|  | Uzay Coğrafyası |  | 
|  01-15-2011 | #1 | 
| 
Şengül Şirin   |   Uzay CoğrafyasıUzay coğrafyası Dünya ve Evren Dünyamız Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldız sistemlerinden güneş sisteminde yer alır  Bütün gezegenler elips şeklinde bir yörüngede hareket ederler  ONUNCU GEZEGENİMİZ “SEDNA” 16 Mart 2004 — Adını Eskimo kültüründe okyanus tanrıçası Sedna’dan alan göktaşı, 10 bin 500 Dünya yılı ile Güneş Sistem’nin en uzun yörüngesine sahip  Gezegenin keşfi ile astronomlar arasında yeni bir tartışma başladı  Sedna’nın bir gezegen olup olmadığı üzerine kafa yürüten bilim adamları, bu şekilde gezegen kavramını ve Güneş Sistemi’nin de yapısal özelliklerini gözden geçiriyorlar  Güneş Sisteminin 10  Gezegeni ‘Buz ve Kaya Krallığı’ mı? Kısa adı NASA olan Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi tarafından fırlatılan Sedna 4 teleskobu, Güneş Sistemi’nde yeni bir gezegen keşfetti  Eğer bulgular doğruysa, 74 yıllık ’9 gezegen’ bilgisi tarihe karışacak  BBC’de yayınlanan habere göre, NASA tarafından uzaya fırlatılan Sedna 4 teleskobu tarafından gönderilen bilgilerle, Plüton gezegeninden daha büyük olduğu sanılan yeni uzay cismi, ispat edilmesi halinde Güneş Sistemi’nin 10  gezegeni olacak  Ancak astronomlar, bu cismin halen Güneş Sistemi’nin bir üyesi olup olmadığını araştırıyorlar  Daha önce de Hubble Teleskobu tarafından tespit edilen cisimle ilgili detaylı bilginin bu hafta içinde NASA tarafından dünya kamuoyurna açıklanacağı kaydedildi  En son 1930 yılında varlığı ispatlanan Plüton gezegeninden bu yana Güneş Sistemi’nde 9 gezegen olduğuna dair bilim öğretisini alt üst edecek olan ‘yeni gezegen’, bilim adamları tarafından ‘Buz ve Kaya Krallığı’ olarak ifade ediliyor  GÜNEŞ SİSTEMİ’NİN SINIRINDA Sedna, 10 bin 500 Dünya yılı süren Güneş’in etrafında bir tam dönüşü esnasında, yıldıza sadece çok kısa bir süre için yaklaşıyor, ancak bi gezegenin ısınmasına yetmiyor  Gözlem adı 2003 VB12 olan Sedna kızıl parlak bir renge sahip; bilim adamları parlak kızıl rengin, gezegenin bulunduğu Güneş Sistemi’nin dış bölgeleri için oldukça olağandışı bir durum olduğunu belirtiyorlar  Dr  Brown, Sedna gibi Güneş Sistemi’nin sonu sayılacak bir mesafeden Güneş’in hissedilmediğini belirtti  Dr  Brown, Sedna gezegeninde bulunan bir kişinin Güneş’i toplu iğne ucu büyüklüğünde göreceğini ifade ediyor  Bilim adamları Sedna’nın yüzey ısısının -240 derece olduğunu ve bu değerin son 4  5 milyar yıldır değişmediğini belirlediler  GEZEGEN ‘MADEN’İ Sedna 1930’da Plüton’nun keşfinden sonra bulunmuş en büyük gök cismi  Kimi astronomlar Sedna’nın Plüton’dan da daha büyük olabileceğini tahmin ediyorlar  California Institute of Technology astronomlarından Prof  Michael Brown liderliğinde yürütülen bir araştırma projesi kapsamında keşfedilen Sedna, Dünya’dan 10 milyar kilometre uzaklıkta Kuiper Kuşağı olarak bilinen bölgede yeralıyor  Kuşakta bulunan binlerce göktaşından şimdiye dek yaklaşık 400 tanesi tam olarak keşfedildi  Sedna’nın da içinde bulunduğu Kuiper Kuşağı, astronomlar tarafından bir “maden” olarak nitenlendiriliyor  Yüzlerce buzdan göktaşı içeren Kiuper Kuşağı’nda, 2000’de Varuna (900 km), 2001’de Ixion (1  065 km) ve 2002’de Kuaoar (1  200 km) gezegensileri tespit edilmişti  Şubat ayında ise 1  800 km çapında, 2004 DW gözlem adı ile bir başka gezegensi keşfedilmişti  Bünyesinde binlerce benzer büyüklükte gök cisminin bulunduğu Kuiper Kuşağı Sedna veya daha büyük yeni keşiflere gebe bir bölge  Sedna’nın daha önce bulunan benzer göktaşlarından farkı kendi başına bir yörünge tutturmuş olması  Arizona’da bulunan Tenagra Gözlemevi gezegenin yörüngesini belirlemek üzere çalışmalara başladı  GEZEGEN’LİK TARTIŞMASI Sedna’nın keşfi gezegen kavramının sorgulandığı ve belki de yeniden tanımlanacağı tartışmaları da alevlendirdi  Bir grup astronom Plüton’nun dahi bir gezegen olmadığını düşünüyor  Yapılacak gözlemler sonunda, Plüton’u gezegen sayılması için yeterli koşulların Sedna için de geçerli olduğuna dair fikir birliği oluşursa, Güneş Sistemi’nin on gezegeni olacak  Bilim çevreleri, göktaşının bir gezegen olarak değer kazanmasının daha geniş gözlemler gerektirdiğinin altını çiziyorlar  Bunların başında da göktaşının bağımsız Güneş merkezli bir yörüngesi olması kuramı geliyor  Sedna’nın eliptik yörüngesinde Güneş’in etrafında tam dönüşünü 10  500 yılda tamamladığı belirtildi  Uzun çapı 135 milyar kilometre ile Sedna’nın yörüngesi Güneş Sistemi’ndeki en uzun yörünge  Gezegeni keşfeden Dr  Micheal Brown, göktaşını gezegen yerine, kaya ve buzdan oluşan ve hacmen daha ufak olan “gezegensi” (planetoid) olarak nitelemeyi tercih ediyor  Brown Sedna’nın yeterince yüksek bir yoğunluğa sahip olmadığını düşünüyor  Keşfi Havaii’deki Gemini Observatory’den Michael Brown ve Chad Trujillo ve San Diego’daki Palomar Gözlemevi’nden Yale Üniversitesi astronomu David Rabinowitz birlikte yaptılar  Ekip Sedna’nın etrafında dönen bir de uydusu olduğunu keşfetti  GÜNEŞ Güneş sisteminin merkezinde yeralan, en yakın yıldız, Dünya’dan ortalama 149  591  000 km uzaklıkta, 1,39 milyon km çapında, ışık saçan dev bir gaz küresi olan Güneş’in en önemli bileşeni hidrojendir; yaklaşık % 5 oranında helyum ve daha ağır elementleri içerir  1,99×10(33) erg/saniye hızıyla enerji üretir  Bu enerji, en çok, görünür ışın ve kızılaltı ışınım olarak uzaya yayılır ve Yer’de yaşamın sürmesinin başlıca nedenidir  Çapları bin kat daha büyük ve kütleleri birkaç yüz kat daha ağır olan bilinen en büyük yıldızlara karşılaştırılınca, Güneş, astronomi sınıflandırmasında cüce yıldız sınıfına girer  Ama kütlesi ve yarıçapı, Gökadamız’daki (samanyolu) bütün yıldızların ortalama kütlesine ve büyüklüğüne yakındır; çünkü birçok yıldız Yer’den daha küçük ve daha hafiftir  Güneş, tayfı, yüzey sıcaklığı ve rengi nedeniyle, astronomlar tarafından kullanılan tayf türleri şemasında “G2 cüce” diye de sınıflandırılır  Yüzey gazlarının yaydığı ışığın tayf şiddeti, 5000 A’ya yakın dalga boylarında en büyüktür; güneş ışığının niteleyici sarı rengi bundan ileri gelmektedir  İçinde yaşadığımız Evren’i tanıma çabamız, binlerce yıldan bu yana sürüyor  Günümüzde, en modern teleskoplar sayesinde, Evren’in en uzak köşelerini, milyarlarca ışık yılı ötedeki gökadaları görebiliyoruz  Oysa, Evren’de küçücük bir nokta gibi kalan, içinde yaşadığımız Güneş Sistemi’miz hâlâ gizemlerle dolu  Uzay Çağı’nın başlangıcından bu yana yapılan çalışmaların büyük bölümü, Güneş Sistemi’ni keşfetmek içindi  Bugün, gerek bu çalışmalara gerekse çevremizdeki başka olası gezegen sistemlerine bakarak Güneş Sistemi’mizin oluşum öyküsünü anlatabiliyoruz  Güneş Sistemi’nin bir bulutsudan oluştuğu düşüncesini, aynı zamanda bir fizikçi de olan Prusyalı filozof, Immanuel Kant ortaya attı  Kant, ilkel Evren’in ince bir gazla dolu olduğunu canlandırdı düşüncesinde  Başlangıçta homojen dağılmış bu gazda, doğal olarak zamanla bir takım kararsızlıklar ortaya çıkmalıydı  Bu kütleçekimsel kararsızlıklar, kütlelerin birbirini çekmesine, dolayısıyla da gazın belli bölgelerde topaklaşmaya başlamasına yol açacaktı  Peki, bu topaklar neden disk biçimini alıyordu? Kant, bunu da çözdü  Başlangıçta çok yavaş dönmekte olan gaz topakları, sıkıştıkça hızlanıyordu  Bu, çok temel bir fizik ilkesine, “Momentumun Korunumu İlkesi” ne dayanır  Bu ilke, genellikle bir buz patencisi örneğiyle açıklanır: Kolları açık, kendi çevresinde dönen buz patencisi, kollarını kapadığında hızlanır  Benzer olarak, kütleçekiminin etkisiyle sıkışmaya başlayan gazlar da giderek hızlanır  Dönmenin etkisi gaz topağının incelerek bir disk biçimini almasını sağlar  İşte, bu disklerden birisi Güneş Sistemi’mizi oluşturmuştur  Güneş’le ilgili modern çalışmalar, Galilei’nin güneş lekelerine ilişkin gözlemleriyle ve bu lekelerin hareketlerine dayanarak Güneş’in dönüşünü bulmasıyla 1611’de başladı  Güneş’in büyüklüğüne ve Yer’den uzaklığına ilişkin ilk yaklaşık doğru belirleme, 1684’te yapıldı; bu belirlemede, Fransız Akademisi’nin 1672’de Mars’ın Yer’e yaklaşması sırasında yaptığı nirengi (üçgenleme) gözlemlerinden elde edilen veriler kullanıldı  Joseph von Fraunhofer tarafından 1814’te Güneş’in soğurma çizgili tayfının bulunması ve Gustav Kirchhoff tarafından 1859’da bunun fiziksel yorumunun yapılması, güneş astrofiziği çağını başlattı; bu dönemde, Güneş’i oluşturan maddelerin fiziksel durumunu ve kimyasal bileşimini etkili olarak inceleme olanağı doğdu  1908’de George Ellery Hale, güneş lekelerinin güçlü magnetik alanlarını belirledi; 1939’da Hans Bethe, güneş enerjisinin oluşumunda nükleer füzyonun oynadığı rolü aydınlattı  Yeni gelişmeler, bilim adamlarının Güneş’le ilgili görüşlerini değiştirmeyi sürdürmektedir  Güneş rüzgarının doğrudan doğruya belirlenmesi 1962’de gerçekleştirilmiş, Güneş’in yüksek hızlı tekrarlanan akıntılarının kaynaklarıysa 1969’da taç (korona) deliklerine ilişkin gözlemlerle belirlenmiştir  Kant’ın bu düşüncesi, daha sonra birçok gökbilimci tarafından kabul gördü; ancak, herhangi bir yıldızın çevresinde böyle bir oluşum gözlenemediği için, 1980′lere değin bu düşünce, bir varsayım olarak kaldı, kanıtlanamadı  Sonra, gökbilimciler, T Boğa türü yıldızların, yaklaşık üçte birinin, normalin çok üzerinde kızılötesi ışınım yaydığını keşfettiler  Yıldızın etrafındaki toz bulutu, yıldızın yaydığı kısa dalgaboylu ışınımı soğuruyor; sonra daha uzun dalga boyunda, yani kızılötesi ve radyo dalga boylarında ışınım yayıyordu  Birkaç yıl sonra, gökbilimciler bazı yıldız oluşum bölgelerine radyo teleskoplarla baktıklarında yıldızların etrafındaki karanlık, toz içeren diskleri doğrudan görebildiler  Hubble Uzay Teleskopu’nun keskin gözleriyle yapılan gözlemlerde, 1600 ışık yılı uzaklıktaki Orion Bulutsusu’ndaki yıldız oluşum bölgeleri incelendi  Böylece, genç yıldızların etrafındaki gaz ve toz diskleri ilk kez görünür dalgaboyunda görüntülenmiş oldu  TERİMLER EVREN(KAİNAT):Madde ve enerjiden oluşan başı ve sonu olmayan sistemdir  UZAY:İçerisinde gök cisimleri bulunan sonsuz boşluktur  SAMANYOLU GALAKSİSİ:Güneş sistemimizin içerisinde yer aldığı yıldız topluluğudur  Bu galaksinin çapı yaklaşık 100  000ışık yılıdır  (Bir saniyelik ışık birimi 300  000 km’dir  YILDIZ:Isı ve ışık yayan gök cismidir  Güneş bir yıldızdır  GEZEGEN:Güneşten aldığı ısı ve ışığı yansıtan gökcismidir  1)İÇ GEZEGEN dünya ile güneş arasında bulunan Merkür ile Venüs gezegenleridir  Bu gezegenler güneş’e dünyadan daha yakındır  Kütleleri dünyadan küçüktür  2)DIŞ GEZEGEN:Güneş’e dünyadan daha uzak olan gezegendir  Güneş sistemi içerisindeki gezegenlerden; Güneş’e en yakın olanı Merkür, en uzak olanı Plütondur  En büyük olanı Jüpiterdir  Jüpiter henüz soğuyamamış gaz kütlesi halindedir  UYDU:Gezegenlerin etrafında dönen gök cisimleridir  Bunlarda güneş ışığı yansıtarak görülürler  KUYRUKLU YILDIZ:Güneş sistemi içinde yer alan ve etrafında irili ufaklı taşlar, gaz ve toz tabakası bulunan gök cisimleridir  METEOR:Uzayda gezegenlerin yada uyduların parçalanmasıyla oluşan taş parçalarıdır  Evrenin Oluşumu Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakıp da hayran olmamak elde değildir  Çıplak gözle görülebilen sayısız yıldız bile evrenin ne kadar karmaşık bir yapıda olduğunu fark etmemiz için yeterli  Ama çıplak gözle gördüğümüz gökyüzü evrenin milyarda birlik bir kısmını bile temsil etmiyor  Gerçekte evren insan aklının almakta zorluk çekeceği bir büyüklüğe ve karmaşıklığa sahip  Güneş sistemini barındıran Samanyolu galaksisi dahil yaklaşık 100 milyar galaksiden ve sayısız gök cisminden oluşan devasa boyutlardaki evrenin çapı, devamlı genişlemeğe devam etmektedir  Evren büyüklüğü yanında, ilginçliği ve karmaşıklığı ile de akıl sınırlarını zorlamaktadır  Evrende var olan enerjinin sadece %10′luk kısmı tanımlana bilen maddelerden (gezegenler, yıldızlar, karadelikler ve çeşitli gazlar) oluşmaktadır, geri kalan enerjinin %90′lık kısmı “Karanlık madde” ismi verilmiş olan gözlemlenemeyen ve tanımlanamayan maddelerden oluşmaktadır  Bu denli büyük ve karmaşık olmasına rağmen, evrende var olan sayısız gök cismi eşi görülmemiş bir denge örneği göstermektedir  Evrenin tüm bu özellikleri kozmolojiyi bilim adamları için en popüler bilim dallarından biri haline getirmiştir  Şu an yaşamakta olan ve günümüze dek yaşamış tüm büyük bilim adamları evreni araştırmış ve özellikle teorik kozmoloji alanında çok büyük çalışmalar yapmışlardır  Big Bang Teorisi(Büyük Patlama) Bilim adamları böylesine kompleks bir yapıya sahip olan evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca değişik fikirler ve teoriler ortaya atmışlardır  Fakat diğer konulardaki anlaşmazlıklara rağmen günümüzde evrenin başlangıcı konusu, bilim adamları arasındaki tam bir fikir birliği ile “Big Bang” adı verilen teoriye dayandırılmaktadır  Bu teori evrenin 10-20 milyar yıl önce “yoktan var edildiğini” ileri sürmektedir  Yani zamanımızdan 10-20 milyar yıl önce madde ve zaman yokken “Big Bang” adı verilen büyük bir patlama ile aniden madde ve zaman yaratılmıştır  “Big Bang” teorisi ilk olarak 1922 yılında Alexander Friedmann tarafından ortaya atıldı  O güne kadar evrenin durağan olduğunu savunan bilim dünyasının bu yeni teoriyi kabullenmesi hiçte kolay değildi  Çünkü bu teori evrenin, zaman ve maddeden bağımsız olan tüm boyutların üzerindeki bir güç tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu  Aynı zamanda “maddenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini” iddia eden materyalist felsefe kökünden çürütülmüş oluyordu  Özellikle materyalist bilim adamları bu teoriyi kabul etmek istemedi  Fakat “Big Bang” gerçeğini görmezlikten gelmek çok zordu  Ünlü astronom Edwin Hubble 1929 yılında yaptığı gözlemler sonucunda evrenin devamlı genişlemekte olduğunu ispatladı, bu ispat Big Bang teorisi için çok büyük bir kanıttı  Hubble’ın bu buluşu teorinin büyük bir bilim kesimi tarafından kabul görmesini sağladı, teoriyi kabullenmek istemeyen ve genişleyen evren modeline uygun değişik teoriler oluşturmaya çalışan bir kaç bilim adamı ise ancak1989 yılındaki “Big Bang” teorisinin kesin zaferine kadar dayanabildiler  Teorik hesaplamalara göre büyük patlamadan arda kalması gereken radyasyonu araştırmak üzere NASA tarafından 1989 yılında fırlatılan CUBE uydusu bu radyasyonu fırlatılışından sekiz dakika sonra belirleyerek “Big Bang” teorisini kesin olarak kanıtladı  Bu kanıttan sonra artarda gelen diğer kanıtlar teoriyi desteklemeğe devam etti  Evrendeki enerjinin bilinen kısmının büyük bölümü yıldızlarda, Hirojenin (H), füzyon sayesinde Helyuma (He) dönüşmesi ile oluşmaktadır  Bu enerji dönüşümü evrenin başlangıcından bu yana devam eden bir süreçtir  Eğer evren sonsuzdan beri var olsaydı hidrojenin tümünün helyuma dönüşmüş olması gerekirdi  Fakat şu an evrende var olan hidrojen, helyum oranı teorik hesaplamalara göre “Big Bang” ‘den bu yana olması gerektiği gibidir  Bu ve benzeri bir çok delil “Big Bang” teorisinin güçlenerek ilerlemesini sağlamaktadır  Evrenin İlk Anları Ve Büyümesi Büyük patlamadan önce madde varolmadığına göre maddeye bağımlı olan zamanın varlığından da söz edilemez  Bu noktada bir fikir ayrılığı olmadığına göre Big Bang’den öncesinden söz etmemiz mümkün değil  Bizim inceleye bileceğimiz, büyük patlama anında neler oldu? Nasıl oldu da böylesine büyük bir patlama ile bu kadar kompleks yapıya sahip bir evren oluştu? gibi soruların cevaplarıdır  Bu soruları ancak teorik kozmoloji verilerine dayanarak yanıtlaya biliriz  Fakat elimizde gerekli veriler olmadığı için Big Bang anını açıklamakta fizik teorileri yetersiz kalıyor  Daha önceki anlarda neler olup bittiği konusunda henüz kesin deliller bulunmadığı için şu an en fazla patlamadan sonraki 0,00001′inci saniyeden bahsedebiliriz  Patlama anında ortaya çıkan muazzam sıcaklık, patlamadan 0  00001 saniye sonra kuarkların (atom altı parçacıkların) proton ve nötronları oluşturabileceği seviye kadar düştü, bu noktada tek atomdan oluşan ve en basit yapıya sahip element olan H (hidrojen) elementi oluştu  Patlamadan birkaç dakika sonra milyar derece cinsinden ifade edilebilecek değere düşen sıcaklık sayesinde “döteryum”, “helyum” ve “lityum” elementleri oluşmaya başladı  “Büyük Patlama” anından sonraki genişleme hızı çok hassas bir değerdedir  Yapılan teorik hesaplamalara göre bu genişleme hızı, gerçekte olandan milyarda bir daha yavaş gerçekleşseydi muazzam kütle çekim etkisi ile evren kendi üzerine çökerek tekrar yok olacaktı  Tersi bir şekilde, evrenin genişleme hızı milyarda bir daha hızlı olsaydı atom altı parçacıklar atomu ve dolayısıyla evrende var olan gök cisimlerini oluşturamayacak şekilde dağılacaktı  İlk atomların ve elementlerin oluşmasından sonraki uzunca bir süre evren genişlemeye ve soğumaya devam etti evren yeteri kadar soğuduğunda kütle çekiminin etkisi ile gazlar yoğunlaşarak değişik gök cisimlerini oluşturmaya başladı  Evrende var olan hidrojen ve helyum dışındaki tüm elementler yıldızların oluşumundan sonra, bu yıldızların çekirdeğinde gerçekleşen nükleer tepkimler ile üretilmiştir  Bu gök cisimlerinin bir araya gelerek niçin galaksileri oluşturduğu henüz kesin olarak açıklanabilmiş değildir  Bunun açıklanması “kara enerji” ve “kara delik” olarak adlandırılan gök cisimlerinin tam olarak anlaşılmasına bağlıdır  Sonuç olarak bu günün bilimsel şartları ile kesin bir şekilde açıklayamadığımız bir süreç sonunda evren şu anki kompleks yapısına geldi ve her geçen saniye genişlemeye devam ediyor  Evrenin Yapısı Yazımızın başında da bahsettiğimiz gibi evren akıl almaz komplekslikte bir yapıya sahiptir  Evrenin bazı bölümlerinde çok büyük boşluklar varken, bazı bölümleri yoğun bir şekilde gök cisimleri ille doludur  İlk bakışta dağınık gibi görünen bu yerleşim şekli aslında Big Bang teorisinin ön gördüğü şekilde, homojen bir evreni oluşturmaktadır  Evren, 400 milyon ışık yılından daha geniş bir bölümü incelendiğinde homojenlik göstermektedir  Big Bang’den sonra hidrojen ve helyumdan oluşan gazlar kütle çekim enerjisi ve dönmelerinden kaynaklanan manyetik etkinin yardımı ile yoğunlaşarak değişik gök cisimlerini oluşturdular  Yine bu Büyük Patlama sonucunda oluşan ve “kozmik fon ışınımı” adı verilen radyasyon bütün evrene yayılmış durumdadır  Gök cisimlerinin yoğunluk gösterdiği bölgelere galaksi (gökada) adı verilmektedir  Kesin olmamakla beraber galaksilerin hemen hemen hepsinin merkezinde galaksiyi dengede tutan büyük bir karadelik varolduğu tahmin edilmektedir  Fakat yapılan inceleme ve hesaplamalar var olan karadelik ve diğer gök cisimlerinden kaynaklanan kütle çekim etkilerinin bu galaksileri bir arada tutmaya yetmeyeceği fark edilmiştir  Bu noktada teorik olarak var olan fakat tanımlanamayan ve gözlenemeyen başka bir maddenin varlığı bulunmuştur  Bilinen hiç bir fiziksel tanıma uymayan ve tamamen görünmez olan bu maddeye “karanlık madde” adı verilmektedir  Karanlık madde evrende var olan maddenin yaklaşık olarak %90′lık kısmını oluşturmaktadır  Karanlık maddenin dışında kalan ve tanımlana bilen gök cisimleri genel olarak gezegenler, meteorlar ve yıldızlardır  Ömrünü tamamlayan yıldızların ölümü ile oluşan beyaz cüceler, nötron yıldızları ve daha karmaşık bir yapıya sahip olan karadelikler evrenin en yoğun ve hakkında en az bilgi bulunan diğer cisimleridir  Ömrünü tamamlayan yıldızların “nebulla” adı verilen patlamaları sayesinde çekirdeğinde üretilen ağır elementler uzaya dağılır ve meteor şeklinde gezegenlerin üzerlerine yağar  Bu yolla demir gibi ağır elementler gezegenimize patlayan yıldızlardan bir hediye olarak gelmektedir  Evrenin gerçek yapısının şu an bilinenden daha karmaşık olduğu tahmin edilmektedir  Henüz açıklanamayan bir çok enerji şekli evrenin değişik bölümlerinde görev yapmaktadır  Örneğin yakın dönemdeki bir keşfe göre, evren giderek yavaşlaması gerekirken aksine hızlanan bir genişleme göstermektedir  Bu genişlemenin nedenini ve kaynağını bir türlü açıklayamayan kozmologlar bu güce “karanlık enerji” adını verilmiştir  Günümüzde çoğu hesaplara ve tahmine dayanan bir çok teori ileri sürülerek evrenin yapısı anlaşılmaya çalışılmaktadır  Fakat evreni tam olarak anlamak için çok geniş zaman dilimlerine uzanan ve belki de insan neslinin hiç birinin göremeyeceği kadar uzun sürecek inceleme ve gözlemlere ihtiyaç vardır  Tahminen, gelişen teknolojinin beraberinde getireceği ileri seviye teleskoplar ve geliştirilecek yeni gözlem sistemleri ile insan oğlu çok kısa zaman dilimleri içerisinde kozmoloji alanında bu gün olduğumuzdan çok daha büyük bilgilere sahip olacaktır  Samanyolu Galaksisi Şehir ışıklarından uzakta Ay’ın olmadığı açık bir gecede, gökyüzünü bir baştan öbür başa kuşatan puslu, parlak bir şeriti sık sık görebiliriz  Eski insanlar bunu sütyolu “Milkway” olarak isimlendirmişlerdir  Bugün, bu puslu şeritin Güneşin de içinde bulunduğu birkaç yüz milyon yıldızı içeren, disk şeklinde bir görünüm olduğunu biliyoruz  Bir teleskop ile Samanyolunu inceleyen ilk astronom Galileo, Samanyolunun sayısız yıldızlardan ibaret olduğunu keşfetti  1780`li yıllarda William Herchel gökyüzünün 683 bölgeye ayırıp, bu bölgelerin her birindeki yıldızları sayarak Güneş’in Galaksideki yerini çıkarmaya çalıştı  Hershel, Galaksinin merkezine doğru yıldızların sayıca, büyük yoğunlukta olduğunu daha küçük yıldız yoğunluklarının ise Galaksinin sınırına doğru görüleceğini düşündü  Fakat, tüm Samanyolu boyunca kabaca, aynı yıldız yoğunlukları buldu  Buradan hareket ederek, Güneş’in Galaksimizin merkezinde bulunduğunu ortaya çıkardı  1920` li yıllarda Hollandalı Astronom Kapteyn, çok sayıdaki yıldızların parlaklığını ve hareketlerini analiz ederek, Herschel`in görüşlerini doğruladı  Kapteyn`e göre Samanyolu yaklaşık 10 kpc (kiloparsek) çapında ve 2 kpc kalınlığında olup merkezi civarında Güneş bulunmaktadır  Hem Herschel hem de Kapteyn Güneş’in Galaksimizin merkezinde olduğu fikrinde yanıldılar  Trumpler, yıldız kümeleri ile ilgili çalışmalarında uzak kümelerin beklenildiğinden daha sönük göründüklerini keşfetti  Sonuç olarak, Trumpler yıldızlar arası uzayın mükemmel bir vakum olmadığını uzak yıldızlardan gelen ışığı absorblayan, toz ortamın olduğu sonucunu çıkardı  Bu toz partikülleri Galaksi düzleminde yoğunlaşmıştır  Yıldız ışığının, yıldızlararası ortam tarafından absorblanması sönükleşme olarak bilinir  Galaksi düzleminde yıldızlararası sönükleşme kiloparsek başına 2  5 kadirdir  Bir başka ifade ile, Dünya’dan 1 kpc uzakta, Samanyolunundaki bir yıldız yıldızlararası sönükleşmeden dolayı 2  5 kez daha sönük görülür  Galaksi merkezinde olduğu gibi yoğun yıldızlararası bulutların bulunduğu bölgelerde sönükleşme derecesi büyüktür  Gerçekte, görünür dalgaboylarında Galaksimizin merkezi bir bütün olarak görülemez  Herschel ve Kapteyni yanıltanda bu yıldızlararası sönükleşme idi  Sadece Galaksimizdeki en yakın yıldızları gözlemişlerdi  Üstelik yıldızların çok büyük bir kısmının Galaksimizin merkezinde bulunduğu fikrine sahip değillerdi  Yıldızlararası toz Galaksimizin düzleminde yoğunlaştığından dolayı, yıldızlararası sönükleşme buralarda daha çoktur  Shapley’in öncülüğünü yapmış olduğu, pek çok Astronom, Güneş’in Galaksi merkezinden olan uzaklığını ölçmeye giriştiler  Shapley, bugün için kabul edilen 28,000 ışık yılı bir uzaklığın yaklaşık üç katı kadar bir uzaklık hesapladı  Galaksi merkezi etrafında, su mazerleri ihtiva eden gaz bulutlarından elde edilen radyo gözlemlerine dayanan son hesaplara göre ise yaklaşık 23,000 ışık yılı bir uzaklık bulunmuştur  Galaksi merkezine olan uzaklık, diğer özelliklerin tespit edilebilmesinde bir ölçüdür  Galaksimizin disk kısmı 80,000 ışık yılı çapında 2,000 ışık yılı kalınlığındadır  Galaksimizin çekirdeği, yaklaşık 15,000 ışık yılı çapında olan merkezsel bulge (şişkin bölge) ile çevrilmiştir  Bu şişkin bölgenin şekli küreseldir Bugün için, Galaksimize ait altı tane bileşenden söz edilmektedir  Bunlar; İnce Disk, Kalın Disk, Halo, Şişkin Bölge, Karanlık Halo ve Yıldızlararası ortamdır  Karanlık halo ve yıldızlararası ortamın dışında bu bileşenlerde farklı türden yıldızlar bulunmaktadır  Halodaki yıldızlar, yaşlı ve metal bakımından fakirdir  Astronomlar bu yıldızları popülasyon II yıldızları olarak adlandırırlar  Halo çok az toz ve gaz ihtiva eder  Küresel kümeler ve RR Lyrae değişen yıldızları bu bileşende bulunmaktadır  Diskte bulunan yıldızlar ise, Güneş gibi genç ve metal bakımından zengin yıldızlardır  Bunlara popülasyon I yıldızları denir  Disk bileşeninde, çok miktarda gaz ve toz bulunur  Açık kümeler, emisyon nebulaları bu bileşenlerde bulunur  Galaksimizin diskinin mavimtrak olduğu anlaşılmıştır  Çünkü, diskten gelen ışıkta genç ve sıcak yıldızların radyasyonu hakimdir  Merkezdeki şişkin bölge popülasyon I ve popülasyon II yıldızlarının bir karışımını içermektedir  Bu bölge kırmızımtrak görülür  Nedeni ise, Galaksimizin bu bölgesinde daha soğuk kırmızı dev yıldızları bulunmaktadır  Galaksimizin düzleminde yıldızlararası toz, yıldızlardan gelen ışığı absorbladığı için Galaksimizin disk kısmının yapısının anlaşılması, radyo astronominin gelişmesine kadar beklemiştir  Radyo dalgaları, uzundalgaboylu oldukları için yıldızlararası ortamda absorblanmaya ve saçılmaya uğramadan bize kadar ulaşabilirler  Radyo ve optik gözlemler, Galaksimizin gaz ve tozdan ibaret spiral şekilli kollara sahip olduğunu ortaya çıkardı  Hidrojen evrende en bol bulunan elementtir  Hidrojen gazı gözlemlerinden Galaksimizin disk yapısı hakkında önemli ipuçları tespit edilmiştir  Hidrojen atomu, bir proton ve bir de elektrondan meydana gelir  Hidrojen atomu nötr halde yani elektronu temel seviyede iken, elektron ile aynı yönde (paralel) veya ters yönde (anti paralel) dönebilir  Proton ve elektron birbirine göre paralel döndüğü zaman ortamın toplam enerjisi, proton ve elektronun anti paralel döndükleri zaman ki toplam enerjisinden daha büyüktür  Protona göre paralel dönme hareketinde bulunan elektrona herhangi bir etkide bulunulursa, dönme yönü değişir  O zaman atomun toplam enerjisinde bir azalma meydana gelir  İşte bu sırada 21 cm dalgaboyunda bir ışınım yayınlanır  1951 de Harvard da Astronomlar yıldızlararası ortamdaki 21 cm lik bu radyo ışınımını tespit ettiler  Bu radyo ışınımı, (Şekil 4) den de görüleceği üzere, Galaksi diskinde 1,2,3 ve 4 noktalarındaki hidrojen bulutlarından gelmektedir  Galaksimizin farklı bölgelerindeki gazlardan gelen radyo ışınımları farklı dalgaboyları ile radyo teleskoplara ulaştığından, değişik gaz bulutlarını seçip ayırmak ve böylelikle Galaksimizin bir haritasını çıkartmak mümkündür  Galaksimizin 21 cm lik radyo gözlemlerinden, nötral hidrojen gazından itibaren, birçok yay biçiminde kollar çıkarılmıştır  Galaksimizin spiral yapısına ait en önemli ipuçları O , B yıldızları ve H II bölgelerinin haritalanmasından elde edilmiştir  Ayrıca, karbonmonoksit (CO) ihtiva eden molekül bulutlarındaki radyo gözlemleri, Galaksimizin uzak bölgelerinin haritasını çıkartmak için kullanılmıştır  Bütün bu gözlemler, Galaksimizin spiral bir kola sahip olduğunu göstermektedir  Güneş, Orion kolu olarak isimlendirilen spiral kollardan birinde bulunmaktadır  Sagittarius kolu, galaksi merkezi doğrultusunda bir yerdedir  Bu kol, yaz aylarında Samanyolunun Scorpius ve Sagittarus boyunca uzanan kısmına bakıldığında görülebilir  Kış aylarında ise Perseus kolu görülebilir  İki büyük koldan diğer ikisi ise Centaurus ve Cygnus koludur  Spiral kollar, Galaksinin döndüğünü akla getirmektedir  Galaksimiz dönmese idi, bütün yıldızlar Galaksimizin merkezine düşerdi  Galaksimizin dönmesini hesap etmek zor bir iştir  Hidrojen gazından yayınlanan 21cm lik radyo gözlemleri, Galaksinin dönmesi hakkında önemli ipuçları sağlar  Bu gözlemler, Galaksimizin katı bir cisim gibi dönmediğini oldukça diferansiyel olarak döndüğünü açık olarak göstermektedir  İsveçli Astronom Lindblad, Galaksi merkezi etrafında yörüngesi boyunca Güneş’in hızının 250 km/sn olduğunu çıkarttı  Güneş bu hız ile Galaksimizin etrafını ancak 200 milyon yılda dolanabilir  Bu da Galaksimizin ne kadar büyüklükte olduğunu gösterir  Güneş’in Galaksimizin etrafındaki yörüngesini bilirsek, Galaksimizin kütlesini Keplerin üçüncü kanunundan hesaplayabiliriz  Buradan Galaksimizin kütlesinin, Güneş’in kütlesinin 1  1×1011 katı olduğu bulunmuştur  Bu kütle çok küçüktür  Çünkü Kepler kanunu, bize sadece Güneş’in yörüngesi içersindeki kütlesini verir  Güneş’in yörüngesinin dışarısındaki madde, Güneş’in hareketinin etkilemez ve böylelikle Keplerin üçüncü kanununa yansımaz  Bugün, hala Galaksimizin gerçek sınırı tespit edilemedi mutlaka şaşırtıcı bir madde miktarı, Galaksinin halosunun çok ötesinde uzanan küresel dağılım halinde Galaksimizi kuşatmalı  Bu maddeden dolayı, Galaksinin toplam kütlesi en azından Güneş kütlesinin 6 x 1011 katı veya daha fazla olabilir  Galaksimizin halosunun ötesindeki bu madde çok karanlıktır  Bunun için bu bölgeye “Karanlık Madde” adı verilir  Bu bölgede yıldız yoktur, ve varlığı çekim kuvvetinin varlığından anlaşılmaktadır   
				__________________  Arkadaşlar, efendiler            ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,            müritler, meczuplar memleketi olamaz  En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet            tarikatıdır   | 
|   | 
|  | 
|  |