11-04-2012
|
#1
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Felsefe Tarihinde Türkler 2
Ünlü Felsefe Tarihçisi Ernst Von Aster anlatıyor:
FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER
-II-
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof Dr ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir Saygılarımızla
Hıristiyan Avrupanın iskolastik adını taşıyan Ortaçağ felsefesi birbirinden açıkça ayırt edilebilen iki aşamaya ayrılmaktadır; birinci aşama ile ikinci aşamanın arasındaki esas farkı, ikincisinde Aristonun eserlerinin İslâm düşünce aleminden Batıya geçmiş olması teşkil eder Aristonun kavimler göçü sırasında kaybolup gitmiş olan eserlerin Arapça tercüme ve tefsirler sayesinde Doğudan Batıya tekrar intikal ettiği malûmdur Batıda ise Aristonun başlıca yazıları, Eflâtunla Yeni Eflâtuncuların eserleri ile birlikte, muhafaza edilmiş bulunuyor Yahut şöyle diyebiliriz: Tâ ilk zamanlardan beri Doğuda, Eflâtun ile Pisagorun fikirleri ile birlikte Aristoculuğa ve Revakiliğe ait unsurları ihtiva eden Yeni Eflâtunculuk, Elkindi, Farabi ve İbni Sina gibi şahsiyetlerde Eflâtunla Aristoyu ahenkli bir surette birleştiren bir felsefe karakterini –Batıda olduğundan daha yüksek bir derecede- muhafaza etmiştir Sonraları, İslâm kültür çevresi içinde de Aristo hakim mevkie çıkmıştır; fakat bu, ancak Mağrib, yani Endülüs-Fas çevresinin ve bilhassa İbni Rüşdün tesiri ile gerçekleştirilmiştir Ancak İbni Rüşdden itibarendir ki Hıristiyan Ortaçağ felsefesi, Ortodoks bir Aristoculuk manasında otoriteye boyun eğen bir karakter kazanmıştır ve İbni Rüşdün bu istikamette yaptığı tesir, Sen Tomanın İbni Rüşd ve taraftarlarına (Averroistlere) karşı açtığı mücadeleye ve belirli noktalarda bizzat kendi tefsirinin Aristodan hayli sapmasına rağmen, pek büyük bir önemi içermektedir İbni Rüşd, sık sık İbni Sinaya ve bazen de Farabiye karşı keskin surette hücum ettiği vakit, dayandığı yer , Aristonun, doğruluğunu onlara karşı ispata kalkıştığı metinleridir Böylece Hıristiyan yüksek iskolastiği, kökeni daha ziyade Fas ve İspanya olan Ortodoks bir Aristoculuğun tesiri altında bulunmaktadır; halbuki Türk-İslâm yüksek iskolastiği, daha ziyade doğrudan doğruya Farabi ile İbni Sinaya dayanmaktadır
Bundan başka, Avrupai Hıristiyan iskolastiği ilk dönemi esas itibariyle teolojiden ibarettir; daha doğrusu, Hristiyan doğmalarını akla kabul ettirmeyi, bunları imanla bilginin, meşhur “Credo ut intelligam” (=Evvelâ inanıyorum ve inandığımın doğruluğunu ondan sonra aklımla idrak ediyorum) sözleri ile tespit edilmiş olan münasebetine bağlayan mantıkla temellendirmeyi kendisine vazife bilen bir teolojidir Şüphesiz Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler de imanla bilginin çelişik olamayacağına inanmış, samimi müminlerdir Fakat bunlarda, fikir ve lisan bakımından kesin olarak tespit edilmiş doğmaların sonradan ispatı meselesi çok önemsiz bir rol oynamaktadır İslâm felsefesinde Allahın iskolastik tarzda ispatlarının mevcut olduğuna, fakat bunların Hıristiyanlarda oynadığı rolden çok daha az bir rol oynadığına çok defa işaret edilmiştir Bunun sebebi Hıristiyan iskolastiğinin Allahın mevcudiyetini kabul için ispatsız olarak kabul etmeleri değildir; hakiki sebep şudur: “dogma”nın kilise otoritesi altında kesin bir şekilde formüle etmiş olduğu münferit bir kuralı, mektebe uygun tarzda ispat niteliğin, İslâm feylesoflarına önemsiz tali derecede olan bir iş olarak görünmektedir
Ortaçağın İslâm ve Hıristiyan felsefelerinde görülen müşterek noktalardan biri, tabiat ilimlerine karşı alakanın yavaş yavaş kuvvetlenmesi ve tabiat hadiselerinin izah ve tasavvurunun Yeni Eflâtunculuktan ziyade Aristo tarzına yaklaşmasıdır Ortaçağ İslâm felsefesinde de esas itibariyle Yeni Eflâtunculuğa eğilimli bir felsefeden, Aristoya dönük bir felsefeye geçişi müşahede etmekteyiz; yalnız, buradaki geçit Avrupadakinden daha yavaş, daha içten olmuştur
|
|
|