksadından doğmuş değildir Ama benzememek maksadından doğmuş şekiller vardır O da İslâm’da şahsiyetli olmanın arzu edildiğini gösterir Binâenaleyh, İslâm’daki var olan bir takım şekilleri böyle telâkkî etmelidir İslâm, cemiyeti devletle nizamlar, hiyerarşiyi kurar “Halîfenin kim olduğunu bilmeden ölenin ölümü câhiliye ölümü gibidir ” tehdidiyle siyâsî ve idârî hiyerarşinin süratle te’sîsini emreder Bundan dolayı Osmanlılar halife vefât ettiğinde bir yenisine biat etmeden onu defnetmezlerdi Diğer taraftan İslâm, hükümetsizliği “el-fitnetü eşeddü mine’l-katl” telâkkîsiyle yani fitne, anarşi, hükümetsizlik, siyâsî hiyerarşinin teessüs etmemiş bulunması cinâyet gibidir, telâkkîsiyle bu hâli men eder Böyle kalınmayı cemiyet için en büyük tehdîd kabul eder Ferde gelince; ferdin hayatını birinci derecede tanzim eden, evlilik müessesesidir Evlilik müessesesini insanlara vazgeçilmez bir hüküm sûretinde emreder Hıristiyanların evlenmemek sûretiyle râhip ve râhibe olmalarındaki iddiâların tersine bir mantıkla, evliliği aşk-ı mecâzîdan aşk-ı ilâhîye yükselebilmek için bir merhale kabul eder Nizam, hayatın en basit faâliyetinden en girift faâliyetine kadar; ilk faâliyetinden son faâliyetine kadar böylece dakîk bir sûrette teessüs edilir İlk faâliyet kadının çocuğu doğurmasıdır Ana sütü emzirilmeden çocuğun kulağına ezan okunur Çocuğa süt vermeden kulağına ezân okunur ki dünya gıdâlarının ilki mânevî olsun Bu bir ruhtur ve heyecandır Bu ilk hayat tezâhürüdür İnsanla alâkalı ilk iş budur Son iş de kabre konulmasıdır Mezarlıklara baktığımızda ölünün kabirde yatırılışının hafif sağa olduğu görülür Sol tarafı alçaltılır, hafifçe yan yatar Yüzü beytullâha, kıbleye döndürülür Maksat teveccüh olsun “Zararı yok birisini de ayakları Beytullâha gelecek şekilde gömelim ” denemez Çünkü bu bir nizam gereğidir Ferdi tanzim ederken planlarken ilk hayâtî faâliyetinden son hayâtî faâliyetine kadar her türlü davranış kendine mahsus bir mantık silsilesi içinde nizâma bağlanmıştır Serbest bırakılmamıştır İnsanoğlu başıboş değildir İlâhî ilimle onun hayatı nizamlanmış kâidelerle rabtedilmiştir İslâm’a girip-girmemekte hürriyet vardır Ama girdikten sonra Allâh’ın ahkâmına riâyet mecbûrîdir Zîrâ Müslümân teslim olan demektir Kişinin Allâh’ın kulu hakkında koyduğu hükümleri kabullendiği, teslim olduğu, mânâsında kullanılır O zaman bütün bu kavâide riâyet şarttır Ama bu kâideler başkalarını taklid ile onlara benzeme arzusundan doğmayıp kendi mantığını te’sis ettiği mânevî iklîmi gerçekleştirmek için konulduğundan şahsiyetli şekillerdir Şekilcilik olarak anlaşılamaz İslâmiyet nizama fevkalâde ehemmiyet veren bir denge dînidir Peki böyle olduğu halde kantarın tokmağını kaçırıp da meczup olanlara ne denir? ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Meczublar mâzurdurlar fakat İslâm’da makbûl olan câzib olmaktır Tarîkatta insanlar iki türlüdür Ya câzibdir, ya meczûbdur Cezbe, bir tecellî karşısında sarhoş olmaktır Aklı, şuuru, idrâki kaybolup ne yaptığını bilmeyen, cezbeye kapılana meczûb denir Onlar mâzurdur demek; onlar haklıdır mânâsına gelmez Bu ancak onların özür sâhibi olduklarını ve yaptıklarının kabahat sayılmayacağını ifâde eder Hallâc-ı Mansur Ene’l-Hak dediyse mâzurdur Fakat zâhiri yani şeriati gözeterek onu öldürenler de mâzurdur Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin hayâtında da bazı cezbe halleri vâkîdir Cezbeye geldiği zaman bâzen gözlerini bağlatırdı Gözlerini bağlatmasa baktığı şey devrilirdi Ne söylediğini bilmez, kendine gelince de “Ne söyledim” diye sorardı Etrâfındakiler şunları şunları söylediniz deyince o da “O halde niye beni öldürmediniz?” derdi![]() Cezbeye gelen biri vak‘ayı bizim gördüğümüzden farklı görür Sûfiye meşrebiyle söylenen sözleri tasavvufa âşinâ olmayanın havsalası almaz Meselâ:“Mûsâ da odur, Firavun da odur ” “Nâ-ehl olur muârız-ı ehil Her Ahmed’e bulunur bir Ebû Cehil” “Ehil olana muârız olan ehliyetsiz biri demektir Her müsbet adamın karşısına da menfî biri dikilir Şahsiyetli adam düşmansız olmaz Yine meczûbun biri “Kim kiminle mücâdele ediyor Mûsâ da O, Firavun da O ” dese belki bir çok kişi buna kızar Zirâ ehil olmayana bu sözler doğru gelmez Fakat onun gözüyle hâdisâta bakılırsa bunun doğru bir söz olduğu anlaşılır Bir meczûb sözüdür ve îzâhı vardır Onun sözü, kelimelere lügatlerin verdiği mânâ ile anlaşılamaz![]() Doğru îzâh edildiği zaman “Firavun da O, Mûsa da O ” sözü şeriata muğâyir düşmez Zîrâ meczûba böyle söyleten hâdisâtı değerlendirmedeki ufuk farkıdır O ufka ulaşmadan bu söz anlaşılamaz Mânevî bir tecellîye mâruz kalarak coşan insanların, “Kellimû’n-nâse ‘alâ kaderi ‘ukûlihim ” ölçüsünü yâni aklın idrâk gücüne göre konuşulması düstûrunu gayr-i ihtiyârî aşan, başkalarının ulaşamadığı ufuklardan konuşan cezbe hâlindeki insana meczûb denir Cezbe ile dengeyi iyi ayarlayan, meczûb yerine câzib olabilen kişi makbuldür Meczublara hürmet edelir ama meczubluk makbul değildir Çünkü meczubun şimdi canı istemez, namaz kılmaz “Namaz, şevkle kılındığında namazdır Şimdi benim içimden gelmiyorsa zoraki yatıp kalkmak namaz sayılmaz ” der ki doğrudur Fakat ideal mânâda namaz sayılmasa da asıl ölçü, Allâh’ın emrini yerine getirerek borçtan kurtulmaktır O, bunu düşünecek halden geçmiştir Cezbede gaşy olmuştur Bir nevî narkoze edilmiş insan gibidir Sarhoş bir insan nasıl ki ileri geri konuşur da farkında olmaz, meczub da böyledir Meczûbların mevcûdiyeti nizam prensibine aykırı değildir Çünkü meczubluk asıl değildir Meczub, hasta gibi kabul edilmelidir Meczubu, cezbeyi hazmedememiş, taşkınlığa sürüklenmiş biri gibi kabûl etmek gerekir İslâm’da nizâm prensibinin makbûl saydığı câzib olmaktır Meczupluk esas ve ölçü değildir Binâenaleyh İslâm’da nizâm asıldır Nizamsız bir ferd ve cemiyet düşünülemez İslâm, hayâtı en hurda teferruâtından en mükemmeline, bidâyetten nihâyete, doğumdan ölüme kadar bir mantık teselsülü içinde nizamlar ve bu nizamdan tâviz vermez Her âmir hüküm vasfındaki hükmün ihlâlinde cezâsını koyar Âdâba müteallık, müstahsen olan emirlerden dolayı da, fazîletten, sevaptan mahrum kalınacağının, kemâl üzre bir mü’min olunamayacağının tehdîdiyle onları da yerine getirtmeye çalışır İslâm’da nizâmın temel mânâ ve mâhiyeti bundan ibârettir![]() İslâm şeriati umûm içindir Umûm için konulan kavâid asgarîyi ihtivâ eder Çünkü Allâh’ın rahmeti îcâbı şeriat hükümleri, en zayıf kullar dikkate alınarak konulmuştur İstidâdı daha fazla olanlara zemin, hak ve imkan tanımak tasavvufu îcâb ettirir Cemiyet içerisinde mükellefiyetlerin asgarisinden fazlasına istîdât, iktidar ve iştihâsı olana, “Bu iş bu kadardır, bundan fazlasını yapamazsın ” denmez Allâh’ın şeriatla emrettiğini yaptıktan sonra istidat, iktidâr ve iştahın varsa daha fazlasına müsâade edilir Fakat herkese emredilmez Şeriatın koyduğu kâideler sâdece farzlardır Bunlardan başka yapılanlar emredilmiş şeyler değildir Yapılması müstahsendir, makbuldür, mûteberdir Hak katında terakkî vesîlesidir Kişi tefeyyüz eder Şeriat bir binanın karkası gibidir Tarikat bu binanın ince dekorları, cilâse, zînetidir Fakat tarîkatta ilerlemek ehil bir rehberi, bir mürşid-i kâmili gerektirir Yûnus Emre der ki:Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü Bostan ıssı kakıyup der ne yersin kozumu Buradaki erik şeriatı, üzüm tarîkati, cevizse hakîkati temsil eder Buna göre beytin mânâsı şudur: Erik dalına çıkmışken yani şeriat kâideleriyle mükellef iken, o kadro içinde bulunuyorken orada üzüm yedim Yâni şeriat içinde bulunduğum halde tarîkatın îcâbını yaptım Neden şeriat eriğe teşbih edilmiştir Erik dışından sırf meyva görünür İçinde çekirdek vardır İnsanların en zayıfı dikkate alınarak konulmuş olan bu kâideler, hakîkatin lübbü, özü değildir Süzülmüş bal gibi değildir İçinde bir çekirdek vardır O çekirdek nedir? Meselâ şeriatta afvetmek yerine suçlunun cezâsı verilir Ferde ise “afvet”, der Fakat devlet cezâ verir Günah diye sopa vurur Halbuki bu adam kendini günahtan koruyamadı diye düşünerek, ona acımak sûretiyle onu merhametle yola getirmek de mümkündür Fakat devlet nizamı itibâriyle şer’î cezâyı afvetme selâhiyetine sahip değildir Umûmun selâmeti nâmına ukûbat denilen bu cezâlar mutlakâ tevcîh olunur Halbuki o insana bir merhale yukarıdan baktığında acırsın Fakat ictimâî nizam bakımından böyle muamele etmek hatâlıdır İctimâî nizam îcâbıdır Fakat tarîkatta iş değişir Tarîkat müsâmaha rejimidir İnsan yalnız kendi nefsini ithâm eder, gayra müsâmaha eder Bir günahkâra, bir kusurluya bu kusûru işlediği için kızmak yerine, kendisini bu kusurdan koruyamadığı için ona acımak esastır Üzümde de çekirdek vardır Çekirdekler küçülmüş ve dağılmıştır Bunun mânâsı da cezâlar ve ictimâî nizamdan doğan sertlik, tarîkatte azalmış, küçülmüş ve dağılmıştır Şeriattaki gibi kütlevî değildir Onun için üzüm tarîkati temsîl eder Bostan ıssı, yâni bostanın sahibi mürşid-i kâmildir Bu, mâneviyât ikliminde söz sâhibi olandır Tarîkatin îcâbını yapmak hakîkate ulaştırır Ceviz hakîkati temsil eder Dışarıdan bakılınca sert bir kabuk vardır İçinde ise lezzetli bir öz vardır Hakîkat dıştan bakana zor görünür ama içinde lezzetli bir meyve vardır Şeriatta oruçla mükellef birinin orucu, yeme-içme, bâzı şehevî taşkınlıklar vs gibi belli sebeplerle bozulur Ama tarîkatte, bir gıybet bile orucu bozar Kişi gıybet ettiğinde şer‘an orucu kabuldür Şer‘an oruç borcunu ödemiş sayılır Fakat gıybet edenin orucu tarîkat orucu olmaktan çıkar Günümüzde maalesef tarîkat ehli olduğunu iddiâ edenlerin nicelerinin icrâsı şerîatın bile dûnundadır Yâni bırakın tarîkat ile mîzân edilmeyi, şerîatla mîzân edilse bile amellerinde binbir kusur bulunur![]() Tarîkat orucunda, şeriatta orucu bozan şeylerin yanına gıybet gibi mânevî hususlar da eklenir İş güçleşir Hakîkatte ise mâsivâ, yâni Allâh’tan gayrısını düşünmek, kalben Allâh’tan gayrı bir şeyle meşgul olmak dahi orucun rûhuna aykırıdır ve onu bozar Hakîkat mertebesindeki veliyyullâh, orucu her an Allâh ile berâberlik şuuru içinde tutar İşte bu çetin cevizdir Dışarıdan taş gibi bir kabuk görülür Bu yapılabilir iş değildir, intibâı uyandırır Ama onun içine, bu çetinliğin, bu sert kabuğun ardına ulaşabilen belki milyonda bir bile olsa çok leziz bir meyveye kavuşur Şiirimizde deniyor ki, “Sen şeriat dâiresinde olduğun halde önce şerîatın lüzûmunu îfâ etmelisin Haddine mi tarîkatin îcâbını yapıyorsun?” Yunus da diyor ki “Ben şeriat dâiresi içinde bulunurken, meğer tarîkatin de gereğini yapmışım ” Yâni var olan bir yükselişten haberdâr olamamak mevzubahistir Çünkü Yunus kendini bilemeyen velîlerdendi Bu sır sonradan kendisine fâş oldu Evliyâullâh birkaç gruptur Bâzılarını başkaları bilir, kendileri bilmezler Yûnus Emre, bir gün yolda kendisi gibi iki meczûbla karşılaştı ve onlarla dost oldu Bir müddet sonra acıktılar Meczubların biri duâ etti Cenâb-ı Allâh bir sofra gönderdi İkinci sefer diğer meczûb duâ etti Yine bir sofra geldi ve karınlarını doyurdular Üçüncüsünde sıra Yunus’a geldi Yûnus:“–Ben basit bir kulum Nasıl duâ edeyim Siz kimin hürmetine istediyseniz söyleyin bâri ben de o zât hürmetine isteyeyim ” dedi Meczublar dediler ki: “–Bir derviş Yunus var Zamânımızın kutbudur Onun yüzü suyu hürmetine istedik Kendinden haberi yok ”Yûnus Emre o zaman kendisinin kemâle erdiğini anladı İşte bu beyit bu zuhurâttan sonradır Yûnus âdetâ; “Ben kendimi şeriat içinde zannediyordum Meğer tarikatin îcâbını yapmışım Buna ilâveten mânâ âleminin üstâdları diyorlar ki sen tarîkatın da üstündesin, hakîkat meyvesini yemektesin Bizim cevizimizi yiyorsun ” demek istiyor![]() Melâmîlerin büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî bu beytin şerhinde şöyle der: Demek ki bu yollar bir mürşid-i kâmilin kılavuzluğuyla yürünür Böyle olmadığı taktirde bir derviş tesbihe asılır, bir tecellî görünce de “oldum” sanıp muvâzenesini bozar Bu sebeple kontrol elzemdir Bir mürşid-i kâmilin irşâdı bu yolları yürüyecek olanlar için şarttır ` |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#5 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriKomünizmde âmme selâhiyet ve iktidârını fertlere eşit dağıtmak esastır Yâni idâre edilenlerin tamamı aynı zamanda idâre eden olacaktır Bir insanın idâre edilen mevkîinde bulunduğu kadar idâre eden mevkîinde bulunması bir hayal, bir ütopyadır Cemiyette âmme selâhiyet ve iktidârını ifâde eden makamlar aynı değildir Çöpçü-bekçi de âmme selâhiyetini kullanır, cumhurbaşkanı da âmme selâhiyetini kullanır Bunlar nasıl eşitlenebilir? Bu mümkün değildir Bu fikri ilk olarak ortaya atan Eflâtun’dur Eflâtun, bu fikirlerini tatbik edip, gerçekleştirmek ümidiyle kendisine her türlü imkânı vaad ederek dâvet eden Frakuza hükümdârının memleketine gitmiş, fakat muvaffak olamamış, hezîmete uğramıştır Eflâtun’un talebesi olan Aristo Devlet isimli kitabında Eflâtun’un bu fikirlerine cevap vererek hocası Eflâtun’u yerden yere vurur Eflâtun’un bu fikirlerinin yankıları İslâm âleminde de hissedilmiştir Bu fikirlerin Osmanlı tarihinde dehşetli bir karışıklığa sebep olan en mühim vak’ası Şeyh Bedreddin-i Simâvî hâdisesidir Şeyh Bedreddin-i Simâvî de tıpkı Eflâtun gibi komünist fikirleri tervîc edip yaymaya çalışan şeyh ünvanlı, mutasavvıf kisveli bir insandır Bazıları şeyh hakkında, mûteber meşâyıhtan ders görmesinden, filân âlimin, filân mutasavvıfın talebesi olmasından dolayı bu fikirleri ona yakıştıramamakta ve bunu bir iftirâ mahsulü addetmektedirler Fakat bunun doğru olmadığı tarihî gerçektir Şeyh Bedreddin-i Simâvî’nin fikirleri sadece kitaplarda kalmamış, Torlak Kemâl adlı bir Yahudi tarafından Ege’de tervîc edilmiş ve başına topladığı kalabalık devlet aleyhine bir tehdit hâline gelmiştir Osmanlı ictimâî nizâmı büyük bir karışıklıkla karşı karşıya kalmıştı O esnâda devletin başında bulunan fetret devrinin dâhî pâdişâhı ve Osmanlı’nın ikinci bânîsi Çelebi Mehmed, bu gürûhun üstüne asker göndermiş ve bu yangını söndürmüştür Şeyh Bedreddin-i Simâvî, Edirne Sarayı’nda fikre ve insan haklarına fevkalâde saygısı olan Osmanlı devletinin âlimleriyle teke tek ilmî mübârezeye alınmış ve görüşmeler sonunda muhâkeme edilerek bu fikirlerin şeriat nazarında küfür olduğunu ve bunun mürtedliği gerektirdiğini bizzat kendisi itirâf ve tasdîk etmiştir Şeriat nazarında mürtedin yani İslâm’dan dönenin cezâsı da îdamdır Ulemâ; “Kanı helâl, malı haram ”dır fetvâsı vermiştir Siyâseten katledilen birinin malı hazîneye kalır Şeyh Bedreddin de her ne kadar siyâsî bir karışıklığa sebep olmuş, Torlak Kemâl adlı bir Yahudî tarafından kendi fikirleri kullanılarak Manisa havâlîsinde bir ayaklanma olmuşsa da ulemâ siyâseten katl yerine irtidâddan dolayı katline hükmettiği için malı mîrasçılarına âittir Şeyh Bedreddin-i Simâvî Seres Çarşısı’nda asılarak îdâm edilmiştir Şerâfettin Yaltkaya’nın “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin” diye 1926’da yayınlanan bir risâlesi vardır Nâzım Hikmet, hapiste iken Şerâfettin Yaltkaya’nın bu risâlesini eline geçirmiş, Şeyh Bedreddin’in yüzyıllar önce komünist prensipleri müdâfaa eden, mal ve âilelerin müşterekliği gibi sapık fikirleri ihtivâ eden dâvâsına hayran kalmıştır Hapishânede Şeyh Bedreddin’i medheden, onu kahraman gibi gösteren “Şeyh Bedreddin Destanı” adlı bir şiir kitabı yazmıştır![]() “El-küfru ümmetün vâhidetün” mefhûmunun delâlet ettiği gibi ülkemizde vaktiyle nasıl ki birileri İslâm âlemini çiğneyen Moğolları bağrına basarak, onların Türklüğünü iddiâ etmiş, İslâm’a düşmanlıklarından dolayı onlara bir alâka ve sempati duymuş ise Nazım Hikmet de Şeyh Bedreddin’i fikir ve aksiyonuyla destanlar yazan bir halk kahramanı gibi lanse etmiştir Batı âleminde ferdi cemiyete fedâ etmek sûretiyle iktidârı ancak ihtilâl yoluyla elde etmeyi dâvâ eden sosyalizmin bir çeşidinin ilk müverrici Eflâtun’dur İslâm âleminde de aynı görüşü müdâfaa edenler arasında ilk olan Şeyh Bedreddin-i Simâvî’dir Komünizmin târihçesi içinde bundan başka bir alay mes’ele daha vardır Fakat asıl mevzumuz bu değildir Bunlardan şunu anlamak gerekir ki İslâm, ferdi cemiyete, cemiyeti de ferde fedâ etmez Ferd ve cemiyet arasında bir îtilâf, uzlaşma vücûda getirir Eğer bu uzlaşmada ferdin menfaatiyle cemiyetin menfaati çatışırsa cemiyetin menfaatini tercih eder Meselenin özü budur Bundan dolayı İslâm’da sosyalizm yoktur ama sosyal adâlet vardır İşte şu sosyal adâleti sosyalizm zannederek “İslâm’da Sosyalizm” diye kitap yazan müellifler de İslâm’ın temel mantığını, ana esaslarını anlamamış demektir Bunların kimisi bilgisizliktendir, kimisi de kasıtlıdır Bugün dînî bilgi eksikliğinden değil de kasıtlı olarak bu tarzda yani “İslâm’da demokrasi”, “İslâm’da sosyalizm” gibi fikirleri ortaya atan insanlar hayli çoğalmış vaziyettedir ` Nizâmın zıddı anarşidir Nizamsızlık ve anarşinin hiçbir şekli İslâm’da tasvîb olunamaz Anarşinin en büyük tezâhür sahası hükümetsizliktir Yâni siyâsî hiyerarşi ve idârî kadrolaşmanın bir nizam dâhilinde teessüs edilememesi hâlidir Hadîs-i şerîfte bu anarşi hâlinin, katilden yâni cinâyetten daha şiddetli olduğu zikredilir Nizamda birinci derecede cemiyetin idârî ve siyâsî organizasyonunun temini vardır Zîrâ aksi halde anarşi hâkim olur ki onun İslâm literatüründeki ismi de “fitne”dir Fitne; nizamsızlık, anarşi, siyâsî hiyerarşi ve kadrolaşmanın teşekkül etmemesi demektir Bir fitnenin vukûu cemiyette derin yaralar açar Çünkü emniyet selb olunmuştur Cemiyet içindeki kuvvetliler zayıflara her istediği kötülüğü yapabilir Bundan âmme vicdânı rahatsız olur Menâfi-i umûmiyye sarsılır Umûmun menfaati ihlâl edilir O bakımdan İslâm, devleti çok büyük bir ehemmiyetle tanzîm eder ve siyâsî hiyerarşinin tanzîminde o derece hassastır ki onun bir dakika bile adem-i mevcûdiyetini ve anarşinin bir saniye bile cemiyete hâkim olmasını kabul etmez Bundan dolayıdır ki İslâm’da siyâsî hiyerarşinin başı olan halîfenin kim olduğunu bilmeden ölenin ölümü, câhiliye ölümü gibidir, denir Şu büyük tehdit “halîfesiz durulmaması” mânâsına da gelir Bundan dolayı Osmanlı târihinde bir halîfe vefât edince onu defnetmeden önce hazır olan veliahde bîat edilirdi Böylece bir an bile başsız yaşanmadan hilâfet müessesesi inkıtâsız devâm ettirilirdi Veliahdı yerine yeniden seçmek mümkündür Fakat halîfe seçimi uzun süreceği için o arada halîfesiz kalınmaması maksadıyla bu yola başvurulmuştur Halifesiz kalınmaması yolundaki bu ciddî tehdid İslâm’ın nizâma verdiği ehemmiyeti ifâde eder Bugün halîfenin kim olduğunu bilmeyen bizler de bu tehdide muhâtab durumdayız Fakat hilâfeti rekzetmek kudretimiz olmadığı için mâzuruz Bu gibi ahvâlde bulunanlar yâni fiilen memur oldukları bir işi yapamayacak durumda olanlar mes’ûliyetten sadece “Ne yapalım, bu benim gücüm dâhilinde değil ” diyerek pasif ve âtıl bir vaziyette beklemekle kurtulamazlar O istikâmette, -‘alâ kaderi’l-imkân-, eldeki imkânlar nisbetinde çalışmakla bu mes’ûliyetten kurtulmak mümkün olur Meselâ her müslüman İslâm’ın temel şartlarından oluşan İslâm sistemine de tâbî olmak mecbûriyetindedir Ama bu sistemin fiilen var olmadığı günümüzde bunun mes’ûliyetinden kurtulabilmek için, günün birinde var olması ümidiyle çalışmak şarttır Bugün bir karışıklık, başsızlık ve bir fetret devridir Bizim tarihimizde de pek çok fetret devri yaşanmıştır Osmanlı tarihinde Yıldırım’ın Timur’a mağlûb olmasından sonraki başsızlık ve karmaşa devrine de fetret devri denmiştir İslâm tarihinde böyle fetret devirleri çoktur Meselâ Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın şehid edildiği hengâmda da bir fetret devri yaşanmıştır İslâm bunu tervîc etmez Devlet ve cemiyet için nizâmı esas alan İslâm, bir küçük devlet gibi kabul ettiği ferdin hayatında da bu nizamı aynı hassâsiyetle korumak ister O nizâmın birinci şartı evliliktir Bekarlık İslâm’da merduttur Hıristiyanlar evlenmemeyi kalbi Allâh’a âit olarak bırakmak ve takvâ olarak kabul ederler Bundan dolayı da bilhassa Katolikler evlenmeyerek, erkekseler râhip, kadınsalar râhibe olmayı teşvîk ederler Evlenmemeyi dinlerinin en güzel ve en ideâl tatbikâtlarından biri olarak kabul ederler İslâm bunu reddeder Râhibeler âhirette Îsâ -aleyhisselâm-’a zevce olacaklarına inanırlar ve evlenmezler Râhipler de evlenmeyi, yalnız Allâh’a âit olması gereken kalbe bir kadın muhabbeti koymayı, Allâh muhabbetine engel telâkkî ederler İslâm ise cemiyet ve ferdî hayat için, evliliği çekirdek ve esas müessese alır, onu emreder ve nizamlar Onu da “Ormandaki hayvanlar gibi bir cinsin erkeklerinin dişileriyle biraraya gelip nefsânî arzularını tatmin etsinler de nasıl ederlerse etsinler ” demez En hurda teferruatına kadar bu berâberliği tanzim eder Bu da onun nizâma verdiği ehemmiyettir İslâm’daki bu nizamlamanın sebeb-i hikmeti insan hayatını hattâ bütün eşyâ ve mahlukâtı yaradılış gâyesine göre yönlendirmektir![]() İslâm’da hukuk, insanların Allâh ile, insanların birbirleriyle ve insanların sâir mahlukât ile hattâ eşyâ ile olan münâsebetlerini ihtivâ eder İslâm’a göre nâ-hak yere bir ağacın dalını kırmak zulümdür Çünkü o da Allâh’ı zikrediyor ve onun bu zikrine mânî olmak demektir İnsanda bu mes’ûliyet hissini yerleştiren İslâm, ferdin huzur ve sükûnu için onu yaradılış gâyesine göre nizamlanmasını, istikâmetlendirilmesini esas alır ve bunun başında da evlilik gelir Ancak prensip itibâriyle evliliği emretmekle birlikte bunun saâdeti temin edebilmesi için gene insan tabiatına uygun şekilde nizâmlar Bir âmir hükümler vardır Bir de âmir hüküm mâhiyetinde olmayıp da müstahsen olan kâideler vardır Evlenme bir âmir hükümdür Bunu yapmamak hatâdır ve mes’ûliyeti mûcibdir Meselâ evlenirken bir erkeğin bir kadını zenginliğinden dolayı tercih etmesi men edilmiş değildir ama makbul sayılmamıştır Çünkü insan tabiatında maldan dolayı biraz kendine güven duymak ve bundan dolayı etrafındakilere tepeden bakmak temâyülü vardır İslâmiyet, kadının kocasına itaat etmesi gerektiği için servette erkeğin üstün olmasını daha uygun görür Bunun için de mîrasta kadına erkeğe verilenin yarısını vermiştir Bu mahrumiyetin neticesi olarak da onu âilenin geçiminden mes’ûl tutmamakla onu alçaltmak veya yükseltmek mevzubahis değildir Hak ve vecîbelerde denge kurmaktır Hıristiyanların evlilik hâdisesine karşı menfî tavır almalarıyla ilgili ortaya koydukları sebeplerde bir nebze hakîkat payı da vardır Bir insanın gönlünü -yalnız kadın da değil- sevdiklerinden herhangi bir şey ile aşırı bir şekilde meşgul etmesi ve onu bir put hâline getirmesi neticesini doğuran muhabbeti İslâm’da merduttur Bundan dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerîm’de “Sizin mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir ” (Enfal, 28) buyurulmuştur Halbuki ehlinin elinde olduktan sonra mal da evlâd da güzel bir şeydir Fakat en fazla mal ve evlâdda kalbi bendetme istîdat ve iktidârı vardır Ola ki insan bunları putlaştırır O gönül makamı Allâh’a âit olduğu halde insan onu mal veya evlâd sevgisiyle doldurabilir İşte Kur’ân’da bu tehlikeye işâret edilir Ama İslâm, koyduğu sâir kâidelerle bu tehlikeyi bertaraf etmek husûsunda insana yardım eder Böylece Leylâ’yı hakîkaten putlaştırarak kalbe mütemâdî bir sûrette oturtma yerine onu aşma yollarını gösterir Eğer böyle olursa yâni bir mal veya evlâd -buna âileyi de ilâve etmek mümkündür- kalbe çok kuvvetli bir şekilde yerleşerek, insanı kendisine tapacak hâle getirirse, bu makbul olmaktan çıkar Hem sevmek hem de putlaştırmamak esastır Sevilen şey ne olursa olsun, insan bir objeyi, bir varlığı sevdiğinde onun maddî varlığını aşan, sırrî bir muhtevâya gönlünü yükselttiği zaman o muhabbet, aşk olur Bir insan fizikî, ahlâkî veya huy itibâriyle güzelliği gibi sebeplerle iptidâî olarak sevilir Fakat an gelir seven, bu güzelliklerin temin edebileceği sevginin trilyon katı bir sevgiyle sevmeye başlar İşte o sevginin beşerî güzelliklerle îzâhı mümkün olamaz Çünkü bunları aşan bir his ve sır vardır Îzâh edilemez İnsan neyi sevdiğini de bilmez olur İşte o anki gönlü dolduran sevgi aşk-ı ilâhînin tecellîsidir Bidâyetteki sevgiye medâr olacak âmillerle kâbil-i îzâh olamayacak derecede sevgi şiddetlenince şayet insan akıl hastası da değilse, onda başka bir şeyler buluyor demektir İşte o andaki tecellî-i ilâhiyye aşktır Öbürleri bir sevgi alâkasıdır ki buna hakîkî olmayan aşk yânî aşk-ı mecâzî denir Hakîkî aşk, bir ârazın madde üzerinde tezâhür ederek kavrandığı gibi, meselâ sıcaklık, soğukluk, renk ![]() ![]() vs kendi başına kavranamaz Ancak bir cevherle kavranabilir Bidayette sevgiye medâr olacak bir şey gönülde böyle bir âraza, onu kavramama medâr olan bir cevher hâline dönüştüğü an artık o muhabbet-i ilâhîdir Çünkü onda sevdiğim şey artık bidâyetteki âmil değildir O âmil hakîkî zuhûra bir vesîledir Yâni insan idrâki için zarûrî olan şey, şahid olunan âlemde zarûrî olan bir objedir Fakat hakîkî aşktaki zâhirî âmile olan teveccüh ve muhabbet onu çok aşmıştır Artık bu safâ mertebesinde Mecnûn, “Leylâ!![]() Leylâ!![]() derken Mevlâ’yı buldum ” der İslâm âlimleri ilâhî aşka ulaşabilmek için bir basamak teşkil eden aşk-ı mecâzîyi kabul etmişlerdir Ancak ilâhî aşka ulaşabilmek için o merhaleden geçmek zarûrîdir O merhalede takılıp kalmamak şartı vardır Aşk-ı mecâzîyi, aşk-ı ilâhîye yükseliş için bir vasıta kabul ederiz Bu tıpkı üçüncü kata çıkmak için basamakları kullanmak gibidir Fakat basamaklarda kalıp burası bana yeter demek sûretiyle maksadı unutmak tehlikesi de vardır İşte asıl kahramanlık aşk-ı ilâhîye varmak için bu riski göze almaktır Muhabbetullâha yürümekteyken önüne çıkan bir engeli aşarak yoluna devâm etmektir Hıristiyanlar bu görüşü reddederler Bunun mânâsı korkaklıktır Bu, ilâhî aşk yolunu tehlikesinden dolayı yürümeyip geri dönmektir Ancak bu insan tabiatına aykırı olduğu için ve insanın da kendi tab‘ı istikâmetinde nizamlanması esas olduğundan bu şuur altına itilen ve bastırılan tabiî temâyüller, onların hayâtında çok çirkin, çok anormal şekilde tezâhür eder Zâhirde papaz ve râhibe evlenmemiştir ama tarih boyunca râhibehânelerde gayr-ı meşrû ahlâksızlıkların envâı patlak vermiştir Çünkü insanın tabiatını bu kadar zorlamaya imkân yoktur ve zorlandığı anda da olacağı budur İnsan tabiatının bu kısıtlamaya katlanabilmesi ancak bünye itibâriyle temâyülât-ı şeheviyyesi zayıf olanlar için mümkün olabilir Aksi taktîrde temâyülleri kuvvetli olanlar tatminsiz duygularını biriktire biriktire bir baraj oluştururlar Zayıf bir anlarında o baraj yıkılır Kendi inançlarının da tam tersi bir tuğyân ve isyâna sürükler İslâm insan tabiatına uygun bir nizamlamayı esas aldığı için evliliği emreder Ancak Leylâ’ya takılı kalmayıp onu aşan bir muhabbet iklîmi tesis etmeye çalışır Bu sadece evlilikte değil, insan hayatının tümünün tanziminde böyledir Bunun dışında da bir iş güçle meşgul olmak, bir meslek tutmak, çoluğunu çocuğunu yetiştirmek, cemiyet içinde bir vazîfe almak, insanlara faydalı bir işle meşgul olmak gibi cemiyet içinde ferde bir nizam getirilmiştir Bu da hayatın en hurda teferruatından en mükemmel olan esasına kadar bir mantık teselsülü içinde gerçekleşir İnsanı yaratan Allâh -celle celâlühû-: “Kâinatta bir abes bir çirkinlik görüyor musunuz?” buyuruyor “Semâvat ve arzda nizamsız, intizamsız bir şey görebiliyor musun, başını kaldır da bak!” buyuruyor Kâinâtı yerli yerinde yaratan Zât-ı Müteâl, insanı en mükemmel şekilde yaratmıştır Onu kâinâtın efendisi hükmüne getirmiştir İnsanın her problemine çâre getirdiği için, İslâm en büyük sistemdir Meselâ:Orta Çağ’da Hıristiyanlıkta Engizisyon mahkemeleri vardır Bir kişi suç işlerse buraya sevk edilirdi Galileo “dünya dönüyor” dediği için mahkeme edildi Hâkimler bu sözü geri almasını istediler Galileo ise “Benim sözümle dünyanın dönüp dönmediği gerçeği değişmez ki ” dedi Bunun üzerine onu idama mahkum ettiler Hıristiyanlık sisteminin aldığı şekil budur İslâm insanlara hukuk getirdiği gibi nebâtât ve hayvânâta dahî hukuk tanımıştır Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor: “Hayvanlar da ahirette insanlardan haklarını alıp sonra toprak olacaklardır ”Doğumundan ölümüne kadar kulun davranışlarını en iyi bilen Allâh’tır Yaratan’ın insan ve hayatı nizâmlayışının adı “Şeriat”tır Ona uyduğu zaman insan hem dünya hem de âhiret saâdetini kucaklamış olur Ondan uzaklaştığı zaman ikisini de kaybeder![]() İslâm dışındaki sistemler yalnız dünyayı alır, meselâ; Hıristiyanlar Âdem’in günahından kurtulsun diye doğan çocuklarını vaftîz ettirirler Hıristiyanlar için cehennem teorisi diye bir şey yoktur Ufak tefek günahları da zâten papazlar hallederler Günah işleyen kişi papaza gidip günâhını itiraf eder, papaz da onu affeder Bu sistemin sakatlığını belirten İngiliz sosyoloğu Toynbee, Kahire’ye gider Müslümanların sosyal yapısını ve hayatlarını inceler Orada bir Müslüman dilenci görür ve yanına giderek onun hâlet-i rûhiyyesini, hissiyâtını tahlîl etmeye çalışır Ona der ki;“-Sana para versem ne yaparsın?” Pislikler sebebiyle başında sinekler uçuşan dilenci; “-Dua ederim ” der![]() “-Peki Allâh, senin duanı kabul eder mi?” diye tekrar sorar Dilenci de; “-Benim vazîfem beni sevindirdiğin için sana dua etmektir Allâh dilerse kabul eder, dilerse etmez ” der![]() Toynbee, dilencinin verdiği cevâba çok şaşırır ve; “-Bizim âlim geçinen papazlar kendi gibi bir insanın günahını çıkartıp onu cennetlik yapıyor Oysa burada dînin en basit ferdi bile bana Allâh dilerse affeder; dilerse affetmez diyor ” der İnsanlara haddini bilmeyi ve Allâh’ın kullarını ancak yine Allâh’ın bağışlayabileceğini ifâde eden bu hâlet-i rûhiyeye hayran olur Cenâb-ı Hak her şeye bir nizam getirmiştir Yemeğe ölçü getirir ve mîdenin üçte biri kadar yiyeceksin, üçte bir kadarı su olacak ve üçte biri de hava kalacak şekilde bir ölçü tavsiye edilmiştir Uykuya, ibâdete, zamâna![]() ![]() velhâsıl her şeye bir ölçü getirilmiştir Helâya girmeye dahi bir nizam getirilmiştir Helâya sol ayakla gireceksin ve oradan sağ ayakla çıkacaksın, der Müslümanın da bir nizâma girmesi, ölçülü olması lâzımdır Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emrettiği nizâmdan uzak kalan bir insanın istikâmetini muhâfaza etmesi mümkün olamaz Kâinâtta her şey nizam içinde devâm ediyor Nizam dışında kalabilen hiçbir şey yok Zâten nizâmın dışına çıkıldığı zaman yine ilâhî irâde ile o gün kıyamet kopacaktır Bir sonbahar yaprağı bile kadersiz düşse kâinâtta anarşi olur |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#6 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriE-ADÂLET PRENSİBİ Adâlet prensibi İslâm’ın dünya görüşünün âdetâ rûhunu teşkil eden bir prensiptir Adâletsiz bir dünyada huzur ve sükûn mümkün olamayacağı için İslâm sisteminin her kâidesinde adâleti korumak asıldır İslâma göre adâlet, ihkâk yâni hak ediş ile kâim olan bir keyfiyet olduğundan her hak sahibine hak ettiği kadarını vermektir Fazlasını da eksiğini de vermek adâlete aykırıdır Âlemi ve insanı vücûda getiren Cenâb-ı Allâh’ın âdil sıfât-ı ilâhiyyesi değil, latîf sıfât-ı ilâhiyyesidir Yâni mahlûkâtın fıtrî sermâyesi olarak yani yaradılıştan sermâye olarak sahip olduğu nesi varsa o, Allâh’ın âdil sıfatının tecellîsi ile değil, lâtîf sıfatının tecellîsi iledir Latîf sıfatının tecellîsi olduğundan dolayıdır ki bunda müsâvât aranmaz İstihkaklar müsâvî olduğu zaman nîmetler de eşit olmak lâzım gelir Çünkü adâlet istihkâk ile kâimdir Lutufta istihkâk aranmaz Zîrâ lutfedenin arzusuna tâbîdir Bu bakımdan müsâvât olmaması adâlete mugâyir değildir Cenâb-ı Allâh birini sıhhatli, birini sıhhatsiz yaratır Birini akıllı birini deli yaratır Birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurtur, bir de ilâve olarak ona ayak verir Bundan dolayı, mahlukâttan herhangi birinin îtirâza hakkı yoktur Bir çocuğa beş, bir çocuğa da yirmi beş lira verseniz, beş lira alanın îtirâza hakkı yoktur Çünkü aldığı o parayı hak etmek için bir bedel ödememiş bir fedâkârlık yapmamıştır Lutfeden nasıl isterse öyle lutfeder Latîf sıfatının tecellîsi olan bu mahlûkâtı vücûda getirme keyfiyyetinde müsâvât olmaması bu kâinâtı mümkün kılan âmillerden biridir Eğer müsâvât olsaydı, yâni ihtilâf olmasaydı şu âlem bugünkü düzeniyle vücûda gelmezdi Çünkü hayâtî fonksiyonlar muhtelif olduğundan bu ihtilâflı fonksiyonları deruhte etmek mevkiinde bulunanların da şânı, şerefi, îtibârı aynı olmamaya mecburdur![]() Eğer insanlar aynı derecede akıllı, aynı derecede sıhhatli, aynı derecede eşit olsalardı hepsi de en yüksek ictimâî ve ferdî fonksiyonlara tâlib olurlardı Dûn olan işleri kimse yapmak istemezdi Kimse bir sokak çöpçüsü olmak istemezdi Binâenaleyh bu âlem mümkün olmazdı Bir bünye de aynen böyledir Vücûdda çeşit çeşit âzâlar vardır Her birinin kâbiliyyet, iktidâr ve husûsiyetleri ayrıdır Çünkü her biri ayrı bir vazîfeye memurdur Beyin vücûdun motoru gibidir Vücûdu idâre edeceği için Allâh onu bir mahfaza içine almıştır Bir ayak “Benim bu vücûda ne ihtiyâcım var ki onu taşıyayım Ben kendimi taşıyorum Niye ben mîdeyi, beyni taşıyayım ” diyemez Cemiyet de aynen insan gibidir Kulak ses toplamaya memur olduğu için buna müsâit bir yapıda halkedilmiştir Sağırlar ellerini kulaklarının kepçesine eklerler Bu insiyâkîdir Böyle yapıldığı zaman daha iyi duyulacağını bildiği için böyle yapar Bu vücûd hey’et-i umûmiyyesiyle bir fonksiyonu vardır ama bu fonksiyonun her parçasını bir uzuv yerine getirir Kalp, barsaklar, burun vs hep başka başka işlere memurdurlar Her uzvun ayrı bir fonksiyonu vardır Bu fonksiyonlar bu organlara eşit dağıtılsa bir vücûd mümkün olmaz Bunu eşit telâkkî etmek, eşit hâle getirmek, hayâtı imkansız hâle getirir O halde hayatın mümkün olması için bu ihtilâf asıldır Allâh, verdiğini ezelde mevcûd olmayan varlıklara verdiğinden ve bu varlıkları bir bedel mukâbili değil bir lutuf îcâbı yaratmış olmasından dolayı eşit vermeye mecbur değildir Hiç kimse “Benim ne kabahatim var da boyum kısa olmuş, zengin bir babanın çocuğu olarak dünyaya geleceğime fakir bir babanın çocuğu olarak dünyâya geldim, veyâ bir âlimden dünyâya geleceğime bir câhilden geldim ” diyemez Çünkü bu lutuftur Lutufta müsâvât aranamaz Hayatı mümkün kılan ihtilâftır Adâlet istihkâk ile olduğu için Allâh insana ne verdiyse o kadar hesap sorar İşte istihkâk ile olan adâlet ve hesap soruştaki nispetler eşitlikle sağlanır Allâh âdildir Çünkü ne kadar imkan verdiyse o kadar mes’ûl tutar Herkesi aynı derecede mes’ûl tutmaz Bundan dolayıdır ki Kur’ân’da zikredildiği gibi kâfirler “Ne olurdu biz taş toprak olaydık da mes’ûl tutulmasaydık” derler Şu an bir adama; “Mâdem senin için daha hayırlıydı, Îsâ -aleyhisselâm- Allâh’ın oğludur ve kendisi de aynı zamanda ilâhtır demek gibi hacîl, aşağılık bir düşünceye sahip olacağına dünyâya taş toprak olarak gelseydin ya, dersen sana kızar Ama âhirette mes’ûliyetin azameti karşısında bunu kendileri söyleyecekler Demek ki, Allâh’ın adâleti ne lutfettiyse o nispette mes’ûl tutmasıyla, kişinin üzerindeki niâm-ı ilâhiyyeye kıyâsen mes’ûl tutulmuş olmalarındaki müsâvât dolayısıyla tahakkuk eder Az verdiğinin hesâbı az, çok verdiğinin hesâbı çoktur İslâm kendinden önceki semâvî dinlerden farklı bir hukuk ihtivâ eder Çünkü dinler mücerred îtikâdî prensipler itibâriyle, vahdâniyet esâsı üzerinde müttefiktirler Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn ilk peygamber Adem -aleyhisselâm-’dan bizim peygamberimize kadar aynı hakîkatleri tebliğ etmiş olmasına rağmen beşeriyyetin tâkib ettiği tekâmül seyrine bağlı olarak ahkâm-ı ictimâiyyede sosyal kânun ve kâidelerde bir gelişme seyri tâkib etmiştir Cenâb-ı Hakk tebliğâtını bir daha yenilemeyeceği, bir daha din göndermeyeceği için kıyâmete dek yetecek gelişme ve kemâlâtı, Kur’ân’da rekzetmiş, depolamıştır Kur’ân-ı Kerîm, beşerî ihtiyaçları kıyamete kadar karşılayacak kemâlâtı ihtivâ eder Kur’ân’ın, “Bu âlemde yaş ve kuru ne varsa hepsi mübîn olan bu kitapta vardır” âyet-i celîlesi bütün hakîkatleri ihtivâ ettiğini, Kur’ân’ın kelâm sûretine girmiş bütün bir kâinât demek olduğunu ifâde eder Âlem-i gayb dediğimiz âlemde Allâh’ın yalnız kendisi vardır ve âlem-i şühûddaki tecellîsi insan, Kur’ân ve kâinât olmak üzere üç noktada tezâhür eder İnsan zübde itibâriyle, Kur’ân’ın kelâm itibâriyle, kâinât ise bir gölge gibi Allâh’ta var olan bütün hakîkatleri ihtivâ eder![]() Buna göre Kur’ân, bir daha bu ahkâm yenilenmeyeceği için beşerin kıyamete kadar ihtiyâcını temel esasları itibâriyle karşılayacak ahkâmı muhtevîdir Ve bundan dolayıdır ki diğer semâvî dinlerde görülmemiş bir husûsiyeti hâizdir ki o da Kur’ân’ın hukuk ihtivâ etmesidir Hristiyanlıkta ahlâk kâideleri dışında ahkâm-ı ictimâiyye mevcûd olmaması, peygamberlerin selâhiyet ve iktidarlarının aynı olmamasıyla; bâzen zaman, bâzen mekân, bâzen de mevzû itibâriyle selâhiyet ve iktidarlarının tahdit edilmiş olmasıyla ilgilidir Hz Îsâ’nın gâyesi rûhun tasfiyesidir Onun için ahlâk kâideleri dışında bir hukuk ikâme etmez Peygamberimizin gâyesi ise umûmî ve şâmil olduğu için hukuk dâhil bütün hakîkatleri ihtivâ eder Adâlet prensibini kavrayabilmek için İslâm hukûkunun temel esaslarını bilmek ve bu esaslar muvâcehesinde adâlet mefhûmunu tanımak lâzımdır Beşerî hukuk insanın insanla, insanın eşyâyla münâsebetlerini tanzîm eder Bu münâsebetlerin bir kısmını da ahlâk kâidesi olarak dışarıda bırakır İlâhî hukuk olan İslâm hukûku ise haklar ve borçlar nokta-i nazarında insanın Allâh’la, insanın insanla ve insanın eşya ile münâsebetlerini tanzîm eder Yâni İslâm hukûkunda hukûk daha şümûllü bir sûrette hayâtın tamâmını içine alır Lâ-dînî bir hukuk, bâzı hususları “Bu ahlâkî bir meseledir, hukûkî değildir ” diye dışarıda bırakır İnanca tealluk eden bir kısım meseleleri de dışarıda bırakır İslâm’da evvelâ adâleti icrâ eden sistemin adı “hukuk” kelimesiyle ifâde edilmez Hukûk, hakkın cem‘idir ve haklar demektir Bugün karşıladığı mânâ için kifâyetsiz bir tâbirdir Zîrâ hukûk yalnız hakları tanzîm eden bir faâliyet sâhası değildir Hukuk, haklar kadar borçları da tanzim eder Hukuk kelimesi efrâdını câmî olmayan bir galattır Doğrusu “fıkıh”tır Bizim târifimiz fıkha uygun bir târiftir İslâm fıkhı, mesele halledici bir vasıf taşır Büyük hukukşinas İmâm-ı Âzam, bir şûrâ ile kırk milyon fıkhî mesele hall ü fasl eylemiştir Şûrâ bir akademidir İmâm-ı Âzam bu akademide talebeleriyle birlikte takribî kırk milyon mesele çözümlemiştir İslâm kazustik bir hukuk metodunu benimser Yâni meseleci hukuktur Adâletin temininde bu metod yeryüzündeki bütün metodlardan üstündür Çünkü hukuk dâiresinde, içine belki milyonlarca vak’a girebilecek umûmî bir hukuk kâidesi tespit eder Vak’alar arasındaki küçük farklar îcâbında bu maddenin umûmî hükümleri muvâcehesinde mühmel kalır Ana hatlarıyla o maddenin ana çerçevesine girer Detayı hariçte kalır İhtimaller sonsuzdur Kanun vaz‘ı ne kadar mükemmel bir idrâk, iz’ân ve zekâya mâlik ve ne kadar maslahatı, yani içinde yaşanılan şartları değerlendirmekte mâhir ölçülerle teşekkül ederse, konulan umûmî kâideye ana hatlarıyla da olsa tâbî olacak vak’a sayısı artacaktır Adâlete en ziyâde yaklaşabilmek için en hurda teferruât dahî kâle alınıp onun îcâbına göre de hükmün düzenlenmesi gerekir İşte meseleci hukukta bir umûmû kâidenin tatbikindeki nüanslara göre ayrı ayrı değişik hükümler verilir Ve bunlar ictihadlar sûretinde ilim kitaplarına geçer Fiilen bir dâvâya bakan, bir hâkimler heyeti veyâ bir hâkim, o dâvânın bütün inceliklerini umûmî hükümler arasında bulamaz İşte İslâm hukûkunda kazustik metodun yanında, sâir hukuklardan ayrılan tatbîkî bir muhtevâsı vardır ki yeryüzünde İslâm hukûku bu muhtevâsı sebebiyle sadece Roma hukûkuna benzer Buna göre hükmü tatbikâtçı değil, âlim verir Roma hukûkunda protör denilen hukuk âlimine “Böyle, böyle olduğu zaman ne yapılır?” diye sorulur Hukuk âlimi hükmü bildirir, hâkim de taraflara aksettirir İslâm hukûkunda da kadı hâdiseyi tespit eder Onu bir formül hâline getirip müftüden sorar Müftü bir ilim adamıdır Bir tiyatro sahnesi gibi olan mahkeme salonunda cereyân eden hâdiselere muttalî olmamakla oranın te’sîrinden berî kalır Hırsızlık yaparken yakalanan her çingene kadını hâkimin hissiyâtını tahrik için, mahkemeye kucağına bir çocuk alarak çıkar Şâhit ve suçlu îcâbında rol yapar Hâkim de insandır, bütün bunların te’sîri altında kalır Ama ilim adamı onları görmez ve tatbikât onun zamânını işgâl etmediği için mütebahhir olur Deniz gibi geniş ilmi olur Tatbikâtla uğraşanın ona vakti olmaz Dolayısıyla âlimin hükmü daha isâbetli söylemek imkânı vardır Tatbikâtçı çoğu zaman kafasındaki hazır ve kolay bilgilerle hükmü verir Şimdiki hâkimler dosyaları okumaya bile vakit bulamıyorlar Üstün körü bir sürü karar çıkıyor Halbuki İslâm hukûkunda kadı mes’eleyi tespit edip, müftüden sorduğu zaman müftü milyonlarca ictihad arasından vak’aya en uygun olanını bulur, detayların kâhir ekseriyetinin hükme medâr olmasına hak tanır Onun için matematikte “yaklaşık olarak eşit” sözü vardır Öyle bir ictihad bulur ki %100 aynı olmasa bile %99 aynı olur Dolayısıyla umûmî hükümle yürüyerek, tatbikâtta vak’anın belki milyonlarcasının bir hükme tâbî kılınmasından dolayı ancak ana istikâmetler dikkate alınıp vak’anın çoğu teferruâtı mühmel bırakıldığı halde, İslâm hukûkunda bu ihmâl asgarîye indirilmiştir İctihadların çokluğu sebebiyle tatbikatta bir güçlük doğursa da ihtimallerin sonsuz olmasından dolayı adâlete yaklaşmak bakımından bu usûl mükemmel ya da mükemmele en yakın olanıdır Kaldı ki İslâm hukûku ukûbât dediğimiz cezâ hukûku içine koyduğu “Beşerî adâletin noksan bıraktığını ilâhî adâlet uhrevî âlemde tamamlayacaktır ” kâidesi ile, hem suçlu, hem mağdur için vicdânî bir telâfî kapısı açar Temel prensip ilâhî adâlettir Beşerî hukukta bu yoktur Yâni suç işleyen biri, şâhitlere yalan söyleterek veyâ hâkimi satın almak sûretiyle mahkemeyi yanıltsa ve hiç cezâ görmese ya da hakettiğinin onda birini görse, beşerî hukukta bunun ötesinde yapılacak bir şey yoktur, bitmiştir İslâm hukûkunda ise inanan bir insan bilir ki buradaki yanılttığı mahkeme gibi âhiretteki mahkemeyi yanıltamayacaktır Burada eksik kalanı yine orada tamamlamak zarûreti vardır Ona vicdânî bir baskı, mağdura da vicdânî bir tatminkârlık şartı sağlanır Beşerî hukûkta bu yoktur Çünkü İslâm hukuku yalnız insanın insanla veyâ insanın eşyâyla münâsebetini değil insanın Allâh ile münâsebetini de tanzîm eder Yâni fıkıh îtikâdî mesâili de ihtivâ eder Kelime-i Tevhîdin şerhine İmâm-ı Âzam’ın koyduğu ad Fıkh-ı Ekber’dir Kelime-i Tevhîd îtikâdî bir mesele olduğu halde onun şerhinden fıkh kelimesiyle bahsetmek İslâm’da akâidin, fıkhın içinde olduğunun bir delîlidir Öbür fıkıhtan ayrılsın diye de fıkh-ı Ekber’ denilmiştir Allâh’a, O’nun vahdâniyetine âit ve o inanış etrâfındaki bilgiler fıkhın en ehemmiyetli meselesini teşkîl etmek itibâriyle fıkh-ı ekber adıyla yâd olunmuştur Buradan çıkan netîce şudur ki: İslâm hukûkunda insan için Allâh ile olan münâsebetleri de hukûkun, doğru tâbirle fıkhın içindedir Binâenaleyh İslâm hukûku beşerî hukûka nazaran daha umûmî ve daha şâmildir Unutturulanlar silsilesinden Üsküdarlı Talat Bey, Hukuk Fakültesine giden oğluna bu nükteyi iki beyitle özetler: İlm-i hukûktan sana bir nebze söyleyeyim Takdîr eder bu hükmü küllü zümre-i duhâd[url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusu htm#_ftn2]Bir Zât-ı Hak bilinmelidir, bir de hakk-ı Zât Bâkîsinin netîcesi yok, hepsi turre-hâb[url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusu htm#_ftn3]İşte böyle bir hukuk bugün yoktur Beşerî hukuk işin bu tarafını dışarıda bırakmıştır Adâlet, idârenin temel prensibi addedilmiştir “El-‘adlu esâsü’l-mülk ” Adâlet mülkün temelidir, sözü bin yıldır devâm eden kültürümüze mâl olmuştur Mülk, burada idâre, siyâsî sistem demektir “Ve izâ hakemtüm beyne’n-nâsi fa’hkümû bi’l-adl ” “İnsanlar arasında hakem olduğunuzda adâletle hükmedin ” “Bir saat adâletle hükmetmek, atmış yıl ibâdet etmekten hayırlıdır ” (Hadîs-i Şerîf) Derûnî esbâba lâ-dînî hukuk îtibâr etmez İslâm hukûkunun tatbikâtında psikolojiler de önemlidir Yalnız zâhirî şartlara îtibâr edilmez Cezâyı ağırlaştırdığı zaman, şeklî şartları da ağırlaştırarak insanları mânen tecziye etmeyi tercih eder Meselâ zinâ suçunda şekil şartlarını o kadar ağırlaşmıştır ki, ispâtı imkânsız denilecek kadar güçleşmiştir İşlenen cürmü, dört erkek şâhidin görmesi şartı vardır Kadın ve erkeği ne kadar nâmüsâit bir yerde olursa olsun birarada görmek de yeterli değildir O rezîl fiilin son haddine varmış olduğu tüm detaylarıyla dört erkek şâhit tarafından görülmüş olmalıdır Dört şâhitten üçü kesin olarak bu şekilde gördüm dese de biri tereddütle konuşsa zina suçu isnad edilene cezâ verilmediği gibi öteki üç kişiye yüz sopa iftirâ cezâsı tatbîk edilir ve hayatları boyunca şâhitlikleri kabul edilmez Birinin ardından “zinâ etti” demenin vicdânî ağırlığı ve şerîattaki yeri budur |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#7 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleriİslâm toplumunda zinâya götüren tüm yollar tıkanmıştır Buna rağmen zinâ eden evliye recmedilme hükmünü verir ki bu fecî cezânın caydırıcılığıyla cemiyet huzûru temin edilebilsin İspât edilemeyen zinâ isnâdında hukukun tavrı, zinâ eden evliye: “Sen öldürülmeyi gerektiren bir suç işlediğin halde ispat güçlüklerinden dolayı bu cezâ sana tatbîk edilmedi Sen, öldürülmeyi gerektiren bu suçun vicdânî ızdırab ve ağırlığıyla başbaşasın Bu dünyâda olmasa bile âhirette mutlakâ cezâsız kalmayacaksın!” düşüncesini hâkim kılar Bu kâide mâlumunuzdur ki Müslümana tatbik edilir İnsanlar Müslüman olup olmamakta serbesttir Müslüman olmak bu cezâî müeyyideleri de kabûl etmek demektir İşlediği suçun ağırlığını hissettirmek için şartlar son derece ağırlaştırılmıştır Cezâ mânevî olsun diye asıl bu psikolojik vasatı ihdâs etmek için şartlar âdetâ imkansız denilecek kadar zorlaştırılmıştır Zîrâ İslâm hukûkunun gâyesi cezâ değil ıslâhtır Hukûkta bir kul hakkı bir de Allâh’ın hakkı vardır Dünyâda hukûk-ı ‘ibâd kadar hukûkullâhı da şâmil bir cezâ verildiyse -meselâ zinâda recm gibi- ona artık âhirette cezâ yoktur Ama bâzı cezâlar da vardır ki, hukûkullâhı karşılamadığı gibi, hukûk-ı ‘ibâdı da karşılamaz Meselâ biri hırsızlık yapsa ve eli kesilse hırsızın malı olmadığı için çalınan mal iâde edilemez Onu devlet verir Ama devlet de kamunun malını veriyor O şahsın hakkından vermiyor O ayrıca çaldığı maldan dolayı mes’ûliyeti devâm eder Çaldığını hak sâhibine veyâ âmmeye iâde etmediği takdîrde âhirete borçlu olarak gider Yâni cezâ bâzen ispât edilememekten hukûkullâhı veyâ hukûk-ı ‘ibâdı karşılamadığı gibi bâzen de imkânsızlıklardan dolayı nakîseler kalır Fakat biliriz ki ordaki pürüz âhirette tamamlanır, kimsenin yanına kalmaz Beşerî hukuk suçludan bir mal tazmîn edecekse suçlu mahkemeyi aldatarak malını mülkünü evlâdının üstüne aktarıverdiği takdîrde ondan bir şey alamayacağı için kamunun malından hiçbir suçu olmayan vatandaşının vergilerinden o zararı tazmîn eder Bu dünyâda ona bir şey yapamadığı gibi inanca fiilî bir yer vermediği için en azından “Sen bunun cezâsını âhirette görürsün ” diyerek vicdânî bir telâfî yoluna gidebilmekten de mahrumdur Tamâmen kilitlenip kalmıştır Ama İslâm hukûkunda bunun âhirette telâfîsine inanılır Vicdanlara o kanaat verilir Eğer suçlu müslümansa bundan belki daha fazla muzdarip olacaktır Beşerî hukuk bunu Allâh’la kul arasında kabûl ediyor Allâh’ın insan üzerindeki hakkını hukûk içine almıyor ` İran tarihinin İslâm öncesi periyodunda Nuşirevân-ı Âdil adlı bir hükümdar vardır Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- gibi âdil bir hükümdardır İçlerinde Ömer bin Hattâb da olmak üzere üç Arap, Nuşirevân’ın devr-i saltanatında Fars diyârına ticârete giderler Üç İranlı ile alışveriş yaparlar İranlılar Hz Ömer ve arkadaşlarını aldatırlar Onlar da hâkime çıkarlar Fakat tercümanları yalan söylediği için mahkemeyi kaybederler Bunun üzerine her nasılsa Nuşirevân’a hallerini arzederler Zararları devlet hazînesinden tazmîn edilir Nuşirevân bunlara sorar: “–Ne zaman döneceksiniz?” Onlar da: “–Biz zaten hayli zamandır buralardayız, bu iş için kazancımızı, varımızı yoğumuzu döktük Bundan sonra da hemen döneriz ” derler Bunun üzerine Nuşirevân: “–Öyleyse her biriniz şehrin bir kapısından çıkın da öyle gidin ” diye ricâ eder Üç tüccar arkadaş surların dışında birleşirler Birbirlerine “Sen ne gördün, sen ne gördün?” diye sorarlar Her biri: “–Ben bizi aldatan falan tüccarı falan kapıda asılmış olarak gördüm Ben falanı, ben de falanı gördüm” derler Aradan yıllar geçer, Hz Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti devrinde bu arkadaşlarından birini Mısır’a vâlî tâyin eder Fakat vâlinin orada zulmettiğine dâir bir hey’et kendisine şikâyete gelir Hazret-i Ömer, yerden bir kemik parçası alarak üzerine “Biz Nûşirevân’dan daha âdiliz!” yazarak vâliye verilmek üzere kemiği şikâyetçilere uzatır Şikâyetçiler:“–Ey müminlerin emîri! Bu kemik parçasından ne çıkar?” deyince o da: “–O bundan anlaması gerekeni anlar Haydi selâmetle!” der Şikâyetçiler elde bir kemik parçasıyla ümidsiz bir şekilde memleketlerine dönerler Bir faydası olmayacağını düşündükleri halde yine de kemiği bir götürelim, derler Vâli, kemikteki yazıyı okuyunca bir anda benzi sararır ve derhal adamların hakkını iâde eder ` Hicrî birinci asırda yaşamış bir Kadı İlyas vardır İslâm hukûkunda psikolojilere riâyet ederek pek çok dâvâyı hall u fasl eden büyük hukukçulardan biridir Bir gün kendisine bir dâvâ gelir Adamın biri seyahata çıkarken bir adama bin altın emânet eder Ancak dönüp geldiğinde parasını bir türlü alamaz Vaziyeti Kadı İlyas’a anlatır Kadı İlyas sorar:“–Nerde verdin?” Adamcağız: “–Şehrin dışında bir ağaç var, onun altında verdim ” der Kadı:“–Yanınızda kim vardı, hiç şâhit yok mu?” deyince, adam: “–Allâh’tan başka şâhidim yok ” der![]() Kadı emânete hıyânet eden adamı çağırır, yüzleştirir Sonra zanlının yanında şikâyetçiye:“–Sen git o ağaçtan bir dal getir Ben onu konuştururum Eğer haklıysan o ağaç sana şâhitlik eder ” der Suçluya da:“–Burada otur, o gelene kadar bir yere gidemezsin ” der Aradan yarım saat, bir saat, iki saat geçtiği halde şikâyetçi gelmez Suçlu oturuyor Kadı ise hiç ondan tarafa bakmıyor, işlerini görüyor Nihâyet suçlu oflayıp poflamaya başlar ve: “–Kadı efendi! Ben ne zamana kadar burada böyle bekleyeceğim, der ” Kadı aldırışsız bir edâ ile:“Adam ne zaman gelirse ” der Bunun üzerine zanlı:“Efendim, o ağaç o kadar yakın değil ki hemen gelsin ” deyince, beklediği açığı yakalayan Kadı:“İşte şimdi oldu Bak o ağaç daha gelmeden konuştu ” der ve adamcağızın bin altınını ödetir ` Fâtih Sultan Mehmed Hân, sütunları birkaç arşın kısa yapıyor, diye Hıristiyan bir mimarın kolları kestirir Halbuki böyle bir cezâyı re’sen vermeye hakkı yoktur Pâdişâha böyle bir cezâ selâhiyeti yalnız vezâret rütbesinde olanlarla hânedân mensupları hakkında verilmiştir O da maslahat îcâbı, siyâseten katildir Adam can acısıyla derhal kadıya koşar Kadı ise Fâtih’in eski arkadaşı Hızır Bey’dir ve onu kadı olarak nasb eden de Fâtih’in bizzat kendisidir Hızır Bey mahkemenin vakarını muhâfaza ile Fâtih’i sıradan biri gibi karşılar Fatih, mahkemeye gelir, maznun sandalyesine oturur Fakat mahkeme usûlünce hâkim adâleti tevzî ettiği için oturur diğerleri ayağa kalkar Fatih, ilk defa mahkemeye gittiği için bu usûlü bilmiyordu Hızır Bey ona“es-Sultan ibn-i Sultan Ebu’l-Feth Muhammed Hân Gâzi” şeklinde değil: “–Murad oğlu Mehmed! Suç isnâdı üzeresin ayağa kalk!” diye hitâb eder Fâtih mahkeme bitene kadar ayakta bekler Nihâyet kadı verdiği kısas kararını beyân eder Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân sükûnet ve teslimiyyet içinde:“–Hüküm şer‘-i şerîfindir ” diyerek cezâya râzı olur Sıradan bir teb’a ile koca sultanı ayırmayan bu muhteşem adâlet manzarası karşısında hayretlere düşenHıristiyan ağlayarak: “–Böyle bir adâletin dünyâda benzeri yoktur ” Diyerek kendisinin de müslüman olduğunu ve dâvâsından vazgeçtiğini söyler Fâtih, kendi mülkünden bu adama maaş bağlar ve helâlleşirler Eski iki dost olan Fâtih ve Hızır Bey mahkeme akabinde aralarında konuşurlarken Fâtih, Hızır Bey’e cübbesinin altındaki kılıcı göstererek: “–Şâyet doğru hükmü vermeseydin bu kılıçla şuracıkta boynunu vuracaktım ” dedi Kadı da minderinin altındaki topuzu göstererek:“–Sen de şâyet hüküm şer‘-i şerîfindir demeseydin bunu kafanda bulacaktın ” dedi ` Fâtih, İstanbul’u fethedince afv-ı umûmî çıkardı Bizans döneminde hapsedilenler bu genel aftan yararlanacaklardı Bir yandan da suçluların dökümünü hazırlattı Listede üç de filozof olduğunu gören Fâtih bu filozofların ne suç işlediğini merak ile bunları çağırttı Filozoflar gelince Fâtih sordu: “–Ne suç işlediniz ki Konstantin sizi hapsetti, söyleyin bakalım ” dedi Filozoflar: “–Biz Konstantin’e devletinin batacağını söylediğimiz için zindana atıldık ” dediler![]() Fâtih sordu: “–Neye istinâden böyle söylediniz?” Filozoflar: “–Biz Konstantin için hazırladığımız raporda ortada adâlet diye bir şeyin kalmadığını ve adâletsiz bir ülkenin pâyidâr olamayacağını, olsa da zulm ile kalamayacağını bildirdik ” dediler Fâtih: “–O halde, benim ülkemi de gezin ve bir rapor da benim için hazırlayın ” dedi![]() Filozoflar ülkeyi gezmeye çıktılar Bursa mahkemelerinden birinde bir dâvâya girdiler Adamın biri yeni satın aldığı arsada bir küp altın bulmuş Arsayı satan adama: “–Bu altınlar senin Ben başkasının hakkını yiyemem Al altınlarını ” diyorsa da arsayı satan adam: “–Bu arsayı sana altında-üstünde, bildiğim-bilmediğim ne varsa hepsiyle sattım Bilseydim satmazdım Fakat çoluk çocuğuma bunu yediremem, helâl olmaz ” der Öteki de: “–Ben bu arsayı satın aldım, çıkacak altını değil Bunlar için benim şu kadar daha para saymam lâzım, onun için bu bana helâl olmaz ” der Tartışma böyle devâm eder Kadı Efendi ise soruşturmaları neticesinde dâvâlı ve dâvâcının birinin evlenme çağında olan kızı diğerinin de oğlu olduğunu öğrenir ve her iki tarafa: “–Gelin bunları evlendirelim ve bu altınları da onlara çehiz yapalım ” der Filozoflar, bu dâvâda şâhid oldukları halktaki ahlâkî seviyenin yanında kadıdaki adâlet duygusuna da hayrân olurlar Zîrâ fırsatı ganîmet bilip adamlara “Öyleyse mal hazîneye âittir, verin bakalım altınları ” Diyecek diye bekliyorlardı Filozoflar bir başka yerde de şöyle bir dâvâya şâhid olurlar: Adamın biri arası bozuk olan birisinden at satın alır At, ortada bir sebep yokken ölür Halbuki iki yaşında genç sıhhatli bir attır Adam, atı satın aldığı şahsın atı uzun vâdede zehirleyecek bir şeyler yedirdiğinden şüphelendiğini, atı baytara da götürdüğünde, baytarında aynı kanaati bildirdiğini söyledi Atın ağzından üç gün salya geldiğini, ata bizzat kendisinin baktığını, dolayısıyla kendisindeyken de zehirlenmiş olamayacağını söyler![]() Sözün burasında kadı efendi: “–Peki, mâdem baytara sordun, niye o zaman bana gelmedin de çâresine bakmadık?” dedi Şikâyetçi de:“–Efendim! Falan günler, üç gün üstüste makâmınıza geldim Fakat siz yoktunuz ” dedi![]() Kadı: “–Haklısın O vakit memleketimdeydim Çünkü anacığım vefât etmişti O halde mesele anlaşılmıştır Yaz kâtip! Vazîfe mahallinde bulunmadığı için zararın kadıdan tazminine![]() ![]() ”Filozoflar adâletin bu muhteşem manzaraları karşısında hayretten hayrete düşerler Daha pek çok müşâhedelerde bulunup bunları rapor hâline getirerek pâdişâha takdîm ettikten sonra Fâtih’e, bu adâlet var oldukça mülkünün de pâyidâr olacağını söylerler![]() Hakîkaten Osmanlı, adâleti başına tâc edindiği müddetçe pâyidâr olmuştur Hattâ Lehistan’da bir atasözü vardır: “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içtikçe orada hak ve adâlet var demektir ” ` Hatırı sayılır bir ailenin kızı hırsızlık yapıyor Kimi aracı gönderelim ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- afvetsin diye düşünmeye başlıyorlar Sonra Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevdiği sahabîlerden Üsâme’yi göndermeye karar veriyorlar Üsâme, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip şerefli, izzetli bir ailenin kızının hırsızlık yaptığını ve affedilmesini istiyor Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzü o an kireç gibi oluyor Üsâme, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzüntüsünü görünce “Keşke söylemeseydim, Allâh Rasûlü’nün neşesini kaçırdım ” diyor Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;“-Yemin ederim ki bu işi kızım Fâtıma yapmış olsaydı onun dahî bileğini keserdim ” buyuruyor ` Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefâtına yakın bir zamanda ashâbıyla helâlleşerek diyor ki; “-Ashâbım! Kimin malını yanlışlıkla aldıysam işte malım gelsin alsın, kimin sırtına yanlışlıksa vurduysam işte sırtım gelsin vursun ”Sahabeden Ukkâşe -radıyallâhu anh-; “–Ya Rasûlâllâh! Birgün harpte veya namazda olacak bizi sıraya sokuyordunuz ki elinizdeki kamçıyla vurdunuz Ben buna karşılık kısas istiyorum ” diyor O an bütün sahâbe celâlleniyor, ayağa kalkanlar oluyor Peygamberimiz -sallâllâ-hu aleyhi ve sellem- ise;“–Durun, sâkin olun ” diyor ve “Gel, Ukkâşe sırtıma vur, hakkını al ” buyuruyor Ukkâşe -radıyallâhu anh-:“–Yâ Rasûlâllâh! Siz bana vurduğunuzda elinizde kamçı vardı ve ben de o kamçıyla vurmak istiyorum ” diyor Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:“–Kamçı kızım Fâtıma’da Gidin ondan alın ” buyuruyor Hazret-i Fâtıma, kamçıyı istemeye gelenlere sebebini soruyor Açıklanınca ağlıyor ve “Babamın yerine bana vurulsun ” diyorsa da kamçı götürülüyor ve Ukkâşe’ye veriliyor Ukkaşe -radıyallâhu anh-:“–Yâ Rasûlâllâh! Siz benim sırtıma vurduğunuzda sırtım çıplaktı ” diyor Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ridâsını çıkarıyor Ukkaşe -radıyallâhu anh- ise, elindeki kamçıyı atıyor ve elini yüzünü nübüvvet mührüne sürmeye başlıyor:“–Senin tenine değen bir tene cehennem değmez, senin nübüvvet mührünü gören göz yanmaz ” diyor![]() ` 1789’da Fransız ihtilâlcilerinden bir insan hakları beyannâmesi yayınlanması istenir Dünyâdaki tüm hukukları araştıran Lafoyet, İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce;“–Ey şanlı Arab! Adâletin ta kendisini bulmuşsun sen ” diyor![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#8 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriF- HÜRRİYET PRENSİBİ İslâm dışı güçlerin İslâm’a yönelik esaslı îtirazlarından biri “İslâm, köleliği kaldırmamakla insanlar arasında sınıf farklılığına yol açmıştır, hürriyet ve adâleti belli sınıflara tahsîs etmiştir Dolayısıyla İslâm, insan hürriyetine lâyıkıyla ehemmiyet veren bir dünyâ görüşü değildir ” şeklindedir Meselenin özünü gereğince idrâk edemeyen bazı İslâm münevverleri dahî bu akıntıya kapılmışlardır İslâm’ın metodu bilinmedikçe bu meselenin izah edilmesi pek mümkün görünmemektedir Çünkü hakîkaten İslâmiyet köleliği tanzîm etmiş, ilgâ etmemiştir İnsana ve onun hürriyetine bu kadar değer veren, onu yeryüzünde Allâh’ın halîfesi kabul eden bir sistem olan İslâm’ın hürriyete ne denli önem verdiğini şöyle misallendirebiliriz:Bir parkta terkedilmiş bir çocuk bulunsa, çocuğun âid olduğu âile de bilinmese ve deliller de mülzam yâni ilâve bir vâzıhlık taşımadığı takdirde çocuğun bakımını; biri müslüman ama köle âile; diğeri de gayr-i müslim fakat hür bir aile üstlenmek istese; hürriyet şartından dolayı kadı çocuğu -Müslüman aileye verdiği taktirde çocuğun müslüman olma ihtimali daha fazla olmasına rağmen- gayr-i müslime verir Çünkü hür olan bir kimsenin çocuğunun hür olması mutlaktır, muhakkaktır Bu kadar hürriyete ehemmiyet veren bir din köleliği neden kaldırmamıştır, diye îtirâz edenler vardır İslâm’ın köleliği kaldırmadığı hükmü îzâha muhtaçtır Zîrâ bunu ânî değil tedricî yapmıştır Bu onun metodundan kaynaklanır İslâm sosyal hayâta bakış ve sosyal hayâtı tanzim îtibâriyle tâkip ettiği metodda inkılâp veya ihtilâle değil tekâmüle ağırlık veren bir sistem olduğu ve sosyal hayatta da kölelik hayli yer ettiği için hemen kaldırmayı uygun görmemiştir Tekâmül prensibiyle hareket ettiği için köleliği kaldırırken tedricîliği ölçü alır Bunun da târihî, siyâsî, ictimâî sebepleri vardır Yalnız kölelik müessesini ele alarak “İslâm bunu hadbehad kaldırmamıştır Köleliği kabul eden bir din hürriyet taraftarı olamaz ” demek İslâm hakkında erken verilmiş bir peşin hüküm olur Nitekim bunun böyle olmadığını, araştıran ve onun metodunu anlamaya çalışan herkes takdîr eder İslâm’da bir konuda hürriyet tahdîd edilmiştir Bir müslümanın din değiştirme hürriyeti yoktur Mâdem ki İslâm, her türlü hürriyeti tervîc ve terğîb ediyor, özendiriyor “Neden İslâm olduktan sonra irtidad edip din seçme hürriyetini tanımıyor?” denilebilir Kölelik mes’elesiyle birlikte bu meselenin de hürriyet prensibi dolayısıyla îzâhı gerekir “İslâmiyet geldiği zaman İslâm muhaliflerine göre insanlar hürriyetlerini kaybedecekler onların iddiâsına göre vatandaş olan yâni hak ve hürriyetlere sahip olan haklarını kullanmakta ve borçlarını edâda ehil bir hukuk sujesi kabul edilen insanlar kul tâifesine indirileceklerdir” deniliyor Lâkin evvelâ köleliği muhâfaza etmiş, kabul etmiş ve devamını sağlamış şeklindeki görüş hatalıdır Köleliği ibkâ etmemiş, kaldırılışını tedrîcen gerçekleştirmiştir Bu müesseyi ictimâî bir herc ü merce meydan vermeden gönüllü ortadan kaldıracak bir yol açmıştır İslâm’dan sonra bir köleye sâhip olmak külfet hâline getirilmiş, asırlarca mevcûdiyetiyle bir yer kazanmış olan bir müesseseyi cebrî olmadan fiilen gönüllü olarak kaldırma yolunu açmıştır Bir köle efendisine ağır bir külfeti getirir Efendinin yediğinden yiyecek, giydiğinden giyecek, yâni efendisinin hayat standartlarına sâhip olacak, buna mukâbil de kendisine eziyet edilemeyecek, normalden fazla çalıştırılmayacaktır Bugünkü işçilikten çok daha ileri bir statüdür bu Hiçbir işçi aynı sosyal imkanlara -patronuyla- sahip olması kapitalist sistemde dahi kâbil-i imkân-ı tasavvur değildir bu Bunun mânâsı evlat edinme yoktur Fiilen evlât durumuna getirir İnsan emeğine ihtiyacı olan köle barındırır Yâni bunlar bir nevî işçidirler Bu şartlar köle bulundurmayı külfet hâline getiren ve insanları kölelikten kurtulmaya iten bir müessirdir Diğer taraftan köle azad etmeye teşvik edici kâideler de konulmuştur Meselâ bir İslâmî mânâda hatâdan kurtulmak şu kadar köle âzâd etmekle mümkündür, diye fıkhî kâideler vardır Bu tür kâideler de köle âzâd etmeye teşviktir Peygamberimiz -sallallahü aleyhi ve sellem- Bedir Harbi’nden sonra esirlerden on müslümana okuma yazma öğretmek mukâbilinde Fidye-i necât almadan âzâd etmiştir Acaba İslâm hadbehad tamamen iptal etseydi ne olurdu? Mâdemki milletler arasında harp vardır ve kıyâmete kadar da devam edecektir, bu gibi hürriyetini kaybetmiş insanlara âit kâidelere ihtiyaç vardır Bunu kaldırmak yerine kâidelerinin bilinmesi ve köle hukûkunun tanzim edilmesi gerekmiştir Harp esirleri içinde köleliğe âit bir takım kurallar konulmuştur Bugün köleliği kerih bir kelime gördüğümüzden böyle düşünüyorsunuz Harp esirinin statüsü kölelik statüsüdür Binâenaleyh kıyâmete kadar esir insanların adları köle olsun olmasın tâbî olacakları statülerin belirlenmesi lâzımdı İşte İslâmiyet’in köle müessesesini ismen reddetmiş olsaydı bile muhtevâ olarak harp esirleri için yâni hürriyetini kaybetmiş insanlar hakkında birtakım kâideler koyması lâzım gelirdi Kabahat bu müessesenin ismini muhâfaza etmekten ileri geliyorsa bugün İslâmiyet’in köleye tanıdığı hakları işçisine bile tanımayan sistemlerin sırf bu müessesenin ismini muhâfaza etmekten dolayı İslâmiyet’i ithâma hakları yoktur Nitekim asırlardan beri harp esirlerine gâlibin mağlûba her istediğini yapabilmesi lâdînî hukuklarda tanzîm edilmiştir Biz köleyi esir olarak düşünelim Mâdemki kıyâmete dek bu müessese harpler olacağından var olacak, gâlibin mağlûba her istediğini yapmak hakkıdır![]() İslâm’ın tekâmül, prensibiyle hareket ettiğini îzâh sadedinde şunlar söylenebilir ![]() İnkılapçılar tamâmen yeni ve kendilerine mahsus bir görüşü getirip kendinden evvel ne mevcud ise hepsini reddetme mantığıyla hareket ederler Onların mantığı filozoflara benzer Enbiyâ ile filozoflar arasında da böyle bir fark vardır Enbiyâ-yı izâm hazerâtı birbirlerini te’yîd ede gelmişlerdir Hiçbir peygamberin tebliğâtında kendinden önceki peygamberi ve onun güttüğü dâvâyı red yoktur Onu tasdîk ve kabûl ile birlikte insanların mürûr-i zamân ile onun tebliğâtını tahrîf etmiş olmalarından dolayı Cenâb-ı Hakk’ın aynı nizâmı yeniden tebliğ ettiğini ve eski şeriatı yenilemek üzere ona bulaştırılmış olan hurâfeleri, onun üzerinde vâkî olmuş olan tahrîbât ve tahrîfâtı düzeltmek için geldiğini bütün enbiyâ îlân ve ifâde eder Bundan dolayı biz peygamberler arasında bir fark görmeyiz “Lâ nüferriku beyne ahadin min rusulih” Âmentü’nün şartlarından birisi bütün peygamberlere îmândır Hepsinin hak olduğuna belli bir zaman parçasının peygamberlere tahsis edildiğine ve her peygamberin kendi devrinde İslâm’ı dâvâ ettiğine ve ona îmân edenlerin de müslüman olduğuna îmân ediyoruz Bir müslüman Hazreti Îsâ’yı peygamber kabul etmese kâfir olur Hazreti Peygamberi kabul etmemesiyle arasında bir fark yoktur Çünkü bunların hepsi haktır, sadıktır Belli bir vazîfeyle ama aynı vazîfeyle gelmişlerdir Fark, beşeriyyetin kaydettiği tekâmüle bağlı olarak ahkâm-ı ictimâiyyede, sosyal kânun ve kâidelerdedir Sosyal kânun ve kâidelerdeki tekâmülün beşeriyyetin istîdât ve istitâatına göre Cenâb-ı Hakk’ın azar azar onların hazmedebileceği şekilde bir gelişmeye, fiilinde irâdî olarak gelişmeye tâbî kılması olarak -kendinde tekâmül değil- îzah edebiliriz Binâenaleyh enbiyânın îtikatta, akâidde tebliğ ettiği hep aynıdır Değişiklik ahkâm-ı ictimâiyyededir Bu bakımdan peygamberler arasında bir fark yoktur Filozoflar arasında -aklî felsefede- bir birini red ile ibkâ vardır Bunun ardındaki mantık tekâmül mantığıdır Filozoflar gibi din kendinden öncekini reddedip ihtilâl yapmak yerine bir cemiyeti toptan ve yeniden tanzim iddiâsıyla kendisi sâdece bir mantık getirir Bir umûmî ve temel görüş getirir Bu görüşe uyan bir şey varsa onu ibkâ eder, uymayan mutlak ters bir şey varsa onu iptâl eder Uyma ihtimâli olanı da tâdîl eder Yâni üç şey Bunun için (tekâmül mantığıyla) İslâm bazı müesseseleri iptal, bazılarını ibkâ, bazılarını da tâdîl etmiştir İslâm da kölelik müessesini tervîç etmiş, insanları buna teşvîk etmiş değildir Toplum gerçeğini görmüş ânî olarak kaldırılmasının da cemiyet hayatında bir karışıklığa yol açmaması için külliyen kaldırmamış ancak sü-i istimalini önlemek için de bir takım kurallara bağlayarak tanzîm etmiştir Böylece kölelik hukukunu en güzel hâle sokmuştur![]() İslam 23 yılda insanları mükemmele taşımıştır Bu tedrîcilik onun metodudur İslam’da en büyük hürriyet, kulun Rabbine köle olmasıdır En kötü kölelik de kullara kul olmaktır Devletlere baktığımızda milletleri idare edenlerin kölesi olduğunu görürsünüz Zulüm işlerler![]() ![]() Maşadırlar, âlettirler![]() Rabbine köle olursan kula köle olmazsın Çünkü onların menfaati, kaprisleri, ihtirasları kulları köle olmaya sevk ediyor Kölelik bir insanın kendi gibi bir insanı esareti altına alması, kendi gibi birini bir eşya parçası gibi kullanmasıdır![]() Cahiliye devrinde köleyi alıp testere ile ikiye biçseler kimse buna karşı çıkamazdı Kölenin kaderiydi bu Ona merhamet yoktu Hatta Nöron ilk Hıristiyanları arenalarda aslanlara parçalatıyordu ve bunu kendisinin en tabiî hakkı sayıyordu İslâm, köleyle efendiyi birbirine yaklaştırıyor, fakat köleliği kaldırmıyor Çünkü harpler kıyâmete kadar devam ediyor Esirlik mevzubahistir Ama İslâm bunları kurtarmanın gayretindedir![]() Meselâ bir insan hata işledi ve araba kullanırken sehven bir adam öldürdü Bu durumda ilk önce keffâret olarak bir köle âzâd edecektir İkinci olarak o adamın âilesine muayyen miktarda gümüş, deve mukâbili anlaşarak tazminde bulunacaktır Hacda bir hata olduysa ilk olarak keffaret yolu köle âzâdıdır İslâm’da hadislerde sevabının büyüklüğü anlatılırken şu kadar köle âzâd etmektir Buyurularak köle azad etmenin büyük sevab olduğu ısrarla vurgulanmış ve köle azad etmeye teşvîk edilmiştir![]() İslâm, kölenin hukukunu geliştirir Bir köle Hazreti Ömer zamanında hırsızlık yaptı Hazret-i Ömer onu yanına çağırdı Köle:“–Efendim hakkımı vermedi, ben rızkımı temin edemiyorum” dedi Hazreti Ömer kölenin sahibini çağırdı ve: “–Bu adama hakkını bir daha vermez, rızkını temin etmezsen o da bir daha hırsızlık yaparsa sana hadd uygularım bileğini keserim ” dedi İslâm köle sahibine “Yediğinden yedir, içtiğinden içir, giydiğinden giydir, oruçluyken fazla yük yükleme onun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbursun ” der Âzâd etmeği bir mümin için daha iyi bir kurtuluş yolu olarak gösterir Öyle hak getiriyor ki, köleyi terk etmek köle sahibi olmaktan daha hayırlı hale geliyor Çünkü köle sahibi olmak köle olmak anlamına geliyor Eskiden zenginler Ramazanda köle pazarına gider köle âzâd ederlerdi Allah kulun kula köle olmasını istemiyor Harbin getirdiği zarûrette de bütün insânî hakları temin ederek kölenin ahzını defediyor Kölelik bu devirde, kulun kula, paraya, nefsine mahkûmiyetiyle hâlâ ve tüm şiddetiyle mevcûddur Abdülhamid’in zamanında 150 saray câriyesi olduğunun bunların 149’unun evlendirildiğinin arşivlerde tespiti yapılmıştır Birinin tesbîti yapılamamış onun da hasta olma ihtimali söz konusudur![]() İslam’da kölelik-esâret hukukunun teşekkülünde ilk örnek Bedir savaşında bir sahabiye verilen ve ancak 10 çocuğa okuma yazma öğretmek mukabilinde hürriyetine kavuşacağı bildirilen Mekke’li bir müşrik misafir olduğu evdeki durumu şöyle anlatıyor: “–Ev halkı fakirdi Ancak açlıklarını giderecek hurma ile idâre ediyorlardı Çok zaman sıcak yemekleri bile yoktu Sadece bana sıcak yemek getiriyorlardı Ben buna çok üzüldüm, “Böyle yapmayın bana hurmayı verin, siz yemeğinizi yiyin ” dedim Onlar: “–Hayır bize Rasûlullâh böyle buyurdu ” dediler![]() Vahşi, Hazret-i Hamza’yı öldürdüğünde hürriyetini elde eder fakat yalnız kalır Meclislerden uzak tutulurdu yani onu cemiyet hayatına hür olarak almak istemediler Onu hür bir şahsiyet olarak tanımadılar İşte bu müşriklerin hürriyet anlayışıydı Halbuki Mekke’de elden ele gezen câriyeler hicretle Medîne’ye geçerler sâlihâ-yı nisvândan olurlardı Hazret-i Hacer de câriye idi İslâm, rûha bakmaktadır![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#9 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriBütün bunlardan anlaşıldığı üzere İslâm sâir sistemlerden fersah fersah farklı olduğu ortaya çıkmaktadır İslâm içinde bir insan köle de olsa hakları kullanmakta ve borçları âdeta tam bir hukûkî şahsiyeti hâizdir Buna misal olarak:İslâm orduları Hazret-i Ömer devrinde İran istikâmetinde giderken İslâm ordusunda köle sıfatıyla mevcûd olan bir nefer, kalenin muhâsara edilmesi sırasında kale mensublarının kendisiyle temâsa geçmesiyle emân vermiş, bundan haberi olmayan İslâm orduları kumandanı kaleyi muhâsara ve ateşe devâm ederken karşı taraf: “–Biz emân aldık, niye bu emâna riâyet etmezsiniz?” dedi Araştırıldığında kölenin emân verdiği ortaya çıkmış ve buna riâyet edilmiştir Bundan dolayı İslâmiyet bunu fiilen ortadan kaldırmamış, ağır şartlar getirmek ve köle âzâdını teşvik etmenin yanında ilerde yeni kâideler yâni harp esirlerinin zuhûru sebebiyle bunu düzenlemiştir Bu tanzîm edişte iki unsur ehemmiyet taşır Biri kadınlara, diğeri erkeklere âit temel görüş vardır Erkekler fidye-i necât şartına bağlanmıştır Kurtuluş fidyesini getiren bir harb esîri serbest bırakılır Ama lâ-dînî hukukta böyle evvelden belli, esâretten kurtulma şartı yoktu Alanla satanın anlaşmasına bağlıdır Esirin insan hakları söz konusu değildir Esir kadınlar câriye hükmündedir Bu kadınları câriye addedip haremine almasının hikmeti onları ortada bırakıp umûmun ahlâkının bozulmasına sebep olmaktan cemiyeti korumak içindir İngiltere, Fransa, Almanya’ya girdi Almanya yakılıp yıkıldı Taş üstünde taş kalmadı İkinci cihan harbinde on altı milyon insan öldü Ölenlerin çoğu erkektir Kadın nüfûsu fazlalaşmış böylece dengeler bozuldu Kadınlar açlık ve korumasızlık sebebiyle Almanya’da az sayıda kalan erkeklere hücûm etmişlerdir Netice olarak da ahlaksızlık başgöstermiştir![]() Cenâb-ı Hak erkek nefsiyle kadın nefsini farklı yaratmıştır `Bir erkek uzaktan bakmakla tahrik olur, kadın olmaz Cenâb-ı Hak, kadının nefsini daha geç uyanır kılmıştır Kadının örtünmesi, erkeğin örtünmemesinin hikmeti budur İslâm realist bir sistem olduğundan insan realitesini (kadın-erkek) dikkate alarak koyduğu kâideler arasında bir de insanın sadece cinsî ihtiyâcını değil, kadın fizikî yapı olarak hayat mücâdelesi için değil, çocuk terbiye etmesi için tanzim edilmiştir Hayat mücâdelesinde âciz bir durumda olan kadının âile geçiminde şeriat yönünden bir mesûliyeti yoktur Âile geçiminde mesûliyet erkeğe âittir![]() Hayat mücâdelesi karşısında kadın, fiilî ve fizikî olarak zayıf ve erkeğin himâyesine muhtaçtır Tahrîk edilmedikçe cinsî ihtiyâcı doğmadığı için kadında evlenmek, zâtî ihtiyâcı bakımından birinci derecede geçim şartına bağlıdır Erkekte cinsî ihtiyâcı tatmin için birinci derecede evlenme bir sebep olduğu halde kadında evlenme için birinci derecede sebep mutlu bir âile ortamı kurup geçimini temin etmektir Allâh kadını çocuk büyütmek istîdâdında yarattığı için psikolojisinde çocuk büyütmek, sevmek, tatmin arzusu vardır Evveliyetle geçim kadın için önemlidir Almanlar bunu anlayamamışlardır Kadının birinci derecede ihtiyâcının cinsel tatmin olduğunu sanmışlardır Almanya’da kadının fuhşa sürüklenmesi açlık sebebiyle, geçim derdiyle olmuştur Halbuki İslâm aç kalmış, sokakta kalmış kadının fuhşa sürüklenmesini, ahlâk yapısını bozmasını nefsâniyete bağlamaz Kadının fuhşa sürüklenmesini açlık ve geçim derdiyle olduğundan İslâm hukûku, câriyenin satılmasını câiz görmüştür Çünkü onu satın alabilecek insan zengindir dolayısıyla onun karnını doyurabilir demektir İslâmiyet cemiyeti korumak için kadının zâtî ve aslî ihtiyâcı cinsî tatminden önce fiilî geçim olduğu için onu satın alacak kimse için onun geçimini sağlayabileceğini kabul eder Evli bir karı kocayı düşünün Eşlerden biri cinsî iktidâra sahip değilse bu bir boşanma sebebidir Ancak bir câriyeyi satın alan şahıs iktidarsız olsa da o câriyeyi âzâd etmeye mecbur değildir İşte bunun mânâsı şeriatın bu konuyu tanzimde asıl mânânın cinsî ihtiyâcı tatmin etmek olmayıp kadının geçim yönünden muhâfaza altına alınmasıdır Bu yüzden buna cevaz verilmiştir İşte parayı verip câriyeyi satın alan kişi bir karîne olarak zımnen o câriyeyi de geçindirebilir demektir Bu da birinci ihtiyaçları geçim olan kadınların sokağa düşüp fuhuş bataklığına saplanmalarını önler Böylece cemiyette ortada kalan câriyenin açlık nedeniyle fuhuş yapmasından korunarak tahrip olması engellenir Gerçekçi bir sistem olarak İslâm, insanlar arasında devamlı harpler olabileceğini düşünerek böyle bir nizâmnâme vaz‘ etmiştir Bunda hem ferdin hem de cemiyetin menfaati söz konusudur Adamın hareminde beş yüz tane câriye olması hepsiyle münasebette bulunduğu anlamına gelmez Sâhibi yanına gelmediği taktirde, ona elini sürmediği taktirde böyle bir ihtiyâcı doğmayacaktır Sâhibi yüzünü görmese de midesi acıkmaya devâm edecektir Bu nükteler insan realitesinden doğuyor İnsan realitelerinden teşekkül eden cemiyet realitesinden doğuyor Şeriat, meşrû âileler için koyduğu dört kadın şartını câriyeler için sınırlandırmamıştır Kesene güveniyorsan al onlar da sokaktan kurtulsun diyor Kadının açlık sebebiyle ahlâk yapısının bozulmasını engelliyor Böylece cemiyeti koruyor Ancak sahibi bir câriye ile beraber olup ondan bir çocuk sahibi olursa, şeriatte aynen nikahlı kadının haklarına sahip olur Arada sâdece psikolojik fark oluyor Bu da isim farkıdır Erkek dört kadınla evlenip çocuk sahibi olursa çocukların analarından halîle diye bahsedilirken câriyenin çocuğundan bahisle, çocuğun anasından memlûke diye bahsedilmektedir Ama çocuk meşrû evlât seviyesindedir Bu çocuk da diğer halîleden doğmuş çocuklar gibi mîrâsa sahiptir Meşrû kadın 1/8 hisse alırken câriye çocuk doğurup meşrû kadın seviyesine yükselmedikçe bu hisseyi alamaz Zâten o geçimi temin edilmek şartıyla alınmıştır O mal hükmündedir Sâhibi ölürse bir para karşılığında bir başkasına satılabilir, veyâ bizzat sahibi tarafından hediye edilebilir Binâenaleyh şeriat onu mîrâsa dâhil etmek için yâni Halîle’nin haklarına kavuşmasını çocuk doğurma şartına bağlamıştır Bütün bunlar gösteriyor ki İslâm’da câriye müessesesinin olması, insan hürriyetine değer verilmediğini göstermez Bunlar harp esireleridir Dolayısıyla dünyânın her tarafında esir insanlar hür insanların haklarına sahip olmadıkları halde İslâm hukûku kılı kırk yararcasına bunu tanzim etmiştir Ona zulmedilemez, ağır işlerde çalıştırılamaz Bu hem kadın, hem de erkek esir için böyledir Böyle bir durumda İslâm kölelik müessesesini, câriyeliği kaldırmadı, iddiâlarında bulunmak hatadır İslâm hukûku ferdi cemiyete, cemiyeti de ferde tercih etmeden bir orta yol nizâmıdır Mâdem böyle bir durumun ortaya çıkması kaçınılmazdır (harpler devâm ettiği müddetçe) öyleyse bunun bir şekilde tanzim edilmesi gerekmektedir Sâir sistemler gâlibe hadsiz hesapsız haklar tanımıştır İsterse esirini öldürür İslâm’da bu hak yoktur Müslüman olmaya da zorlayamaz Yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecektir Bir tek şart vardır ki bu hanımı için de geçerlidir Kadınlığını kocasına arz etmekten ictinâb edemez Onun dışındaki mükellefiyetler ancak ricâyla yerine getirilebilir İslâmiyet bu müesseseyi tâdil etmiştir İslâm bir uygulamayı ya iptal, ya ibkâ, ya da tâdil eder Tekâmülcü bir metodun tabiî neticesi olarak mâhiyetini değiştirmiş, ismini ibkâ etmiş ama muhtevâyı değiştirmiştir İslâm’dan evvel Arap cemiyeti köleye câriyeye istediğini yapabilirdi Bugünkü Avrupa toplumu gibi Hayatın tamamını tanzim etme iddiâsında olan İslâm bir realite olan bu müesseseye bir tanzim getirmemiş olsaydı bu onun için bir nakîse olurdu Kulun Allâh ile ilişkisi bile fıkhın içindedir Hayâtın bir parçası olan her şey İslâm’da hukûkun içindedir İslâmiyet bu müesseseyi tâdil etmiştir İslâmiyet hürriyete bu kadar önem verirken neden bir müslümanın dinden çıkmasına izin vermez? Çünkü dinden çıkma ya cehâletten doğar ya da kasıttan doğar Cehâletten doğarsa diğer müslümanlar bu şahsa acırlar Çünkü kendileri ebedî saâdete îmân etmişlerdir Bundan kimsenin mahrum kalmasını istemezler İslâm’dan dönmenin cezâsı katildir Ama bu hemen uygulanmaz Cehâletten bunu yapmışsa iknâ sadedinde kendisine bir âlim veya hey’et gönderilir Hangi konuda cehli varsa o ortadan kaldırılmaya çalışılır İknâ edilemezse yâni onun sorularına şüphelerine cevâp verilemediği taktirde öldürülemez Yok her şey îzâh edilir, sırf inadından kasıtlı olarak bunu yaptığı anlaşılırsa ancak o zaman katli vâciptir İslâm’ı kötülemek niyetiyle böyle yapıyorsa bu niyette olanlara da kapıyı kapamak demektir Hırsızın kolunun kesilmesi, hırsızlık yapmak isteyenlere ders olsun, ibret-i müessire teşkil etsin diyedir![]() Bunun tarihteki meşhur misâli Şeyh Bedreddin-i Simavî’dir Serez Çarşısı’nda asılmıştır Bu şahıs Çelebi Mehmed zamanında zuhûr etmiştir Haramları helâl sayan İbâhiyye’dendir Büyük mutasavvıflardan, büyük âlimlerden ders görmüştür Bazı mutasavvıflar onun bu hâlini mâzur görmek istemişlerse de yaydığı fikirler ve yazdığı eserler kendisinin Eflâtun gibi komünist olduğu, kadınların, malların eşit olduğu şeklinde bir görüşe sahib olduğu rivâyet edilmektedir Şeyh Bedreddin, tehlike savuşturulduktan sonra Edirne Sarayı’nda âlimlerce mübâreze netîcesinde ilzâm olunmuş ve hüküm kendisine verdirilmiştir Yâni düşüncelerinin İslâm’a aykırı olduğu, irtidâd ettiği ve İslâm’ın hak olduğu kendisine ikrâr edilmiş ve bu düşüncelerinde ısrar ediyor musun, diye sorulmuştur O da ediyorum, demiştir![]() Halbuki benzeri bir vak’a olarak Satabey Sevi mesih olduğu iddiâsıyla Edirne sarayında mahkeme edilmiş İslâm âlimleri tarafından yalancı ve sahtekâr olduğu ispat edilince ölümden kurtulmak için de olsa zâhiren kelime-i şehâdeti getirerek idam edilmekten kurtulduğu halde bu şahıs, küfründe inâd etmiştir Biz buna küfr-i inâdî diyoruz Kendisine “o zaman sen kendi hakkında hükmü kendin ver denilmiştir O da mürtedin hükmü katildir, diyerek ifâde vermiştir O zaman devrin şeyhülislâmı, kanı helâl malı haram fetvâsını vermiş ve Serez çarşısında asılmıştır İslâm’dan dönme hürriyeti mevcûd olmaması Müslümanların İslâm’ı mutlak hakîkatle buğletmelerinden insanın fıtratına ve tabiatına uygun bir din olduğunu kabûl etmelerinden ve akl-ı selîm sâhibi bir insanın onu kabûl etmeyi bildiği taktirde vicdânen mecbûr olmasından burada bilgi yanlışlığından dolayı İslâm’dan ayrılıyorsa ve iknâ yoluna gidilmesi bu yapılamadığı taktirde kendisine cezâ verilmediği gibi yapıldığı taktirde de husûsî bir maksada bağlı olarak sırf İslâm’ı kötülemek için bunu yaptığı kanaatiyle böyle yapmak isteyenlere ibret-i müessire teşkil edip idam edilir Mefhût olunamadığı takdirde yâni cevap veremez bir vaziyette İslâm’ın üstünlüğü, hak olduğu, fıtrî olduğu, her akl-ı selîm sahibinin de kendi menfaatini koruyacağı bunun da fıtrî olduğu konusunda iknâ edilemez ise bu takdirde kendisine süre tanınır![]() Bir çocuk elini sobaya değdirdiği zaman eli yanınca bir daha oraya yaklaşmaz Gittiği yolun âkıbetini bilmemekten insanlar bâtıl yola giderler Bu demek değildir ki bütün bâtıl yolda bulunanlara gel İslâm haktır bunu kabûl et, diye bir oturalım, hepsini bir ilim hey’eti içine alalım Buna fiilen imkân olmadığı halde nâdiren zuhûr eden vak’a ancak İslâm’dan inhirâf olabilir, irtidâd olabilir İrtidâd hâdisesi karşısında İslâm’ın koyduğu kâide kendisine bir ilim hey’eti tarafından hakîkatin îzâh edilip ilzâm olunma şartına bağlıdır Hattâ düşünmesi için mühlet de verilir Üç defâya kadar bu mühlet verilir Bu mühlete ve iknâ edilmesine rağmen eğer hakîkati kabûl etmiyorsa husûsî bir maksad tâkib ettiğine hükm edilir İslâm’ın bu sûretle kötülenmesi engellenmek ve böylece başkalarının da zuhûrunu imkânsız kılmak için ibret-i müessire teşkil etmek üzere îdâm edilir Merî hukûkun insanlara verdiği hürriyet ile İslâm’ın verdiği hürriyet mukâyese edildiği zaman İslâm muhaliflerinin korkularının çocukça bir vehimden ibâret olduğu görülür Çünkü İslâm insanı Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi mevkiine yükseltir İnsanı, sadece mümini değil Ama cebir koşmanın câiz olmadığı prensibini getiren her türlü inanışında, yaşayışında âmme intizâmı dışında hiçbir külfet getirmeyen bir sistem olduğu halde lâ-dînî hukuk kendi temel prensipleri Avrupa’ya tâbiiyyet olduğundan bırakın muhtevâyı şekilde bile insanları kendi prensiplerine uymaya icbâr ederler İslâm, onu insanların hür irâdelerine ve maslahata havâle eder İslâmî idârenin temel müessesesi ve zirvesi hilâfet olduğu halde hilâfetin teessüsü için bile şekil emretmeyen bir din, hiçbir sûrette insanları şekille bağlamaz Lâ-dînî görüş sahipleri gibi yalnız ibâdetlerde şekil vardır Ona da müslüman olup olmamakta hür olan insan isterse müslüman olmaz ve uymaz İslâm, müslümanım deyip de İslâm’a muhalif yaşamaya izin vermez İşte İslâm, bu hürriyeti vermez ve bu da İslâmiyet için bir nakîse, bir eksiklik değildir Çünkü samimiyetsizliğe kapıyı kapamaktadır Müslüman olup olmamakta hür bırakan din, müslüman olduktan sonra riyâkârâne bir sûrette İslâm dışı bir hayat sürmeye engel olur İslâm hukûkunun cezâyî müeyyideler ihtivâ eden faslı fıkhın ukûbâtı-dır Ukûbât, İslâm kâidelerinin ihlâl hâdisesinin cezâlarını tâdâd eden bir fıkıh bö-lümüdür Gayr-i müslime müslüman olmadı diye şu cezâ verilir diye ukûbâtta bir kâide yoktur Müslümansın ve Ramazan’da sigara içer, içki içersen, zinâ edersen cezâsı vardır İslâm dini hiç kimseyi muhakeme etmeden cezalandırmaz Allâh’ı inkâr eden, irtidâd eden adamı dahi İslâm muhâkeme ediyor Bedreddin-i Simâvî buna bir misaldir Muhâkemesiz insanları kurşuna dizmek İslâm değildir Hürriyeti bu ölçüde tebcîl etmiş olan İslâm’da kölelik ve esâret meselesinin devâm etmiş olmasından dolayı kınamak uygun olmadığı böylece ortaya çıkmış oluyor İnsan tabiatına ve beşerî cemiyetlerin husûsiyetlerine göre harp insanların arasında mütemâdiyen olacağı için bunun tanzim edilmesi İslâm’ın hayâtî tezâhürlerinin hepsini tanzim etmek gibi umûmî ve temel prensibinin icâbı olarak tanzim edilmiştir Bunun tanzim edilmiş olması hak ve hürriyetlere ehemmiyet vermemek mânâsına gelmez İkincisi İslâm’dan dönme hürriyetinin adem-i mevcûdiyeti, İslâm’da hürriyet olmadığı mânâsına gelmeyip İslâm’dan dönme hürriyetinin adem-i mevcûdiyeti kendisinin ilzâm ve iknâ olunma şartına bağlandığından bu şart, yerine getirildiği taktirde inad edenin, kasdî hareket ettiği İslâm’ı kötüleme şartına bağlı olarak hareket ettiği düşüncesinden dolayı ve İslâm’ı kötü göstermek husûsundaki bir suiistimale kapıları kapamak içindir Üçüncüsü İslâm geldiği zaman hak ve hürriyetlerde bir daralma olacaktır zannı İslâm olduğunu söylediği halde İslâm dışı bir hayat sürmeyi arzû eden insanların ben müslümanım demekle müslüman olunduğu zannından doğmakta ve açıkça şirk-i hafî içinde oldukları halde izâle ve ifâde etmemelerinden doğma bir yanlış anlaşılmadır Yoksa İslâm geldiği zaman hürriyetler daralmaz, bilakis daha da genişler Ancak onların istediği hürriyet İslâm cemiyetinde müslümanlar için değil gayr-i müslimler için vardır İslâm hürriyeti içinde müslümanla gayr-i müslim tefrîki vardır Bu da birinci, ikinci sınıf vatandaşlık mânâsına gelmez Aynen kadın erkek arasındaki gibi Kadın erkek eşittir diyen nizamlar realiteyi inkâr etmektedirler Kadın erkek hiçbir zaman eşit değildir ve eşit olmasına da imkan yoktur Ancak mükellefiyetlerle muâfiyetler dengesi kadında başka, erkekte başka türlü teessüs ettirilmiştir Kadının ve erkeğin tab‘ına göre Yaradılışına göre, Allâh’ın onu yaratmadaki murâd-ı ilâhiyyesine göre bir tab‘ı bir fizikî ve psikolojik yapısı vardır Bu fizikî ve psikolojik yapının gereğine göre de onun hakkında kâideler vardır Kadının da Allâh’ın onu yaratmaktaki murâd-ı ilâhiyyesine göre bir fizikî ve psikolojik yapısı vardır Bu fizikî ve psikolojik yapının îcâbına göre onun haklı kıldığı kâidelerle kadının hayatı tanzim edilir![]() İslâm cemiyetinde müslüman ve gayr-i müslim hukûku arasındaki fark birini aşağılatmak, diğerini yükseltmekten ziyâde gayr-i müslime müslümanların devletine ihânet edeceği, ruhunun ısınmayabileceği gerçeğini kabul ederek ona âmme hizmetlerini yaptırmaz Müslim aleyhine şâhitlik yaptırmaz Bunun gibi taktikler vardır İcâbında ihânet edebileceği için askerlik yaptırılmaz Çünkü o îmânın adamı değildir Ama bu mahrûmiyetlerin karşılığına onlara da birtakım nâiliyetler koyar, bunu böyle dengeler İslâm îtidâl dinidir Ne kapitalist sistemdeki gibi ne de komünist sistemdeki gibi ferdi cemiyete, cemiyeti ferde fedâ etmediği gibi ifrad tefride de sürüklenmemiştir İslâm, kadın-erkek, müslim-gayr-i müslim arasındaki tanzîmi yaparak cemiyette birini diğerine fedâ etmeyen umûmun selâmetini dikkate alan ve o selâmetin gerektirdiği külfetler ve nîmetler tevziini yapan bir sistemdir Böyle bir sistemi insanoğlu akılla bulamazdı Cenâb-ı Allâh, bir mevhibe-yi ilâhiye olarak bize bu nîmeti ihsân etti Müslüman anne-babadan devraldıkları bu mukaddes mîrası Müslümanlar, îmân ettiği nizâmın kemâlini kavramak için gayret sarf etmeli bu gayretten mütehallî kalmamalıdırlar |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#10 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriG- FİİLÎ KISTAS PRENSİBİ Yeryüzünde var olan pek çok dünyâ görüşü, kendi ikâme ettiği prensipleri tüm vecheleriyle ideal mânâda yaşayan birini göstermek veya ideallerinin zirve noktada muvaffak oluşunu pratik hayattan, fiilî hallerle misâllendirme tâlihinden uzaktırlar Bu tâlih yalnız İslâm dünyâ görüşüne mahsustur Mü’minler için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- apaçık bir kıstastır Bir insan tüccarsa, muallimse, aile reisiyse, Rasûlullâh ona hayatıyla fiilî bir ölçüdür Mekke fethinde muzaffer bir komutan olarak, Huneyn’de düşman saflarının ortasına kendisini atan bir mücâhid olarak, Uhud’da mağlûb bir komutan olarak, Taif’te zulme mâruz kalmış bir mübelliğ olarak, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir mümine kıstasdır Cenâb-ı Hak onu kıyamete kadar gelecek insanlara nümûne kıldığı için hayatın en alt tabakasından en üst mertebesine kadar her safhasından geçirmiştir Bir yetîm olarak dünyâya getirmiş, boykot yıllarında mahrûmiyetin son noktasını yaşatmış, zulmün envâını tattırmış, sonra ikbâl kapılarını açmış, “Peygamberlik” ve devlet reisliği gibi en kudretli mevkîye kadar hayatın hemen tüm mertebelerini yaşatmıştır Bu her tabakadan her hangi bir insanın kendisini onun hayâtına mürâcaat ederek ayarlayabilmesi ve aradığını onda bulabilmesi içindir Mekke’nin fethinde herkesi afvetmesi afvın kemâl noktasında bir nümûnesidir Efendimizin sevgili amcaları Hazret-i Hamza’nın ciğerlerini çiğneyen Hind, Allâh Rasûlü’nün ardından:“–Yâ Rasûlallâh! Bize ne var?” diye seslendiğinde, Allâh Rasûlü yüzünü baktığı taraftan çevirmeden: “–Afv var ” buyurdu![]() Benzeri görülmemiş bu fazîlet karşısında Hind şaşkınlıkla: “–Yâ Rasûlallâh! Beni tanıdın mı?” diye sordu ve: “–Sen Hind değil misin? Ben o çığlıkları unutur muyum hiç?” cevâbını aldı ![]() Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- efendimiz, Seyyid-i Şühedâ Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın cenâze namazını yedi defâ kıldı Uhud’da yetmiş şehid vardı Şehidler onar onar getirilir, namazları kılınır, Hamza -radıyallâhu anh- hâriç diğerleri defnedilir, Hazret-i Hamza’nın mübârek naaşı kalırdı Diğer şehidlerin cenâzeleri de onunla birlikte namazlarının kılınmasının akabinden defnedilirdi Böylece yedi defa namazı kılınmıştır![]() Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sevgili amcası Hazret-i Hamza’nın şehâdetinde Hind’in attığı sevinç çığlıklarını aradan geçen sekiz seneye rağmen aslâ unutamadı Zîrâ o fecî manzara ciğerine kadar işlemişti ama mâdem ki Hind de “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Rasûlullâh” diyordu, işte bu kelimenin aşkına onu da afv ettiler Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâk-ı hamîdesi ilâhî terbiye netîcesi verilmiş müstesnâ bir nîmettir O gönüller sultanı, zahirî hayâtı, bâtınî hayâtı, gönül hayâtı ve duygularıyla da bir kıstastır Tasavvuf ilmi Rasûlullâh’ın batınî vechesini, gönül ve duygu hayatını kıstas alma ameliyyesinin adıdır![]() İslâm dünya görüşü, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davranışlarının nazariyyâtıdır Niche, mükemmel insanı, bizim tâbirimizle insân-ı kâmili beşer üstü diye bir varlık olarak tasavvur eder Ama anlattığı bu insân-ı kâmil için hayattan fiilî, muşahhas örnekler bulması mümkün değildir Hayâlî ve ütopik kalmaya mahkûmdur Halbuki İslâm’da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her fazîletin fiilî örneğini vermiştir Sırf mücerred muhtevâya vâkıf olup da fiilî tatbîk örneğine mâlik olamayanların elinde kaideler asıl maksâdına ulaşamazlar Allâh -celle celâlühû- Kur’ân-ı Kerim’de bize model olarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gösteriyor “Rasûlullâh’da sizin için mükemmel bir örnek, numûne-i imtisâl vardır ” buyuruyor İstîdâdımız nisbetinde onu taklîd ve takîb edip onun gibi olmaya çalışmamız gerekmektedir Bu emre imtisâlendir ki bu millet askerine Mehmetçik (Küçük Muhammed) adını vermiştir Her askerin umûmî adı Mehmetçiktir Hiç kimse bir Hazret-i Muhammed -aley-hissalâtü vesselâm- olamaz ama kendi istîdâd ve iktidarı kadar onu taklîd eden herkes kendi âleminde bir küçük Muhammed olur İslâm’ı en mükemmel bir sûrette anlamak ve kavramanın yolu Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanımaktır ![]() “–6666 ayet hülâsa edile edile bir kelimeye iner mi?” diye sorulsa denilebilir ki “Evet iner ve o da âdâb’tır ” Âdâb İslâm’ın bütün kâidelerinin uygulanması sonucu tezâhür eden bir ahlâktır Âdab, edebler demektir Âdapsız bir din hamdır Bir ağac ormandan kesilip getirilse hiç kimse onu evinin baş köşesine koymaz Ancak mobilya olursa herkes evini onunla süslemek ister Çünkü mobilya terbiye edilip zarif hâle getirilmiştir İnsanın da, terbiye edilmesi elzem olup ancak bu şekilde cemiyete faydası dokunabilir Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gönderilme hikmeti kendi beyanıyla âdaptır, insanları te’dîb etme vazîfesi vardır![]() Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Eddebenî Rabbî feahsene te’dîbî” buyurmaktadır Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamak, kemâle erdirmek için gönderildim” buyurur ![]() Rasûlullâh Efendimizin ahlâkı sorulduğunda Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ: “–O’nun ahlâkı Kur’ân’dı, Kur’ân ahlâkıydı” buyurmuştur ![]() Hadîs-i şerîfte “Tehallekû bi-ahlâkıllâh” «Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanı-nız » buyurulmuştur Ahlâk aynen felsefe gibi çeşitli nazariyelerin ortaya atılmış olduğu bir sahadır Filozoflar çeşitli ahlâk sistemleri içinde ahlâk felsefesi vaz‘ etmişlerdir Ancak onlar ahlâkî olan, doğru olan hareketler için, fiilî misaller veremezler ve bunların sistemleri mücerred kalmaya mahkumdur Çünkü onların fiilî kıstası yoktur Ama İslâm ahlâkını Cenâb-ı Allâh Peygamberinin hayatıyla en basit bir fiilden devlet başkanlığına kadar bütün meselelerde misallendirmiştir Ona beşeriyyet muktezâsı bir hayat seyri takip ettirerek ondan fiilî misâller alınmasını ve o misallerin ölçü olarak kullanılmasını mümkün kılmıştır Bu incelik yalnız İslâm ahlâkına ait bir meziyettir İslâm ahlâkı dışında meselâ Neitzche (Niçe) bir ahlâk nizamı, felsefesi vaz‘ etmiş olan bir filozoftur O “Süper Human” dediği üstün insanı, ideal insanı tasvir etmiş ama bu ideal için hayattan fiilî misaller vererek onu fiilî kıstaslarla, örneklerle ortaya koyamamıştır Bu bakımdan bizim için edep denildiği zaman ilk lazım olan şey Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i mânevî yönüyle tanımaktır Onun sahip olduğu edebi, inceliği, nezaketi, zerâfeti kavramaktır Bugünkü cemiyet hayatında mâruz kaldığımız en büyük kayıplardan biri bu edeptir denilebilir Müslümanlar bugün neredeyse Ümmet-i Muhammed’den sayılmamıza imkan olmayacak derecede o edepten uzaklaşmıştır Evet onun hayatından alınacak derslerle insan, hayatını tanzim edebilmesi için onun hayatını lâyıkıyla öğrenmesi lazımdır İlk lâzime onun hayatına hakim olan edebi, incelikleri, nezaketi öğrenmektir![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#11 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriCüneyt Emiroğlu Mes’ûliyet Her müslüman, İslâm’ın galebesinden ve O istikâmette çalışmaktan mes’uldür Cenab-ı Allâh’ın istisnası yok “Ve Cahidû fi sebilillahi bi-emvaliküm ve enfüseküm” ayetinde “Ey Ali, Ey Veli sen çalışmasan da olur Bu farz-ı kifâye gibidir Birileri bunu yaparsa sen de kurtulursun ” demiyor Cenaze namazını birileri kılarsa “sen niye kılmadın?” diye mes’ul olmaz Ama cihadı birileri yapıyor diye sen mes’uliyetten kurtulamazsın Senin cihadda alacağın rol şöyle veya böyle olmakla seni kurtarır mı? Hayır Nasıl zekatın bir nisabı var ise, cihadında bir nisabı vardır Nisabın gerektirdiği kadar cihad yolunda çalışmadıkça beraat edemezsin Zekatı Allâh’ın emrettiği miktarda vermedikçe zekat borcundan kurtulamadığın gibi Allâh’ın umumi olan, her ferde ayrı ayrı tahmil etmiş olduğu ve istisnâsı olmayan her mü’mine Allâh’ın dâvâsının galip gelmesi için malıyla ve canıyla çalışması hususundaki emrinde mesuliyetinden kurtulmak için üzerimizdeki nimetlerin gerektirdiği kadar bu yolda randımanlı olmaya mecburuz İşte korkulması gereken budur Yoksa “acaba, solcular birleşiyor, kuvvet olur da, tekrar Türkiye’ye hakim olur mu? Acaba İslâmiyet, şeriat gelir mi, gelmez mi?” diye korkmayın O tabiat kanunu gibi gelecektir de, onun getirilmesi için çalışmamış olanlar düşünsün veya O’nun getirilmemesi için çalışmış olanlar düşünsün Veyahut da O’nun getirilmesi için üzerindeki nimetlerin îcâb ettirdiği kadar borç ödemeyenler düşünsün Zekatın nisâbını biliyoruz Maddedir Üç aşağı, beş yukarı şu mal zekata tabi ise, biri beş der, biri on der, ortasını bulursun Ama cihadın nisabını hesap edemeyiz Çünkü, manevi kıymetlerdir Senin beynin, sağlığın, hislerin, cesaretin manada ve maddede neyin varsa cihad nisabına dahildir Senin Allâh yolunda hizmetini temin eden unsurlardandır Onların umumi yekûnunun îcâb ettirdiği kadar randımanlı olamadığın zaman şeriat gelse sana ne faydası var Sen yine okkanın altında kaldın İşte siz bu hesabı yapın![]() Dağda duran çoban namazını kılıp sürüsünü de iyi muhâfaza etse huzûr-ı ilâhîde bu ona yeter Bizim mesûliyetimiz ise böyle değildir Cenâb-ı Hak bizi iki ağır yük altında bırakmıştır Birincisi zekât, ikincisi de cihaddır Zekâtı, “Bu Allâh -celle celâlühû-’nun, emridir, fukaranın hakkıdır ” diyerek vermek zordur Ancak orada borcunuzu tâyin edersiniz Mallarınızın hesâbını yapıp üç aşağı beş yukarı tespit edilen miktarın kırkta birini verdiğinizde mes’ûliyetten kurtulursunuz Cihad bahsinde Allâh -celle celâlühû- “Ve câhidû fî sebîlillâhi bi-emvâlikum ve enfüsikum” buyuruyor Yâni, siz Allâh yolunda mallarınız ve nefislerinizle cihâd edin, buyuruyor Zekât borcu bilinebilir, fakat cihad borcunu bilemeyiz Hamal sırtına yük yüklendiğinde taşıyabileceğini alır Taşıyamayacağını almaz Cenâb-ı Hak, “Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs‘ahâ” buyurmuştur Allâh -celle celâlühû- ben insanlara onların tâkatından fazla yük yüklemem, buyuruyor İnsanlar bunu tesellî olarak algılar ve öyle kabul eder Halbuki bir tehdittir demek, “Sırtının kaldıracağı kadar yüklerim ” demektir Kaldıracağımız yükü taşımadıkça huzûr-ı ilâhîde beraat edemeyiz “Sırtının kaldıramayacağından fazlasını yüklemem ”İnsanlar dünyâ saâdeti için çalıştıklarının yüz katı, bin katı âhirete çalışmalıdır ki, huzûr-ı ilâhîye yüz akı ile varabilsinler Ebedî saâdet ve felâket nedir? Bunu iyi kavramamız gerekir Din nedir, bunu iyi bilmemiz gerekir Bir gün Bağdat vâlisi Haccâc-ı Zâlim’i anasına şikâyet ettiler Senin oğlun önüne geleni asıp kesiyor, târihe kötü bir isimle geçecek, buna nasîhat et, dediler Anası Haccâc’a:–Niye böyle yapıyorsun, biraz yumuşak olsan olmaz mı? deyince Haccâc: –Ana, beni sana gelip şikâyet mi ettiler? dedi Anası:–Hayır, ben duyduğumu söylüyorum, dedi Haccâc, yoldan geçmekte olan bir adamı çağırdı Adam ürktü, korkuyla geldi Haccâc, adama:–Hiç korkma, anamın önünde seninle sâdece biraz konuşacağım, dedi O devirde Bağdat’ta Müslümanın yanında pek çok dinden ahâlî vardı Haccâc, adama önce hangi dinden olduğunu sordu Adam:“–Elhamdulillâh, Müslümanım ” dedi Haccâc’ın: “–Âhirete inanıyor musun?” sorusuna da: “–Elbette inanıyorum ” cevâbını verdi![]() Haccâc, adamın mesleğini sorduğunda, onun zeytin alıp yağ satan bir tüccar olduğunu öğrendi Bunun üzerine Haccâc:“–Bana dünyâ ile âhiretin bir mukâyesesini yapar mısın?” dedi Adam hemen kendisinin cahil olduğunu, okutulmadığını öne sürdü Fakat Haccâc’ın ısrârı üzerine adam çâresiz cevap verdi:“–Âhiret ebedîdir, sonu yoktur Dünyâ onun yanında bir sineğin konup kalkması gibidir ” dedi Bu cevabın üzerine Haccâc adama mesleğiyle ilgili sualler tevcih etti Zeytinin kaça alındığını, kaça satıldığını, ne zaman toplandığını, ne kadar yağ çıkarıldığını, kaç çeşit zeytin olduğunu vs tüm teferruatlarıyla sordu Tüccar en güzel şekilde cevaplarını verdi Haccac, adama:“–Âferin, mesleğinin ehliymişsin ” dedi ve ilâve etti:“–Şimdi de bana namazın vâcibinden birini söyle bakayım!” Adamda ses yok Hallâc:“–Peki abdestin bir sünnetini söyle ”Adam yine cevap veremeyince Hallâc: “–Sen demedin mi âhiret hayatı sonsuzdur, ucu bucağı yoktur Oraya hazırlık yapman gerekirken ve dünyâ -kendi tâbirinle- bir sineğin konup kalkması kadar kısayken dünyâya âit mesleğinin tüm inceliklerini biliyorsun Eğer sen hakîkaten inansaydın bu zeytinciliğin bin katı âhirete çalışırdın ” dedi ve cellada emredip adamın kellesini aldırdı Hallâc, anasına dönüp:“Îtirâzın var mı?” deyince kadıncağız da sesini çıkaramadı Âhireti kazanmak çok zordur Hesap, tartı, mîzân![]() ![]() Hiç biri kolay değildir Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “–Vaaz isteyene ölüm yeter ” buyuruyorlar Her gün binlerce insan bu âlemden dâr-ı bekâya göçüyor ` Bizim İslâm’ı dâvâ halinde yaşama arzumuz bulunduğuna göre bizim için güzel konuşmak ve güzel yazmak, İslâmî hakikatleri anlatmak gâyesiyle muhtaç olduğumuz bir husustur Hayatı, kâinâtı, beşeriyeti, onun kaderini, mebdeini, meâdını ve aralarında cârî bilcümle efkâr ve mesâili İslâm esas alınmak sûretiyle değerlendirebilecek bir fikrî muhtevaya sahip olmamız lâzımdır Ancak bir dâvâda haklı olmak, hakkı tezahür ettirmeye hadbehad kendiliğinden yetmeyeceğinden onun galebesini gerçekleştirmek, onun hakikatini başkalarına kabul ve izhar ettirebilmek bazı usûlü, imkanları kullanmaya bağlıdır Kendiliğinden hak tebeyyün etmez Onun zahir olması için bazı usûlî kâidelere riâyet etmek lâzımdır Eğer öyle olsaydı, her haklı mahkemede avukat tutmadan hakkını elde ederdi Demek ki hakkı müdafaa etmenin de, bir usûlü, bir üslûbu, bir metodu vardır İşte şu gâyeye giderken bize lâzım olan ikinci meselede usûle ait bazı imkanları elde etmek, muhtevada birinci derecede İslâm dünya görüşü neyi müdâfaa edeceğimizi bilebilmek için evveliyatla muhtaç olduğumuz bir muhtevadır ve esastır Sonra da bunu nasıl müdafaa edeceğimiz meselesine sıra gelir o zaman da haklı esbâb-ı mucibeler vaz‘ edebilmek için tarih bilmemiz lâzımdır Demek ki, ikinci derecede tarih ilmine ihtiyacımız vardır Bazı tarihî hakikatleri iyi kavramamız onlardan ders alacak şekilde onları tahlil edebilmemiz lâzımdır Üçüncüsü de tarihî esbab-ı mucîbelerle takviye edeceğimiz fikri, güzel bir sûretle izhar edebilmektir Bu da edebiyat bilgilerine, edebiyatın usûlî bilgilerine ihtiyaç gösterir Usûle âit lisan ve edebiyatın usûlî kaidelerine vâkıf olmamız lâzım gelir ` Zor olan saâdetin imtihânı mıdır, yoksa felâketin imtihânı mı? Saâdet içinde imtihan olunmak daha zordur Çünkü felâkette nefis ıslak kağıda benzer Hasta olan insanın Allâh derken bazen ağzından ateş çıkar Keyfi yerinde olan adam Allâh dese de o, türkü içindeki kelimelerden biri gibidir![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#12 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriNihâî Gâye, Kadîr Mevlâ’nın Rızâsı Olmalı Nihâî gâye, her gâyenin sonu, rızâ-yı ilâhîyi kazanmak olduğu taktirde kulun bütün amelleri ibadet olur ![]() ![]() Gecenin birinde kalk De ki: “Ya Rabbi, ben yoktum, anamın babamın hayalinde bile yoktum Sen beni lûtfen ve keremen var ettin Varlıklar içinde insan ettin İnsanlar içinde Müslüman ettin Müslümanlar içinde sıhhatli ettin, şuurlu ettin ve dava sahibi ettin Yâ Rabbî bu kadar ikramı bana fazl u kereminden lûtfettin Bir de şu kalbime sevdiği bir kız için hayatını yok olmaya varacak kadar kavî, katî bir kararla bir kara sevdaya düşmüş bir insan gibi senin rızanı kazanmayı bir kara sevda halinde gönlüme yerleştir Ya Rabbî!” Onu da kendinden bilme Ben verdim bu kararı deme O etin, kemiğin gibi şu yüz şeklin gibi, şu kaşın saçın gibi onu da sana Mevlâ’n vermiştir Her şeyi O verir O’ndan iste ve O tahakküm ettikten sonra şu beden nasıl sana emanetse, yüreğindeki o gayeyi de Allâh’ın bir lûtf u keremi bil! Bu hale gelirsen yemen içmen ibadettir Niye? Çünkü yeyip içeceksin ki o gayeyi gerçekleştirebilesin Yatıp uyuman ibadettir Sen uyursun ama melek sana cihad yolundasın diye Allâh’ın rızasını kazanıyorsun diye sevap yazar Bütün faaliyetlerini rızâ-yı ilâhiyi kazanmaya medâr olan fiiller haline getirmelisin Bunun bir şartı vardır Birincisi tashih-i niyet, ikincisi tashih-i ameldir Tashih-i amelde bu tahakkuk etmesi için doğrudan doğruya Allâh’ın rızasını kazanmaya medâr olmayan amelleri vasıta hükmünde tutup, bu vasıta olmanın gerektirdiği had ile tahdit etmen lazımdır Tashih-i amel budur Sana Allâh yolunda yürüteceğin o bedenin istirahatı lazım geldiği sebeple o istirahat, o uyku, Allâh yolunda onun rızasını kazanmak yolundaki vasıta, aslın hükmüne tâbidir Vücuduna bu sekiz saat uyku yettiği halde on sekiz saat uyursan sekizden sonrası böyle ibadet yazılamaz Niye? O gayeyi gerçekleştirmeye medâr olacak, yetecek had ile onu tahdit etmen lazım O had ile tahdit ettiğin zaman o gayeye göre o da ibadet olur Bir şeyin aslı hakkındaki hüküm o şeyin vesâiti hakkında aynen câridir Bu şer‘î bir kaidedir Şarap içmek haramdır Alıp satmak da haramdır Tavsiye etmek de haramdır Vasıtaların hepsi haramdır Çünkü bir şeyin aslı hakkındaki hüküm o şeyin vesâiti hakkında da aynen vâkidir O halde senin asıl muradın Allâh’ın rızasını kazanmak olduğu zaman ona vasıta olan bütün fiillerin de, hatta bu gâye ile çocuğunu sevmen bile ibadet olur Çünkü ona ihtiyacın var Tatmin olacaksın İbadet olmayan bir fiil olmaz, senin uykun da bütün beşerî fiillerin de ibadettir Ancak ona yarayacak had ile tahdit etmen şartıyla Yani üç kap yemek senin karnını doyururken sen bir koyun yersen o ibadet sayılmaz Ama gayeye mâtuf olunca en nefsânî fiil bile ibâdet olur… Böylece bütün ömrümü ibadet hükmünde yazdırdım Ben uyurken de melekler yazıyor, bu adam Allâh yolunda yürüyor diye, niyetime göre Peki bu bana yetmedi Şimdi eskiden derdik ki ömür 60 sene 70 sene Ben şimdi 60’ı devirdim Bunu diyemiyorum Ömür 80 sene 100 sene Şimdi çok yakın hissetmek istemiyorum 100 sene yaşadım İstersen 500 sene yaşayayım İnsanların karakterlerine yaşadıkları iklim çok tesir eder Bir adam düşünün ki dağın dibinde Kayserili gibi, Erciyes’ten bir taş düşecek kafama diye korkuyor O adam korkak olur, hesapçı olur Kayserilinin hesabîliği muhitindendir Karadenizlinin de öfkesi de ufkunu geniş olması da sonsuz bir denize bakmasındandır Doğduk biz Rusya görülmüyor ki karşı sahilde Görebildiğin kadar deniz Onun için biz ufak hesap yapamayız Kendi hesabıma söylüyorum Ben Karadenizliyim Doymuyorum Yarın Allâh’ın yolunda 500 sene hizmet edeceğim doymuyorum Üstelik de haz veren şeyler tuzlu suya benzer Tatmin oldukça iştahı artar Rûhânî hazlar böyledir Nefsânî hazlar ise tatmin oldukça söner Cinsi münasebeti düşün, yemek yemeyi düşün Ne türlü nefsânî haz varsa tatmin oldukça söner Rûhânî haz, kalbin iştihâsını artırır Tuzlu su içmeye benzer Ben bir ömrü ibadet haline getirdim O ömür ister 500 sene olsun isterse 5000 sene olsun fark etmez Çünkü ne kadar muvaffak olursam o kadar iştahım kabarıyor Peygamberi düşün ki işlemiş ve işleyeceği günahların af olunduğu beyan olduğu halde gecenin üçte birini ibadetle geçiriyor Neden? İştahı büyük olduğundan Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ’nın hikayesini düşünün Mevlânâ, akılcı, medrese hocası bir adamdı Şems, aşk yolunda yürüyen bir meczubdu Şems, nazar etti bir kere aşkın şavkı vurdu Mevlânâ’nın gönlüne O, kalple alakalı tasarruf, peygamberin icraatının bir kısmı olan ruhlarda tasarrufun mahiyeti bambaşka O çok girift bir mes’eledir Karıncanın iştihâsıyla devenin iştihâsı bir olur mu? Ruhların da iştihâsı böyledir Şimdi benim rûhum sonsuza açıldı Ben bundan da doymuyorum Ben diyorum ki şu dünya var olduğu müddetçe, hayatta kalmış, yaşamış ve Allâh yolunda yürümüş bir adam gibi ıslah değeri kazanmak, şeref elde etmek ve hasenât elde etmek istiyorum Bu mümkün mü? Bu da mümkün Asıl sizin kazanç anahtarınız bu Yalnız yaşadığınız hayatın değil, yaşadığınız müddetin tamamını değil, öldükten sonra da dünya var olduğu müddetçe hasenât yazdırma imkanı var Mesela sen burada otururken Kayseri’de bir fabrika kurulsa ve sen çıkarsan cebinden 500 milyon versen, ortak olsan Fabrikayı da görmesen, işlemesine de gidip alakadar olup katılmasan, o fabrika kâr ederse kuruluşuna, çalışıp kâr elde etmesine medâr olan sermayeyi verenlerden biri olduğun için sana hasenât gelir Sana ondan kâr gelir Nemâ gelir Ama bu sana hayatta olduğun müddetçe gelir Kabirden öteye götüremezsin Ama İslâmiyet -lâ teşbih velâ temsil- öyle bir fabrikadır ki, kıyamete kadar devamı emân-ı ilâhiyededir Allâh’ın kefaleti altındadır O fabrikanın ilâ nihâye yaşayacağını ve kâr elde edeceğini kimse garanti edemez Zarar da edebilir Senin koyduğun 500 milyon da gidebilir Kâr etse bile ilâ nihâye devam edeceğine dair bir garantisi yoktur Velev ki sürekli kâr elde etse sen yaşadığın müddetçe gönderir Allâh’ın dâvâsının devâmına medâr olacak amellere katılırsan kıyamete kadar yaşamış da onun bütün beşeriyet üzerinde tahakkuk eden saâdetini gerçekleştirenlerden, hasenâtını yapanlardan olmuş gibi sana hisse gelir Ölüm de bu hissenin inkıtâına sebep olmaz Allâh, sana sanki sen insanlık yaşadığı müddetçe yaşamış da Allâh yolunda mücadele etmiş gibi sevap alırsın Bak bütün müminler günde kırk defa Fatiha Sûresi’ni okuyor “Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdederim”“Bizi doğru yola ilet” ayetine gelince “ben” diye başlayan sûre “biz”e dönüşüyor Yani ben burada dediğim zaman Hindisan’daki müslüman bana ortak Hindistan’daki müslüman dediği zaman ben ona ortağım Şu kazanca bakın Duâlarınızda da bakın duâ ayetleri hep cem’i Bu da dinin cemaat dini olmasından kaynaklanıyor “Rabbenâ! Âtinâ fi’d-dünya haseneten” “Rabbenâ! Lâ tüziğ kulûbenâ” Bir nebinin münferid duâsı ve nebilerin başlarından geçen hikayeler naklolunurken onun içinde bulunduğu pozisyon itibariyle, şahsi için yapmış olduğu duâlar hariç, Cenab-ı Hakk’ın bize misal olarak verdiği bütün duâlar cem’i sîgasıyladır Yani hepimiz onun içine dâhiliz Kim ellerini kaldırıp da “Rabbenâ! Âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhirati haseneten” diyorsa bütün ümmet-i Muhammed’e duâ ediyor demektir Bir defa müslüman olarak bu kafileye katıldın ve bütün müslümanların duâsında ortak oldun Bu duâ da ortak Ameline ortak olacaksın gelecek insanların İslâm’ın devamına medâr olacak amele katılacaksın Devamına medâr olacak amele katıldığın zaman bundan sonra kim gelir de Allâh yolunda bir fiil icra ederse sana bundan bir ikram gelir Çünkü müslümanların ona ulaşmasında sen de bir rol sahibi oldun Rolün nisbetinde hisse alırsın İş bu nükteye gelmişken biz de bir duâ edelim diyor Bu nimet-i îmâniyyenin bize kadar gelmesinde hizmeti geçmiş olanların cümlesinin rûhlarını Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn, şâdan-ı handân eylesin Sen de bizden sonrakilerin amellerinden hisse almak, böylece hiç ölmeyip de kıyamete kadar Allâh yolunda hizmet ediyormuş, amel-i salih kazanıyormuş gibi olmak istiyor musun? İslâm’ın devamına medar olan amellere çalış Yani cihada katıl Dini ferdî olarak yaşama Egoistçe kendine hasretme Dinin umumileşmesine ve dinin bütün cemaat planında, toplum planında, ülke planında, âlem planında devamına medar olacak amellere çalış Tüccarsan paranla, âlimsen ilminle, ne yapabiliyorsan, zekatın da nisabı var, cihadın da nisabı var Tam beraat için üzerinde tahakkuk etmiş olan nîmet-i ilâhiyyenin gerektirdiği kadar randımanlı olmaya mecburuz Yoksa alâ külli hâl, şöyle veya böyle bir şeyler yaptın diye sakın teselli bulma ki ben paçayı kurtarırım Ola ki çok büyük hizmet ettiğin halde üzerinde tahakkuk etmiş nimet Allâh’ın sana nasib ettiği nimetler, ondan daha fazlasını yapmayı mümkün kılar ise aradaki fark kadar borçlu gidersin Beraat edemezsin Onun için tashih-i niyet önemli Ya Rabbî! Benim hayatımın umûmî ve nihâî gayesi Sen’in rızanı kazanmak olacak Öyle yaşayacağım Yâ Rabbî! Bu gayeyi yüreğime, bir kıza sevdâlanıp da onu elde edemediği zaman ölümü göze alan bir insanın sevdâsıyla, kararlılığıyla kalbime yerleştir Tashih-i niyet, senin bütün hayatını ibadet haline getirir Ne şartla? O niyete yarayacak ölçü ile sâir amelleri tahdit etmen şartıyla İşte asıl kâr anahtarı budur Ondan sonra cihada katıl Hiç ölmeyip de kıyamete kadar yaşamış gibi hasenat al…![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Mes’ûliyet Hristiyanlıkta da hiçbir şey kalmamıştır Evvelâ cihanşümûl değildir Yalnız hristiyanları ortaya alıyor Günah mevzûunu ortadan kaldırıyor Onlara göre insan hayata şuçla başlıyor, suçlu olarak doğuyor Bunun mantıkî bir izâh çâresi olamaz Hiçbir müdâhalen yokken suçlanıyorsun Hristiyanlıkta herkes suçlu doğar Suç nereden geliyor? Enteresandır ki bir peygamberden geliyor Bir peygamberin işlediği suç bütün peygamberlerden çok çok aşağı olan insanlara teselsül ediyor Cenâb-ı Hak peygamberlerini insanları kurtarmak için göndermiştir İnsanlara suç yükletmeye değil Yasak meyve yemekle tüm insanlığa suç isnâdında bulunuyor Üstelik bu İslâm’da da kabûl edildiği üzere gayr-ı irâdî bir hatâdır Allâh tarafından nisyânen unutturularak yaptırılan bir hatâdır Bunun arkasındaki murâd-ı ilâhî peygamberlerin de acz içinde olduğunun bildirilmesi ve birçok murâd-ı ilâhîlerle birlikte bir diğeri de insanın dünyâya gelmesidir Dünyanın insana bir yaşama zemini olarak hazırlanması, dünyada doğması, dünyada yaşaması, dünyada ölmesi, dünyada imtihan görmesidir Hristiyanlıkta ise bir peygamber suç işliyor ve bu suçu yeni doğan günahsız bir insan yükleniyor Daha başlangıcı insan fıtratına ve mantığına terstir Sonra şu yapılana bir bakın Doğduğu zaman bir suya batırılıp çıkarılıyor Bu sûretle suçtan kurtuluyor Bu, mantıksızlık silsilesinin ne kadar ferdi varsa hepsini câmi bir vaziyettir Sonra hayat başlar Yaşarken günah işlersin Senin gibi bir anadan babadan doğma bir insan olan papaz gelir, senin günahını çıkartır Seni temizler İslâm’da ise bir peygamber bile bu hakka sâhip değildir Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “–Kızım Fâtıma! Amel-i sâlihe dikkat et Huşûyla namaz kıl Babanın Peygamber olduğuna güvenme ” buyurur Hayber’de halası Safiye -radıyallâhu anhâ-’ya: “–Yeğeninin peygamber olduğuna güvenme, nefsini Allâh’a teslîm et, amel-i sâlih işle ” diyor Amcası Abbas -radıyallâhu anh-’a da: “–Yeğeninin peygamber olduğuna güvenme!” buyuruyor Hazret-i Âişe validemiz Peygamber efendimize soruyorlar: “–Yâ Rasûlallâh! Kıyamet gününde, ukbâda beni hatırlayacak mısınız?” Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimiz: “–Defterlerin verildiği gün hatırlayamam ” buyuruyorlar İslâm, peygamberini bile hesâba muhatab kılan bir sistemdir Cenâb-ı Hak, “Peygamberlerden de soracağız ” buyuruyor İslâmiyet’teki mes’ûliyet duygusuna bir bakın, bir de Hristiyanlıktaki mes’ûliyet duygusuna bakın İstediği haltı irtikâb edip kiliseye para vermek sûretiyle yapılan bir alışveriş neticesinde para mukâbili günah verilip, günah satılıyor Para vererek günah trampası yapılıyor Takas yapılıyor Bir nevi günah ticâreti yapılıyor Kişi para veriyor ve yine bir kişi onun günâhını afvediyor Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- mekârim-i ahlâk için gelmiş olmasına rağmen din tamâmen oportonist, kapitalist, materyalist bir hâle çevrilmiştir Rûhânî hayat tamamen sıfırlanmıştır Öbür taraftan müntesiplerine “Sen kalbini Mesih’e bağla, Mesih kendini senin için kurban ederek Rabb oldu, seni artık orada Rabb Îsâ karşılayacak, seni sorgulamayacak, isim taleb etmeyecek Zîrâ çoban, sürüsünü korur, kurda kaptırmaz ” diyor Mantalite olarak da bunu ileri sürüyor Bunun da neticesinde de mes’ûliyet duyguları yok oluyor Yahûdîlikte de mes’ûliyet yoktur Cehennem yahûdînin dışındakiler için vardır Yahûdînin en günahkârı cehennemde en fazla bir sene yanar Sonra çıkar İslâm ise insana mes’ûliyet yüklediği için havf ve recâ veriyor İyimserlik duygusu veriyor Moral veriyor Ona göre hareketini tanzim ettiriyor ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî Prensipleri |
|
|
#13 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslâm Dünya Görüşü-Amelî Ve Ahlâkî PrensipleriZenginin Cihâdı Bazı iş adamlarında dünyayı hep para gözüyle görme hastalığı var Çok kazanalım da çok hayredelim, derler Allâh “ve câhidû fîsebîlillâhi biemvâlikum” diyerek âyeti bitirmedi “biemvâlikum ve enfüsikum” dedi “ve”dir oradaki, “ev” değil “ev enfüsikum” olsaydı, parayla yâhut canınla mücâhede et, olurdu Malınla ve canınla mücâhede et Yalnız malıyla mücâhede eden ne oluyor, hizmetin yarısını yapıyor Âilenizden bir adam da fiilen Allâh yolunda cihâd etsin Yook! Biz para kazanırız, parayla yaparız Fukarâ çocukları hizmet etsin canıyla Çünkü fukarânın canı ucuzdur Zenginin canı kıymetlidir Birgün hapis yatmak ölüm gelir zengin adama Ama Allâh öyle emretmiyor Hem paranla, hem malınla, hem de canınla mücâhede et, diyor Mevlâ bizden ikisini birden istiyor Paran varsa paranı vereceksin Paranı verdin diye yetmiyor, canını da vereceksin Veyâ canından ne verebiliyorsun Gerekiyorsa hepsini de vereceksin, îcâb ettiği zaman canını vermeyen adam nâmerttir Îman zaafı bu! Şehitler aptal değildi Canlarını verdiler Kader seni canını vermek mevkiinde bırakırsa onu da vereceksin Îman budur Binâenaleyh -bir ticârete bulaşmış dinleyiciye hitâben- sen o mikrobu kapıyorsun Bir daha senden ne ilim adamı olur ne mücâhit En fazla parasıyla hizmet eden adam olur Haksız mıyım? Bu kadar tüccar geldi, geçti Bana tarihe geçmiş bir tane tüccar gösterin Senden bir makâle kalsa hizmete devâm eder Tüccardan ne? Bir vakıf, bir hayır yaparsa![]() ![]() Şimdi size sorayım Yakın dönemde çok meşhur bir adam Abuk Mehmed Paşa Kanlıca’da yalısı var Bu saray müteahhidiydi Etini verirdi meselâ donanma-yı hümâyûna iâne kampanyası açılır, herkes bir lira, on lira verir Bu bin lira verir Bin altın O zaman gazetelerde resmi çıkar, ismi çıkar bir adam Böyle zengin İşte Hilâl-i Ahmer’e yardım Bin altın yine beş yüz![]() ![]() Bugün Abuk Mehmed Paşa’nın adını kim bilir Ben eski gazeteleri karıştırdığım için mezarlık bekçisine benziyorum Şimdi cumhuriyetin mezarlık bekçisi onu da bilmez Okuyamaz ki şurda şu, burda bu desin Ben o kavildenim Belki Türkiye’de on kişi çıkmaz adını bilen O kadar zenginmiş Ama Abuk Mehmed Paşa’dan ciddî bir kitap kalsaydı ehl-i ilmin hepsi onu bilirdi Varsın dağdaki çoban bilmesin “Rütbetü’l-‘ilmi a‘le’r-rütebi” Rütbelerin en büyüğü ilim rütbesidir, buyurmuş Peygamber bir de “Ulemâi ümmetî ke’n-nebiyyi benî İsrâîl” ümmetimin âlimleri benî İsrâîl’in peygamberleri gibidir İltifâta bak Ümmetimin tüccarları benî İsrâil’in peygamberleri gibidir yok Ben mîrasçılara kazanacak mal yarışına girecek değilim Şu gerçeklere rağmen kifâyet miktârınca dünyâlık fevkalâde ehemmiyetlidir İzzet-i nefsini korursun Vekâr-ı İslâm’ı korursun Ondan fazlası için çalışmak enâyiliğin tâ kendisidir Hele dînin mağlûb olduğu bir zamanda Oku, ticâretini öyle yap Bugün masonlar çocuklarını ticârete sokacağı yerde Amerika’da okutuyor Okursan seviyeli ticaret yaparsın Yoksa esnaf seviyesinde kalmaya mecbursun İlim için cehd yeter Servet için Allâh nasîb etmiş olacak ki olsun Servet baht iledir Aptal, âlim olamaz Bu mücâhedeyi hep fakir çocuklarına bırakmayın Nazlı büyüyen, hayâtı kıymetli olanlar da Allâh için canlarını ortaya koysunlar Değerlisi de odur İçerde de hapisteymiş, dışarda da mahrûmiyet içinde![]() ![]() Önemli olan her türlü konfora, imkâna sâhip olsan da onu tepip Allâh yolunda riske girebiliyorsan, bravo!![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Hindistan’da İngilizler işgal sonrasında Budist ve Hindulara rağmen müslümanları dejenerenin güçlüğünü farkederek, Febert adlı papaza beş mes’elede İslâm’a îtirâz mevzûlu Beyânu’l-Hak eserini yazdırdılar Rahmetullâh Hindî mübâreze istedi Ancak bir mes’ele ele alınabildi Rahmetullâh Hindî adlı Hintli bir âlim bu meseleyi cevapladı Febert, Rahmetullâh Hindî’nin elini öptü Ancak tam bir cevâp olarak Hindî, İzhâru’l-Hak adlı eserini yazdı Sönmez yayınları latince olarak ilk ve tek Bosna’da telif edilen çeviriyi adaptasyonla yayınladı Febert, siz Kur’ân’da tekâmülden bahsediyorsunuz, diyor Allâh’ın fiilleriyse tekâmül kabûl etmez Tekâmül kullar için mevzubahistir Bu Allâh’ı kullar gibi telâkkîdir Halbuki siz bizi Allâh’a şerîk koşmakla ithâm ediyorsunuz Cevâbını da verelim Allâh, muhâlefetün li’l-havâdîs’tir Beşeriyyeti dikkate alarak kendi kemâlini tekâmüle tâbî kılmasıdır Bir öğretmen de sınıfa girdiğinde önce A’yı yazar Bütün bilgilerini ortaya koymuyor muhâtapları muvâcehesinde diye bu; muallim hiçbir şeyi bilmiyor, yarın da bizimle C’yi öğrenecek demek değildir O, onun siyâsetidir Muhâtabının zaafiyyetine dikkatle kemâlini ketmetmesidir Üslûb mahlûka göredir Yoksa bunda bir teşekkülât yoktur Allâh âdildir Falan adam da âdildir Bu o mânâ ve istikâmette bir tecellîdir Allâh’ın sıfatlarının tecellîsi gibi [url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusu htm#_ftnref1] Vâsıl-ı İlâllâh olmak: Tüm mertebeleri geçerek Allâh’a kavuşmak![]() [url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusu htm#_ftnref2] Duhâd: Dâhîler![]() [url=file:///E:/Yeni%20Kitaplar%C4%B1m/cd3/Tasavvuf/Altinoluk%20Kutuphanesi/Islam%20Dunya%20Gorusu/Islam%20Dunya%20Gorusu htm#_ftnref3] Turre-hâb: Boş şeyler![]() Altınoluk |
|
|
|