Şengül Şirin
|
Kısmi Davaya İlişkin Bazı Hukuki Sorunlar
I Kısmi dava (Teilklage) sonunda verilmiş olan
kısmi hükümlerde (Teilurteil) maddi kesin hüküm:
Bu konuya hemen girmeden önce iki çeşit kısmi davanın söz konusu olabileceğine değinelim Bunlardan birisi bilerek açılmış olan kısmi dava olup; diğeri ise farkına varmaksızın açılmış olan kısmi davalardır Alman hukuk doktrininde birinci çeşit kısmi davalar için (offene Teilklage; İndividualisierte Teilklage; erkennbare Teilklage) diğer çeşit kısmi davalar için de (verdeckte Teilklage; nicht individualisierte Teilklage; nicht erkennbare Teilklage) kavramları kullanılmaktadır
Aşağıda, kısmi davalarda maddi kesin hükmü incelerken varacağımız çözümlerin, bu her iki kısmi dava çeşidi bakımından da aynen geçerli olup olamayacağına da ayrıca ve gerekçeleriyle değineceğiz
Tartışmaya çalıştığımız problem ile ilgili olmak üzere Türk Hukuk Tatbikatında şöyle bir yol tutulmuştur "Bilindiği üzere, her eda davası gibi kısmi dava da, tespite ve edaya ilişkin olarak iki bölüm isteği kapsar Kısmi dava hakkında verilen kararın, kısmi dava konusu yapılan alacak kesimi için kesin hüküm teşkil ettiğinde duraksama yoktur (HUMK m 237) Öte yandan kısmi dava sonunda, davalının borcu ödemeye mahkûm edilmesi veya kısmi davanın tamamen ya da kısmen reddine karar verilmiş olması halinde, taraflar arasındaki borç ilişkisinin tümünü kapsar Bu nedenle, kısmi dava sonunda verilen ve kesinleşen kararın, tespite ilişkin bölümü sonradan açılan ek dava için kesin hüküm oluşturur" (HGK 2 6 1982, E 1981/11-1130, K 1982/549, Yasa Hukuk Dergisi, Ekim 1982, sh 1871)Yargıtayın bu düşüncesi sonraki kararlarında da aynen yansıma bulmuştur (çok sayıda karar için bkz Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku, Cilt 1-2, 7 bası, İst 2000, sh 167, dipnotu 43`te anılan Yargıtay içtihatları)
Yargıtay`ın anmış olduğumuz bu içtihatlarında savunulmakta olan bu görüşün, bilimsel gerçeklerle ne ölçüde örtüşmekte olduğunu irdeleyelim
Alman Hukukunda hâkim olan düşünceye göre, kısmi dava sonunda verilmiş olan mahkeme hükmünün kesin kuvveti, bu hüküm davayı ister müspet karara bağlamış; isterse, menfi karara bağlamış olsun; sadece dava edilmiş olan meblağ ile sınırlıdır (Stein/Jonas, Kommentar zur Zivilprozersordnung, 21 Auflage, band 4, Teilband 1 (§ 300-347), Tübingen 1998, paragraf 322, N 152, sh 228; çok açık bir biçimde aynı düşüncede, Leo Rosenberg/Schwab/Gottwald, Zivilprozessrecht, 15 bası, München 1993, paragraf 154, sh 930) Böylece açılmış olan bir kısmi davadaki alacak, isteğe uygun biçimde müspet karara bağlanmışsa, hükmün gerekçelerinde yer alan ve mütebaki kısmi meblağın sonradan dermeyan edilebilmesine karşı koyan tespitler bu kesin hükme dahil olamaz (Stein/Jonas, aynı eser, sh 228) 1 Hatta Alman hukukunda talebin esasına ilişkin olmak üzere mahkemenin kısmi hükmünde yer alan pozitif tespitleri dahi, sonradan açılacak kısmi veya bakiye alacağa ilişkin davalar için dahi kesin hüküm etkisine sahip değildir 2 Almanya`da hâkim hukuk doktrini bu görüşte olup; aksine düşünceler azınlıktadır (bkz Stein/Jonas, yukarıda anılan eser sh 228 ve orada yer alan dipnot 177`deki açıklamalar)
Gerçekten de, bir mahkeme hükmünde tespit edilmiş olan hukuki durumun, sonradan açılan ikinci bir davada ne ölçüde etkili olacağı sorunu, önemli bir usul hukuku problemidir Acaba tespit edilmiş olan ile takip eden davada ihtilaflı olan hukuki münasebet arasında nasıl bir irtibat bulunmalıdır ki, ilk davadaki tespit, bu davada kesin hüküm etkisine sahip olabilsin?Teoride kural olarak maddi hukuk ilişkisinin parçalanması tezine üstünlük verilmekte ise de buna bazı istisnalar da tanınmaktadır (Blomeyer A , Zivilprozessrecht-Erkenntnisverfahren, 2 Auflage, Berlin 1985, § 89, V, s 487 vd )
Bu suretle denilebilir ki, kısmi davada da kesin hüküm; kesin hükmü düzenleyen yasa maddesine egemen olan temel düşünceyi takiben dar yorumlanmak gerekir Bu konuda Alman Usul Kanunu`nun 322 maddesinde öngörülmüş olan temel kuraldan ayrılmayı gerektirecek herhangi bir haklı argüman bulunamaz
Buna karşılık Alman Hukukunda, davacının davasını farkına varmadan kısmi dava olarak açmış olduğu hallerde; dava sonunda çıkacak olan kesin hükmün kapsamının ne olacağı konusunda tereddütler vardır Bazı hukukçular, farkına varılmaksızın açılan bir kısmi davada, bu davanın reddiyle, zorunlu olarak talebin bütününün reddine karar verilmiş olacağı; bu yüzden davanın reddinin kesin hüküm bakımından talebin bütününe şamil olacağının kabulünün, Alman Usul Kanunu`nun kesin hükmü düzenleyen 322 maddesinin birinci fıkrası hükmüyle (kesin hükmü dar düzenleyen bu hüküm ile) tezat halinde bulunmayacağını ileriye sürmekte iseler de (Stein/Jonas yukarıda anılan eser sh 228`den naklen); 3 bu görüş hâkim Alman doktrini tarafından kabul edilmemiştir (Leo Rosenberg yukarıda anılan eser sh 930 ve orada dipnotu 24`te anılan Alman Temyiz Mahkemesi Kararı)
Görülüyor ki, buraya kadar anlatmış olduklarımızdan ortaya şöyle bir tablo çıkıyor Alman hukukunda da hâkim hukuk doktrini ve tatbikatı, kısmi davalarda verilmiş olan bir hükmün (davayı müspet veya menfi sonuçlandırmış olan bir hükmün) kesin kuvvetinin sadece o dava ile sınırlandırılmış bulunduğunu; bunun kesin hükmü dar düzenlemiş olan Alman Usul Kanunu`nun 322 maddesine de uygun düştüğü; birinci davada ne dermeyan edilmemişse, bu suretle dolayısıyla dahi hiçbir şeyin ne kabul edilmiş ve ne de reddedilmiş olarak kabulünün caiz olmadığı sonucuna varmaktadır Bunun gerekçesinin, hükmün kesin kuvvetinin, dava konusu (Streitgegenstand) ile sınırlandırılmış olduğu kaziyesinden çıkacağı ve dava konusunun da netice-i talep ile birlikte dava sebebi (maddi vakıalar karışımı anlamında) veya sadece netice-i talep olarak kabulünün sonuca ulaşılmasında herhangi bir farklılık yaratmayacağına açıklıkla değinilmektedir (Münchener Kommentar, Zivilprozessordnung, Band 1, paragraf 1-354, München 1992, § 322, N 120)
Bir başka deyişle, Alman doktrin ve tatbikatında hâkim olan görüş; kesin hükmün sadece dermeyan edilen ve karara bağlanmış olan bir talep hakkında etkili olacağıdır Bir talebin reddi veya kabulü olgusunda mevcut kesin hüküm, talebin bu miktarda mevcut olduğu veya mevcut olmadığı yönünde bir kesin tespiti içerir Yoksa, davacının dava edilmiş olan bu talep dışında daha başka taleplere veya dava edilenden daha fazlaya sahip olup olmadığı hususunda karar verilmez ve bu yönde bir karar da verilmemelidir (Leo Rosenberg, yukarıda anılan eser, sh 930)
Rosenberg/Schwab/Gottwald, § 154, V, s 930`da bu konu ile ilgili olarak aynen şöyle demektedirler:
"Kesin hüküm sadece dermeyan edilmiş ve hakkında karar verilmiş olan talepleri kapsayabilir Bir talebin kabulü veya reddi talebin bu yükseklikte (miktarda) mevcut olduğu veya mevcut olmadığı tarzında bir kesin kuvveti haiz (kesin kuvvete elverişli) tespiti ihtiva eder Yoksa, acaba ilk davacıya, bu talep dışında daha çok (daha fazla) veya acaba ona hatta başka talepler ait midir?meselesi hakkında karar verilmez ve hatta verilmemelidir
Bu yüzden davacının aynı davalıya karşı aynı vakıalardan doğan başka talepleri dermeyanı yasaklanmamıştır (BGHZ 34, 340: BAG MDR 1972, 83 mit Anm Zeuner) Bu esas, talebin miktarının sonraki olaylar ile tayin edildiği veya talebin miktarına sonraki olaylar ile etki edildiği hallerde değil, hatta miktarı peşinen sabit olan talepler için dahi caridir Tıpkı kaide olarak satış, kira, ödünç, hizmet, istisna akitlerinden doğan para talepleri için olduğu gibi Bu yüzden önce ana parayı dava etmiş olan davacı, sonra faizi dava edebilir (RG 21, 349)
Davacı hatta birinci davada düşük bir semen veya düşük bir istimlak bedeli talep etmişse, mahfuziyet kaydına ihtiyaç olmaksızın bakiye alacağını yeni bir dava ile dermeyan edebilir (RG 123, 47) " 4
Alman Hukuku ile ilgili olmak üzere vermiş olduğumuz bu bilgileri takiben hemen Türk hukukunun bu konudaki çözümlerine geçelim Türk Hukukunda bir mahkemenin hükmünde tespit edilmiş olan hususlardan acaba hangilerinin kesin hükmün konusuna dahil olacağı sorusuna cevap ararsak; vereceğimiz cevap şöyle olacaktır "Bu sorunun cevabı adli kararların niteliği; maddi kesin hükmün mahiyeti veya sırf mantıki mülahazalardan hareket etmek suretiyle verilemez Aksine sorunun cevabı, pozitif hukukun düzenlenmesinde aranılıp bulunmak gerekecektir (Stein/Jonas, 19 Auflage paragraf 322 VI) Gerçekten de, bir kesin hükmün bağlayıcı sınırlarını kanun koyucu bizzat kendisi geniş veya dar tespit eder (Stein/Jonas paragraf 322 VI) Gerçi kesin hükmün ihatalı (geniş) bir etkisi bazı yararlar sağlayacaktır Mesela bu suretle davaların sayısının artması önlenecek ve bunun sonucu olarak da özel hukuka ilişkin ihtilafların bir çırpıda temizlenmesi sağlanmış olacaktır Ayrıca, bu suretle yargı organlarının yükü de azaltılmış olacaktır Ancak bütün bu söylenenler acaba, yargılamanın tarafı olanların menfaatleri göz önünde tutuldukta onlar açısından da uygun bulunabilecek midir? Gerçekten de, tarafların menfaati kesin hükmün bağlayıcılığının dar tutulması istikametinde olacaktır
Usul Kanunumuzun 237 maddesi "Kaziye-i muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir" demektedir Bu hüküm, kesin hükmün bağlayıcı tespitlerinin dar mütalaa edilmesi istikametinde yoruma elverişli görünmektedir (Üstündağ Saim, yukarıda anılan eser, sh 717)
Türk Hukukunda da durumun, böyle tıpkı Alman hukukundaki gibi olduğu gerçeği karşısında; bu hukuk alanında da kısmi dava sonucu verilmiş olan kısmi hükümlerde kesin hükmün, mahkeme kararının gerekçelerinde yer alan tespitlere şamil olmaması gerekirken; Yargıtay`ın yukarıda anmış olduğumuz içtihatlarındaki (dipnotu 1 ve 2`de alınan içtihatlar)bu temel kaziyeye aykırı olan görüşü, bilimsel olmaktan uzak olup; böylece de, kesin hüküm doktrinine da aykırı düşmektedir Bu nedenle, herhangi bir davacının açmış olduğu ve halen derdest olan davalarda, evvelce açılmış olan kısmi davalar sonucu oluşmuş bulunan yargı kararlarından hareket ederek, ortada, mevcut bir kesin hükmün varlığından bahsedilebilmesi kabul edilemez
II Manevi tazminat talepleri hakkında kısmi dava açılabilir mi?
Yargıtay, birçok kararında, manevi tazminat alacağının bölünerek kısmi davalara konu teşkil etmesine imkân tanımamaktadır Hatta, manevi tazminat talebi için dava açılırken fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmuş olsa bile; bir ek davanın açılabilmesine yine de olanak tanımamaktadır (HGK, 2 7 1980, YKD 1980/11, s 1461-1462) Buna karşılık yine Yargıtay, teoriye de uygun olarak, eğer zarar verici fiilin; eski davadaki hesaplamada henüz ortaya çıkmamış veya ortaya çıkması ihtimali hiç veya ciddi bir biçimde hesaba katılmamış olan sonuçları dermeyan edilmek istenirse, bunlar bakımından bir ikinci davanın açılabileceğine ve böylece ilk davadaki kesin hükmün bu davaya engel olamayacağına değinmektedir (Üstündağ, S , yukarıda anılan eser, s 166, dn 42 ve orada anılan 4 HD`nin 14 5 1998 tarihli kararı ve ayrıca yine 4 HD 4 10 2001 tarih ve E 2001/7309, K 2001/9031, Yargı Dünyası, sayı 74, s 41-42) Gerçekten de bu sonuncu kararında Yargıtay aynen şöyle demektedir: "manevi tazminatın zararlandırıcı bir olay nedeniyle ancak bir defa istenebileceği, bu tazminat türünün bir gereğidir Diğer bir anlatımla, hukuk sisteminde manevi tazminatın bölünmezliği kabul edilmiş bulunmaktadır Ancak zararlandırıcı eylem sonunda zararın oluşumunda değişiklikler, bu bağlamda daha ağırlaşmış durumların meydana gelmesi durumunda her olgunun ayrı olması nedeniyle birden fazla dava açılması olanaklıdır " (s 42)
Buna karşılık, Dr Nomer H , "Manevi tazminat alacağında kısmi dava mümkün müdür?" başlıklı yazısında manevi tazminat alacaklarının konusunu da para alacaklarının oluşturduğu; bu nedenle de her para alacağı gibi bu tazminat alacaklarının da bölünebilir olduğu ve bunun sonucu olarak da manevi tazminat taleplerinde de kısmi davanın dinlenebilir olması gerektiğini; bundan ötürü de, Yargıtay`ın kararlarındaki çözümün isabetli olmadığını ileriye sürmektedir (İ Ü Hukuk Fakültesi Mecmuası, 2000, sayı 1-2, s 221-229, özellikle 226 vd )
Dr Nomer bu yazısında her bölünebilir talebin kısmi dava konusu olabileceği varsayımından hareket etmiştir Durum acaba bu kadar basite irca olunabilir mi?Manevi tazminata vücut veren temel olgular acaba böyle bir bölünmeye müsaade eder mi?Kaldı ki, Borçlar Kanunu`nun 49 maddesinin 3 fıkrası, para olarak istenen tazminat isteği ile hâkimin bağlı olmadığını; onun yerine bu taleple bağlı olmaksızın "bir başka tazmin sureti"ne de karar verebileceğini ifade etmektedir Soyut bu hüküm dahi manevi tazminat talepleri hakkında kısmi dava açılabilmesini önler güçtedir Maddi tazminat davalarında BK 49/III anlamında herhangi bir hükmün bulunmaması da; her iki tazminat türünde kısmi dava açılabilip, açılamayacağı bakımından farklı bir sonuca varmayı zorunlu kılar Ayrıca kısmi dava ikâmesine olanak tanıyan haklı hukuksal gerekçeler de burada gerçekleşemez Bu bakımdan Yargıtay içtihatlarında ifade edilen "manevi tazminatın zararlandırıcı bir olay nedeniyle ancak bir defa istenebileceği, bu tazminat türünün bir gereğidir Diğer bir anlatımla hukuk sisteminde manevi tazminatın bölünmezliği kabul edilmiş bulunmaktadır" (4 HD , 4 10 2001, E 2001/7309, K 2001/9031, Yargı Dünyası, sayı 74, s 42) sözleri hukuken daha uygun sayılmak gerekir
Buna karşılık, Dr Nomer N Haluk, yukarıda sözü edilen incelemesinde Yargıtay`ın bu yöndeki kararlarını haksız bularak eleştirmekte ve Alman hukukunda ise manevi tazminat alacakları için kısmi dava açılabileceğini Neustadt İstinaf Mahkemesi`nin 11 6 1953 tarih ve 1w47/53 sayılı kararını mesnet alarak beyan etmektedir Bu istinaf mahkemesi kararı ZZP 66 band (1953) sayı 5-6, s 439-440`ta yayınlamıştır Bu kararda manevi tazminat talebinin kesin olarak kabulünden sonra manevi tazminat olarak istenmiş olan paranın yükseltilmesinin caiz olup olmadığı tartışılmaktadır Yerel asliye hukuk mahkemesi birinci davada manevi tazminat olarak istenen 1 500 DM`ye hükmedilmiş olunduğunu; ikinci dava ile istenmiş olan mütebaki manevi tazminat istemini (4 500 DM) ise evvelce verilmiş olan ve kesin hüküm teşkil eden karar nedeniyle, artık hukuki himaye ihtiyacının eksikliğinden ötürü reddetmiştir Zira, ilk davada verilen hüküm ile manevi tazminat talebinin tamamı hakkında kesin olarak karar verilmiştir İstinaf mahkemesine göre ilk davada manevi tazminat talebi belirli bir kısım üzerine herhangi bir sınırlandırma yapılmaksızın bütünüyle dava edilmiştir Hatta manevi tazminat alacağının miktarının tayini işi (Alman hukukunun vermiş olduğu olanaktan yararlanarak) 5 tamamen mahkemenin takdirine bırakılmıştır İlk davada netice-i talep en azından 1 500 DM miktar ile sınırlandırılmayıp; aksine tazminatın para olarak miktarının tayini keyfiyeti; herhangi bir sınırlandırma olmaksızın mahkemenin takdirine bırakılmış; mahkeme de talebin tamamına hükmetmiştir Bu haliyle, hükmedilmiş olan meblağ ne bütünün bir kısmıdır ne de buna hükmedilmiştir Bu nedenle, ikinci davada davacı tarafından elde edilmek için çaba sarfedilen davalının mahkûmiyeti, kesin hükmü düzenleyen ZPO § 322 uyarınca caiz değildir
Bu karara kısa bir not yazmış olan Leo Rosenberg, mütebaki 4 500 DM`lık manevi tazminat talebinin dayanağı bildirilmemiştir Istırabın artması nedeniyle yeni netice-i talebin haklı kılınmak istendiği kabul edilebilirse; bu takdirde bu ikinci davanın reddi haksız olacaktır, demektir Dikkat edilirse, bu hukukçu bu kısa açıklamasında, manevi tazminat taleplerinde kısmi dava açılabilip, açılamayacağı sorunu ile ilgilenmeyip; müstakil bir dava sebebi olarak algılanmak gereken ıstırabın artmış olması nedenine dayanarak bir ikinci davanın dinlenebileceği ve böylece, ilk davadaki kesin hükmün bu ikinci davaya etkili olamayacağını haklı olarak vurgulamıştır Yargıtay`ımızın da bu düşüncede olduğunu yukarıda anmış olduğumuz, 4 HD`nin 4 10 2001 tarihli kararını zikrederken belirtmiş bulunuyoruz
İşte, istinaf mahkemesinin bu kararında yer alan tespitlerden hareket eden Dr Nomer, Alman hukukunda manevi tazminat taleplerinde de kısmi dava açılabilmesinin caiz olduğu sonucuna varmıştır Ancak, bu tespit için ayrıca bilimsel diğer eserlere ve kısmi dava konusunda yazılmış olan monografik eserlere bakılarak böyle bir tespitin doğru olup olmadığı incelenmek gerekmez mi idi!
Ayrıca tazminat taleplerinde (ister maddi olsun, ister manevi tazminat olsun) davacının istemini muayyen bir rakam ile ifade etmesi zarureti HUMK`nun 179 maddesinin 5 bendinin bir yasal gereğidir Bu nedenle, Dr Nomer`in aşağıda belirteceğimiz ifadeleri bu hukukçu tarafından bu yasal gereğin göz ardı edildiğini göstermekte olduğu gibi, kendisinin bu açıklamalar ile düşmüş olduğu yanılgı; Alman hukukunda bu konuda mevcut olan bir istisnai durumun; sanki Türk hukukunda da tanınıyormuş gibi kabul edilmiş olmasından ileriye gelmiştir 6 Bu açıklamalarında Dr Nomer aynen şöyle demektedir:Yargıtay`a göre, (Duyulan acı ve üzüntünün karşılığı dava (açmak) yolu ile belirlenip, karşı tarafa bildirildikten sonra arttırılması yeni bir dava ile dahi olsa mümkün değildir ) Oysa, Yargıtay`ın görüşünün aksine, manevi tazminat miktarını takdir edecek veya belirleyecek olan davacı değildir Manevi tazminat alacağının konusunu, önceden miktarı belli olan bir meblağ teşkil etmez Manevi tazminatın şeklini ve miktarını takdir hakkına dayanarak hâkim belirleyecektir (BK 49) Davacıdan, hâkimin belirleyeceği miktarı, önceden tahmin etmesi ve bunu karşı tarafa bildirmesi beklenemez Çoğu zaman maddi tazminat alacaklarında da durum aynısıdır Davacı, hâkimin, takdir hakkına dayanarak (BK 42/II, 43/I, 44), ne miktarda maddi tazminata hükmedeceğini önceden tahmin edemez Bu itibarla ondan, maddi tazminat tutarını takdir etmesi ve karşı tarafa bildirmesi beklenmemektedir Davacı hükmedilecek maddi tazminat tutarından emin olsa, zaten kısmi dava açmaya ihtiyaç kalmaz (s 228)
Dr Nomer, Yargıtay`ın manevi tazminat davalarında kısmi dava açılamayacağına ilişkin olarak vermiş olduğu içtihatlarında yer alan gerekçelerden "özel durumların değerlendirilmesi ve adalete muvafık tazminat miktarının saptanması davaya bakan hâkime aittir Bu takdir hakkı bölünemez" gerekçesini de tatmin edici bulmamaktadır (agm , s 228 ve s 227`de dn 17, 18, 19`da anılmış olan Yargıtay içtihatları)
Bu hususta bir değerlendirmede bulunabilmek için mevzuatımızda mevcut manevi tazminatı düzenleyen bazı hükümlere değinilmek gerekir Bunlardan birisi, cismani zarara düçar olan kimseye yahut adam öldüğü takdirde ölünün ailesine manevi zarar namı ile adalete muvafık tazminat verilebileceğine ilişkin BK m 47 hükmü; diğeri ise, şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişinin uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namı ile bir miktar para ödenmesine ilişkin BK m 49 hükmüdür Burada da hâkim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumları (yani özel durumları) nazara alacaktır (BK m 49/II)
Yargıtay içtihatlarında, bu özel durumların ve adalete muvafık tazminatın bir defada saptanarak karara bağlanması arzu edilmektedir Kısmi davaya cevaz verilmesi halinde ise, bu hususların hâkimden hâkime farklı değerlendirmeye tabi tutularak farklı sonuçlara varılması ihtimali ise sakıncalı bulunmaktadır Böylece bu konuda maddi tazminat davaları ile manevi tazminat davalarını birbirinden ayrı mütalaa etmenin yerinde olacağına işaret edilmiş bulunulmaktadır Dr Nomer ise, bu farklılığı haklı bulmamaktadır (agm , s 228-229) Halbuki maddi tazminatta tazminatın kapsamına dahil olan unsurlar objektif olarak belirgin olduğu halde; manevi tazminatta bu konuda hâkime düşen iş daha fazla ve daha sübjektiftir 7 İncelediğimiz konu açısından her iki tazminat türündeki farklı yaklaşım haklı olmak gerekir Yargıtay, manevi tazminat davalarında kısmi davaya olanak tanıyarak bu özel durumların bir davada değil de, farklı farklı davalarda tartışılıp takdire esas alınmasını uygun bulmamaktadır
Kaldı ki, Yargıtay`ın kararlarında yukarıda da belirtmiş olduğumuz üzere, kısmi davalarda kesin hüküm daha kapsamlı uygulanmaktadır Bu nedenle de, Yargıtay içtihatlarında özel durumların tespitine ikinci açılacak davada bağlayıcı bir etki de tanınmış olacağına göre, bu tespiti yapmış olan ilk davanın hâkiminin bu tespitleri takiben tazminatın tümü hakkında hüküm oluşturması zorunluluğunun getirilmiş olması artık yadırganmamak gerekir
Ayrıca, fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmaksızın açılmış olan bir maddi tazminat davasında; fazla için bir ikinci davaya da cevaz vermeyen yine Yargıtay`ın kendisidir Buna karşılık, manevi tazminat davalarında fazlaya ilişkin haklar saklı tutulsa bile, ikinci bir davaya Yargıtay artık cevaz vermemektedir
Yukarıdan beri anlatageldiğimiz bilgilerden ortaya şu husus çıkmaktadır: Dr Nomer gerek usul hukukundaki ve gerekse maddi hukukumuzdaki farklı düzenlemeleri hiç dikkate almadan, konuya ilişkin olmak üzere Alman hukukundaki çözümleri -onları da eksik inceleyerek- Türk hukukuna aktarmış ve böylece de doğru sonuçlara varamamıştır
Yukarıda da belirtmiş olduğumuz üzere, bilerek açılmış olan kısmi davalar ile farkına varılmaksızın açılmış kısmi davalar olmak üzere iki çeşit kısmi dava mevcuttur Yargıtay, bilerek açılmış kısmi davalardan farklı olarak; diğer kısmi davalarda bakiye kısım için bir ikinci dava açılabilmesini bu konuya ilişkin bir mahfuziyet kaydının konulmuş olması şartına bağlamaktadır ve bu görüş isabetli değildir (bkz : Üstündağ, yukarıda anılan eser, s 322, 323 ve Üstündağ, S , İddia ve Müdafaanın Değiştirilmesi Yasağı, İstanbul 1967 (doçentlik tezi), s 180-183)
III Kısmi dava ve ıslah ilişkisi
1 Anayasa Mahkemesi`nin 20 7 1999 tarihli ve E 1999/1, K 1999/33 sayılı kararı ile (Resmi Gazete, 4 kasım 2000, sayı 24220) HUMK`nun 87 maddesinin son cümlesinde yer alan "Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez" hükmü Anayasaya aykırı bulunarak iptal edildiği için; davacının netice-i talebinin düşük tutulmuş olduğu davanın seyri esnasında ortaya çıkarsa, davacı, netice-i talebini ıslah yoluna başvurmak suretiyle arttırabilecek ve bunu yaparken de artık hasmın muvafakatine de gerek duymayacaktır (bkz HUMK m 202/II ve III) Bu bakımdan farkına varmaksızın açılmış olan bir kısmi davada dava sırasında ıslah yolu ile netice-i talebi arttırabilmek mümkün olduğuna göre, Yargıtay içtihatlarında ısrarla öngörülmüş olan; dava dilekçesinde alacağın mütebaki kısmı için mahfuziyet kaydının konulmuş olmasına artık gerek olup, olmadığı da sorulabilir Eğer buna hâlâ gerek vardır denilirse,8 ıslah ile müddeabihin arttırılması koşullarına bir başka unsuru da eklemiş oluruz ki; bu tasvip edilemez Ayrıca, ıslah yolu ile müddeabihi arttırabilmek olanağı bulunmasına rağmen; bu imkânı kullanmamış olan davacının, alacağın mütebaki kısmı için yeni bir dava açabilmesini de; yine mahfuziyet kaydının konulmuş olmasına bağlamamak gerekir Bu problem artık, ıslah yolu ile derdest muhakemeye sokulmamış olan dava unsurlarının tabi olduğu esaslar çerçevesinde çözümlenmek gerekecektir Bu da, ıslah konusu yapılabilmesi mümkün olduğu halde; bu yola başvurulmamış olunması halinde; aynı konuda müstakil bir davaya vücut veren unsurların mevcudiyeti halinde bir ikinci davanın açılabileceği hususudur (çok açık ve ayrıntılı bir biçimdeki açıklamalar için bkz Üstündağ S , yukarıda age , s 323); Ancak, Yargıtay`ın Anayasa Mahkemesi`nin 20 7 1999 tarih 1999/1-33 sayılı kararı ile gerçekleşen HUMK m 87 son fıkra hükmünün iptal edilmiş olması sonucu; evvelki içtihatlarında temsil etmiş olduğu düşüncelerinden nelerin değişmiş olabileceği ile ilgili olmak üzere açıklamış olduğu düşünce şudur: "HUMK`nun 87/son cümlesinin Anayasa Mahkemesi`nce iptalinden önce fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan kısmi davada davalı önceden temerrüde düşürülmemişse, dava açılmakla oluşan temerrüdün ilk kısmi davaya konu alacaklarla ilgili olduğu; daha sonra açılan ek davada istenen bakiye alacaklarla ilgili olarak ek dava tarihi itibarıyla borçlunun temerrüde düşürüldüğü, bunun sonucu olarak da ek davaya konu alacaklara ek dava tarihinden itibaren faiz yürütüleceği Yargıtay`ca benimsenmekte idi Anayasa Mahkemesi`nin iptal kararı sadece ek dava yerine kısmi ıslah yolu ile saklı tutulan alacakları aynı davada isteme kolaylığı getirmiş olup, zamanaşımı, temerrüde düşürme gibi usul ve yasa hükümlerini değiştirmiş değildir Kısmen ıslahda, tamamen (kâmilen) ıslahın aksine ıslah tarihine kadar yapılmış bütün usul işlemleri yapılmamış sayılmaz Kısmi ıslah yapıldığı tarihten ileriye yönelik olarak hüküm ifade eder
Somut olayda, davacının dava dilekçesindeki müddeabihi aynı davada harcını yatırmak suretiyle kısmi ıslah yolu ile arttırdığı, harcın yatırıldığı tarihte arttırılan kalemler için temerrüt oluştuğu gözetilerek bu kalemler için 23 10 2000 tarihinden itibaren faize hükmeden yerel mahkemenin direnme kararı yerinde olup onanması gerekir" (HGK , 3 7 2002, E 2002/9-564, K 572, İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, sayı 502, s 1393) Bu duruma göre Yargıtay`ın evvelce de savunduğu üzere Anayasa Mahkemesi`nin iptal kararından sonra dahi; zamanaşımı ve faiz sorunu ilk dava tarihine göre değil; aksine, bu konularda artık ek arttırım talebi için verilmiş ve harçlandırılmış olan ıslah dilekçesi tarihine göre saptanmak gerekecektir Yukarıdaki Hukuk Genel Kurulu kararına ilaveten ayrıca (bkz YKD 2002/8, s 1171; Yargı Dünyası, sayı 81, s 132; aksi düşüncede 9 HD 27 11 2001, Yargı Dünyası, sayı 75, s 91 Aynı şekilde 9 HD 3 12 2001, Yargı Dünyası, sayı 76, s 52 vd) Ancak, farkına varılmaksızın açılmış olan kısmi davada, davanın seyri esnasında talep edilebilecek olan miktarın daha fazla olabileceği ortaya çıkmışsa; bu fazla kısım yargılamaya ıslah ile sokulabilecektir Ancak bu durumda, bilinçli olarak açılmış olan kısmi davadan farklı olarak burada faiz ve zamanaşımı bakımından farklı sonuca varılması yerinde olacaktır Zira, bu çeşit kısmi davalarda davacı, alacağının tamamını dava ettiğini zannederek davasını açmış; ancak sonradan bunun kısmi dava olduğu ortaya çıkmıştır Bu nedenle, davacının ilk dava dilekçesi ile açıklamış olduğu irade beyanı alacağın tümüne yönelik olduğu için, sonradan ortaya çıkan fazla için de artık zamanaşımının ilk dava tarihinde kesilmiş olduğu ve borçlu temerrüdünün de evvelce gerçekleşmemişse; yine ilk dava tarihi ile gerçekleştiğinin kabul edilmesi -sırf bu faraziyeye münhasır olarak- yerinde olacaktır Bu bakımdan, yukarıda yer verilmiş olan 9 Hukuk Dairesi`nin içtihatlarında temsil edilmiş olan düşüncenin yerinde olması gerektiği söylenebilir
2 Son olarak şu noktaya da değinelim: Yargıtay`ın kararlarında ıslah ile ilgili olmak üzere yapılan şu açıklamalar isabetli ve doğrudur: "Bilindiği üzere ıslah, taraflardan birinin yapmış olduğu bir usul işlemini tamamen veya kısmen düzeltmesine denir (HUMY 83 maddesi) Medeni Usul Hukukumuzda iddianın ve savunmanın değiştirilmesi, genişletilmesi yasağı olduğundan, iddia (dava) ve savunma karşı tarafın muvafakati (rızası) alınmaksızın değiştirilemeyeceğinden (veya genişletilemeyeceğinden) karşı tarafın muvafakati olmadığı hallerde iddia (dava) ya da savunmasını değiştirmek (ya da genişletmek) isteyen tarafın başvurabileceği yol ıslahtır Ancak davacının talep sonucunu daraltması (azaltması) davayı değiştirme (veya genişletme) sayılmaz Bu nedenle davacının talep sonucunu daraltabilmesi (azaltabilmesi) için (kural olarak davalının muvafakatine ihtiyaç olmadığı gibi) ıslah yoluna başvurmasına da gerek yoktur" (1 HD 26 6 2000, E 2000/8666, K 2000/8548, YKD, 2001/3, s 328; aynı yönde bir başka açıklama için de bkz s 388-389) Yine ayrıca bu bilgileri tamamlayıcı olarak Yargıtayın şu doğru içtihadını da zikredelim: "Bu tanımlamadan sonra hemen belirtmek gerekir ki, bir davada cevap dilekçesinin verilmesi de bir usuli işlemdir Davalı, cevap dilekçesinde ileri sürmediği bir savunmayı özellikle zamanaşımı def`ini cevap dilekçesini ıslah ederek ıslah edilmiş bu cevap dilekçesiyle ileri sürebilir Ancak davalının bu nitelikte bir ıslah işlemini yapabilmesi, her şeyden evvel daha önce süresinde verilmiş bir cevap dilekçesinin varlığını gerektirir Somut olayda, davalı davaya yasal cevap süresi içinde cevap vermemiş, esasen bu dilekçede ileri sürülen zamanaşımı def`i de davacının savunmasının genişletilmesi itirazı ile karşılaşmıştır Bu durumda, davalı ıslah yoluyla süresinde verilmeyen cevap dilekçesini, süresinde verilmiş hale getirmek için ıslah yolunu kullanamaz Kullanmış olması da hukuki sonuç doğurmaz " (13 HD , 1 12 2000, E 2000/9903, K 2000/10802, YKD 2001/8, s 1219-1220)
Ancak, Yargıtay 4 Hukuk Dairesi`nin aşağıda anacağımız 30 9 2002 tarihli kararı ise, yukarıdaki doğru açıklamalar ışığında artık hatalıdır Şöyle ki, bu karar aynen şunları söylemektedir: "Dava, haksız eylemden doğan tazminat istemine ilişkindir Yerel mahkemece dava zamanaşımı nedeniyle reddedilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir
Davalı davaya karşı süresi içinde ve 28 9 1999 günlü cevap dilekçesinde zamanaşımı def`inde bulunmamıştır Daha sonra ve 14 10 1999 havale tarihli dilekçesinde bu yolda def`i de bulunmuş ve cevap dilekçesini ıslah ettiğini bildirmiştir Davacı vekili bu isteme karşı verdiği 22 2 2000 tarihli dilekçede zamanaşımı def`inin süresinde yapılmadığını ıslah yolu ile süresi geçtikten sonra zamanaşımı def`inde bulunulmasının mümkün olmadığını açıklamıştır
HUMK`nun 83 ve devamı maddelerinin hükümlerine göre davalının da usule ilişkin olarak yapmış olduğu muameleyi tamamen ıslah edebilme hakkı vardır Ancak genel usul kurallarına göre ıslah yoluyla da olsa kazanılmış haklar ortadan kaldırılamaz Esasen davalının yapmış olduğu işlem HUMK`nun 83 maddesine uygun bir ıslah da değildir Çünkü ıslahla ancak usule ilişkin bir işlemin düzeltilmesi amaçlanabilir Somut olayda davalının bu istemi usule ilişkin olmayıp buradaki amacı savunmanın niteliğinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın sadece cevap dilekçesinde ileri sürülmesi unutulmuş bulunan zamanaşımı def`ini eklemek suretiyle savunmayı genişletip davanın bu nedenle reddini sağlamak ve böylece davacı yararına oluşmuş bulunan kazanılmış hakkı ortadan kaldırmaktır Buna usulen olanak yoktur Bu doğrudan doğruya savunmanın genişletilmesi olup kazanılmış hakkı ortadan kaldırmaya yönelik bir davranıştır
Somut olayda davacı genişletilen savunmaya karşı çıktığına ve HUMK`nun 202 maddesi hükmünce davalı cevap dilekçesini hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun izni olmaksızın savunma nedenlerini genişletemeyeceğine göre davalının zamanaşımı def`inin reddine karar verilerek işin esasının incelenmesi gerekirken davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olmakla kararın bozulması gerekmiştir " (YKD 2003/1, s 24-25)
IV Kısmi dava ile ıslah ilişkisi hakkında ileriye sürülen bir başka görüş ve eleştirisi:
Av Çelik A Çelik, "Tazminat ve alacak davalarında dava değerinin arttırılması (ıslah ve uygulama sorunları)" başlığını taşıyan yazısında (İBD 2002/3, s 659-716), ıslah yolu ile dava değerinin arttırılmasında, arttırılan kısım için de "faizin ilk dava tarihinden (veya olay tarihinden) işletileceğini ve davalının zamanaşımı savunması yapma hakkı olamayacağını, giderek ilk dava dilekçesiyle zamanaşımının (zararın veya alacağın tümü için) başlangıçta kesilmiş sayılması gerektiğini" savunmaktadır (s 716) Bu yazıda bazı eksikler ve hatalar mevcut olup; bunlardan bazılarını kısaca şöyle belirtebiliriz
__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
|