Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Kültür-Sanat > Makaleler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
medeniyeti, medeniyetin, ordunun, ordusu

Medeniyetin Ordusu Veya Ordunun Medeniyeti

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Medeniyetin Ordusu Veya Ordunun Medeniyeti




Değerler Sisteminin Oluşumuna Dâir

Değerler sistemi; öncelikle toplumun ortak tecrübelerinin eseri olan inanmalarının meydana getirdiği ve müştereken kullanılan bir soyut tecrübî alandır Derinliği olmayan bir bakışla ele alındığında durağan görünen değerler sistemi de her şey gibi aslında derinliklerinde sürekli değişime uğramaktadır Değerler sistemi geçmiş kuşakların tecrübelerinden süzülerek soyut prensiplere intikal eden ve muhtelif hayat sahnelerinin tazyikiyle çelişkileri büyük ölçüde çözülen bir sistemdir Yeni kuşaklara yaşama rehberi olma özelliği varlık ve devam sebebidir Aslında değerler sistemi tarihî tecrübenin yarattığı toplumsal anlaşmanın, toplumlaşmanın,Tarihçi kurgu ve kuruntularının ötesindeki, kültürle beraber toplum gündeminde bilfiil yaşayan tarihin en önemli bölümlerindendir

Değerler sisteminin vücut bulması oldukça karmaşık bir mekanizma sonucudur Bir yandan anonim tecrübelere, bir yandan inanç sistemlerine, bir yandan ilmi etkinliklere ve form koyucuların mahsullerine dayanmaktadır Bunlardan her birinin tek tek eseri olan değerler bulunduğu kadar, ikisi üçü veya tamamı müştereken değerler oluşturabilirler

Bir takım prensip veya hükümlerin, toplumca kabullenilen formasyona yükselebilmesi, toplumda zaman içinde tecrübe edilerek isabet ve yararını ispatlamasına bağlıdır Bu süre zarfında toplum önüne konulan hükmü, ihtiyaçları zaruretleri ve hal–i hazır dengesi bakımından sınar İşine yaradığı durumlara göre düzeltme ve takdim tehirlere tabi tutar Önündeki hükmü ilgili öteki değerlere göre akord ederken, önceki değerlerinin terkibinde de bir tahavvülat gerçekleşir

Yani, değerler sistemi dediğimiz yapı, insan ve toplum hayatının her noktasıyla münasebettedir Bu münasebetin odak noktası "denge" kavramı olmaktadır

Denge kavramı, zıt değerlerin birbirlerini nötrleştirdiği sükunet noktasına, güven noktasına işaret eden sihirli bir kavramdır Rahatlık ve güvenlik o sükunet noktasında mümkündür Bu emniyet noktası ise aşırılıkların dışarıda bırakılması ve insanın, içinde bulunduğu çevre ve toplum bakımından genel kabul gören kurumlar içerisinde kendi yerini belirleyebilmesi imkanı demektir Değerler sisteminin değeri de bu imkandan kaynaklanıyor

Velhasıl inanma ve anlamanın insanı dik tutan gücünü varlığının derinliklerinde bulan insan, o dik duruşunu sağlayan bir alt yapı sistemi olarak inanma ve anlamasında değerler sistemini vazgeçilmez bir zemin olarak kullanmaktadır [1]

Fikrimizce inanma, aynı zamanda bir soyutlama ve bir anlam terkip etme (yaratma) özelliği taşır Daha ötesi sadece anlam yaratma niteliğiyle kalmaz, kendindeki devamlılık süresince o anlamı diri tutar

Bilindiği gibi soyutlama denilen zihni işlem, aslında dış alemde müşahede edilen somut varlıkların bir takım sembolik ve baskın özellikleri seçilerek zihinde yeniden kurulması, kavramlaştırılması, zihnî bir varlığa dönüştürülmesi; yeni bir anlam çerçevesinde onun zihinde yeniden yaratılmasıdır Fakat bu eylem hem tamamen subjektif, hem de eylemin sonucunda doğan ürün bakımından asla somut alemle birebir örtüşmeyen yeni bir şeydir Yeni bir şeydir de, patenti soyutlayana ait bir anlamdır En sıradan soyut değerlerden en ileri soyut değerlere kadar, hem ilk imal edilişlerinde, hem de öğretim yoluyla aktarılırken, bu değerlerin talibi olan herkese göre, subjektiviteleri bozulmaz, her zihinde yeniden kurulur, yeniden anlamlandırılır, yeniden çerçevelendirilir Soyutlama eylemi, kurulan soyut değerin nesnel alemdeki karşılığını temsil ettiğine inanılmadan mümkün değildir Ancak soyutlama işlemi bir sembolleştirme, zihnîleştirme ve kavramlaştırmadır Herkes bilir ki, ateş kavramı ateşin kendisi olmaz Ancak ateş kavramını soyut bir değer olarak, her bir insanın ateş algısı farklı da olsa, ateş yerine kullanırız ve inanırız ki, ateş kelimesi ateşin kendisini temsil eder Kavramın ateşle uzaktan yakından ilgisi olmadığı, ateş diyenlerin yanmadığı, ateşi düşünenlerin beyinlerinin tutuşmadığı bir vakıadır Yani bu soyutlama tamamen insan zihninin ürünü, yeni bir anlam yaratmadır Dolayısıyla soyutlama, oluşturulan sembolün aslını temsil ettiğine inanmak olduğu kadar, inanma da tamamıyla bir soyutlamadır Yani aslında insan kendi yarattığına inanan ve yarattığı için inanabilen bir varlıktır

Şöyle söylense de olur: İnsan inandığı için yaratabilmekte, yarattığına da inanmaktadır [2]

Medeniyet, üzerinde toplumsal mutabakata varılan soyutlamaların tekrar somut aleme yansıtılıp varlık aleminde vücut kazandırılmasından ibarettir Medeniyetler arasındaki fark ise, toplumlardaki soyutlama mekanizmasının muhatabı olan somut hayat şartlarıdır Coğrafyası, iklimi ve buna bağlı hayat formları, bu hayatın temel elemanları, toplumsal soyutlamalara zemin vermektedir Mesela; Arap kültürü için bir “deve kültürü”dür, denmektedir Tek sebebe indirgemeyelim ama, Arap toplumunun çöl coğrafyasında yaşadığını unutmadan, o coğrafyanın sunduğu en önemli iki imkan olan deve ve hurma faktörleri üstünde varlık kazandığı aşikardır Arap kültürü ve dili bu sebeple en soyut kavramlarında dahî bu temel elemanlara yaptığı göndermeyi muhafaza etmiştir Söz sanatlarıyla ünlü Arap edebiyatı, aynı zamanda bir nüans edebiyatıdır Ama o ulaştığı bütün inceliğe rağmen, en umulmadık kavramlarında dahi, kelimenin kök anlamına inildiğinde deveye, hurmaya veya çöle dair somut bir nesne veya duruma gönderme yapmaktadır

Aynı mekanizmanın Türk kültürünün yaptığı soyutlamalarda işlemediğini kimse iddia edemez Türk kültüründe ve dilinde de at, koyun, demir, bozkır, kurt ve teşkilat, düzen, iş bölümü, liderlik, modüler düşünce varlığını daima hissettirmiştir Özellikle Türkçede sayısız izler bulmak mümkün: “Süreç, sürmek, sürücü, sürgü, sürgün…” gibi bir çok kavramın kökünde sürmenin asıl muhatabı olan ve bundaki devamlılığı belirleyen "sürü" kelimesini; “atılganlık, atmak, atlamak, atlatmak, atışmak, atak, atamak, atıştırmak…”, çocuklara söylenen “attaa gitmek!” gibi bir çok hareket ve hamle gücü ifade eden kelimelerde, hareket ve hamleyi kendisinde tanıdığı "at" figürünü; “konuşmak, komşu, konuk, konak, konu, konuşlanmak…” gibi kelimelerin temelinde konar-göçer devir yadigârı "konmak" fiilini; “okumak, okuntu, okuyucu, okur…” gibi kelimelerde yaya takılan "ok"u; “yazmak, yaz(mevsim), yazı(ova), yayla yazar…” gibi kelimelerde okun takıldığı "yay"ı; “anlam, anlaşma, anlak, anı” gibi kelimelerde ikaz ve sınır anlamındaki “ang” kelimesini; “yarmak, yaratmak, yara, yar, yarık, yaramak, yaraşmak, yarış…” gibi kelimelerin temelinde yarıp içini açmayı, sanki bir kılıç vuruşunu…vb bulmaktayız Örnekleri çoğaltmak mümkün

Örgütlenme Yeteneği

Bazen Cengiz Han’a da mal edilen meşhur bir atasözü: “Bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir yiğit, bir yiğit bir ordu, bir ordu bir memleket kurtarır” der Bu atasözünün, en alt sıradaki bir elemanın en üst perdeden bir stratejik hedefi ele geçirmede üstlendiği hayatî rolü göstermesi; bakım, disiplin ve lojistik desteğe yaptığı gönderme açıktır Ama burada öncelikle dikkat çeken taraf, asker-sivil ayırımı olmayan Türk toplumu nezdinde bünyeyi meydana getiren en küçük elemana ve koordinasyona yaptığı vurgudur Koordinasyon bir defaya has bir eylem için gerekmiyor Düzene ve iş birliğine olan ihtiyaç daimîdir Bu ise teşkilat, kurum demektir Tarihte Türkler’in ortaya koyduğu muhtelif teşkilatlanma modelleri görürüz Bunlardan bazıları zamanla işlevini tamamlamış ve sahneden çekilmiştir Ama bazıları bugün bile bazen kurumsal planda, bazen örf ve adetlerde, folklorda ve bir takım gelenekli sanatlarda varlıklarını hissettirmektedirler Sahneden silinenler arasında "Alplik" teşkilatını, "Ahî" teşkilatını, "Bacılar (Bacıyan-ı Rum)" teşkilatını örnek verebiliriz Bu teşkilatlar çok defa toplum psikolojisininde bıraktıkları izlerle varlıklarını muhafaza etmektedirler Mesela Alpliği zamanla Gaziyân-ı Rum’a dönüşmüş görürüz Bazen bir Seğmen, bazen bir Efe olarak asırlar sonra yeniden dirilebilir Bu dirilmeler, toplum psikolojisinde varlığını devam ettiren o derin hatıraların kimlikte yaşaması sayesindedir Fakat bir teşkilat var ki, binlerce yıldan beri sadece Türk toplumunda değil; bütün dünya toplumlarınca taklit edilmiş olarak halen capcanlı, belki de en canlı bir medenî kurum olarak ayaktadır Bu teşkilat büyük Hun hükümdarı Motun’dan (MÖ209-174) beri işleyen "onlu askerî sistem"dir Ancak Türk toplumsal örgütlenmesi yalnız onlu modelden ibaret değildir Bir diğer kurum da "onikili boy teşkilatı"dır Bu model de Büyük Hun İmparatorluğu’ndan beri tanıdığımız bir örgütlenme biçimidir Efsanevî Hun hükümdarı Motun’un onlu sistemle birlikte işlerlik kazandırdığı düşünülen onikişerli iki grup boy söz konusudur Motun’un onarlı sistem uyarınca teşkil ettiği yirmi dört tümenin her birinin aynı zamanda bir boy olarak da şekillendirildiği düşünülebilir [3] Ama bir vakıa var ki, bu iki teşkilat aynı anda ve örtüşük biçimde faaldir Çok sonraları “Oğuz Boy Teşkilatı” adıyla meşhur olar bu Hun teşkilatlanma modelinin izleri bugün dahî Rumeli’de Anadolu’da bütün Asya’da gözle görünür biçimde devam ediyor İsimleri, bazen de cismleriyle: Bozok Yaylası, İçel, Taşeli(Dış İl) Platosu gibi yer isimleri yanında; Kayılar, Bayatlar, Avşarlar, Salur, Üregir, Kınıklar…vs gibi topluluklar da halen o boyların devamı ve adına Türk Milleti dediğimiz toplumun nüvesi niteliğiyle berhayattırlar

On ikili model, aynı zamanda varlık ve zaman algılarını yansıtan göstergelerdendir Eski Türkler’in dünya tasavvurları “tört bulung” (dört köşe) anlayışı üzerine oturmaktaydı[4]: Gündoğusu (doğu), Günortası (güney), Günbatısı (batı), Tünortası (kuzey) Bu yön kavrayışının zaman algısına bağlı olarak şekillendirildiği açıktır Zamanı ise, coğrafyanın realitesi bağlamında dört mevsim ve on iki ay olarak tespit etmişlerdir "On İki Hayvanlı Türk Takvimi" asırlarca kullanılmıştır Unutulmaz Türk tarihçisi Osman Turan’ın silinmez iz bırakan eserlerinden biri o konu üzerinedir [5] Boylar, hakanı merkez kabul ederek ilk on ikisi (Bozoklar, İç Oğuz, İç İl adlarıyla) sağda, yani devletin doğu ve güney bölgelerinde; ikinci on ikili grup da (Üçoklar, Dış Oğuz, Dış İl adlarıyla) solda yani devletin batı ve kuzey bölgelerinde konuşlandırılmışlardır [6] Burada hemen belirtmeliyiz ki, Türk boy teşkilatının elemanları oryantalist sosyoloji tasniflerindeki klan ve kabile tarifleriyle asla bağdaşmaz Bir boy, genel bir millet anlayışının temel birimi olarak belirir Bu belirme, öncelikle bütün bir evren tasavvuru bağlamındaki inanışın eseri olarak tasarlanmıştır Boyların varlığı ikinci planda ise birer sosyo-ekonomik ve askerî birim olarak işlev yüklenmesiyle meşruiyet kazanır Dolayısıyla ilkel ve tesadüfî topluluklar diye sunulan klan derekesine indirmek, boy kavramına yabancı olmaktan gayrı anlam taşımaz

Türk kainat görüşü iki kanatlı bir yapı arz ediyor Ancak burada da ilk görüntüye aldanıp bir biriyle çelişen ve iki zıt kutbun kozmik kavgasına dayanan düalist tasavvurlarla karıştırmamak gerekir Fakat iki kanatlılık olgusu Türkler’de bir birini tamamlayan fonksiyon birliğine gönderme yapar Yani, dikotomiktir Konuya çeşitli oryantalist yabancı yaklaşımların ve onların uzantısı yerli bilimsicilerin eski Türklüğe dönük şamanistik ve klancı, totemci yaklaşımlarına itibar etmeden bakılmalıdır O yaklaşım Türk kültürünün dayandığı dünya görüşünü saklayan ve örgütlenme modeli göz önüne alındığında hiçbir şekilde mümkün olamayacak bir iftiradan ibarettir Boy teşkilatı haricinde bir tek Türk yoktur Boy, Töre mucibince şekillenir Töre’ye aşağıda daha genişçe bakacağız Dolayısıyla bu iftiraların amacı, geçmişi tahrif etmekten ziyade, geçmiş kullanılarak bugünkü Türk kimlik algısını şekillenemez, meflûç bir hale getirmektir

Türk mantalitesinde kainat gök ve yer olmak üzere ikiye ayrılmaktadır Gökyüzü Tanrısaldır Yeryüzünden daha kıdemli, muktedir, üstün ve yücedir Merkezinde güneş vardır Ay ve yıldızlar onu tamamlar Dolayısıyla yeryüzünün yüzü güne bakan doğu ve güneyi de göğe nispet edilerek üstün bulunur Türk boy teşkilatının sağ (ong) kolu (Bozoklar) daha kıdemlidir Merkez hakandır Destânî ifadeyle (bunların birer sembol olması kuvvetle muhtemeldir) Günhan, Ayhan ve Yıldızhan sağ kanat boylarının ataları sayılırlar Hükümranlık, liderlik, toplumun sorumluluğu öncelikle kendi iç hiyerarşileri sırasıyla bunların uhdesindedir İkinci kanat yeryüzüdür Dağ, deniz ve göl sembolleriyle tanımlanmaktadır Bu motifler Dağhan, Denizhan ve Gölhan’ı atası bilen sol kanat boylarına (Üçoklar) gönderme yapmaktadır [7] Oğuz Kağan Destanı’ndaki bu kozmik-beşerî şema bir başka sembolle bütünleştirilmektedir: Ok-Yay!

Ok-Yay ve Onikili Boy Teşkilatı

"Yirmialtı devletin hepsi alındı ve düzene kavuşturuldu

Bunların hepsi artık ’Hun’ oldular

Yay çekebilen ve kullanabilen bütün kavimler ’bir tek aile halinde’ birleştiler" [8]

Ok ve yay Türkler’in en sevdikleri silahlar arasında ön almaktadır Türk yayının önemli bir şöhreti bulunuyor Düşmanı uzakta iken, göğüs göğüse gelmeden etkisizleştiren bir silah oluşu sevilmesinin başlıca sebebidir Baskın muharebelerinde ve avlanma esnasında önemi bir kat daha artmaktadır Türk yayının imalatı uzun bir zaman almaktadır Çeşitli metaller ve alaşımlar, kemikler, muhtelif cinslerde ve sayıda ahşap aksamın belli bir teknolojiyle bütünleştirilmesi suretiyle elde edilmektedir Bir yayda kullanılan parça sayısının yüzlerle ifade edildiğini görüyoruz Yayın iki ucunu bağlayan bağa "kiriş" denmektedirOk takılmamış yay “kurulmamış yay”, “bozuk” diye nitelendirilir Bozuk denilmesi ok takılmamış yayın kavsinin zıt yöne dönmesinden ileri gelir Ok takıldığında “kurulmuş” olur Kavis kirişin gerilmesiyle kullanıcıya doğru döner Böylece Türk yayının fırlatma gücü ve etkili menzili yüzlerce metreyi bulabilmektedir [9] Bir Türk yayının ömrü ikiyüz seneyi ulaşmaktadır Tabiatıyla yay hareketsizdir; ama okun hareketi ondandır Hareketsiz olmasına rağmen, yaydan kaynaklanan ve oka hükmeden güç, yaya soyutlama yoluyla Türkler tarafından muhtelif seviyelerde "irade" anlamı yükletmiştir Ok ise, gücünü yaydan alan; ama ona tabi, bağlı; yayın belirlediği istikamete doğru hareket edişi sebebiyle kulluk, bağlılık, itaat, iradeye râm oluş anlamları kazanmıştır Kiriş ise, Tarısal irade ile kulluğun buluştuğu çizgidir Bu sebeple idamı gereken hakan ailesi mensupları, yay’a nisbetleri sebebiyle, ancak kendi yaylarının kirişiyle boğularak idam edilebilirdi Aksine davranmak Töre’ye aykırıydı…[10]

Çok kabaca tasvir edilen ok ve yay ilişkisi Türkler’in evren, Tanrı, devlet, halk, boy ve şahsî kimlik anlayışlarına uygulanmış ve Arab’ın devesine benzer yaygınlıkta Türk kültürünü ifade eden bir sembol kudretine yükselmiştir:

Tanrı (Kök Tengri) yaydır, kainat ona göre oktur Gökyüzü yay, yeryüzü ona göre oktur Yeryüzünde, yüzü güne dönük olan doğu ve güney yay, batı ve kuzey ok sayılır Doğu ve güney, göğe nispet edilen boylara, yani Bozoklar’a tahsis edilmiştir Kuzey ve batı ise, yeryüzüne nispet edilen Üçoklar’a …Burada bir tavzihte bulunmak gerekiyor “Bozok” telaffuzu, ses benzerliği dolayısıyla uzun zaman kelimenin ok kökünden geldiği zannını uyandırmıştır Oysa son zamanlarda Bozoklar’ın yayla temsil edilmelerine mukabil, kurulmamış yaya da bozuk denilmesi arasındaki ilişki fark edilmiştir Bozuk kelimesi, zamanın ve Türkçe ses uyumunun etkisiyle Bozok halini almış olsa da, kelimenin aslı bizce bozuk’tur (kelimenin galat-ı meşhur haline gelişinden ötürü biz de bunu kullanmaktayız) Yay iradedir ama, bu irade kendisini görünür ve etkin kılan okla bütünleşmedikçe anlamını kazanamamaktadır Hakanın idaresindeki devletin sağ kanadı yayı, yabgunun idaresindeki sol kanat ise okları teşkil eder Ancak ister Üçok, ister Bozok grubuna mensup olsun, her boyda bey yay, boy halkı ok durumundadır Ailede de baba yaydır, diğer fertler ok sayılır Babanın ölümü halinde miras varisler nezdinde her bir hissesine ok gözüyle bakılarak tanzim edilir Nişanlı genç kıza “oklu” denir [11] Ferdî planda ise “gönül yay, vücut oktur” “Gönül yay, akıl ok” şeklinde de tavsif olunmaktadır… [12]

Burada dikkat edilmesi gereken husus, yayın daima "Tanrısal irade"yi temsil ederken okla "kulluk" ve "tabi oluş"un belirlenmesidir Hatta, ok ve yay bütünleşmesi Türk mantalitesinde bir kozmik birliğe delalet ede gelmiştir Büyük Türk devletlerinin tam teşekküllü olgunluk devirleri için Çin kaynaklarında: “Ok ve yay birleşti” geleneksel ifadesine rastlanmaktadır [13] Bu anlayış İslâm’ın kabulünden sonra da devam etmiştir Üçoklar’a bağlı Kınık boyunun kurduğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bayrağında ok ve yaya tesadüf edilmektedir Selçuklular’ın ok ve yaydan anladıklarıyla Büyük Hun devletinin ok ve yaydan anladıkları aynı şeydir Daha ötesi, Selçuklu Tuğrul Bey’in Bizans’ta Emevîler’in yaptırdığı Arap Camii’ni tamir ettirdiği, mihrabına da “Allah” ve “Muhammed” kelimeleri yerine ok ile yay nakşettirdiğini biliyoruz…[14] Çok sonraları Sultan II Abdülhamid’in şahsî servetiyle inşa ettirdiği Beşiktaş’taki Ertuğrul Tekke Camii’nin mihrabına altınla ay yıldız resmettirmesi gibi…[15]

Eski Türkçe’de bugün kullandığımız –ler,-lar çoğul eklerinin görevini yapan bir ek daha vardı Bu ek –z harfiyle yapılmaktaydı İkiden ikiz, üçten üçüz, omuz, göz, biz, siz…kelimelerinde olduğu gibi Bu çoğul ekinin ok kelimesine de getirildiğini ve çok meşhur bir kelimenin bu yolla teşkil edildiğini görüyoruz: Oğuz! Oğuz kelimesindeki ğ harfi Türkçe’nin zaman içerisinde yaptığı bir tasarrufla başlangıçta k iken, ikinci aşamada g, sonra da ğ sesine dönüşmüştür Yani bugün Türklüğün sembol adlarından sayılan bu kelime aslında Töre’ye, "İl"e tabi, yani devlete ve hakana bağlı boy-lar demekti [16]

Gök-yer, sağ-sol, Bozok-Üçok nitelemelerini belirgin bir biçimde Oğuz Kağan Destanı’nda saklı duran şemada bulabiliyoruz Belirtmeliyiz ki Oğuz Kağan Destanı’nın sembolizmi bir hayli yoğundur: Kağan iki ayrı evlilik yapmıştır İlk evliliği gökten bir ışığın içinde inen hatunuyla olmuş ve ondan büyük oğulları ve Bozoklar’ın ataları diye bilinen Günhan, Ayhan ve Yıldızhan doğmuştur İkinci evliliği ise bir ulu ağacın içinden çıkan kız iledir ve ondan da Üçoklar’ın ataları sayılan Dağhan, Denizhan, Gölhan doğmuşlardır İlk hatununun göğe nispet edilmesine mukabil, ikincisi yere mensuptur Oğuz, böylece ailesinde gök ve yeri bütünleştirmektedir Oğuz adı bir şahsın adı olmayıp bir geleneğin, Töre’nin toplumuna gönderme yapıyorsa eğer; bu, bir tür tevhid toplumunu anlatıyor olabilir

Prof Dr Faruk Sümer’in bir dev sabrıyla toplayıp Oğuzlar adlı eserinde isabet ve dirayetle yorumladığı bilgiler bize göstermektedir ki, bu at çobanı topluluklar kendi aralarında son derece sağlam ve muazzam bir hiyerarşi oluşturmuşlar ve binlerce yıl bu büyük bir tarih yaratan geleneklerini kıskançlıkla korumuşlardır

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılmış olacağını ümit ettiğimiz boy teşkilatı ve her bir biriminin işleyiş mekanizması, en geniş Türk devletlerinin işleyişine paralel ancak ölçekçe farklıdır Merkezin kaybolduğu dönemlerde, bazen en uzak coğrafyalardaki Türk boylarının bile aynı model ve anlayışta devletler kurabilmeleri, o yapının ve Türk kimliği taşıyan toplulukların o yapıya olan inançlarının eseridir Çünkü kozmik yaklaşıma dayalı hiyerarşi bellidir Töre bellidir Kimin kime ne ile hükmedeceği, kimin kime ne için itaat edeceği bellidir

Bu konu sadece görünen bir biçim konusundan ibaret değildir O biçimi ayakta tutan ve en az biçim kadar uzun ömürlü olduğunu açıkça gördüğümüz bir inancın üzerine oturmuştur Hatta o inanç, biçime ruhunu veren, ondan daha güçlü bir potansiyeli ifade etmektedir Şamanizmin imkansızlığı bu noktadan bakıldığında da açıkça anlaşılır

Türk İnanmasına Dair

İnsanlık tarihindeki bütün beşerî sistemler, esas itibariyle insan anlamalarının, anlam kurma, yorumlama ve yaratmalarının eseridir İnsan anlaması dediğimizde temel eleman inanç kavramıdır İnsan, varlık aleminde inanma yeteneğine sahip tek varlıktır Uygarlık dediğimiz sistemler manzumesi, en dipten alındığında insanın inanma yeteneğinden kaynaklanırlar İnanma, çevresindeki akraba kavramlar bağlamında incelendiğinde kabul, varsayım, güven, niyet…gibi köklerden beslenmektedir İnanma, aslında aktif bir yaratma eyleminin kamufle edilmiş psikolojik merkezi gibi duruyor Dost-düşman, varlık ve hayat karşısında elde edilmesi gereken “gerçeklik duygusu” yani denge duruşunu kazandırmaktadır İnanmanın üzerine sırasıyla anlama, tecrübe, hüküm ve bilgi kurma yerleşmektedir Uygarlığın en temel elemanları olan dil, yazı, matematik ve mantık inanma yeteneği sayesinde var olabilen, inanabildiğimiz için kullandığımız, inanmaya devam ettiğimiz için de işler durumda kalan elemanlardır Yoksa tabiatta yani uygarlık alanı dışında kalan varlıklar aleminde rakam, kelime, yazı sembolizmi veya mantık önermeleri aramak abestir Yani insan, inanma yeteneği sayesinde yaratıcı özelliklerini belirleyen, herekete geçirebilen, koruyan bir varlık

Elbetteki insan inanması, zannedile geldiği gibi dogmatik, akıl dışı, tartışmaya kapalı bir mahiyet taşımaz Dikkatli ve derin bir anlama çabasıyla dogmatik zannedilen yapılara nüfuz edildiğinde, bunların gayet ciddî ve kapsayıcı bir muhakemenin sonucu olduğu görülür Bu muhakeme asırlar içerisinde toplumsal tecrübenin büyüme ve bütünleşme sürecinin eseridir Hiçbir inanç ve düşünceyi toplumsal nitelikleri dışında analiz etme şansımız yoktur Dolayısıyla inanmalar insan ve içinde yaşadığı toplumun zaruretleri, ihtiyaç, imkan ve mahrumiyetlerine bağlı olarak şekillenen mükemmeliyet ve ideal tasavvurları zemininde öz ve şekil kazanabilmektedir [17] Bu her toplum için geçerli teşekkül süreci bozkırdaki at çobanlarının yarattıkları inanç ve kavramlar için de geçerlidir [18] Yukarıda şematik bir yaklaşımla zikrettiğimiz boy teşkilatının hangi fizik metafizik ve beşerî realitelerden kaynaklandığını gördük Dolayısıyla ne tür soyutlamalar sonucunda hangi kainat tasavvurunu biçimlendirdiğini de anlayabiliriz İnsan üretimi düşünce ve inanç dünyasından bağımsız olamazMedeniyet denilen yapı, insan aklının açılımından meydana gelmektedir Yani boy teşkilatından onlu ordu örgütlenmesine ve bütün bir devlet donanımına kadar karşımızda duran yapıdaki modüler nitelik o hayat tarzı ve dünya görüşünün tabii bir sonucudur İç-el- Dış-el, İç Oğuz-Dış-Oğuz, Bozok-Üçok, merkez-çevre ayırımları bir sosyal ve siyâsî sistemin dinamizmini ve o sistemin işleyiş kolaylığını sağlamıştır Ama bu yapı asla mutlak bir katılık içerisinde yürümüş görünmüyor Şartlar zorladığında ihtiyacı cevaplandırabilecek en dış halkanın dahi merkez rolünü üstlenebildiği, esnek ve yüksek manevra yeteneği taşıyan bir modülarizmdir bu[19] Selçuklular’ı Üçoklara mensup yani Dış Oğuz’dan Kınıklar’ın kurması, ama siyâsî sistemin gene kendi felsefî bağlamlarını muhafaza etmesi tipik bir örnektir Üstelik Selçuklular’ın İslâmî döneme aidiyetine rağmen, orijinal Türk geleneğinin İslâmî yapıyı taşıyan bir alt sistem olarak devamı, İslami ekollerden de bütün mezhepler faal olmasına rağmen itikadda Maturidi’ye yönelirken, amelde örfe değer veren Hanefilik’i seçmesi, tasavvuf alanında da Vahdet-i Vücud eksenli öğretinin piri Hoca Ahmed Yesevi’nin yolunu tutması daha da düşündürücüdür İmanın kaynağına dair kabul ne kadar ilahi karakterde olursa olsun, anlamanın beşeriliği, kültürel birikime tabi oluşu burada da ortaya çıkmıştır [20]

Türk kurumlaşma modelinde sistemin ruhu "adalet (könilik)" kavramıdır [21] “Zor (zulüm) devlete girerse, Töre bacadan çıkar” diyor Kaşgarlı Mahmut [22] Sistemin ayakta kalması zulme geçit vermemesi sayesindedir İnsanlığın ezelden ebede hiç değişmeyen talebi güvenlik, adalet, iş birliği ve dayanışmadır Devlet bunun için vardır Dolayısıyla adalet ancak bir gücü arkasına almakla işlevsel olabilir Bu güç Türk ordusudur Adalet, örgütün alt birimleriyle üst birimleri ve genel gövde ilişkilerinin, görev ve sorumlulukların yani hukukun da korunması anlamına gelir Türk örgütlenmesinde her birimin kendi iç işleyişi bakımından özerk yapı taşıdığını görürüz; ama bunlar genel yapının da ayrılmaz mütemmim cüzleri olmaya devam ederler Bu hal Türk sosyal ve siyâsî yapısının yarattığı bir hayat dengesidir O denge toplumun genelinde tereddütsüz benimsenen bir bilinç ve kimlik idrakiyle korunmaktadır [23] Türk’ün dünyası hem “bir” hem de “çok”tur; hem “çok”tur hem de “bir”! Bu dünyaya dönük bir bakış geleneğidir Hem fizik hem de metafizik alanlara aynen yansımıştır Genel anlamda çoğaltmak yahut büyütmek işleminin Türkçe’deki adı “bir-iktirmek”tir Bu, dile yansıyan millî muhakemenin eseridir Bu tür kültür elemanlarını dikkate almayan salaş bakışlar sistemi görmez; tapıyı tesadüf eseri sanırlar Oysa asla tesadüf değildir Ordumuz bugün bile, anlamca en üst rütbe olarak er’liği görmekle beraber, erlerden kurulu mangadan orduya kadar her seviyedeki müfrezeye, genel bir yaklaşımla “birlik” demeye devam etmektedir

Dipnotlar:

* Bu makale, “Uluslararası Askeri Tarih Dergisi”, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, No: 87, Ankara 2007, s 31-62’de yayınlanmıştır

[1] Yılmaz Özakpınar, İnsan İnanan Bir Varlık, İstanbul 1999

[2] Geniş bir değerlendirme için bk “İnanma ve Yorumlama” başlıklı bölümS Başer, Toplumsal Aklı Anlamak, İstanbul, 2006

[3] Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s240-241,202-203

[4] Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Ankara, 1997, s105,106

[5] Osman Turan, Oniki Hayvanlı Türk Takvimi, İstanbul,1941

[6] Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s232

[7] age; s130, 223; ayrıca Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri Boy Teşkilatı Destanları, İstanbul, 1980, s3 ve Oğuz Kağan Destanı , satır 315 vd

[8] Mete (Motun) Han’ın Çin İmparatoru’na MÖ 176 da yazdığı mektuptan…Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, CI, s 441

[9] Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, s241 (Kafesoğlu bu yay tipine “reflexe” demektedir)

[10] Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Ankara 1999, s2-6, 14 Bu değerli çalışmada Türkçede yaklaşık 600 civarında mecaz harici ok ve okçulukla ilgili kelime, terim ve tamlama tesbit edilmektedir, s 391-430

[11] O Turan, “Eski Türklerde Ok’un Hukûkî Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten, IX/35, Ankara, 1945, s305-318; Oğuz Kağan Destanı, s305-355 satırlar; F Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri Boy Teşkilatı Destanları, İstanbul, 1980

[12] S Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Ankara,1990, s28

[13] Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, CI, s441

[14] Yücel, s14

[15] Bugünkü bayrağın anlamı hakkında bakınız: S Başer, “İstiklâl Marşımız ile Bayrağımız Arasındaki Ortak Mânâ Dünyası”, Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini, Haz156-164 Fevzi Kurtoğlu, Türk Bayrağı ve Ay Yıldız, Ankara 1992, s 142

[16] Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s 203

[17] S Başer, Toplumsal Aklı Anlamak

[18] Şerafettin Turan, “Askeri Tarih’in ‘Tarih’ İçindeki Yeri”, Birinci Askeri Tarih Semineri-Bildiriler, Ankara 1983, s13

[19] Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s223

[20] S Başer, Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı, İstanbul 1998, s28-50

[21] S Başer, Kutadgu Blig’de Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna, s97 …

[22] Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugat-it Türk, CIII, Haz: Besim Atalay, Ankara (tarihsiz),s120: “Küç ildin kirse Törü tünğlükten çıkar”

[23] Aydın TANERİ, Türk Devlet Geleneği, Ankara 1981, s46-48


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »
Konu Araçları Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş Arama
Görünüm Modları


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.