Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
akif, anısına, bölüm, ersoy, mart, mehmet, özel

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



Not: Bu bölümdeki yazı ve resimler "Bilim ve Aklın Aydınlığında EĞİTİM" adlı dergiden alınmıştır 12 Mart'ın İstiklal Marşımızın kabul yıl dönümü olması dolayısıyla forumumuzda Mehmet Akif Ersoy'un tüm yaşamının anlatıldığı özel bir bölüm olmasını istedim

Her milletin tüm insanlığa armağan ettiği büyük fikir ve sanat adamları vardır Bizim tarihimize damgasını vuran bu büyük şahsiyetlerden biri de Mehmet Âkif ERSOY'dur O, yakın tarihimizin bağımsızlık ve var olma mücadelesini tüm dünyaya Millî Marşımızla haykıran millî şair ve mütefekkirimizdir

Fikirleriyle, sanat, edebiyat ve kültür dünyamızı zenginleştiren, bu alanda derin izler bırakan, manevi dünyasıyla Türk milletine ve hatta insanlığa örnek olan millî şairimizin hayatını, sanatını, düşüncelerini, ideallerini ve edebiyatımızdaki yerini canlı tutmak ve özellikle genç nesillere tanıtmak gereği ortadadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



MEHMET ÂKİF ERSOY’UN ŞAHSİYETİNİN KAYNAKLARI

Her milletin yüksek şahsiyet sahibi insanları vardır, onları tanıtmak ve şahsiyetlerini hangi kaynaklardan beslenerek kazandıklarını araştırmak, eğitimcilerin başta gelen


görevleridir Mehmet Âkif Ersoy, modern Türk edebiyatı ve düşünce tarihinin kuşkusuz seçkin şahsiyetlerinden biridir Onu, şahsiyeti ve eserleriyle doğru tanımak, bugün yaşamakta olduğumuz sıkıntıları aşmada bize yol gösterecek düşüncelerin ipuçlarını yakalamak demektir

Mehmet Âkif Ersoy’un hayatına ve eserlerine baktığımızda, onun kelimenin tam anlamıyla bir “şahsiyet” olarak karşımıza çıktığını görürüz Hayat hikâyesi, eserleri ve onu yakından tanıyan arkadaşlarının hakkında yazdıklarından yola çıkarak bu şahsiyetin hangi kaynaklardan beslendiğini, zamanla nasıl oluştuğunu, eserlerine ve gündelik hayata ne oranda yansıdığını açıklıkla görmek mümkündür Buna göre onun şahsiyetinin üç kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz[*]Kur’an’lı ev,[*]Pehlivanlı mahalle,[*]Deneysel bilimli okul,
Bu kaynakları sırasıyla şöyle açabiliriz:

1 Kur’an’lı Ev:

Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen birinci kaynak “Kur’an’lı ev”dir

Âkif, İstanbul’un Fatih semtinde bulunan bir evde dünyaya geldi Bu evde Doğu Türkistan’dan, Buhara’dan İstanbul’a göç etmiş olan bir ailenin soyundan gelen Emine Şerife Hanım ile Batı Türklerinden, Arnavutluk’tan İstanbul’a gelen Tahir Efendi’nin kurduğu bir aile yaşıyordu Bu, içinde beş vakit namaz kılınan ve Kur’an-ı Kerim okunan bir evdi Çocuk Âkif, ilk din terbiyesini ve ileride gelişip serpilecek olan şahsiyetinin tohumlarını böyle manevi iklimde yaşayan bir aileden almıştır Bunu kendisi de belirtir:

“İlk din terbiyemi, ev, mahalle, ilk mektep ve rüştiye tahsilinde aldığım telkinler vermiştir Bilhassa evin bu husustaki etkisi büyüktür Annem çok ibadet eden ve günahlardan kaçınan bir hanımdı; babam da öyle () İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı”

Bu alıntıda özellikle son cümleye dikkati çekmek istiyorum Onun ailesi “ibadetin zevkini tatmış” bir ailedir Belli ki bu ailede yaşanan İslamiyet, bilime, içtenliğe ve umuda dayanan bir İslamiyet’tir İslam’a bağlılığı, cahilliğe, taklide ve korkuya dayanan bir kimsenin ibadetinden zevk duyması mümkün değildir Çocuk Âkif, anneciği Emine Şerife Hanım’ın tatlı sesiyle okuduğu Kur’an ayetlerini duya duya büyüdü Babası Tahir Efendi’nin onlar üzerindeki açıklamalarını ve düşüncelerini dinleye dinleye olgunlaştı Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını içinde yaşadığı bu “Kur’an’lı ev”, Mehmet Âkif’e ömrünün sonuna kadar hiçbir zaman soluklaşmayacak ve silinmeyecek birtakım şahsiyet özellikleri kazandırmıştır Bunların başında “samimiyet” gelir Mehmet Âkif Ersoy, şiirleri ile nesirlerinde anlattığı duygu ve düşüncelerinde kelimenin gerçek anlamıyla “samimi” olan bir şahsiyettir Bunu şiirlerinin, dolayısıyla sanatının en büyük hüneri sayacak kadar ileri götürmüştür:
Bana sor sevgili kârî, sana ben söyliyeyim
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri
Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım

Çocukluğunu, manevi iklimin hakim olduğu bu “Kur’an’lı ev”de yaşayan Mehmet Âkif’in küçücük kalbinde Kur’an-ı Kerim’e karşı uyanan bu ilgi, sonra onu ezberlemeye, daha sonra da Türkçe’ye çevirmeye kadar ilerleyecektir Daha da önemlisi bu kitap, onun şahsiyetine ve sanatına yön veren tükenmez kaynaklardan biri olacaktır Henüz yirmi iki yaşındayken yayımladığı ilk şiirinin “Kur’an’a Hitap” olduğunu biliyoruz:
Ey nüsha-i cân-ı ehl-i dinin!
Ey nâsih-ı şân-ı münkirînin!

beytiyle başlayan yirmi sekizlik beyitlik bu uzun şiir,
Pîrâye-i hâfızam sen oldun
Sermâye-i hâfızam sen oldun
Sensin hele ey kitâb-ı a’zam
Hâşâ buna hiç tereddüd etmem
Dünyada refîk u hem-zebânım
Ukbada muîn ü müste’ânım

beyitleriyle sona erer ve Mehmet Âkif’in hem günlük hayatının, hem sanatının onunla ne kadar kaynaştığını gösterir Mehmet Âkif, daha sonra başta Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakîm dergilerinde olmak üzere yazacağı makalelerinde ve yayımlayacağı şiirlerinde Kur’an”ıKerim’den seçtiği ayetlerden yola çıkarak duygu ve düşüncelerini yazmaya devam etmiş ve bu davranışını ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür

2 Pehlivanlı Mahalle:

Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen ikinci kaynak “pehlivanlı mahalle”dir Buna kısaca “spor”dur, diyebiliriz O, daha öğrencilik yıllarındayken yüzmek, atlamak, taş atmak ve koşmak gibi spor dallarıyla yakından ilgilenmeye başlamıştır Mehmet Akif’in yüzmeye karşı tutkunluğunu, arkadaşı Ali Rıza Uğur, “O, denizi gördü mü, biz de onun yüzdüğünü görürdük” cümlesiyle âdeta özetlemiştir Bu sporların arasında onun en çok ilgilendiği, şüphesiz “pehlivanlık”tır Ona pehlivanlığı mahallelerinde bulunan Kıyıcı Osman Pehlivan sevdirmiştir Bu zat, Mehmet Âkif’in ölümüne kadar münasebetlerini devam ettirdiği yakın dostlarından biridir Mehmet Âkif öldükten sonra Mithat Cemal Kuntay, artık çok yaşlanmış bulunan Kıyıcı Osman Pehlivan’ı ziyarete gitmiş ve Âkif üzerine konuşmuşlardır İşte Osman Pehlivan’ın gözüyle Mehmet Âkif’in çocukluğundan çizgiler:

“Âkif Efendi’yi çocukluğundan beri tanıyorum Ben ondan bir-iki yaş daha büyüğüm O, yaşça mahallemizin en küçüğü sayılır Fakat mahalle çocukları arasında üstünlüğü vardı Her şeyde onun sözü hâkim olurdu Beni çok severdi () Bir gün bana dedi ki:

-“Osman, ben iyi yapılı ve kuvvetliyim Acaba seninle güreşemez miyim? Sen, gel bana pehlivanlığı öğret Ben de sana okuma öğreteyim () Öyle yaptık O, pehlivanlığı öğrendi; fakat ben okuyamadım”

Mehmet Âkif, Mithat Cemal Kuntay ile konuşmalarında söz Kıyıcı Osman’dan açıldığında, onun, “Namık Kemal’in ümmî”si olduğunu söylermiş Vatanını Namık Kemal kadar coşkun bir duyguyla seven bu Müslüman adam, iki rekat namaz kılmadan hiçbir güreşe tutuşmazmış

İşte böyle bir pehlivan olan Kıyıcı Osman’dan güreş dersleri alan Mehmet Âkif, mahallede, mektepte, hatta yakın çevredeki köy ve kasabalarda güreş müsabakalarına katılmıştır Mehmet Âkif, pehlivanlığa sadece bir spor değil, “bünyenin fazileti” olarak bakıyordu Ona göre pehlivanlar “içki bilmez” ve “fuhuş tanımaz” temiz insanlardı Gençliğinde onu zararlı alışkanlıklara kapılmaktan “Kur’an’lı ev” ile “pehlivanlı mahalle” kurtarmıştır Başta pehlivanlık olmak üzere ilgilendiği sporlar, Mehmet Âkif’in bünye bakımından “sağlam”, ahlak bakımından “iyi” ve irade bakımından “kararlı” bir şahsiyet olarak yetişmesini kolaylaştırmıştır

3 Müspet İlimli Mektep:

Mehmet Âkif Ersoy’un şahsiyetini besleyen üçüncü kaynak “müspet ilimli mektep”tir Âkif, öğrenim hayatından bahsederken Fatih Merkez Ortaokulu’ndaki Türkçe öğretmeni Hoca Kadri’yi özellikle belirtir Abdülhamit döneminin (1876 – 1908) “hürriyetçi şahsiyetlerinden biri” olan bu zat, Mehmet Âkif’in şahsiyetini yoğuran önemli öğretmenlerinden biridir Bunu, “Bu zat, lisan itibariyle üzerimde çok etkileyici oldu” cümlesiyle bizzat kendisi açıklar

Mehmet Âkif, Merkez Ortaokulu’nu bitirince Annesi Emine Şerife Hanım, oğlunun medreseye gidip sarık sarmasını ve cübbe giymesini ister Medresede hoca olan babası Tahir Efendi ise:

“Hanım, medresede okuyacağı şeyleri, oğluma, ben evimde de öğretirim diyerek karşı çıkar ve oğlunu Siyasal Bilgiler Okulu’na yazdırır Beş yıllık olan bu okulun dördüncü sınıfına giderken Mehmet Âkif’in babası ölür Ailecek geçim sıkıntısına düşerler O sırada yeni bir mektep olan Mülkiye Baytar Mektebi açılır Bu mektepten çıkanların hemen iş bulacaklarına dair söylentilerin yayılması üzerine Mehmet Âkif, birkaç arkadaşıyla birlikte dört yıllık olan bu mektebe geçer Mehmet Âkif, Mülkiye Baytar Mektebi’nde “deneysel bilimler”le tanışır Bu tanışma ona eşya ve olaylara “bilim disiplini”yle bakmayı öğretir Ona bu disiplini kazandıran hoca, Rıfat Hüsamettin Paşa (1862 – 1921)’dır Rıfat Hüsamettin Paşa, mikrop kültürünü Paris’te “Pasteur (Pastör) (1822-1895)’ ün kendisinden almış, eli onun eline değmiş” ve bu yeni bilimi Mülkiye Baytar Mektebi’ne getirmiş bir hocadır Mehmet Âkif, Rıfat Hüsamettin Paşa’dan Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmekle kalmamış, onun insanlık için o “büyük feragatini” de dinlemiştir Bunun sonunda hem kendisine, hem ilmine karşı sevgi ve saygısı artmıştır

Deneysel bilimlere bu derin sevgi ve saygısı, Mehmet Âkif’e “realite”yi doğru olarak “gözleme” ve onu eserlerinde doğru olarak “anlatma” becerisini kazandırmıştır Programı geniş ölçüde deneysel bilimlere dayalı böyle bir mektepte okumaktan gelen gözlem, bilgi ve düşünce birikimi, onun şahsiyetinde realiteye bağlılık çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmış ve onu şiirimizin önde gelen gerçekçi şairlerinden biri durumuna getirmiştir:

“Âkif, okulda, seçtiği branş çerçevesinde, tabiata, realist bakışa, gerçeği olduğu gibi görme, olanı olduğu gibi gözlemeye alıştıVe hayat ve sanatı boyunca bunu uyguladı

Baytar mektebinden sonra meslek hayatı başlar Laboratuar ve mektep bilgisi, bizzat tabiat ve memlekette pratik alana götürülür Tabiatın patolojisinden cemiyetin patolojisine geçmek artık bir mizaç ve zihin yapısı, bir ülkü meselesi, o günün havası içinde bir gün meselesidir Müspet bilgi, eşyada “şimdiki zaman”ı gözler”

Bütün bunların yanında Mehmet Âkif’in şahsiyeti üzerinde görüşlerini yazan yakın arkadaşları ve tanıdıkları, onda şu özelliklerin de bulunduğunu belirtmişlerdir:

Mehmet Âkif, “vefalı”, “hür fikirli”, “taassup, istibdat, cahillik ve ümitsizliğe düşman”, “din konusunda müsamahası ve haksızlığa tahammülü olmayan”, “azim sahibi”, “sözünde duran”, “hasisleri ve meşrepsizleri sevmeyen”, “cömertliği ve tevazuu seven”, “hüsn-i hat ve musikiye meraklı olan” ve “geleceğe önem veren” bir şahsiyettir O, bütün bu özelliklere sahip olduğunu günlük hayatını bunlara uygun yaşamak suretiyle göstermiştir

Mehmet Âkif’in hem şahsiyeti, hem sanatı, milletimizin de gönülden benimsediği bu feyizli kaynaklardan beslenmiştir Bu sebeple onun şiiri, nesiller boyunca okunmuş, sevilmiş insanımızı ve gençlerimizi terbiye etmiştir Bugün de postmodernizmin getirdiği şüphe, tereddüt ve bunalım ortamında Safahat’ın yol göstericiliğine ihtiyacımız devam etmektedir

Recep Duymaz

Kaynaklar:
  • Lûtfi Öztabağ, Psikolojide İlk Adım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s173,174
  • Lûtfi Öztabağ, age, s 174
  • Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1982, s21
  • Özcan Köknel, age, s 61
  • Kaynakların adlandırılması, Mithat Cemal Kuntay’a aittir: Mehmet Âkif Ersoy, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Ankara 1986, s157
  • Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Âkif, Hayatı ve Eserleri, İkinci Basım, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, s 14; Recep Duymaz, “Mehmet Âkif Ersoy’un Eserlerinin Bibliyografyası”, Ölümünün 50 Yılında Mehmet Âkif Ersoy, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1986, s 225 - 252
  • Mehmet Âkif’in Kur’an-ı Kerim ile münasebeti için bkz: Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet Âkif ve Kur’an-ı Kerim”, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar-2, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul 1989, s 7496; Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Bîrun Yayınları, İstanbul 2000
  • Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, 4 Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1979, s 13,14

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



BİR OKUYUCU OLARAK MEHMET ÂKİF

Yakından tanıyanlar, Mehmet Âkif'i, hayatının değişik dönemlerinde ya birisinden bir kitabı okuyan ya da birisine bir kitabı okutan kişi olarak anlatmaktadırlar Etrafıyla sürekli bir okuma alışverişi içindedir o Bu alışverişi sağlamak için gerektiğinde, İstanbul'un bir semtinden uzak başka bir semtine evini taşımaktan geri durmaz Âkif'in, yakın dostlarıyla, haftanın belirli günlerini ayırdığı okuma zamanları vardır Bu okuma ilişkilerinin eğitimle bağlantılı bir yönünün bulunduğu muhakkak Fakat asıl, yaratıcı muhayyileyi harekete geçiren yönüne dikkat çekmek istiyorum ben Ayrıca, okutucu-kitap-okuyucu formülüyle ifade edebileceğimiz söz konusu okuma biçimi, şahıslarla sınırlı kalmayan bir boyuta sahiptir

Mehmet Âkif'i topluca ele alınca içimize doğan, bir ?kişilik?le karşı karşıya olma duygusudur Âkif'i tanımak, bu sağlam, sıkı, sahih kişiliği tanımak demektir Şair ve yazar Âkif'in nasıl bir okuyucu olduğunu anlamaya, bu kişiliğin bir boyutunu oluşturan okuyuculuğuna bakarak onu içerden tanımaya çalışalım

İsterseniz önce kütüphanesinden başlayalım Tanığımız Mithat Cemal Kuntay, ?şarlatan olmayan bir kütüphane? olarak tanımlıyor Âkif'in kitaplığını ve ekliyor: ?Bu ufacık kütüphanede okunmadık tek kitap yok? Sayıca fazla olmayan bu kitaplar hangileriydi? Bunu bugün tam bir liste hâlinde ortaya koyacak bilgiye sahip değilsek de, okuduğundan haberdar olduğumuz kitaplarına bakınca, Âkif'in okuma ilgilerinin boyutlarını aşağı yukarı hissedebiliyoruz Yakınında bulunanların Âkif hakkında yazdıkları yazı ve kitaplarda, bazılarının isimleri dağınık hâlde yer alan bu eserler, Âkif'in okuma ilgilerinin Türkçe, Fransızca, Arapça ve Farsça'nın imkânlarını kullanan, hem doğuya hem de batıya doğru açılan ilgiler olduğunu gösteriyor

Âkif-kitap ilişkisine tekrar dönelim Şişirme olmayan kitaplığındaki eserleri nasıl okuyordu Âkif? Cevabı Mithat Cemal veriyor: ?Kitabı önce toptan sonra tenkit ederek okur, dördüncü okuyuşta intihaplarını yapardı Az eseri çok okurdu O gece bir aralık, bir kitabı bitirmek kolay değildir, dedi?


Okumayla ilgili çözümlemelerimizin bu aşamasında belki de önce okumanın temel donesini oluşturan ?kitap? üzerinde durmalıyız Mithat Cemal'in Âkif için söylediği tarzdaki bir okumada, okunan kitabın bazı özelliklere sahip olması gerekir Her kitap böylesi bir okumaya cevap verecek yüksek vasıfları taşıyamaz çünkü Buradan okuyucunun bir özelliğine gidiyoruz: Seçicilik Böylece Âkif'in kütüphanesinin hacmi de bir yere oturmuş oluyor Bu az sayıdaki kitabın seçilmiş eserlerden meydana geldiğini düşünebiliriz Bir okuyucu için ?seçme? öncelikle, eseri ve yazarı seçme demektir Âkif örneğine bakarak okunan metinden bir iç seçme yapma anlamını taşıdığını da söyleyebiliyoruz İyi okuyucular söz konusu edildiğine göre, bu iç seçmenin okuyucudan okuyucuya değişebilen, zevke dayalı bir boyutunun bulunduğuna işaret etmemiz lâzım Zevk sahibi okuyucuların okudukları kitaplardan yaptıkları seçmeler, esere nüfuz etme güçlerini de gösterir Mithat Cemal'in Âkif için söylediği ?Edebiyatın en ücra yerlerini biliyordu? sözleri Âkif'teki nüfuz derinliğini göstermesi bakımından anlamlıdır

Âkif'in okumasının eğitimle ilgili bir tarafının bulunduğuna işaret etmiştim Bu tarafıyla okuyucu bir öğrenicidir Kitabı bütün girdisi çıktısıyla sonuna kadar tanımak; metnin okuyucuya açılmadık bir yönünün kalmaması anlamında bir öğrenmedir bu Okuyucunun kitabı bütünüyle avucunun içine alması, onu bu yönden bitirmesidir Ancak şunu hemen belirtelim ki yüksek vasıflar taşıyan bir sanat eseri için ?bitirme? sözünün görece bir anlam taşıması kaçınılmazdır Bir sanat eserini, bir sanat metnini bütünüyle bitirmek mümkün değildir Yeni bir bakış, farklı bir çerçeve içine yerleştirerek bakmak, daha önce farkına varılmayan bir boyutuyla diriltecektir o eseri

Zihnî aktivite bakımdan çalışkan bir okuyucudur Âkif Mithat Cemal'den izleyelim: ?Okurken de yazarken de başının bütün melekeleriyle çalışkandı ?Okudum' demesi ?anladım' demekti? Bu konuda Âkif için baş vurabileceğimiz bir başka tanık Ömer Rıza Doğrul da şöyle diyor:

?Âkif gibi okuyana nadir tesadüf olunur Bir eserden ne öğrenmek mümkünse hepsini öğrenmeden ve lâyıkıyla öğrenmeden, unutmayacak bir hâlde öğrenmeden eseri bırakmazdı Okuduğu her eseri birkaç kere okumaktan çekinmez, iyice anlamadığı her noktayı erbabına müracaat ederek lâyıkıyla anlamadan eseri bırakmazdı?

?Erbabına müracaat etmek? bir yönüyle bizi yine aynı noktaya sevkediyor: Öğrenme faaliyeti Yaratıcı muhayyilenin ürünü olan eserlerde bu yön, daha çok, eserin içine oturduğu kültürel dokuyu ifade etmektedir

Tekrar başa dönerek okuma ediminin okuyan-eser (metin) olarak belirlenebilecek basit biçimi yanında okuyan-metin-okutan şeklinde formülleştirilebilecek üçlü durumuna işaret etmek istiyorum Âkif, hayatının çeşitli dönemlerinde erbabından bazı eserleri okuduğu gibi (Mesela Musa Kazım Efendi'den Şeyh Bedrettin'in Vâridat'ını okumuştur) kendisi de yetişme kabiliyeti gördüğü gençlerle ilgilenmekten geri durmamış, onlara bazı kitapları okutmuştur (Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Emin Erişirgil, Mahir İz isimleri sayılabilir ilk anda) Mahir İz, böyle bir okuma başlangıcını şöyle anlatıyor: ?Aynı vapura bindik ?İkbal bana Peyami Meşrık'ı göndermiş, ben iki kere okudum, güzel kitap İstersen bir kere de beraber okuyalım' dedi; memnuniyetle şükranlarımı bildirdim Salı günlerini buluşma günü olarak kararlaştırdık Bir salı kendileri geliyor, bir salı ben gidiyordum Kitabı ben okuyor, o dinliyordu? Âkif, hem teklifi yaparken hem de uygulama aşamasında, işin bir hocaöğrenci ilişkisi görünümü kazanmamasına, teklifsiz bir şekilde gerçekleşmesine dikkat ederek büyük bir tevazu örneği de vermiş oluyor

Mahir İz'in hatıraları arasında ilgi çekici bir üçlü okuma örneği daha var Onu da alıntılayarak bu konunun başka bir yönü üzerinde durmak istiyorum ?Bizim evde muallim arkadaşlarımızla her akşam yapılan toplantıya bir gece ?bir düğün münasebetiylekimse gelmedi Ben de yalnız oturmaktansa Dergâh'a [Ankara'daki Tacettin Dergâhı kastediliyorÂK] gittim Baktım, Üstad bir sedirin üstünde bağdaş kurmuş, Münir Bey de karşısındaki bir yer minderinde diz çökmüş, elindeki Hâfız Divanı'nı okuyordu Ben kapının yanındaki bir yer minderine oturdum, dinlemeye başladım Münir Bey durakladıkça Âkif Bey gazeli kaldığı yerden alıyor ve ezbere tamamlıyordu Elinde kitap yoktu Bu hâl, ders bitinceye kadar belki üç, beş, on kere devam etti Ben Âkif Bey'in hafızasına hayran kaldım Ertesi sabah bize gelince bu hayretimi kendisine açtım ?Münir'e onsekizinci okutuşumdur' dedi Yani on yedi kişiye daha evvel okutmuş, on sekizincisi Münir Bey'miş?

On sekiz sayısına ulaşacak kadar bir kitabı başka birine okutmak Bu okutmalar Âkif için de birer okumadır aynı zamanda Burada okuyanların her seferinde değişiyor olmasını da düşünmek lazım Âkif, bir yönüyle öğretici konumundadır bu okumalarda Fakat Âkif'i ?okutanokuyucu? durumuyla ele alalım O, şahıs olarak bir bilgi taşıyıcısı ve aktarıcısı değildir yalnızca Bir şair (sanatçı) duyarlılığına sahiptir aynı zamanda Ayrıca söz konusu olan metin (Hafız Divan'ı) de önemlidir Sıradan bir eser değildir o Şöyle bir tablo çıkıyor önümüze: Üstün vasıflar taşıyan bir sanat eseri, yaratıcı muhayyileye sahip bir büyük şair tarafından, her seferinde yeni bir algılayıcı muhayyileye sunulmaktadır Bireysel olarak bu okutmanın (okumanın) Âkif'in sanatçı kişiliğine katkısını tahmin etmek güç olmasa gerek Kendi orijinalitesini keşfetmiş bir şair için, etkilenme denemez bu katkıya; onun buluşçu tarafının beslenmesidir bu okuma Metin okumayı bir dış akış olarak değerlendirirsek, sanatçının kendi iç akışı beslenip tazelenecektir bu anda

Yukarıdan beri üzerinde durduğumuz ve bir yönüyle Âkif'in hayatındaki kişisel biçimlerini ortaya koyduğumuz bu okuma şeklinin, bir başka yönden bakıldığında, Mehmet Âkif'in dışında gelişen bir çerçeveye sahip olduğu görülmektedir Topluma ait kültürel yaşantı dairesidir bu Söz konusu okuma modelini, o bağlamın bir unsuru olarak da kısaca ele almamız gerekiyor

Birgün Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya Kemal'e ?Neydi bu eskilerin hayatı acaba, nasıl yaşarlardı?? diye sorduğunda ?Gayet basit? der Yahya Kemal; ?Pilâv yiyerek ve mesnevî okuyarak Medeniyetimiz pilâv ve mesnevî medeniyetiydi? Bu sözlerdeki Yahya Kemal'e has sadeliğe dikkat çekmek isterim Yahya Kemal, eski hayatı, üstün bir sadeleştirme gücüyle, iki unsur etrafında canlandırıyor Bir insan portresini, maddesi ve manasını besleyen iki öğeyle şekillendiriyor Vazgeçilmez bir öğesi olarak toplumumuzun mutfak kültürünü temsil eden pilavı şimdilik bir yana bırakalım Konumuz bakımından okuma edimine işaret eden ?mesnevî?yi ele alalım Gerçi ilk elde ?mesnevî? burada bir türü adlandırıyor Ancak, tür adını kendine özel ad hâline getirmiş olan Mevlâna'nın eserini de çağrıştırmış oluyor Mevlâna'nın Mesnevi'si, Âkif'in on sekizinci defa bir talebesine okuttuğunu öğrendiğimiz Hafız Divanı gibi, eski kültürümüzün klasikleri arasındadır Bunlara Sâdi'nin Bostan ve Gülistan'ını da ekleyebiliriz Adını andığım bu eserler, ehli tarafından, bahsettiğim okutma yöntemiyle, yüzyıllar boyunca okunagelmiş eserlerdendir Şerh yazma geleneği de bu okuma zincirinin bir parçası gibidir

Bu hatırlatmalardan sonra Mehmet Âkif'e dönerek dönemin yatay bir kesitini alırsak, Âkif'in böyle bir okuma terbiyesinin ucunda duran konumunu da tespit etmiş oluruz O, kendi kültürel kaynaklarıyla içten bir ilişkinin adamıdır Dönemi ve Âkif'in moderne açılan yüzü düşünülürse onun, milletine ait kültürel kaynaklar karşısındaki bu konumunun başlı başına bir önem taşıdığı ortaya çıkacaktır Âkif'in geleneksel kültürle ilişkisinin içten yanına özellikle dikkat çekmek istiyorum ?Bildiklerini iyi bilme? bu okuma terbiyesini tanımış olan yazarların bir özelliğidir ?Sağlam, sıkı yapı? sözlerimizin karşılığıdır bu özellik

Âkif'in kendi kültür değerlerimiz karşısındaki ?içerden? konumuna işaret ettik Buna ilave olarak ?içerden fakat içine kapalı değil? diye de eklememiz gerekir Onun, Fransızca ile sembolleştirdiğimiz, kişiliğinin batı kültür ve edebiyatına açık boyutunu hiçbir zaman gözden kaçırmamamız gerekir
Alim Kahraman


KAYNAKÇA
  • Mithat Cemal, Mehmet Âkif, İstanbul 1939
  • M Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul 1956
  • Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975
  • Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1963

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



HALKIN ÇAĞDAŞ ŞAİRİ

Mehmet Âkif, hayatı boyunca halktan biri olarak yaşamış, bu yaşayış tarzı çeşitli şekillerde şiirlerine de yansımıştır Esasen, edebiyatı toplumun yararına bir araç sayan şairin bu endişelerinin eserlerinde görülmesi gayet doğaldır

Âkif'in, 1906-1910 yılları arasında yazdığı Küfe, Meyhâne, Mahalle Kahvesi, Hasır, İstibdat, Kör Neyzen, Hürriyet, Ahiret Yolu gibi karşılıklı diyaloglarla gelişen manzum hikâye tarzındaki şiirlerinde sosyal konular işlenmiştir Daha sonraki yıllarda, siyasî gelişmelerin de etkisiyle, şiirlerinde ?var olma-yok olma? savaşı veren halkı uyaran, uyandırmaya çalışan fikirlere yer vermiştir Bu dönemki şiirlerinde, önceleri, baştan sona sosyal içerikli manzum hikâye tarzındakiler kadar olmamakla birlikte, yer yer toplum hayatından tablolar çizdiği görülür Halk hayatının, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi'nin eserlerini aratmayacak derecede canlı, gerçekçi tespit edilmiş olmasını o devirde görülen realizm akımının etkisine bağlamak mümkünse de, şairin kudret ve kabiliyetini, halkın içinden birisi oluşunu da unutmamak gerekir Sanatına ?hakikat, hayat ve müşahade?nin hâkim olduğunu söyleyen Âkif, bu konuda şöyle diyor: ?Muharrir için en sağlam esas, hakiki hayattan aldığı intibâlardır () Avam arasında muhâvereler yürütmek mi istiyorsunuz? Halkın arasına karışınız; bir taraftan çenesi düşük adamları, bilhassa kocakarıları dinleyiniz Bir taraftan da söylenen sözleri edâsıyla telâffuzu ile beraber zabtediniz?

Âkif'in, bu söylediklerini şiirlerinde başarı ile uyguladığını bilmekteyiz Öyle ki, ?Mahalle Kahvesi? isimli şiirini okudukları zaman, kahve sahibinin ?Bu herif, muhakkak böyle kahvelerde yetişti? dediği meşhurdur

Mehmet Âkif, halk ve köylüye çok önem verir, yazarların onlara hitap eden eserler yazmamasından şikâyet eder: ?Erbâb-ı fikir ve nazarımız hayâlen göklerde uçarlar da, nasîb-i nûrunu maddeten bağlı bulunduğu topraktan bekleyen şu halkı bir kere olsun hatırına getirmezler Hepimizin velinimeti bulunan köylü dediğimiz sınıf-ı müstahsili hiç düşünmemek, zavallıya hâlâ Âşık Garip'ler, Âşık Kerem'ler okutmak en büyük bir vazifesizlik olmuyor mu?

Halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi gerektiğine inanan Âkif, bu yolda eser veren Köy Hocası'nı yayıncısı Vahid Bey'i ve Hüseyin Kâzım Bey'i çok takdir eder

Yüzyılların ihmali sonucu her bakımdan perişan durumda bulunan köylüye mutlaka sahip çıkmak gerektiğini söylerken, Âkif'i çağının çok ilerisinde görüyoruz: ?Hem bugün köylüyü düşünmek meselesi bir hamiyyet meselesi değil, doğrudan doğruya hayat meselesidir iyi bilmeliyiz ki, asırlardan beri muttasıl sağmak istediğimiz o zavallıda artık ne can kalmıştır, ne kan Yanına sokulursanız ayakta duracak mecâli olmadığını görürsünüz ihmâl-i hâzırın biraz daha devamı bîçâreyi hâk-i helâke serecek?

Medreselerin yozlaşarak eski işlevini kaybetmesi sonucunda, halkı aydınlatacak hocaların kalmayışından yakınan Âkif, aydınların onu insan bile saymadığını, hocalarla halkın arasındaki ahengin bozulduğunu, bunun telâfisinin imkânsız olduğunu belirtir:
-Be Hocam,

Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demed

Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik

Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?

Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka

Köylüden milletin evlâdı kaçarkan yan yan

Sizdiniz köydeki unsurla berâber yaşayan

Rûhunuz halkımızın köylümüzün rûhuna de

Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes'ûd âhek

Biz bu âhengi harâb etmeyecektik, ettik;

Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik
Âkif, ?halk adamı? olduğunu istiklal Savaşında da göstermiştir ?Cami?nin, halk hayatını düzenleyen bir kurum olarak rolünü çok iyi görmüş, vaaz kürsüsüne çıkmıştır Halkın nabzı camilerde atmaktadır Balıkesir'de Zağanos Paşa Camii'nde, Kastamonu'da Nasrullah Camii'nde, Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde yaptığı konuşmalar ve okuduğu şiirler halk üzerinde olumlu etkiler yapmıştır Mustafa Kemal Paşa'nın karizmatik liderliğinde zafere ulaşacak olan Millî Mücadele'de Âkif de cami kürsüleri aracılığıyla kamuoyunu yönlendirmiştir


Âkif'in ?halk adamı? oluşuna bir örnek daha vermek istiyoruz Onun gençliğinde kıspet giyip meydanlarda yağlı güreşe çıktığını biliyoruz

Öyle ki, meşhur Kıyıcı Osman Pehlivan ile dostluğu ölesiye devam etmiştir Ölüm döşeğinde ziyarete geldiklerinde fevkalâde bir iyileşme hâli gösterdiği, bu ziyaretin onu bir iki gün zinde tuttuğu düşünülecek olursa ruhundaki bu sevgi daha iyi anlaşılır

Buraya kadar, Mehmet Âkif'in ?halk adamı? özelliğini ve halka, köylüye dair fikirlerini gösterdik Şimdi ise, bu hususların şiirlerine ve üslubuna nasıl yansıdığını görelim

Halkın Dili

Âkif, halk hayatını ve problemlerini ele alırken halkın konuştuğu dili kullanır Bu, onun anlatmak istediklerini halka ulaştırabilme arzusundan kay naklanır Dilde sadelik yanında, atasözü, deyim, tabir ve argo kelimeleri de kullanmaya özen gösterir: Kalırsa el beğenir, ölürse yer beğenir, kurunun yanında yaş da yanar, ?pardon? çıkalı eşeklik mübah oldu, ortada fol yok yumurta yok, geçmişe mâzi derler, bal demekle ağız tatlanmaz, çivi çiviyi söker, iyilik et de denize at, balık bilmezse Hâlık bilir, yer pek gök yüksek, eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri, kale içinden alınır, iki el bir baş içindir, takke düştü kel göründü, selâmun aleyküm Kör Kadı, ağzı yok dili yok, besmelesiz, ağzı kara, parmağı ağzında kalmak, it damarı tutmak, çam devirmek, tıngır elek tıngır saç, sıfırı tüketmek, zıpçıktı, zırzop, zibidi, kıyak

Âkif'in atasözlerine olan merakını biliyoruz Hafızasındaki zengin atasözü hazinesinden sohbetlerinde çokça faydalanır Bu hususta annesinden çok istifade etmiştir Karısının da bu yönünü beğenir Mısır'daki dostlarından ihsan Efendi'ye, ?Sizin Yozgat'taki atasözlerini toplasan ne güzel olur? demiş, o da bir hayli toplamış Âkif ziyadesiyle memnun kalmış

Âkif halk hayatına ait tasvirler yaparken türkü ve mâni söyleyenlerle ilgili ayrıntıyı da tespit etmeyi ihmâl etmez Hurafe olduğunu belirtmek için de olsa, halkın bazı âdet ve inanışlarını zikreder:
- Bak anne, aydede bak bak!

- Aman da maşallah

Değirmi tabla kadar var

- Susundu Ayşe günah

- İlâhi teyze tuhafsın, neden, günah olacak?

- Günah dedim ya bırak şimdi

- Haydi sen de bunak

*

O rasad-hâne-i dünya, o Semerkant bile

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:

Ay tutulsun, ?Kovalım şeytanı kalkın!? diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek

*

İnmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyle bilin

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için

Yukarıdaki örneklerde ayı parmakla göstermenin günah olduğu, ay tutulunca davul-dümbelek çalarak şeytanı kovmak gerektiği gibi inanışlarla ?Kur'an falı? geleneği söz konusu edilerek bunların hurâfe olduğu belirtilmektedir ?Mahalle Kahvesi? şiirinde de duvarlardaki halk resimleri ve beyitler ayrıntılı şekilde tespit edilmiştir Bunlar Köroğlu, Şah ismâil ile Gülizar, Kerem ile Aslı, Ferhad ile Şirin gibi halk hikâyelerinin belli safhalarını; Ahmedü'r-Rüfâî, Hacı Bektâş-ı Veli gibi tarikat ulularının menkabelerini konu alan halk resimleri ?âh min-el-aşk? yazılı resim-yazı, halk zevkini yansıtan değişik beyitlerdir
Duvarda türlü resimler, alındı Çamlıbeli,

Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli!

Arab Üzengi'ye çalmış Şah İsmâil gürzü

Ağaçda bağlı duran kızda işte şimdi gözü

Firaklıdır Kerem'in ?of!? der demez yanışı,

Fakat şu ?âh min-el-aşk?a kim durur karşı?

Gelince Ezrakabânû denen âcûze kadın

Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd'ın!

Görür de böyle Rüfâî'yi elde kamçı yılan

Beyaz bir aslana binmiş durur mu hiç dede can?

Bakındı bak Hacı Bektaş'a, ?Deh!? demiş duvara!

Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra

Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver

Hayır, hülâsâsı kâfî yekûnu ömre sürer:

Bedâheten kurulan herze-pâreler ki düşün,

Epey zaman daha lâzımdı herze olmak içün

Yine ?Mahalle Kahvesi?nde, kahvecinin dolaplarını tasvir ederken ?halk hekimliği?ne dair bazı hususlar zikredilmiştir:
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz,

Onun yanından kan almak için beş on boynuz

İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar

Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr!

Âkif'in halka hitap etme arzusundan dolayı şiirlerinde mizah unsurlarına yer verdiğini sanıyoruz Şüphesiz bu şairin kişiliği ile de ilgili bir özelliktir Ancak, çeşitli mesajlar taşıyan uzun şiirlerini halk kitlelerine sıkmadan okutabilmek için, yeri geldikçe arada konuya uygun fıkralara yer vermesi bilinçli bir davranıştır Esasen, edebiyatta faydacılığa inanan Âkif'in Doğu kültüründe var olan -meselâ, çok sevdiği Sâdî ve Mevlânâ'da olduğu gibi- ?kıssadan hisse? geleneğini benimsediği anlaşılıyor

Fıkra gelsin mi?
- İşin fıkracılık zâten imam13

*

- Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi

*

- Yine bir fırka mı yerleştireceksin araya?

gibi mısralar onun bu işi bilerek yaptığını göstermektedir
Cemal Kurnaz

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



MEHMET ÂKİF’TE MİLLET KAVRAMI

Mehmet Âkif, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında etkili olan fikrî ve siyasi akımlar içerisinde, II Meşrutiyetten sonra yayımlamaya başladığı şiirleri, İslam dünyasından çeşitli fikir adamlarından yaptığı çeviriler ve diğer yazılarıyla İslamcılık ideolojisinin ısrarlı takipçi ve savunucularından biridir Ancak, özellikle Birinci Dünya Savaşı içerisindeki Arap isyanının, bu idealin gerçekleşme imkânının bulunmadığını ortaya koyması, Mehmet Âkif’i, kendisini “Müslüman Türk” olarak tanımlayan ve Batılı emperyalist devletlerin saldırılarına bu tanımın kazandırdığı motivasyonla karşı koyan Türk milletinin sözcüsü olma konumuna getirmiştir Başka bir deyişle, II Meşrutiyet döneminde İslamcı ideolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Âkif, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele sürecinde, Türkçülük fikrinin bazı temel yaklaşımlarını benimsemiştir İstiklal Marşı bu yeni yaklaşımın son ve en önemli belgelerinden biridir Ancak bu yeni yaklaşımın Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin savunuculuğunu yaparken aldığı tavra çok da aykırı bulunmadığını belirtmek gerekir Esasen Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu ve İslamcı yazar ve fikir


adamlarının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim dergisi, bir yayın politikası olarak daima Türkiye dışındaki Türk dünyası ile ilgilenmiştir Söz konusu derginin koleksiyonu incelendi ğinde bu durum açıkça görülmektedir Bu dergi çevresinde toplanan, Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu İslamcı aydınların bazıları, ılımlı bir Türkçülüğü reddetmemişlerdir Bu yüzden, konuyla ilgili bir çok çalışması bulunan ve İslamcılık üzerine doktora tezi hazırlamış olan İsmail Kara, bu aydınların o dönemde “Türkçü İslamcılar” olarak nitelendirildiklerini belirtmektedir

Bunların çoğu, Mehmet Âkif gibi, Millî Mücadeleyi desteklemişlerdir Millî Mücadeleye bizzat katılan Mehmet Âkif, bu mücadele sonucunda kurulacak yeni rejimin Türk unsurunu temel alan bir millî devlet yapılanmasına gideceğinin bilincindedir Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine katılması ve İstiklal Marşını yazmış olması, onun, millet iradesini yönetim anlayışının temeli kabul eden bu yeni yapılanmaya gönüllü olarak katıldığını göstermektedir Öte yandan, Millî Mücadele yıllarında İslamî duyarlık bu mücadelenin önderlerince sürekli diri tutulmaya çalışılmıştır Ancak siyasî anlamıyla “İslamcılık”ın artık yürürlükte tutulma imkânı kalmadığı ortaya çıkmıştı ve Mehmet Âkif de elbette bunun farkındaydı

Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin hararetli savunucularından biri iken, İslam’ı dışlamayan bir milliyetçilik fikrine yaklaşması, işte bu süreçte, büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir Şiirlerine kronolojik olarak baktığımızda, 1915-1916 yıllarına kadar onun İslam dünyasının siyasi birliği fikrine hâlâ inandığı “millet” kavramıyla bütün Müslümanları kastettiği görülmektedir Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabında yer alan 1913 yılına ait bir şiirinde onun “İslam milleti” fikrini savunmaya devam ettiğini görüyoruz:
Hani, milliyyetin İslam idi Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine
()
Arabın Türke; Lâzın Çerkes’e, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel‘în ediyor Peygamber
(Hakkın Sesleri, Üç beyinsiz kafanın)

1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde şiirinde, Mehmet Âkif’in, yukarıda sözünü ettiğimiz, siyasi anlamıyla İslam birliği fikrinin gerçekleşme imkânının kaybolmasından duyduğu üzüntü ve karamsarlık açıkça görülmektedir Fakat 1915’te yayımlanan ve Çanakkale direnişinin şairde yarattığı coşkunlukla son bulan Berlin Hatıraları’nın da içinde bulunduğu kitabındaki şiirlerde, önceki şiirlerindeki karamsarlığın dağılmaya başladığını görürüz Bu kitaptaki şiirlerde Âkif artık İslam birliği fikrinin hararetli bir savunucusu değildir Ve onun bu kitapta yer alan bir şiirinde ilk kez “ırk” kavramını kullandığını görürüz Burada ırk sözüyle onun münhasıran Türk milletini kastettiği belki söylenemez Çünkü bu kelime o tarihte henüz bir kavram olarak sonradan alacağı anlamı kazanmış değildir Fakat bu şiirde artık siyasi İslam’ın yerini “Müslümanlık”ın aldığı açıktır:
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse hep
makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr,
Çok değil, ancak necib evlada layık tek şiar

Âkif’te millet kavramının değiştiğinin en somut örneği ise, hepinizin bildiği gibi, İstiklal Marşı’dır Bu şiirde artık “millet” bütün Müslümanları değil, Millî Mücadeleyi gerçekleştiren Türk milletini ifade edecek şekilde kullanılmıştır Aynı şiirde “ırk” kavramı da bu kez açıkça karşılığını bulmuştur Başka bir deyişle, “ırk” ve “millet”, Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında aynı anlama gelmeye başlamıştır

Mehmet Âkif’in, 1915 yılına kadar İslamî ve bu tarihten sonra millî bir kimlik olarak tanımladığı “millet” karşısındaki tavrıdır Şairimiz, Balkan Savaşlarından Çanakkale direnişine kadar olan dönemde büyük bir karamsarlık içerisindedir ve âdeta milletten umudunu kesmiştir Bunda kuşkusuz Rumeli ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi ve bu duruma yeterince karşı konulamamasına duyduğu tepkinin belirleyici bir rolü vardır 1915’ten önceki tarihlere ait birçok şiirinde, milleti oluşturan unsurlar (din adamları, aydınlar, bilim ve devlet adamları, askerler…) tahkir ve tezyif edici, aşağılayıcı ifadelerle anılmaktadır Örneğin Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum hikâyede, II Meşrutiyetten önceki ve sonraki yıllarda İstanbul’un durumunu anlatan şair, “kışla, daire, mektep, medrese, kılıç ve kalem” gibi sembolik kavramlarla ifade ettiği toplumsal sınıfları tam bir bozulma ve çürümüşlük hâlinde tasvir eder:
Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyaset ki didiklerdi eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayasızlara pîr,
Haydi Mabeyn-i Hümayun’a! Ya bâlâ ya vezir!
Ümmetin hâline baktım ki yürekler yarası,
Ne bir ekmek yedirir iş ne de ekmek parası
Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem Her ne sorarsan, hep yok!
()
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu
Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kadıasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, adî;
Ne Hüdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi
Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!

Siyaset, sivil ve askerî bürokrasi, ordu ve bilim-eğitim kurumlarındaki bu bozulmanın yanı sıra halk da her şeye boş vermiş ve vurdumduymaz bir hâldedir:
Yoklayım şimdi avamın da biraz
Nedir efkârı dedim Hey gidi vurdumduymaz
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,
“Ne gelenden haberim var, ne gidendenhaberim;
Serseri kevne geleliden beri sersem gezerim!”

Bütün bu vaziyet dolayısıyla, İstanbul’dan uzaklaşan ve İslam dünyasının çeşitli bölgelerini dolaşan, bu manzum hikâyenin anlatıcısı konumundaki kişi3, Hindistan’da iken, II Abdülhamid’in anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu, yani II Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyunca buna inanamaz Çünkü ona göre özgürlük ancak onu elde etme uğrunda çaba gösteren bir milletin elde edebileceği bir şeydir Türk milletinde ise ne böyle bir istek ne de böyle bir çaba vardır

Mehmet Âkif, 1912 yılına ait bu şiirde bütün toplum kesimleriyle olumsuz ve karamsar bir ba kış açısıyla tasvir ettiği milleti, aynı yıllarda kaleme aldığı diğer birçok şiirinde de aynı karamsarlıkla anlatmaya devam edecektir Bu tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda onun, içinde bulunduğu feci durumu kavrama yetisinden mahrum bulunduğunu düşündüğü milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”, “meyyit”, “dilenci”, “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabındaki bir şiirde bu imajların şu şekilde kullanıldığını görüyoruz:
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana Eller de senin baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana Sen böyle değildin
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?
()
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş Batıyormuş!”
Lâkin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam” demiyor bir tarafından!

Aynı kitapta yer alan bir başka şiirde yine “leş” imajıyla karşılaşıyoruz:
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslam’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde adlı eserinde şair, millet için yine “leş” ve
“cenaze” imajını kullanır Söz konusu eserin anlatıcısı durumundaki vaiz, İslam dünyasını oluşturan milletleri “Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar” hâlinde görür Yine bu milletler “esaretiyle mübahî”dirler Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslam dünyası “bir yığın leş”ten ibarettir Milletlerin içindeki yeri “dilenci mevkii”dir Sadece günü kurtarmak için “şeref, şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet, hak, vicdan” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir:
Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;
Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler
()
Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;
Esaretiyle mübahî zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar
()
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar
Atâletin o mülevves teressübâtı bütün
Nümune işte biziz Görmek isteyen görsün!

Mehmet Âkif’in “millet” hakkındaki bu olumsuz bakışının değişmeye başladığını, 1915’te yayımlanan Hatıralar adlı kitabındaki bazı şiirlerde görmeye başlıyoruz Örneğin Hatıralar’ın ilk manzumesi olan, Bakara Suresi’nin 286 ayetinin yorumu şeklinde yazılmış şiirde şair, milletinin yüzyıllar boyunca İslam’ın koruyuculuğunu yaptığını hatırlatarak, bu milletin Allah’ın “bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban” olduğu hâlde bugün felaketten felakete sürüklenmesinden duyduğu acıyı anlatır ve “Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken” yeni bir savaşla karşı karşıya kalmasının bir bakıma bu milletin hak etmediği bir sonuç olduğunu söyler Fakat -Birinci Dünya Savaşını kastederek “bu cehennem”in bile onu yıldıramadığını, “kum dalgalarından”, “çöller”den, “kar kütlelerinden” “bir çağlayan gibi” geçmekte olduğunu belirtir Böylece milletten söz edilen mısralarla başlayan şiir, milletin orduya dönüşmesiyle, mukaddesleri uğrunda korkusuzca ölüme atılan ordunun zaferi hak ettiğini belirten mısralarla sona erer:
Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,
Vermezsen İlâhî, dökülen hûnu hederdir!

Şiirin bu ikinci kısmı, daha sonra Âsım adlı eserinde göreceğimiz, Çanakkale şehitlerine hitap eden parça ve İstiklal Marşı ile benzerlik göstermektedir

Yine Hatıralar adlı kitabında yer alan Berlin Hatıraları şiirinde de, yukarıda sözünü ettiğimiz Süleymaniye Kürsüsünde adlı eserde diğer kurumlarla birlikte bozulmuş ve çürümüş olarak gösterilen ordu ve millet “Muazzam ordumuzun en muazzam evladı” olarak nitelenir Ve başlangıcı karamsar olan bu şiir, Çanakkale direnişini gerçekleştiren askerlerin dilinden, şu mısralarla sona erer:
Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Aşıp da kaplasa afakı bir kızıl sârsar;
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!

Bu olumlu bakış, Mehmet Âkif’in bir sonraki şiir kitabı Âsım’da da devam eder Köse İmam ve Hocazade adlı iki kişinin karşılıklı konuşması biçiminde düzenlenen bu uzun manzum eserde, eski nesli temsil eden Köse İmam’ın –ki onun Mehmet Âkif’in eski ruh hâlini temsil ettiğini de söyleyebiliriz milleti “leş” olarak nitelemesine Hocazade –ki o da Mehmet Âkif’in yeni ruh hâlini temsil eder karşı çıkar Ona göre millet “dipdiri”dir Sadece biraz “dalgın”dır, elinden tutan ve yol gösteren olduğu takdirde kurtuluşunu gerçekleştirecektir Çanakkale şehitleriyle ilgili meşhur mısraların da bulunduğu Âsım’da, Âkif’in millet konusundaki olumsuz ve karamsar tavrının nasıl değiştiği, yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz Hakkın Sesleri ve Hatıralar adlı kitaplarında yer alan şiirlerle karşılaştırıldığında görülebilir Bu değişimin ve umudun zirvesi İstiklal Marşı’dır; artık millet leş, dilenci, meyyit, cenaze vb değil, “istiklal”i hak eden kahraman bir “ırk”tır
Fazıl Gökçek

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



MEHMET ÂKİF'İN SANATI İLE MİLLÎ MARŞ OLAN ŞİİR

İnsanları bir araya getiren ortak değerler vardır Bu değerler millet olmanın da aracıdır Ülkenin hangi bölgesinde olursa olsun insanların üzerinde ittifak edebilecekleri noktalar mutlaka vardır Bunlar gizli sözleşmeler mahiyetinde soyut ama yaşayan değerler olduğu gibi; somut, ortak belge niteliğinde olma özelliği ile de herkese açıktır Her fert bu tür vasıtaları kendinden bir parça sayar Bu vasıta ile diğer insanlara ulaşır, sıkı bir dayanışma içine girer Birlikte yaşamanın esrarlı bir terkibi gizli ya da aşikâr bu tür ittifaklarda yer alır


Değişik karakterlerde ve farklı kültürel birikimlerdeki kişilerin bir arada olmasını sağlayacak bağlar toplumsal bütünlük için gereklidir Bu tür bağların çokluğu, yüreklerin aynı heyecanla atmasını sağlar Ortak heyecanlar büyük başarıların yolunu açar Bu nedenle üzerinde ittifak edebileceğimiz değerlerin çokluğu büyük olmanın göstergesidir Ortak değerlerin çokluğu millet bütünlüğünün teminatıdır Bunları yok saymak, zedelemek, unutturmaya gayret etmek, karşı değerler katarak bulandırmak, işin farkına varamayanların gafleti olarak görülmelidir

Millet için ortak ittifak belgelerinden biri de İstiklal Marşı'dır Nice zaferler, acılar, fedakârlıklar, hayaller, idealler ve millet olma şuuru bu şiirin bünyesinde toplanmıştır İstiklal Marşı'nın rengi milletin rengidir Bu marş milletin geçmiş, hâl ve gelecek zaman dilimlerinin özeti ve ışığıdır Milletle marş arasında birbirini tamamlayan ve yaşatan damarlar vardır

Milletin üzerinde ittifak edebileceği dayanışma belgelerinin ortaya çıkışı için özel vasıfları olan sanatçılara ihtiyaç vardır Sanatçı milletiyle bütünleşmiş olmalıdır Milletin rengini iyi gözlemeli, yaşananları sanatçı duyarlılığı ile besleyip bir terkipte toplayabilmelidir Milletin rengi sanat eserlerinde hissedildiği oranda eserin millî oluşu gerçekleşir Sanat eserlerinde millete sunulan hedefler, milletin değerleriyle aynı paralelde gidiyorsa karşılıklı uyum sağlanmıştır

İstiklal Marşı her insanın yazabileceği bir metin değildir Çok önemli vasıfları haiz kişilerin başaracağı bir iştir Milletini tanıyan, onun değerleriyle bütünleşmiş, söylediklerini yaşayan, samimi, fedakâr, mütevazı, sağlam karakterli, ağlayan, ağlatan, hisseden, söyleyen bir sanatçı böyle bir metni yazabilecektir Bu başarı Mehmet Âkif Ersoy'a nasip olmuştur

Mehmet Âkif'in, Safahat'ında neler söylediği, İstiklal Marşı'nda neler anlattığı sık sık dile getirilmiştir Bunlarla ilgili sayısız kitap ve makale yazılmış; akademik çalışma, resmî ve özel toplantılar yapılmıştır Mehmet Âkif'in nasıl yazdığına, sanatçı kimliğine ve sanatçı duyarlılığına daha az temas edilmiştir Âkif'in başarısında sanatçı kimliğin de önemini vurgulamak gerekir Duygu, düşünce ve hayalleri sanat eseri hâline nasıl getirdiği incelenmelidir Böylece anlam zenginliği ve değeri yanında üslup özellikleri ve ayrıcalıkları da bilinecektir

Millî Marş Olan Şiir

İstiklal Marşı, millet için önemli bir belgedir Varoluş belgesidir Yediden yetmişe milletin bütün fertlerinin ortak duygusunu terennüm eder Üzerinde herkesin anlaştığı, anlaşabileceği ya da anlaşması gereken düşünceler, duygular İstiklal Marşı'nı oluşturur Bir sanatçının bu duyguları ve değerleri bütün incelikleriyle bilmesi hâlinde marşı yazması mümkün olacaktır Bir anlamda millet bir sanatçıda bütünleşmiş, sözcülük görevini ona vermiştir Sanatçıya düşen bu ulvî sorumluluğu ifade edecek kelimeleri bulmak ve sanatçı duyarlılığı ile son şeklini vermektir Bu zor bir görevdir Millet adına sadece bir şiir yazılacak ve bu şiir bütün eksiklerinden uzak fazlalıklardan kurtulmuş olacaktır Bir özel belge olduğu için müdahale edilmesi de mümkün olmayacaktır

Bu durumda İstiklal Marşı'nı kim yazabilir? Yukarıda sayılan özellikleri şahsında toplayabilen sanatçıya düşen bir görevdir bu

İstiklal Marşı seçilmiş bir şiirdir Yüzlerce şiir arasında Millî Marş olmaya layık görülmüş, bütün bir maziyi ve geleceği tam bir uyum içinde sunarak milletle bütünleştiği için kabul görmüştür İfade ettiği fikir, gösterdiği hedef ve barındırdığı değerlerle sanatkârane söyleyişi buluşturmuştur

Âkif, hayatı sanata, sanatı hayata katmıştır Böylesi özellik çok az sanatçıya aittir Şiiri kurarken merkezde kendisi vardır Temsil ettiği kitle millettir Milletin duygularını sanat eserine dönüştürmenin gayreti içindedir Buradaki başarısı bütün benliğiyle şiirde varolmasına bağlıdır Dışarıdakilere seslenirken şiirin merkezindedir Milletin iftihar edilecek vasıflarını kendi kimliğinde toplamakta, bütün vatan coğrafyasında hissedilenleri şiir hâline getirmektedir Realist bir sanatçı oluşu durumu en güzel sunmasına yeterlidir Zira sanatçı zor günleri, endişeyi tereddüdü, ümidi, fedakârlığı, zaferi, imanı, yurdun değişik bölgelerindeki görevlerinden derlemiştir

Söylediğinde samimidir Samimi olduğu için de etkilidir Âkif, ?Söz ruhtan çıkarsa ruha nüfuz eder, ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz? görüşüne katılır İstiklal Marşı bu açıdan değerlendirildiğinde mısralardaki yürekten söyleyiş dikkati çeker:

?Ruhumun senden ilahî şudur ancak emeli? derken bu özelliğin zirvesine ulaşırız

Mehmet Âkif kelimeleri seçerken ona kendince özel anlamlar yükler Kelimelerin mısraa yerleştirilmesi, diziliş, sıralama, vurgular farklı anlam ayrıntılarını ortaya çıkarır

? ?Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın? ? derken ?Arkadaş? kelimesine sanatçının yüklediği değerler ve ton farklarının katkısı bu zenginliği ifade eder Bu kelimenin vurgusu önemlidir Âkif'in sanat gücü bu tür vurgularda gizlidir Böylece kelimeye, samimiyet, tabiilik, ikaz, yakınlık, kesinlik, uyarma anlamları yüklenmiştir

? ?Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı? ? mısraındaki tabiilik hepimizin dikkatini çeker Bir şiir mısraı bu kadar konuşuyor gibi rahat ve tabii söylenmiş olabilir

Edebî eserin oluşumuna etki eden faktörleri bu şiirde bulmak mümkündür Bir sanat eserine dönemin problemleri yön verir Toplumsal ve sosyal meseleler insanları derinden etkiler Döneme ve daha sonraki yıllara damgasını vuran olaylar yumağı uzun süre eserlere konu teşkil eder İstiklal Marşı böyle bir sürecin içinden süzülmüş duygular birikimidir Tarih, medeniyet ve milletin hafızası telmihlerle canlı tutulmuş, güncel olaylarla zenginleştirilmiş, geleceğe ait hedef ve arzularla sunulmuştur

Sanatçının başarısı, kabiliyeti olduğu sahaya vukufuyla da orantılıdır Bu saha güzel sanatların değişik şubeleri olabileceği gibi, bir şube içinde farklı türler de olabilir Duygu ve düşünceleri dışa vurmada her sanatçının farklı malzeme ve vasıta kullanmasındaki sebep de budur Sanatkâr olarak tanınan birinin ilgili sanat şubelerinin birinde ya da bir kaçında başarılı olduğunu görürüz Onun güzel sanatların bütün şubelerinde başarılı olmasını istemek haksızlık olur Mehmet Âkif dönemin şiir ustaları arasındadır Eserleri okuyucular tarafından hasretle okunmakta, yeni yeni şiirleri beklenmektedir İstiklal Marşı'nın söz konusu olduğu günlerde Mehmet Âkif'ten de şiir talep edilmesinin sebebi budur Devrin şairleri arasında onun farklı bir yeri vardır Onun katılmadığı bir yarışmanın maksadı hasıl olmamış demektir Mehmet Âkif, kimliği, ruhu, geçmişi ve hassasiyetleriyle İstiklal Marşı'nı en iyi yazabilecek kişi olarak kabul ediliyordu Bu beklenti üzerine yarışmaya' ?Maarif Vekaleti?nin talebi ve arkadaşlarının ısrarı ile katılmıştır

Sanat eserini oluşturmada sanatçının felsefi pozisyonu önemlidir Yazacağı tür ve konu ile bütünleşmiş olması başarısını artırmaktadır Bilindiği gibi Âkif İstiklal Marşı'nı sadece yazmamış, bütün ayrıntıları ile yaşamıştır Söylediklerini görmüş, gördüklerini yaşamış bütün olayları ruhunda hissetmiştir Şiirlerinin çoğunu bu özel hâl ile yazdığı, arkadaşları tarafından nakledilmiştir Binlerce kilometre uzakta Çanakkale Zaferi şiirini yazarken gece âdeta cezbe hâlinde, bir vecd içinde şiiri tamamladığı nakledilmektedir

İstiklal Marşı olabilecek 724 şiir teklif edilmiştir Bunlar arasından bir tanesi Millî Marş olmaya layık bulunmuştur Bunda şiirin dış unsurları, içeriği tabiî ki üslubu önemli bir etkendir Şiire özgünlük katan Âkif'in samimiyetidir Bu tavır şiirin üslubunu belirlemede ilk sıradadır İstiklâl Marşı olarak yazılan diğer şiirlerde de konu hemen hemen aynı olmasına rağmen hiçbir şiir, millî hafızayı, geleceğe ait hedefleri, görev ve sorumlulukları, heyecanlı, samimi ve realist biçimde sanatkârane ifade edememiştir Burada şu gerçeği hatırlamak gerekiyor; Shakespeare'dan önce Romeo ve Jülyette hakkında iki yüze yakın eser yazılmıştır Doğu kültür coğrafyasında Leyla ile Mecnun hakkında birçok eser yazılmıştır Alman edebiyatında Geothe'nin Faust'undan önce aynı konuda birçok eserin yazıldığı bilinmektedir Romeo ve Jülyette denince Shakespeare, Leyla ile Mecnun denince Fuzuli, Faust denilince Goethe öne çıkmaktadır Bizde de İstiklal Marşı denince aynı konuda yazılmış diğer şiirleri aşan bir şiir olarak Mehmet Âkif'in yazdığı şiir dikkati çekmiştir Adı geçen sanatçıların kendileriyle özdeşleşen eserlerine kattıkları değeri ve özgünlüğü Âkif, Millî Marş olarak düşündüğü şiire sindirmiştir

Şiirde duygu ve düşünce aktarımı birinci şahıs anlatıcı tarafından yapılmıştır Anlatıma yakınlık ve samimiyet katan bu tarz, şiirde samimimiyeti esas alan Mehmet Âkif ?in üslubuna daha yatkındır Bu uygulama şiirin tamamına ses tekrarlarından oluşan bir ahenk de katmıştır

Mehmet Âkif okuyucuya çok yakın bir sanatçıdır Safahat'ın içinde, ?Ey karii ?, ?Ey sevgili karii? gibi hitaplarla diyaloğu sağlar İstiklâl Marşı'nda ?Korkma?, ?Çatma?, ?Arkadaş?, ?Bastığın yerleri toprak deyip geçme, tanı!? gibi söyleyişler Âkif ?in okuyucu ile yakınlığını ifade eder

Sanat eserinde okuyucu ile buluşma noktaları eseri değerli kılan yanlardır Bu tür bağların çokluğu eser için önemli bir değerdir Okuyucu veya dinleyici bu noktalarda daha bir dikkatle ve ilgiyle sanat eserine bağlanır Âkif bu buluşmayı hitabelerle, soru cümleleriyle, konuşma cümleleriyle sağlamıştır Hemen her kıtada bu özelliği görmek mümkündür Tekdüze bir anlatım şiire durgunluk verir Soru cümleleriyle fiillerle, heyecan veren cümlelerle söylemi daha canlı hâle getirmek mümkündür Âkif ustalığını bu yönde de göstermiş, Safahat'ında yer alan şiirlerde bu yolu uygulamıştır İstiklal Marşı gibi şekil ve muhtevası çok başka önem arz eden bu şiirde Âkif bütün sanatkârlığını göstermiştir Yiğitçe bir eda, sonra bir niyaz cümlesi, alımlayıcıyı-muhatabı sürüklemektedir

Söylemek istediklerini okuyucuya ya da dinleyiciye ulaştırırken sanatçının yansıttığı tavır önemlidir Duygu ve düşüncelerini rahat bir söyleyişle ifade eden sanatçı başarılı kabul edilir Neşe, hüzün, heyecan, nedamet, nida ve öfkeyi ifade ederken sanatçının vermek istediği mesaja uygun eda üretmesi beklenir

İstiklal Marşı'nda kavramlar, hedefler ve istekler, belli bir tertip ve düzen içinde yerleştirilmiştir Başlangıçta yüksek kavramlara değinilmiştir Alsancak ve Hilalin; bunların temsil ettiği bağımsızlık, hürriyet gibi değerlerle alımlayıcı okuyucu ya da dinleyicisarsılmış, kendine gelmesi için emir cümleleri ile ifade zenginleştirilmiştir

Marşın kuruluşu ustacadır On kıta içinde bir millet için gerekli moral değerler yer almıştır Ümit, cesaret, yüce değerler, kimlik tanımı, kendini bilme, vatanın önemi, toprağın vatan oluşunu sağlayan unsurlar; rahat, müsterih, asude eda ve şükrün ifadesi ile final kıtasına ulaşır
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal

Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet

Hakkıdır Hakk ?a tapan milletimin İstiklal

Bu mısralarla son bulan marşta, başlangıçtaki tereddüt ve endişe gitmiştir

Akşam karanlığı ile başlayan şiir sabah aydınlığı ile tamamlanmıştır Tereddüt, yerini sükûnete ve rahatlığa bırakmıştır Yapılan fedakârlıkların karşılığı alınmıştır İnsanın sahip olduğu özelliklerle vardığı netice dile getirilmiştir

İstiklal Marşı'nda sanatçının planladığı bir kompozisyon vardır Şiirlerinde plan yapma özelliği Âkif'in daima dikkat ettiği bir uygulamadır Marşın kompozisyonunda Âkif okuyucuyu veya dinleyiciyi zihnen ve bedenen canlı bir ortamda gezdirir

Sanat eserinin edası önemli bir vasıftır Kelimelere özel anlamlar ve vurgular yükleme imkânı sanatçının becerisi olarak kabul edilir Mehmet Âkif, yeri geldiğinde çocukça bir eda, yeri geldiğinde nadim bir kul, bazen heybetli bir adam tavrı ile şiirde hissedilir Marşın tamamında meydan okuma, tembih, ikaz, niyaz, davet gibi özel anlamları buluruz

Sanatçının heyecanlarının, hislerinin tam olarak esere yansıması istenir Bu noktada başarılı olan sanatçı kabul görür, kalıcı eserler meydana getirir Şiir mısralarında sanatçı ruh anaforunun yer alması eserde tempoyu dengeler Birkaç mısra içinde hareket, heyecan, inişler, çıkışlar dikkati çeker Böylesi bir üslupla sanatçı okuyucuyu peşine takar Onunla coşar, onunla sakinleşir Bu özellik sanat eserinde muhatabı etkileyen ve esere bağlayan bir estetik öge olarak önemlidir Mehmet Âkif bu özelliği Safahat'ında uygulamıştır İstiklal Marşı'nda da kıtalar arasında okuyucuyu coşturan dinamik hâle getiren, sonra sakin, asude bir hâle bırakan özellik vardır

İstiklal Marşı'nda monotonluğu ortadan kaldırmak için Âkif'in kısa şiir cümleleri kurduğunu görürüz Kısa cümleler fiil sayısını artırmış, bu durum akıcılığı sağlamıştır Sanatçı tarafından önemine dikkat çekilen fikirlerin tekrirlerle sunulduğu görülür Böylesi bir uygulama, fikrin hatırda kalmasını, dikkatin o noktaya toplanmasını sağlar, ahengi besler

Mehmet Âkif şiiri daha tesirli kılmak için benzetmeler ve karşılaştırmalar yapar Kelimelerin yan anlamlarını okuyucunun dikkatine sunar İkinci kıtadaki ?hilâl? kelimesini, dörtlüğün anahtar kelimesi yaparak okuyucunun dikkatini üst seviyede toplar ?Hilâl? kelimesi ile millet hafızasında yer alan çağrışımlar gündeme getirilir

İstiklal Marşı'nın muhatabı bütün bir millettir Her seviyede okuyucu ya da dinleyici için ifadeler ve işaretler taşıması gayet tabiidir Halkın günlük konuşma dilindeki deyimler, terimler, konuşma edasıyla oluşturulmuş sözler ve üst seviyede felsefi tespitler şiirin geniş bir muhatap kitlesi olduğunu gösterir Bu anlayış şiirin geniş kitlelere, nesilden nesile intikali yanında aynı kuşağın farklı insanları arasında da iletişim kurulmasını sağlar Her kuşak ve kuşak içi farklı topluluk, kendince şiirin bir yerinden tutunur

İstiklal Marşı bir dil birikiminin ürünüdür Zengin bir dil mirasının kelimeleriyle yazılmıştır Âkif'in dile hakimiyeti İstiklal Marşı'nda belli olur Kelimelerde kültürler gizlidir Kavramların içinde bir milletin hafızası sindirilmiştir Birinci kıtadan itibaren bazı örnekler vermek gerekirse sancak, ocak, millet, kurban, hilâl, helâl, Hak, İstiklal, iman, şehit, cennet, vatan, mabet, ezan, şehadet, din, hürriyyet, gibi kelimeler kültürel boyutuyla ve tarihî birikimiyle özel anlamlar arz etmektedir Bu kelimelerde asırların hatırası vardır Zaferler, acılar, kültürel değerler esrarlı bir terkiple nesilden nesile aktarılır İstiklal Marşı'nın mısralarına serpiştirilmiş bu anahtar kelimelerle kuşaklar arası değerler aktarımı yapılmaktadır Dil zevkini canlı tutan, anadil için musiki numunesi olan kelimeler Âkif tarafından şiire yerleştirilmiştir

Mehmet Âkif Türkçeye hâkim bir şairdir Dile olan kabiliyeti bilinmektedir Anadilinden başka Arapça, Farsça, Fransızca dillerini de iyi bilmesi Türkçenin inceliklerini sanat eserine yansıtmasına yardımcı olmuştur

Safahat'ta değişik iş, meslek ve cinslerin olması binlerce mısralık bir hacmin verdiği imkândır Bu çeşitliliği Âkif İstiklal Marş'ına taşırken, o insanların deyimlerini, terimlerini günlük konuşmalardaki cümlelerini şiire almıştır Sanatçı
?Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak?

?Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım?

?Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım?

gibi mısralarda en sade ve basit söyleyişi yakalamıştır Marşın üçte birini geçmeyen Arapça ve Farsça kaynaklı kelimelerin de özel bir anlamda eserde yer aldığını söyleyebiliriz Hakk, istiklal, na-mahrem, şehadet, vecd, na'ş, izmihlal gibi kelimeler kültürel altyapı ile bütünleşmiş derin anlamları nedeniyle şiirde yer almıştır

Mehmet Âkif'in lisanı, hitabet lisanıdır Aynı sesi Namık Kemal'de de görürüz Safahat şairi, karşısında geniş kalabalıklar varmış gibi cümleler kurar Seçtiği zamirler ve fiil şahıs zamanları bu amaca yöneliktir Yazdığı şiir, bir millî marş niteliği taşıyorsa sanatçı daha da coşar
?Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım?

mısralarıyla bir meydan okuma ve yiğitçe bir eda, hitabet lisanının imkânlarıyla sanat eserine yerleşir

Sonuç

Sanat eserini meydana getiren psikolojik, felsefî, etik, politik ve sosyal unsurların İstiklâl Marşı'nda yer aldığını görürüz Sanatçının ülkesi için samimiyeti, fedakârlığı, vefa ve sadakati, diğer topluluk ve anlayışlarla karşılaştırmalar yapması eserde ciddi bir tertibin işaretidir

Âkif bir çok eserin plansızlık yüzünden değerini kaybettiğini söyler İstiklal Marşı, şiir olarak iyi planlanmış bir sanat eseridir Diğer şiirlerde bulduğumuz tertip ve düzeni bu şiirde de buluruz Girişten itibaren hitap ettiği kavramlarla, gösterdiği hedeflerle, öğündüğü değerlerle dikkati çeker Bir millî marş olarak nesillere aktarılacak değerleri sıralaması ve yaşatması bakımından önemlidir Gittikçe aydınlanan ve ümide doğru gelişen şiirde iyi bir plan olduğu görülür

Mehmet Âkif İstiklal Marşı'nda milleti çok iyi temsil etmiştir Milletin rengi bütün tonlarıyla şiire yerleşmiştir Marş bu hâliyle millete küçük ama önemli bir rehber niteliğindedir Buna bir küçük anayasa da diyebiliriz

Sanat eserinde sanatçının duygularının tam yansıtılması esastır Sanatçının samimiyeti yaşadıkları, müşahedeleri, hayalleri tam olarak şiire sindirilmiştir Mazi, hâl, gelecek şiirin kıtaları arasına değerler bütünü olarak yerleştirilmiştir Eserde okuyucuyu kucaklayan bir tabiilik vardır Milletin değerleriyle bütünleşen yönü, olduğu gibi milletin asırlardır işlenmiş diliyle, deyimleriyle ifade edilmiştir Çok rahat şiir cümleleri kuruyormuş hissi, okuyucuyu ayrıca kendine çeker Tabii söyleyiş konuşmalardaki rahatlığı şiirde hissettirir Âkif'in sözünü sakındırmaz bir realist oluşu İstiklal Marşı'nda ülkeye göz dikenlere layık oldukları cevabı verir Medeni olduklarını iddia edenlerin davranışları en üst seviyede kınanmaktadır Bu cesur üslup İstiklâl Marşı'nın genel havasını tamamlamaktadır

İstiklal Marşı'ndan kurtulmak isteyen bazı gayret sahipleri var Bunlar sadece İstiklâl Marşı'ndan kaçmıyorlar Milletin tarihinden, kültüründen, inancından kısacası mazisinden kaçıyorlar

Dil ile oynama, İstiklal Marşı'nın dili ile mesafeyi açtı Maksatlı müdahalelerden sonra aradaki dengesizliği marşı feda ederek gidermek hiç de vefalı bir davranış değildir

Kalıcı eserlerin bütün zamanlara ve nesillere hitap etmesi gerekmektedir Aynı duyarlılığı paylaşan bir akış içinde İstiklal Marşı zamanla eskimeyecek bir şiirdir İnandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek, gelecek kuşaklara aktarmak için en içten anlatım, şairi tarafından sağlanmıştır Hayalle alışverişi olmayan ve sözü hakikat seviyesinde tutan bir şairin inanarak yazdığı böyle bir şiirin Millî Marş olmasından daha tabii bir şey yoktur

Nazım Elmas

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



İSTİKLÂL MARŞI: DERİN BİR MİLLÎ MUTABAKAT METNİ

arş sözleri, şarkı sözlerine benzer; ekseriya manası zayıf, tekerleme edalı, dile kolay gelen metinlerden oluşur “Millî Marş” denilen marşların da pek bu çerçevenin dışında olduğu söylenemez Nitekim, Millî Mücadele sırasında bir “millî marş” yazılması söz konusu olduğunda yarışmaya katılan yüzlerce şiir arasında Mehmet Âkif’in şiiri, kendi farklılığını herkese kabul ettirir

Mehmet Âkif, esasen Meclis’te etkili olan asker-sivil seçkinlerin ideolojik dairesi içinde sayılmaz Meclis’te çok sayıda bulunan ulemadan, hocalardan değildir ama, onlardan da ayrı görülmez Meclis’in çok konuşmayan, hatta neredeyse hiç konuşmayan mebuslarından olan Mehmet Âkif, o sıralar üzerine düşen her şeyi yaptıktan başka, bütün söyleyeceklerini bu şiirle, İstiklâl Marşı ile ifade etmek için beklemiş gibidir

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, o sıralar çok az şeyi ittifaka yakın ekseriyetle kabul etmiştir İstiklâl Marşı, üzerinde ittifak sağlanan bu nadir şeylerdendir Mehmet Âkif’in şiiri, şiiriyeti yanında söyleyecek şeyleri olan ender marşlardandır O bir haykırışla başlar Bu haykırış, iki asırdır savaşa savaşa çekilen ve nihayet dokuz asırlık ana topraklarında varlık mücadelesi veren bir milletin kuşkularını bertaraf etmek ister:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Mehmet Âkif şiirin devamında, Doğu-Batı, İslam-Batı ya da mücerret (soyut) şekilde Batı’yla asırlardır savaşan bir topluluğun mensubu olarak Türk-Batı mücadelesinin diyalektiğini yapar
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl

Mehmet Âkif bu sehl-i mümteni denilebilecek mısrada istiklalin, bağımsızlığın Hakk’a tapmanın tabiî sonucu olduğunu söyler Esasen, Hakk’dan başkalarına tapanın müstakil olması, hür olması mümkün müdür? Hakka tapan insan insanlığı ve istiklâli hak etmiştir veya müstakil olacak mücadele azmine sahiptir Esasen sonraki mısrada belirtildiği gibi, Hakk’a tapan insan ezelden beri hürdür, hür yaşar

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda bütün mukavemet unsurlarını “iman” kavramı etrafında toplar:
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var

Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar!

İman sahiplerine Hakk’ın vadettiği günler doğacaktır:
Kimbilir, belki yarın Belki yarından da yakın

Bu “millî” marşta dinî vecd ve İslamî terminoloji çok kuvvetli şekilde hissedilir: Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın
Ruhumun senden İlahî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl

Şair, İstiklâl Marşı’nda “bayrak” gibi “ezan”ı da bağımsızlık sembolü olarak zikretmektedir Ezana atıfta bulunmakla kalmamakta, bir insanın Müslüman olmasının delili mahiyetinde sayılan, kelimeişehadeti ayrıca zikretmektedir Mehmet Âkif ezana atıfta bulunmakla, Türkiye’nin dinî-kültürel kimliği konusunda çok etkili bir yaklaşım veya tavır ortaya koymaktadır Ezanların şehadetlerinin dinin temeli olduğu ve sonsuza kadar yurdun üstünde inlemesi, heyecanla okunması gerektiği belirtilmektedir Ezanın şehadetlerinden birincisinde (Eşhedü en lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka tanrı olmadığına şahitlik ederim” denilmekte; ikincisinde ise, “Hz Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederim” denilmektedir (Eşhedü enne Muhammeden Resulullah) Bir insan bu iki ibareyi söylemekle -yani kelimeişehadet getirmekleMüslüman olur

Mehmet Âkif, karşı cepheyi de, Meclis mensuplarının çoğu nazarındaki prestijine aldırmadan açıklıkla çizmekten çekinmez:
Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Mehmet Âkif, burada, Batı’nın o sıralar toplumumuz için en korkulu yüzü olan teknolojiye meydan okur Garb’ın âfakını saran çelik zırhlı duvar, teknolojiden, hatta kitle hâlinde ölüme yol açan savaş teknolojisinden başka bir şey değildir Bu üstün teknolojiye sahip olarak bizi yok etmek isteyen Batı, “medeniyyet”, esasen zalim bir varlıktır, âdeta “tek dişi kalmış” korkunç bir canavardır

1982 Anayasası’nda yer alan hükme göre, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği belirtilen “İstiklâl Marşı” emperyalizme karşı kimliğimizi Müslüman bir toplum olarak haykıran bir metindir

Mehmet Âkif, Millî Mücadele’yi yürüten 1 TBMM tarafından oy birliğine yakın ekseriyetle kabul edilen, sonraki dönemlerde yapılan köklü değişikliklere rağmen değiştirilmeyen, bilahare yapılan anayasalarda değiştirilemeyeceği hükme bağlanan İstiklâl Marşı’nda bilinçli olarak bir aidiyet-kimlik formülü ortaya koymaktadır

1 TBMM’nin kayıt defterinde Burdur Meb’usu Mehmet Âkif “İslam şairi” olarak kayıtlıdır Onun bu marşı yazmasını en çok isteyen ünlü “Türkçü” ve Türk Ocağı başkanı, o sırada Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi’dir Bu marşı ayakta alkışlayan lar arasında Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa da vardır Demek ki görüş farklılıklarına ve ne yazacağı bilinmesine rağmen millî marş ısrar edilerek Mehmet Âkif’e yazdırılmış ve metin ortaya çıktıktan sonra muhteva da bilinerek tasvip edilmiştir

İstiklâl Marşı’nın Cumhuriyet’ten sonra millî marş olarak kalması, köklü değişikliklere rağmen değiştirilmemesi, yüzlerce yıllık bir sembol olan bayrak gibi aidiyet ifade eden muhtevası ile açıklanabilir Aidiyetimiz değişmedikçe, kimliğimiz sürdükçe, bayrağımız gibi millî marşımız da değişmeyecektir

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’ndan önce marş benzeri şiirler yazmıştır Bunlardan ilki, Balkan Harbi sırasında yazılan “Cenk Şarkısı”dır (1912) Bu şiir,
Yurdunu Allah’a bırak çık yola;
“Cenge” deyip çık ki vatan kurtula
Böyle müyesser mi gaza her kula?
Haydi levend asker, uğurlar ola

kıtası ile başlar Halk şiiri tarzındaki “Cenk Şarkısı” gerçekten halk duyarlığını yansıtan, âdeta askerle konuşan bir şiirdir Mehmet Âkif daha sonra İstiklâl Marşı’nda ifade edeceği bazı temaları bu şiirde de kullanmıştır
Yerleri yırtan sel olup taşmalı
*
Düşmana çiğnetme bu toprakları
*
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!


Diğer şiir, yine Millî Mücadele sırasında yazılan ve Erkân-ı Harbiye Riyaseti tarafından orduya tamim olunan “Ordunun Duası” şiiridir Bu şiir Ali Rifat Bey tarafından bestelenmiştir
Ordunun Duası
Yılmam ölümden, Yaradan askerim;
Orduma, “gazi” dedi Peygamberim
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın

kıtasıyla başlar Her kıta sonunda bir dua şeklinde şu nakarat tekrarlanır:
“Amin!” desin hep birden yiğitler,
“Allahu Ekber!” gökten şehitler
Amin! Amin! Allahu Ekber

Mehmet Âkif’in, Ankara’da Balıkesir’in işgalinin yıl dönümü dolayısıyla yazdığı kıta da İstiklâl Marşı’ndaki ses ve muhtevayı hatırlatan bir şiir parçasıdır Bilhassa,
Ey benim her taşı bir ma’bedi iman olan yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek ma’budum!

mısraları İstiklâl Marşı ile karıştırılabilecek mahiyettedir

İstiklâl Marşı’nın muhtevası Mehmet Âkif’in zihninde, Balkan Harbi sırasında oluşmaya başlamış, muhtelif metinlerde on yıl boyunca parça parça ifade etmiştir Bilhassa, Berlin Hatıraları’nın sonunda İstiklal Marşı’nın ilk kelimesini kullanmaya kadar varmıştır:
Korkma
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!


Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul ettikten sonra zihninde olanı kâğıda geçirmekte fazla zorlanmamış ve güç yazan bir şair olmasına rağmen şiiri kısa zamanda bitirerek teslim etmiştir

Millî marş olarak kabul edilişinden bu tarafa törenlerde, toplantılarda okunan İstiklâl Marşı’nın sahip olduğu nüfuzu sadece resmî olarak kabul edilmesine, kanunla, anayasa hükmü ile korunmasına bağlamak mümkün değildir O taşıdığı derin ve yüksek anlamla, bulunduğu köklü atıflarla milletimizin benliğini ifade eden, kendi gücünü, kendi nüfuzunu ve dokunulmazlığını meydana getiren bir şaheserdir

D Mehmet Doğan

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



MEHMET ÂKİF VE ÇANAKKALE DESTANI

teden beri, Türk edebiyatının, başka milletlerin edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde, millî hayatımızı, millî realitemizi ve tarihimizi hak ettiği şekilde yansıtmadığı tarzında yaygın bir kanaat ve eleştiri mevcuttur

Merhum hocam Prof Dr Mehmet Kaplan da gerek derslerinde, gerekse özel sohbetlerinde zaman zaman bu konuyu dile getirir ve biraz da esprili bir ifade tonuyla, Yahya Kemal’in bu mesele hakkındaki düşüncelerini naklederek, Türk milletinin destanlar yaratmaktan destanlar yazmaya vakit bulamadığını; başardığı işleri ve zaferleri anlatmayı, bunlarla övünmeyi yiğitlik gururuna yediremediğini ve bütün bunları bir tür ayıp saydığını söylerdi

Yenileşme devri Türk edebiyatı tarihinde Türk kültür ve medeniyetine farklı bir gözle bakılmasını öğreten Yahya Kemal, “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adını taşıyan makalesinde, bir örnekle bu durumu şu şekilde ortaya koyar:

“Büyük bir harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanına dair Fransızca, mâruf bir eseri gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna benzer kitaplar vardı Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz dedim Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yokturlar Demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklar!”

Gerçekten, Yahya Kemal’in bu görüşlerine hak vermemek mümkün değil ! Eski ve uzak tarihimiz bir tarafa, daha dün denilecek kadar yakın tarihimizde bir Kırım Harbi’ni, bir 93 Muharebesi’ni, bir Pilevne Müdafaası’nı, Balkan Savaşı’nı, Yemen Muharebesi’ni, Medine Müdafaası’nı, Çanakkale Destanı’nı, İstanbul’un İşgali’ni, Maraş ve Antep savunmasını, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan edebî eserlerin, bu olaylarla ilgili olarak çevrilen filmlerin, sahneye konulan tiyatro eserlerinin sayısı ne yazık ki pek de öyle göz dolduracak kadar fazla değil Türk romancılarını ve senaryo yazarlarını tarih ve tarihî olaylardan çok, nedense günümüzün aktüel olayları daha fazla ilgilendiriyor Hâlbuki tarih, özellikle kendi tarihimiz ve mazimiz bugünkü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren, inkârı asla mümkün olmayan bir realite olarak önümüzde durmaktadır Amerika kendisine muhayyel bir geçmiş yaratmaya çalışırken nedense biz, asırlar öncesine uzanan gerçek tarihimizi unutmaya çalışıyor, âdeta bir baba kompleksi gibi her gün kendi mazimizden uzaklaşmaya çalışıyoruz

Çanakkale ismi geçtiği zaman, nedense öteden beri, Türk tarihi ve edebiyatıyla meşgul olan herkesin zihninde derhal millî şairimiz Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehidleri” için kaleme aldığı meşhur, destansı şiiri hatıra gelir

Gerek bu savaşın devam ettiği günlerde, gerekse daha sonraki tarihlerde Çanakkale zaferi dolayısıyla başka yazarlar tarafından da birçok eser kaleme alınmış olduğu hâlde, Mehmed Âkif adı bir bakıma Çanakkale destanı ve Çanakkale şehitleriyle âdeta özdeşleşmiş gibidir Bunun için ben de burada Mehmed Âkif’in Çanakkale şehitleri için yazmış olduğu şiirde vurguladığı bazı kavramlar üzerinde duracağım

Mehmed Âkif’in, öncelikle, çağdaşı olan birçok Türk aydınından farklı şekilde, İslamiyetin, özünden uzaklaşmadan, içinde yaşadığı çağın icaplarına göre yeniden yorumlanarak toplumun çeşitli sosyal problemlerini hâlledebileceğini dile getirdiğini belirtelim Mehmed Âkif’in bu tanınmış şiirinde, bugün rastgele ve yerli yersiz herkesin kullanmakta olduğu ve bu yüzden de gerçek anlamını giderek kaybetmeye başlayan “şehitlik” kavramının nasıl ele alındığına geçmeden önce, doğrudan doğruya dinî, daha doğrusu İslamî bir hüviyeti bulunan bu kavramın, İslam dini ve kültürü çerçevesinde sadece Allah yolunda, “ilâyı kelimetullah” için canını seve seve feda eden Müslümanlara verilen bir sıfat olduğunu belirtmemiz gerekir Şehit ve şehitlik kavramıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresi ile Âl-i İmran suresinde şu âyetler geçmektedir: “Allah yolunda öldürülen kişilere “ölüler” demeyiniz Gerçekte onlar diridirler, fakat siz bu inceliği anlayamaz ve hissedemezsiniz!” (Bakara suresi, âyet 154) “Allah yolunda öldürülen kişilerin ölü olduklarını zannetme; gerçekte onlar diri olarak Rablarının huzurundan rızıklandırılmaktadırlar” (Âl-i İmran suresi, âyet 169)

Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu iki surede, şehitlere büyük değer verildiği ve gerçekte onların asla ölü olmadıkları ısrarla vurgulanmaktadır İşte “şahâdet” kavramının bu dinî hüviyeti, Türk milletinin, İslamiyeti kabul ettiği tarihten başlayarak bugüne kadar hep “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” idealini âdeta bir hayat tarzı olarak benimsemesine yol açmıştır

Mehmed Âkif, gerek Safahât’ta yer alan bir kısım manzumelerinde, gerekse bazı makalelerinde, İslam dininin idealize ettiği biçimde “şahâdet” ve “şehitlik” kavramlarının yanı sıra, aşağıda gö receğimiz gibi, bunlarla doğrudan ilgili başka kavramlar üzerinde de durmuştur

Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerler vardır Meselâ hürriyet ve istiklal, Türk milletinin en yüce ve en kutsal değerleri arasında yer alır Bu değerler, hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez Vatan, bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklal gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven her insan, vatanını kurtarmak için, varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır

Daha çok vatan kavramıyla birlikte yer alan “şehâdet” ve “şehit” kavramları, en veciz ifadesini Mehmed Âkif’in “İstiklal Marşı”ındaki şu parçalarda bulur:
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı
Sen şehît oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!

Mehmed Âkif’e göre, Türk tarihinin en muhteşem zaferlerinden birini meydana getiren Çanakkale Destanı’nın bütün şan ve şerefi, o sırada vatanını tehlikede gören ve namusunu kurtarmak üzere canlarını feda eden, âdeta cehennemle boğuşup galip gelen Mehmetçiğe aittir Çağın bütün teknik imkânlarıyla donatılmış düşman ordularına karşı her türlü güçlük ve mahrumiyet içinde vatanını, imanını ve namusunu kurtarmak için göğsünü siper yapan kahraman Türk askeri, bu savaşta 250000 kadar şehit ve kayıp vermek suretiyle, düşmanlarına Çanakkale’nin asla geçilemeyeceğini bir kere daha ispatlamıştır

Çanakkale Savaşları edebiyatımızda çok sayıda şiir, makale ve hatıra türünde yazılarla birlikte müstakil olarak hikâye, roman ve tiyatro eserlerine de konu olmuştur Ancak bunların başında, Mehmed Âkif’in, Safahât’ın altıncı kitabı olan Âsım’da yer alan şiiri gelmektedir Önce 10 Temmuz 1924 tarihinde Sebîlürreşad mecmuasında “Âsım’dan Bir Parça” adıyla yayımlanan ve doğrudan doğruya Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için “Çanakkale Şehidlerine” adıyla tanınan bu şiir, gerek şekil, gerekse muhteva itibariyle bu savaşı ve Mehmetçiğin kahramanlıklarını olağanüstü bir ifadeyle canlandıran en önemli örnektir Bugün üzerinden doksan yıl geçmiş olduğu hâlde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Çanakkale Savaşı anılınca, her Türk’ün aklına ilk önce işte Mehmed Âkif’in bu ünlü şiiri gelir

Çanakkale Muharebeleri’nin bütün şiddetiyle devam ettiği sırada resmî görevle Berlin’de bulunan Mehmed Âkif, yakın arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in naklettiğine göre, gurbet diyarında gece gündüz Çanakkale Cephesini düşünmekte ve arkadaşına hemen her sabah şu cümleleri tekrar etmektedir:

“-Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok Ancak fen ka- idelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin!

Ben, böyle dedikçe:

-Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur? diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı Âkif’in Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu Ben kavâid-i harbiyyeden bahsettikçe canı sıkılırdı Onun böyle askerî muhakemelere taham- mülü yoktu O, daima kat’î bir kelime isterdi

-Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine Çanakkale sükut etmez! derdi Onun büyük imanı başka bir ihtimale asla müsait değildi!”

İşte Mehmed Âkif bu şiirini, Çanakkale sırtlarında gövdelerini düşmana siper yaparak vatan toprağını çiğnetmeyen Mehmetçiğin hatırasını yaşatmak üzere kaleme alır Yine bu şiir sayesinde, canlarını feda ederek mübarek vatan topraklarını bizlere miras bırakan Mehmetçiğin aziz hatırası da böylece âbideleşmiş ve ebediyete intikal etmiş bulunmaktadır

Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasından üç yıl sonra, 1918 yılında, devrin tanınmış dergilerinden Yeni Mecmua’nın Çanakkale için hazırladığı özel sayıda, devrin ünlü edebiyatçılarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Anafartalar kumandanı Gazi Mustafa Kemal’le yaptığı uzun bir röportaj yayımlanır Bu röportajın bir yerinde Ruşen Eşref, Mustafa Kemal’den, savaşa ait kahramanlık sahnelerinden de bahsetmesini rica edince, Mustafa Kemal şu ibretli anekdotu anlatır:

“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz dedi Yalnız size Bomba Sırtı Vak’ası’nı anlatmadan geçemeyeceğim Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre Yani ölüm muhakkak Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor İkincidekiler onların yerine gidiyor Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor Sarsılmak yok Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye hazırlanıyorlar Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek yürüyorlar Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir Emîn olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”

Mehmed Âkif’in, “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen şiirinden başka, görevli olarak Berlin’de bulunduğu 1915 yılında, Çanakkale savaşlarının henüz devam ettiği günlerde kaleme aldığı “Berlin Hâtıraları”nın sonunda yer alan bir şiiri daha vardır
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi,
Silindi gitti hilâlin şu anda belki izi!

mısralarıyla başlayan bu şiir seksen mısra kadar devam etmektedir

Şair burada, Türk askerinin Çanakkale’de sebat etmesini ister Ona göre, bu sebat kaybolduğu, düşman Çanakkale’den İstanbul (pâyitaht) a girdiği zaman neler olabilecektir? Bütün ümidi, Boğaz’da dövüşen askerde olan 350 milyon müslüman, rastgele çiğnenen dağınık bir kitaba dönecektir Minareler susturulacak, İslamiyet’in on üç buçuk asırdır yeryüzünde yaptığı bütün eserler ve ruh ortadan kalkacaktır Ama temiz alınları “İslam için son istihkâm” olan Türk askeri, kendisine bağlanan ümidi asla boşa çıkarmaz

Mehmed Âkif’in, bu şiiri kendisine ithaf ettiği arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey, şiirde Çanakkale arslanları adına konuşur:
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

mısralarıyla devam eden şiirde Mehmed Âkif, Çanakkale’de ölüme âdeta meydan okurcasına arslanlar gibi dövüşen Mehmetçiğe dayanmasını tavsiye eder ve şiir onun şaire verdiği şu cevapla sona erer:
Değil mi sînede birdir vuran yürek Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!

“Çanakkale Şehidleri”nde ise, Türk askeri konuşmaz; çünkü onun konuşacak zamanı yoktur Bu askerin imanla dolu ve Hudâ’nın ebedî serhaddi olan göğüsleri vardır Çünkü Allah ona bu iman gücünü verirken, ondan “en güzel eseri” olan namusunu çiğnetmemesini istemiştir:
Âsım’ın nesli diyordum ya Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!

Mehmed Âkif’in bütün Safahât boyunca idealize ettiği Âsım’ın nesli, bu gaye uğruna şehid olmuş ve naaşı dağları taşları doldurmuştur Mehmed Âkif, vatan uğrunda canlarını veren kahraman Mehmetçiğin şehâdetini, “bir hilal uğruna güneşlerin batışı”na benzetir:
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi

Şiirin bundan sonraki kısımlarında, şairin Çanakkale’de şehit düşen kahraman Mehmetçiğe karşı duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık dile getirilir Çünkü bu askerler, İslamiyet’in ruhu ve özü demek olan “Tevhîd”i kurtarmışlardır Allah’a ve onun Peygamber’ine inanan ilk müminlerin kâfirlerle yaptığı Bedir Savaşı ile nasıl İslam dini kurtulmuşsa, Çanakkale Zaferi ile de son Türk vatanı, İslam’ın yer yüzündeki son kalesi olan Türkiye kurtulmuştur Bu yüzden Mehmetçik, şairin gözünde, Bedir’de savaşan sahâbî kadar şanlı ve şerefli bir mevkiye yükselmiştir

Çanakkale savunmasının, ancak “ebediyetlere sığacak” kadar büyük olan şehitlerine hitap eden şu mısralardaki ifade tonuna, öyle zannediyorum başka bir şairde rastlamak mümkün değildir:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın!
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb

Bütün Türk tarihinde görülmemiş derecede muazzam bir hadise olan bu zafer, kahraman vatan çocuklarını böylece ebediyete ulaştırmıştır Mehmed Âkif, bu şehitler için neler tasavvur etmez ki:
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ nâmıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Ebr-i nisânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana

Mehmed Âkif, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiği neden bu derece yüceltmektedir? Çünkü onlar, “ehl-i salîb”in demirden çemberini göğüslerinde kırıp parçalamışlar; ataları Selâhaddîn-i Eyyûbî ve Kılıç Arslan kadar büyük olduklarını ispatlamışlardır Bütün İslam Âlemi, kendini yok olmanın eşiğinde görerek hüsrana kapılmış bir durumda iken onların canları pahasına kazandığı zafer, bu hüsranı ortadan kaldırmıştır Onların ulaşmış olduğu şehâdet mertebesi öyle yücedir ki onlar için türbeye, kabre bile gerek yoktur Çünkü onları gittikleri ebedî âlemde kucağını açmış Peygamberimiz beklemektedir:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber!

Bir şehit için bundan büyük teselli, bundan büyük mükâfat olabilir mi!

Sadece Türk edebiyatında değil, belki dünya edebiyatında bile bir benzeri bulunmayan Mehmed Âkif’in bu şiirinde, Türk milletinin ebedî timsali olan Mehmetçiğin destanî kahramanlığı dile getirilmiştir

Yüz binlerce şehide mâl olan Çanakkale zaferi bize, aynı zamanda, Türkiye’de düşmana vatanını çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek yeni bir neslin ve yeni bir insan tipinin doğmuş olduğunu da göstermektedir Çanakkale Savaşları Mehmed Âkif gibi, sadece devrin edebiyatçılarını değil, yediden yetmişe bütün Türk milletini etkilemiş, hattâ devrin padişahı Sultan V Mehmed Reşad bile bu savaş dolayısıyla beş beyitlik bir gazel kaleme almıştır Padişahın bu manzumesine, başta Yahya Kemal olmak üzere, devrin tanınmış birçok şairi tarafından tahmis ve nazîreler yazılmıştır

Çanakkale destanı dolayısıyla burada son olarak Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehitleri” ile beraber, yüz binlerce şehit, gazi, dul ve yetimin ıstırabını dile getiren ve halkın diliyle terennüm edilen ünlü Çanakkale türküsünü de hatırlamamız gerekir:
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı,
Ana ben gidiyom düşmana karşı,
Âh gençliğim eyvah

şeklinde başlayan ve:
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni

mısralarıyla devam eden bu türkü, gerçekten gerek sözleri, gerekse bestesi ile millî vicdanın sesi hâline gelmiş, anonim; yani bütün Türk milletine mâl olmuş bir eserdir

Abdullah Uçman

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



HALK EĞİTİMİ AÇISINDAN CAMİLER VE ÂKİF

Millî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde (1873-1936) Saltanat / Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi üç ayrı yönetim biçimini görmüş; Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Harpleri gibi dünya çapında olaylara şahit olmuştur En çok da o dönemin sade vatandaşları halkın ve dünya müslümanlarının hâlini, zor günlerini yakından “hisli bir yürek” olarak izlemiştir

Her bakımdan “olağanüstü” sayılabilecek o sıkıntılı şartlarda, müslüman ahali için halk eğitimi kurumları olarak mekteplerin yanında camiler ve tekkeler vardı Bu kurumlar o günkü Osmanlı toplumu için her zamankinden çok daha önemli ve vazgeçilmez bir anlam taşıyordu Zira halkın bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi görevini yazılı basın olarak belli sayıdaki gazete ve mecmualar/dergiler yürütmekteydi Sesli ve görüntülü medya ise henüz yoktu

Böyle bir siyasi ve sosyal ortamda Âkif, inançlı bir aydın olarak, halkla ilişki kurma imkânı veren tüm kurum, yol ve araçları kullanarak millete ulaşmaya, onlarla olupbitenleri dostça ve içtenlikle paylaşmaya, çıkış ve çözüm yollarını göstermeye gayret eden bir eğitimci konumunda olmuştur O, bu görevi sonuna kadar, -kendi yakın çevresini, ailesini ihmal etme pahasına da olsabilinçli bir şekilde gönüllü olarak ve isteyerek sürdürmüştür Hayatı ve eserleri bunun kanıtıdır

Gerçekten de Âkif, şiirlerini topladığı ünlü eseri Safahat’ı “Fatih Camii” manzûmesi ile okuyucuya sunar Onu anlatabilmek için âdeta çırpınır Neler söylemez, hangi değerlendirmeleri yapmaz ki? Sonunda Fatih Camii için hiç unutulmayacak mısraı bulur:
“Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş ibâdettir

Âkif’in, özelde Fatih Camii genelde bütün camilerle âşinalığı / tanışıklığı tâ çocukluk yıllarına uzanır O diyor ki:
Sekiz yaşında kadardım Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, hâliyle koyuverir peşimi,
Dalar giderdi Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!

Aslında Âkif, camilere hem İslâm’ın temel kurumu olarak ifade ettikleri mana ve yerine getirdikleri işlevler (ilim, ibadet, eğitim, iletişim ve idare) hem de tanıklık ettikleri sanat dehası ve medeniyetimizin sonsuzluğa uzanan eserleri olarak bakar, öyle değerlendirir ve öyle görülmelerini ister ve bekler

Kürsüdeki Şâir

Âkif, 17 Haziran 1910 tarihini taşıyan “Hasbıhâl” başlıklı yazısında, İslâm kültür tarihinde başlangıçtan beri temel halk eğitimi kurumu olarak görev yapmış olan mescidler/ camiler hakkında, “Camiler efkâr-ı milleti tenvir için ne müsâit yerlerdir(Camiler kamuoyunu aydınlatmak için ne elverişli yerlerdir)” tespitini yapmıştır Hayatı boyunca da bu müsâit/elverişli yerlerden, halkı aydınlatıp eğitmek için olabildiğince yararlanmaya gayret etmiş ve çalışmalarını cami eksenli olarak yürütmüştür Aslında Âkif’in dünyası da mabed/cami merkezli bir nitelik arz eder Ne var ki, “Onun görüşü cami duvarını aşamamıştır” yargısına katılmak mümkün değildir O, özelde bütün İslâm dünyasını, genelde tüm insanlık âlemini tâ özünden kavramış ve ona göre tespit ve tekliflerde bulunmuş, bu yönde o, mümin yüreğini, bilgi, duygu, yetenek ve imkânlarını ortaya koymakta asla tembel ve cimri davranmamıştır Nitekim Âkif, Safahat’ın dördüncü kitabı “Fatih Kürsüsünde”, müslümanların o günkü durumunu tam bir din adamı/halk eğitimcisi ve mürşid olarak değerlendirir Evrendeki temel kanunun, hareket ve sa’y/ çalışma olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar ve her defasında sözünü;
“Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir,
Çalış çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir

diye pekiştirerek bitirir Daha sonra tembellik, cehâlet, yanlış anlaşılmış ve yorumlanmış tevekkül, kader, hurafe, içtihat gibi doğrudan halkın düşünce ve yaşayışını etkileyen konularda eleştiri ve değerlendirmeler yapar, bu ilkelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini tam bir bilgeeğitimci olarak yana yakıla anlatır İlim, mektep, maarif ihtiyacı üzerinde ısrarla durur; ihtilâfları, avam, cemaat, gençlik, sosyete eksenli olarak değerlendirir, en sonunda da Balkan Harbi’nin yürek yakan manzaralarına, şiirle tablo çizer gibi dikkat çeker, milletin kurtuluşunun birlik-beraberliğe, ümitle ve yılmadan çalışmaya bağlı olduğunu vurgular ve sözlerini, baştan beri söylediklerinin doğal uzantısı olan bir temenni/dua ile bitirir:
Ya Rab, bizi kahretme, helak eyleme Âmin
Tâ ibret olup kalmayalım âleme Âmin

Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din?
Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti Âmin!

Âkif, özellikle kritik dönemlerde kendisini “milleti aydınlatmak için” cami kürsülerinde bulmuş ve oradan millete seslenmiştir Yani o, sadece şiirleriyle değil bizzat kendisi uygulamalarıyla da camide ve kürsüdedir Şimdi onun hayatından birkaç çizgiyi hatırlayalım:

“1913 yılının ilk aylarında ve Balkan Harbi mağlubiyetinin felâketli günleri içinde Mehmed Âkif, İstanbul’un üç büyük camiinde va’azları ile halka hitap etti Şubat ayının ilk yarısında Beyazıd, Fâtih ve Süleymaniye camilerinde verilen bu va’azların metinleri SR’ (Sebîlü’r-reşad)da yayınlanmıştır

“1920, Anadolu’daki millî mücâdele faaliyetinin başladığı yıl oldu İlerleyen Yunan işgal kuvvetlerine karşı Batı Anadolu’da Ayvalık ve Balıkesir’de ilk cephe açılmıştı, işgal altındaki İstanbul’da bunalan Mehmed Âkif, ocak ayı sonunda Eşref Edip’le birlikte Balıkesir’e gitti Burada Zağnos Paşa camiinde halka va’z ederek, onları mücâdeleye ve savaşanlara yardım etmeye davet etti, Bu va’zının metni 12 Şubat tarihli SR’ (Sebilü’r-reşad)da yayınlandı

1920 yılının Ekim ayı ortalarında Kastamonu’ya giden Âkif, şehir halkıyla sıkı temaslar yaptığı gibi civar kasaba ve köylerin hemen hepsini de dolaşarak düşmana karşı başlatılan hareketin önemini anlattıSebilürreşad’m 464 sayısında Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği meşhur va’az yayınlandı Derginin on bir sayfasını kaplayan va’az metni, istiklâl Savaşı’nın neden yapıldığını açıklayan en önemli vesikadır

Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymâniye Kürsüsünde” Âkif;
“Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız
Dînin ahkâmını zâten fukahanız söyler,
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslam’ı sorun, söyliyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim,
görmediğim

girişiyle başlamış olsa da o tam bir din adamı, halk eğitimcisidir Onun bu manzumedeki değerlendirmeleri ve tespitleri kimleri nasıl görmek istediğini dile getirir

Mazhar Osman’ın isabetle belirttiği gibi “Âkif, şiirle vaaz eden bir muttaki bir ahlâkçı idi Âkif şiirlerinde, dinsizliğe, kaba sofuluğa, riyâkâr taassuba cihat açmıştı

Böyle bir cihat sürdürüldükten sonra, cami kürsüsünde olmakla mısralar içerisinde bulunmak arasında pek de fark yoktur Bu açıdan bakılınca Safahat, her konuya uygun engin duygularla bezenmiş diri sözler, haklı eleştiriler ve isabetli değerlendirmelerle dolu güncel bir vaaz-halk eğitimi kitabıdır

Âkif’in görüşü Kur’an ve Sünnet’e dayanan, fakat bunların yorumunda akıl ve ilmi esas alanların görüşüdür Başka bir deyişle, mâbet ile mektebi ve dinle dünyayı ayırmayı asla onaylamayan Âkif’in anlayışına göre; “İlim, doğrudan doğruya, dinin arabasına koşulmalıdır En büyük dehaları yetiştiren medreseler, ulu Tanrının muhteşem tapınakları önünde baş eğmedi mi?” O bu fikrini Süleymaniye Camii’nin konumunu tanımlarken şöyle dile getirir:
“Dur da Ma’bûd’una yükselmek için ilme basan
Ma’bed’in hâlini gör, işte serâpâ iman!”12

Evet, medâris o vahdet-serây-i muhteşemin
Önünde; hürmetidir dine her zaman ilmin

Mehmed Âkif, camilerdeki halk eğitimi hizmetlerini ve özellikle vaizliği ve zamanındaki bazı vaizleri değerlendirmekten de geri durmamıştır Şu görüşler ona aittir:

“Aykırı fikirleri devirecek kudreti kendilerinde göremeyenler; sebîl-i hakkı bulabilmek için bir hayli mücâhede geçirmiş olmayanlar mevki-i irşada çıkıp da ibâdullahı ızlâle kalkışmamalıdır Vaizlik, nâsihlik mürşitlik gâyet müşkil vazifelerdendir

Sözlerini dinletebilip de efkârı arkalarından getiremeyenler, cemaati kâbil-i hitap olmamakla töhmetliyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizlik ile, aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına getirmiyorlar

Vaizlere, icâzetname (diploma) ile yetinilmeyip “sıkı bir imtihandan” geçirildikten sonra görev verilmesini ısrarla savunan Âkif, şu sözleriyle bu fikrini kanıtlar:

“Udebâyı ulemâdan Ziya Paşa merhum “Bizde gayet mühim iki vazife vardır ki, bililtizam en ehliyetsiz ellere tevdi olunur: Biri nahiye müdürlüğü, diğeri çocuk lalalığı” diyor ki, biz buna bir de vaizliği ilâve etmek için hiç düşünmeğe hacet görmüyoruz

Vaizlik, mürşidljk edecek adamın yalnız sebîl-i hakkı tanıması kâfi değildir; o caddeye çıkan yolların nerelerden sapmak ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir Bir de yanlış yol tutanlara “dalâlettesin!” demekle iş bitmez Oraya nasıl düşmüş; saha-i reşâda nasıl çıkacak, buraları tamamiyle tayin etmeli, sonra bîçârelerin eline yapışmalıdır Hele tekfir, tehdit ma kamında ele alınacak silahlardan değildir Zira bunun ika edeceği mevt-i mânevîyi duyacak hisler pek azaldı Onun için “Sus! Kâfir oldun!” nidası top gibi patlasa yine kuru sıkı telakki olunacak

Âkif’e göre din ve dil iki kutsaldır Dil, dinin kökleşmesine yarayan fikirlerin ifade aracı olarak mukaddesti/kutsaldı Sade dili, dini halka anlatmak için kullanan Âkif, inandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek için onları çekici ve alımlı renklerle boyar, ağırlıktan, koyuluktan, sertlikten kurtarırdı Bir vaiz, cemaate telkinde bulunurken, nasıl onların anlayacağı dili kullanmak zorunda kalırsa Âkif de, yüreğindeki ateşi boşaltmak istediği zaman, açık Türkçeye başvurur Şu mısralar bunun güzel bir misalini teşkil eder:
“Hâli islah edecekler diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu

Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne
Acırım tükrüğe billahi, tükürsem yüzüne!
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım
Şu kadar vermelisin” Kahrolayım kaçmazdım

Âkif, iman ettiği prensipleri, usta bir aktör gibi, halkı güldüre-ağlata, kafalara çivilemek yolunu tutmuş bir eğitimcidir Şair-vaiz Mehmed Âkif’in, bazı âyet ve hadislerin mealini nazmen yorumlama merakına başta Safahat’ı, düz yazı ile yorumlarına da diğer eserleri şahitlik etmektedir Mensur olarak kaleme aldığı tefsirlerinin manzum şekillerini yazmış olması ve hele ömrünün son senelerinde Mısır’da on yılda gerçekleştirdiği ve fakat o günün koşulları içinde ülkeye getirmediği ve yakılmasını vasiyet ettiği Kur’an tercümesi ile Âkif, bir anlamda karşımıza şair-müfessir olarak da çıkmaktadır O inandığı gibi yaşamış ve inandığından, doğru bildiğinden başka bir şeyi söylememiş olmak gibi bir mümin dürüstlüğünün, bir eğitimci kimliğinin ve imtiyazının/ ayrıcalığının sahibidir
“Sen din ile pâyidâr olursun,
Din gitti mi târumâr olursun!”

İtiraf etmeliyiz ki aradan geçen bunca zamana rağmen bugün bile camilerimizde şiirleriyle halka seslenmeye devam eden bir şair varsa, o Âkif’tir

Öyle sanıyorum ki, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ülke çapında bir anket yapacak olsa, din görevlilerinin şiir ve beyitlerini en çok ezbere bildiği şair Âkif olacaktır Bu da merhumun, bir bilge-eğitimci olarak cami ile hayatı nasıl bütünleştirdiğini gösterir Nitekim damadı Ömer Rıza Doğrul şöyle der:

“Hayatında yazdığı ve neşrettiği ilk şiir “Kur’ân’a hitab”tı ve bu hitap onun genç ruhundan semaya yükselen, sonra bütün ömrünce onun ruhuna sağnak sağnak feyiz yağdıran bir ‘rahmet’ olmuştur

Âkif, “o bizim Şark’ımızın ruh-i kemâli” diye övdüğü şair Sâ’dî için,
“Odur şi’ri hikmetle mecz eyleyen
Odur şiir nâmiyle hak söyleyen”

der

Bize kalırsa bu beyit, Âkif’in kendisi hakkında da aynen geçerlidir Onun halk eğitimi açısından “kürsüdeki şair”liğinin göstergesi de “şiir adıyla hak söylemesi” olsa gerektir

İsmail L Çakan

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



İSTİKLÂL MARŞI'NI YENİDEN OKUMAK

Edebiyat bilimcileri genellikle edebî metinlerin zamandan ve mekândan münezzeh olarak ele alınması gerektiğini vurgularlar ?Saf metin? anlayışını önceleyen bu bakışın kendi içinde tutarlılığı var ise de, bazı metinlerin zaman ve mekânla ilişkisini kurmadan yorumlanması, metnin anlaşılmasını zorlaştırır İstiklâl Marşı da, dayandığı sosyal zeminden dolayı, metnin oluşmasına yol açan olayları irdelemeden anlaşılamaz

İstiklâl Marşı'na giden yol, Çanakkale Destanı şiiriyle 1915'te başlamışsa da, öncesi 1912-1913'te yaşanan Balkan Savaşlarıdır 1897 yılında, son zaferini yaşayan Osmanlı, Balkan Savaşları ile mağlubiyet acısını yaşamış fakat Çanakkale ile yeni bir dirilişin başlangıcını gerçekleştirmiştir Âkif'in Çanakkale Destanı, bu dirilişin çığlığıdır Arkasından yaşanan Anadolu'nun işgali ile yeni bir direniş canlanmış; bütün Anadolu kan ve barut kokusuna gark olmuş; Mehmet Âkif, bu kan ve barut kokusu içinde, İstiklâl Marşı'nı kaleme almıştır Şiir Meclis'te okunurken, cephelerden top sesleri geliyordu Şiiri dinleyenlerin tenlerine barut kokusu sinmiş; cephede savaşanlarıyla, savaşanlara destek olanlarıyla, Meclistekileriyle tüm millet, varlıkla yokluk arasındaki çizgide büyük bir gerilim yaşamakta idi


İstiklâl Marşı böyle bir atmosferde yazılmıştır Böyle bir atmosferde yazılan şiirin, kelime hazinesi de, bu atmosferi yansıtacak şekilde olmalıydı Âkif, şiirine ?Korkma? nidasıyla başlamıştır Bu kelime, sözlükteki basit bir ?korkmak? anlamıyla kullanılırsa, sıradanlaşır fakat arkasında 1912'den başlayıp Çanakkale ile devam eden varlık ve yokluk mücadelesinin en muhataralı anları düşünülürse, bir milletin topyekun direnişiyle ve bu direnişteki kutsallıkla daha etkili bir anlam kazanır Bu kelimenin arkasında, 10 yıldır savaşan ama tarih sahnesinden silinip gitmeyeceğini yedi düvele gösteren bir milletin direnci, başarıları ve öz güveni vardır

Âkif, şiirine ?korkma? diyerek başlamakla, geleceğe dair ümitlerin tohumlarını atmaktadır Ayrıca, bu kelime, tek kelimelik bir emir cümlesi olmakla, anlam değeriyle beraber, fonksiyon değeri de taşıyan bir ifadedir Bu hâliyle bu tek kelimelik cümle, stratejisi iyi yapılmış bir savaş anında, komutan tarafından verilen kesin emir hükmündedir ve geri planında 10 yıllık mağlubiyetler ve zaferler olduğu kadar binlerce yıllık Türk tarihinin ihtişamı da yatar

Âkif, şiirinin ikinci dörtlüğüne, ?Çatma? kelimesi; yani, ilk dörtlükte olduğu gibi, içinde, yalvarma da olan yine bir emir cümlesi ile başlar İlk dörtlükte, bağımsızlığın sembolü olan bayrağı anlatmak üzere, millete seslenirken, ikinci dörtlükte, doğrudan bayrağa seslenerek ?Çehreni çatma? der Buradaki ?çehre çatmak? da, basit bir anlam taşımaz Bunu da arkasında, mağlubiyet acısı vardır; hüzün vardır; kahır vardır; yokluklar ve çaresizlikler vardır ama asla ümitsizlik yoktur Bir nebze de olsa, içinde ümit olan, başarı imkânı olan ve milletine güvenen bir ses gizlidir bu kelimede Bu kelimede, Allah'a yalvarma, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeme vardır Ayrıca, bu kelime de tek kelimeden ibaret bir cümle olmakla, ilk dörtlük ile paralel bir söyleyiş özelliği gösterir Takip eden mısradaki emir kipiyle kullanılan ?Gül? kelimesi de, hem dua, hem de kararlılık gösterisi için önemlidir

Dördüncü dörtlükte, Âkif, ?Korkma? derken, korkulmaması gereken şeyi ve niçin korkulmaması gerektiğini söyler Korkulmaması gereken şey, ?medeniyet denen tek dişi kalmış canavar?dır ve bundan niçin korkulmaması gerektiğini de açıklarken, 10 yıldır direnen ve hâlâ direnmeye devam eden ?iman dolu serhaddin?in gücünü ve bu gücün merkezi olan ?iman?ı zikreder Âkif'in inanç dünyasında, korku ile iman bir arada olamaz İman varsa korku yoktur Çünkü iman, sebepler sebebinin mutlak varlığına imandır ve o mutlak varlık da, Bedir arslanları ile Çanakkale kahramanlarını galip kılan gücün sahibidir Âkif bu yüzden ilâhî güç ile insan gücü olan ?medeniyet? arasındaki mücadelede, imanın kazanacağını öngörerek ?Korkma!? demektedir

Beşinci dörtlükteki, ?Uğratma? ve ?Siper et gövdeni? emir cümleleri, verilen mücadelenin son noktasını vurgulayan ifadelerdir Kararlılık ve mücadele gücünün altını çizen bu cümleler, bunların etrafında örgülenen cümlelerin merkezi durumundadır Dörtlükteki ?alçaklar? ve ?hayasızca akın? kelimeleri, durumun vehametini gösterirken, kullanılan iki emir cümlesi, direncin gücünü gösterir

İstiklâl Marşı'nın, emir kipi açısından en yoğun dörtlüğü, altıncı dörtlüktür Âkif, bu dörtlükte, ?Tanı?, Düşün?, ?İncitme? ve ?Verme? kelimeleriyle, bir iç muhasebenin ve direniş gücünün yansımasını dile getirmektedir Verilen mücadelenin kaybedilmesi durumunda, nasıl bir toprak parçasının kaybedileceğini hatırlatan Âkif, bu emir cümlelerini kullanırken, aynı zamanda, milletin azmini ve bu azmin temelinde yatan ?vatan? bilincinin gücünü de sergilemektedir Âkif, basılan yerin basit bir ?toprak? olmayıp altında binlerce şehidin yattığını ?Tanı? ve ?Düşün? emirleriyle ifade ederek cümlelerine bir kararlılık ve kesinlik fonksiyonu yüklemektedir ?İncitme!? cümlesinde naifleşen Âkif, bu cümlesine, merhamet ve acıma fonksiyonu da yükler Dörtlüğün son mısraında,

?dünyalar? ile ?cennet vatan? mukayesesi yapan şair, toprağın üstündekiler kadar altındakilerin de bu topraklara bir değer kattığını ve bu yüzden bu toprakların dünyalara bedel olduğunu söyleyerek

?Verme? emir kipi kararlılığını yansıtır

Altıncı dörtlüğün sonundaki ?Verme? ifadesi, beklenen sonucu dile getirirken, takip eden dörtlüklerde, vatanın verilmediği ön görüsü ile yaşanan ortam anlatılır Bu dörtlüklerdeki ?etmesin, değmesin, inlemeli? ifadeleri, dilek ve temenni olduğu kadar, birer dua ifadeleridir de Bu ifadelerin hepsi, vatanın özgürlüğünü amaçlamaktadır Şair, vatanından ayrı kalmaması; bu vatana namahrem elinin değmemesi ve bayrakla birlikte vatanın özgürlüğünü simgeleyen ezanın da bu topraklarda sonsuza kadar okunması için dua etmektedir Emir kipi fonksiyonuna yakın bir kullanımla metinde yer alan bu kelimeler de Âkif'in şiirindeki kararlılığın birer göstergesidir

Son bentte Âkif, henüz savaş sürerken zaferin müjdesini vermektedir Bu yüzden, istiklâlin sembolü olan bayrağa seslendiği bendinde şair, bu bende ?Dalgalan? diyerek başlamaktadır Buradaki ?dalgalanmak?, zafer sevinci ve mutluluğuna dayanan bir hareketliliğin ifadesi olarak şiire girer İlk iki dörtlüğe ?Korkma? ve ?Çatma? kelimeleri ile başlayan Âkif, şiirini bitirirken de başlangıçtaki kararlılık ve kesinlik psikolojisini yansıtır Artık bayrak büyük bir sevinçle dalgalanacaktır; çünkü dökülen kanlar, özgürlük ile karşılığını bulmuş, hakkı olan istiklâlini kazanmıştır

İstiklâl Marşı'nın omurgasını, emir kipiyle kullanılan bu 11 fiil oluşturmaktadır 11 fiilin yanı sıra kullanılan dilek-istek ve dua kipleri de, şairin büyük bir kararlılıkla takındığı tavrın âkıbetiyle ilgili olarak ümitli ve müspet düşüncelere sahip olduğunu gösterir Âkif, gerek emir kiplerini ve gerekse dilek-istek ve dua kiplerini, basit sözlük anlamlarıyla değil, arka planındaki direniş gücü ve yaşanmışlıklarla doldurarak metnine dahil ederek şiirinde anlam zenginleşmesini sağlamıştır Bu yüzden, İstiklâl Marşı, bu bakış açısıyla okunduğunda, daha etkili olacaktır

Namık Açıkgöz

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI

(Bölüm 1)

Marş, bir milletin ortak duygularını, heye- canlarını, ümitlerini, birlikte var olma ve yaşa- ma azmini, millî birlik inancını terennüm eden ahenkli, müzikli olarak söylenen manzum me- tindir İstiklâl Marşı’mız da var olma yok olma sürecimiz olan Millî Mücadelemizden doğmuştur Mehmet Âkif bu marşı yazarken bilinçaltında yer etmiş olan bazı tarihî, edebî, dinî, kültürel kaynaklardan yararlanmıştır Edebî metinler büyük oranda metinler arası, kültürlerarası iliş- kiler içerisinde meydana gelir Şair ya da yazarlar edebî metinlerini üretirken kendilerinden önce var olan bazı kaynaklardan yararlanırlar, beslendikleri bu kaynaklardan etkilenirler ve ürettikleri metinlerinde bu etkilenmeleri, ya- rarlanmaları, beslenmeleri değişik şekillerde yansıtırlar

Metinler arası ilişki kurma, olumlu anlamda bir ya- rarlanma olduğu gibi olumsuz anlamda tepki biçiminde de ortaya çıkabilir Nitekim biz bu incelememizde İstiklâl Marşı’mızda görebildiğimiz metinler arası ilişkileri her kı- tanın tahlili içerisinde sırayla vereceğiz Bu çalışma bize, Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazarken hangi kaynak- lardan beslendiğini ve nelere tepki ortaya koyduğunu gösterecektir



İstiklâl Marşı’nın konusu: Millî bağımsızlıktır

İzleği ise şudur: Türk milleti, millî varlığını, dinini, vatanını emperyalist işgalcilere karşı kanının son damlasına kadar korumasını bilir Hiçbir zaman esir olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır Düşman ne kadar güçlü, ne kadar modern silahlarla donanmış olursa olsun Türk milleti, sonuna kadar köle ve sömürge olmamak için imanıyla direnecektir Dinini, dilini, kültürünü, bütün millî varlığını özgürce yaşayabileceği tam bağımsız ve bağlantısız hür bir Türk vatanı ve devleti onun başlıca hedefidir Buna engel olmak isteyenlerin sonu hüsran olacaktır

İstiklâl Marşı’nın Tepkisel Niteliği: Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda bir bütün olarak o dönemde her şeyin bittiğini, yok olup mahvolduğumuzu düşünen, bu yüzden korkan, ümitsizliğe, yılgınlığa düşen bir takım kimselere karşı tepkisini ortaya koymuştur Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nı okurken aynı zamanda bu şiirin, o dönemde yılgın ve ümitsiz bir ruh hâliyle yazılmış metinlere tepki olduğunu da düşünerek okumalıyız Onlardan biri de Mütareke döneminde İngilizler tarafından tutuklanıp Malta Adası’na sürülen Süleyman Nazif’in burada iken Eylül 1920’de yazdığı “Son Nefesimle Hasbihâl” adlı şiiridir Âkif’in İstiklâl Marşı, bu şiire ve bu şiirin içeriğine uygun başka metinlere tepkisel anlamda bir karşılık gibidir Yani İstiklâl Marşı’nın kaynaklarından biri de bu ve buna benzer şiirlerdir Âkif, İstiklâl Marşı’yla Süleyman Nazif’e âdeta “korkma!”, ümitsizliğe düşme, her şey bitti sanılmaz demektedir

İSTİKLÂL MARŞI’NIN BENTLER HÂLİNDE TAHLİLİ VE KAYNAKLARI

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak

Bu mısralarda her şeyin bitti sanıldığı zamanda bile hiçbir şeyin bitmediği inancının güçlü bir şekilde telkin edilişi imgesini görüyoruz Millî varlığın devamı inancının kuvvetle vurgulanması imgesi, bazı simgelere bağlı olarak geliştiriliyor Bunları açalım:

İstiklâl Marşı’mız, “korkma” diye başlar Olumsuz bir ifadeyle başlaması, bazıları için garip gelmiş olabilir Birileri bunu eleştirmişlerdir Mesela Suphi Nuri İleri bu durumu şöyle eleştirmiştir:

“Bu marş her cihetten fenadır İstiklâlci Türklerin hislerine tercüman olmamıştır “Korkma” diye başlayan bir marş, Türklerin hakiki ve öz duygu ve heyecanlarının tercümanı olmaz Türk korkmaz, istiklâl ve inkılap için savaşan Türklerin yüksek ve asil hislerini ve seciyelerini bilseydi hiçbir vakit şu sinire dokunan “korkma” kelimesiyle marşına başlamazdı

Âkif’in marşına olumsuz bir ifade olan “korkma” diye başlaması, İslâm kültüründen yansımalar, izler taşır Zira İslâm’ın temel ilkesi olan kelimeişehadete yani “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulühü” cümlesi, olumsuz bir ifade olan “lâ” ile başlar “lâ”, “hayır, yok, değildir” anlamına gelir Yani “hiçbir tanrı yoktur, ancak Allah vardır” ifadesiyle başlar İslâm, önce olumsuz durumu, olmaması gereken bir şeyi ortaya koyar, sonra olumlu değeri verir Âkif de önce olumsuz durum olan korkuyu olumsuzlar, korku yok, korkma der, korkunun olmaması gerektiğini söyler, sonra olumlu değerleri verir

Ayrıca bu mısralarda geçen metinlerarası ilişkilere ve şiirin tarihsel, kültürel kaynaklarına da bir bakalım: Marş’ın; “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” şeklindeki ilk mısraı, Hz Muhammed’in Hz Ebubekir’le birlikte 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ederken aralarında geçen bir konuşmaya telmihte bulunmaktadır Hadise şöyle olmuştur:

Mekkeli kâfir Kureyşlilerin baskısının artması sebebiyle bunalan Hz Muhammed, Hz Ebubekir’le birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmeye karar verirler ve gizlice çıkıp yolda Sevr Mağarası’nda konaklarlar Bu arada müşrikler onların peşine düşmüşlerdir Kâfirler, Hz Muhammed’i veya Hz Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene 100 deve verme vaadinde bulunurlar

Bunu duyan canavar ruhlu bir kısım Mekkeli müşrikler, hemen yola koyulup Sevr Mağarası’nın önüne kadar gelirler İçerden Hz Muhammed’le Hz Ebubekir onların geldiğini görürler Fakat müşrikler onları görmezler Bu durumda Hz Ebubekir çok korkar, telaşlanır ve üzülür Hz Muhammed onu yatıştırmak üzere: “Korkma! Üzülme Allah bizimle beraberdir” diye teselli verir

Bu hadiseye Kur’an-ı Kerim’de şöyle değinilir: “Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah ona yardım eder Hani o kâfirler, onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit iki kişiden biri iken ikisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına: “Korkma, üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” diyordu Allah ona sekînet (sükunet, kalp huzuru) indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla güçlendirdi ve kâfirlerin sözünü alçalttı En yüksek olan ancak Allah’ın kelimesi (Tevhid: Lâilâhe illallah) dir ve Allah azîzdir, hakîmdir

Mehmet Âkif de bu hadiseye telmihte bulunarak; kâfirlerin Sevr Mağarası’nı kuşattığı gibi Müslüman Türk milletinin de 1918’den itibaren Anadolu’da İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Amerika’dan oluşan emperyalist Batılı devletler tarafından kuşatıldığı sırada, Türk’ün yok olması demek olan Sevr Antlaşması’yla kıskıvrak kuşatıldığı sırada Peygamberimiz’in Hz Ebubekir’e söylediği gibi Âkif de; “Ey Türk milleti korkma! Allah bizimle beraberdir” mealinde teselli veriyor, Türk milletinin imanını güçlendiriyordu

Marş’ın ilk kelimesi olan “korkma” sözü, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, İzmir’in 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar tarafından işgal edilince aynı gün verdiği bir fetvada da geçer Hulusi Efendi fetvasında şöyle der:

Korkmayınız!’… Meyus (ümitsiz) olmayınız! Bu livâ-yı hamd (Hz Muhammed’in bayrağı) altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız Müftünüz olarak cihâd-ı mukaddes (kutsal cihat) fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum”

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmadan önce muhakkak ki bu fetvadan da haberdârdı ve ondan da etkilendi

Yine bu “korkma!” sözü, o dönemde kuvvetli bir İslâm imanına sahip olan bütün Türklerin içlerinde besledikleri ve kardeşlerine söyledikleri ortak bir söz gibiydi Düşman ne kadar güçlü olursa olsun korkmamaları gerektiğini söylüyorlardı Nitekim Hasan Basri Çantay da bir yazısında aynı şekilde “korkma!” demişti:

“Ey imanlı kardeş! Çok şükür ufk-ı İslâm’da (Müslümanların ufkunda) rehâ ve halâs (kurtuluş) güneşi doğmaya başladı Dünyanın her tarafında esarete düşen müslümanlar harekete geldi Ehl-i Salib’in (Haçlıların) yaman kastı artık anlaşıldı Bütün İslâm âlemi hakk-ı hayatını (yaşama hakkını) müdafaaya, kelimetullahı i’lâya (Allah’ın davasını yüceltmeye) karar ver di Bugün her vakitten fazla ümitlisin, fakat sabr u sebat et, yılma, usanma, korkma, haydi hamaset (kahramanlık, yiğitlik) meydanına Allahuekber! (Allah en büyüktür) “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, bize cesaret ver ki tutunalım Kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler

Şafak” kelimesi, temel anlamıyla Güneş’in batı ufkunda batışından hemen sonra oluşan kızıllıktır Yani akşam vaktinde Güneş’in batışını ifa de eder Şiirdeki simgesel anlamıyla ise millî Türk varlığı ve devletinin batar gibi oluşunu, ölüm kalım mücadelesi sürecinin en kızıştığı anları temsil eder

Buna göre mısra, “Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkıp ondan sonra işgale uğrayan Türk milleti, ortadan kalkıyor gibi görünüyor ama korkma, bu bayrak sönmez” anlamı ifade edilmektedir Ayrıca “şafak” kelimesinin bir de “güneşin doğuşu” anlamı vardır Şair bunu tevriyeli olarak da kullanıyor Dolaylı olarak mısrada “güneş gibi doğan, gökyüzünde parıl parıl parlayan bu Türk bayrağı, batmaz” anlamı da saklıdır

Al sancak” ifadesinde “sancak”, “bayrak” demektir Bayrak da bir milletin bağımsızlığını, hürriyetini, asaletini temsil eder Al sancak, kırmızı yani kanlı bayraktır Çetin savaşlardan sonra her tarafı kana boyanmış yaralı bayrak demektir Burada ise Güneşi temsilen, Güneş istiaresi olarak kullanılıyor Bunun simgesel değeri, bağımsız Türk millî varlığıdır İmgesel karşılığı ise şöyledir: Gurûb vakti gözümüzün önüne ufukta batmakta olan ve her tarafı kızıla boyanmış güneş manzarasını getirelim Bu, bayrağa benzetiliyor ve dolayısıyla da Türk millî varlığı simgeleştiriliyor

Bayrakla güneş arası özdeşlik motifi: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraında Türk milletinin bağımsızlığını temsil eden Türk bayrağı, batmakta olan güneşe benzetilmektedir Güneşin bayrak olarak algılanması, güneşin bayrakla özdeşleştirilmesi motifi, Hun Türklerinin büyük hakanı Mete (Motun) Han’ın hayatından esinlenilerek oluşturulan Oğuz Kağan Destanı’nda da geçmektedir Oğuz Kağan, Oğuz beylerine ziyafet verip kendisini kağan ilan ettikten sonra dünya çapındaki fetih felsefesini vurgulamak üzere âdeta bir slogan, bir ilke, bir vecize olarak şöyle der:
“Takı taluy takı müren
Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”
Yani:
“Daha deniz daha müren (nehir)
Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)”

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” mısraındaki “Ocak” ise bir anlamıyla içinde ateşin yakıldığı, yemeklerin pişirildiği, sıcak aile hayatının yaşandığı, aile üyelerinin ısındığı, barındığı ev, aile, soy demektir Ocak, evde yemek pişirmek ve ısınmak için yakılan ateştir Bir evde ocak yani ateş yanıyorsa orada insan ve hayat vardır demektir

Türk milletinin en küçük sosyal birimi ailedir Aileye büyük önem verilir Dolayısıyla burada “ocak”, en küçük Türk millî varlığını temsil eder Şair, “bu vatanda ocak tüten en son ev, en son aile, en son Türk kalıncaya kadar millî varlığımız ve bağımsızlık bayrağımız dalgalanmaya devam edecektir” demektedir

Bu durumda bu beyit şöyle okunabilir: Ey Türk milleti! Sakın korkma! Endişelenme, tasalanma, kaygıya, paniğe düşme! Yurdumun, ülkemin, vatanımın üstünde tüten en son ocak yani son aile ocağı, son ev, son fert ortadan kalkmadan bu şafaklarda yüzen al sancağımız, yani batış sürecine giren bayrağımız, millî varlığımız ortadan kalkmaz

Yani bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağımız ve bunun temsil ettiği Türk millî varlığımız, şafaklarda yüzse bile yani batıyor gibi görünse bile sönüp yok olup gitmez Türk milleti tamamen ortadan kalkmadıkça millî varlığımız, bağımsızlığımız devam edecektir

Ayrıca buradaki “en son ocak” yani son aile yok olmadıkça, ortadan kalmadıkça milletimiz ve devletimiz varlığını sürdürecektir Bu konuda ümit kesilmeyecektir Bütün millet yok olsa, tek bir Türk ailesi kalsa bile hâlâ ümidimiz vardır, inancı kuvvetle vurgulanıyor Türk milleti, bir veya iki aile bile kalsa ümidini kesmez, tekrar çoğalır, milletini oluşturup bağımsız devletini kurar, inancı simgesel olarak ifade ediliyor Âkif de tamamen buna benzer bir yaklaşım geliştirmiştir ki bu da tarihsel kültür mirasımızın Âkif tarafından nasıl güncelleştirilerek kullanıldığını gösteriyor

Tabii bu ifadeler, ülkemizin işgal edildiği, uzun savaşlardan yorgun çıkan milletimizin ümitsizliğe düşer gibi olduğu, ordularımızın dağıldığı, Kuva-yı Milliye şeklinde direnişler gösterdiği, sosyal, ekonomik, siyasi, askerî, psikolojik olumsuzlukların üst üste yığıldığı yılgınlık ve umutsuzluk ortamında Türk milletine yeniden doğruluş ve ayağa kalkış için ümit ve şevk telkin etmektedir Ordularımıza ve milletimize moral vermektedir

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” mısraının kaynaklarından biri de şudur: Denizli’nin işgal tehdidiyle karşı karşıya kaldığı günlerde 1 Temmuz 1920 günü Denizli Türk Ocağı, Ankara’ya bir telgraf çeker ve bu telgrafta şu ifadeye yer verilir: “Denizli gençliği, bir fert kalıncaya kadar canını feda etmeye and içti

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;”: Bu mısra, bayrakla millî varlık ve bağımsızlığın özdeşleşmesi imgesini verir Vatanımızın üzerinde hür bir şekilde dalgalanan Türk bayrağı, milletimizin yıldızıdır ve parlamaya devam edecektir Her canlının gökyüzünde bir yıldızı olduğu, o canlı yaşadıkça yıldızının parlamaya devam ettiği, ölünce yıldızının da söndüğü inancı vardır Bu durumda Türk milleti var oldukça yıldızı olan millî bağımsızlığı parlamaya, gökyüzünde bu bağımsızlığın simgesi olan bayrağı dalgalanmaya devam edecektir

O benimdir, o benim milletimindir ancak”: Bu mısra da bayrağı korumada ferdî ve sosyal sorumluluk bilinci imgesini verir Bu mısrada kullanılan “benimdir” ve “milletimindir” kelimelerinin özel bir anlamı var Biz, Türk bayrağına hem fert fert hem de toptan millet olarak sahip çıkarız Herkes hem tek başına hem de millet olarak bayrağa sahip çıkma sorumluluğunu üstlenir Şair burada bize bir sorumluluk yüklemektedir

Yani Türk vatanında Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız, hür bir Türk varlığı olarak yaşama iradesi, sadece Türk milletine aittir Türklerin bağımsızlığı, başkasına devredilemez, manda kabul edilmez, devletimsi emperyalist Batılı Haçlı çetelerin hâkimiyeti altına giremeyiz demektir bu Türk milletinin idaresi, Türk milletine aittir Şair, burada esir olmama, köle olmama, sömürge olmama, manda olmama, hür ve bağımsız bir devlet olarak yaşama irademizi ortaya koyuyor
“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”

Bu kıtada bağımsızlığın üzerine titreme imgesi vardır

Hilâl” simgesi, teşhis sanatından da yararlanılarak millî bağımsızlığı temsil etmek üzere belirgin kılınıyor Hilâl, yeni ay demektir Yeni doğmuş, ince çatılmış kaşa benzer Fakat 26 ve 27 gecelerdeki aya da “hilâl” denir Bu, ayın batmaya yüz tuttuğu zamanlardır Bu durumda Türk millî varlığının batmak üzere olduğu zamanlar, bu incelmiş aya benzetilmektedir Çehresini çatmış ay da kızgın, sinirli, öfkeli bir hâli ifade eder

Yani millî bağımsızlık, Türk milletine kendine sahip çıkmada gevşeklik gösterdiği için kaşlarını çatmaktadır Ayrıca, Millî Mücadele bir yönüyle hilâl-salîb (haç) yani Müslümanlık-Hristiyanlık savaşıdır Dolayısıyla hilâl, aynı zamanda tüm İslâm dünyasını, İslâmlığı temsil eden bir simgedir “Hilal” kelimesini oluşturan harflerle “Allah” kelimesi de yazılır Yani her iki kelimenin harfleri aynıdır Dolayısıyla biz minarelerimizin ucuna hilal motifini koyarken aslında oraya simgesel olarak “Allah” kelimesini ve onun temsil ettiği değerleri yazmış oluyoruz

Burada hilal, mecaz-ı mürsel sanatıyla bayrağı temsil eder Hilal, Türk bayrağının bir parçasıdır Parça söylenerek bütün kastedilmiştir Bayrağın nazlanması, millî bağımsızlığın Türk milletinden uzaklaşır gibi olmasının imgesidir

Ayrıca, nazlı hilâlin surat asmasının (çehresini çatması) sebeplerinden biri de o dönemde işgalci devletlerin kendi bayraklarını çeşitli şehirlerde asmasıdır Özellikle İzmir, İstanbul gibi şehirlerimizde bol miktarda her yere Yunan bayrakları asılmıştı Maraş’ta Fransız bayrağı asılmıştı meselâ Nazlı hilâlimiz yani Türk bayrağımız bunun için surat asmaktadır Ülkemizde başka bayrakların, başka hâkimiyetlerin varlığına katlanamamaktadır

Bir de nazlı hilâl, nazlı sevgiliye, geline benzetiliyor Divân edebiyatımızda sevgilinin kaşları hilâle benzetilir Türk bayrağı da Türk milletinin sevgilisidir Divan edebiyatında sevgili, âşığına karşı daima tegafül, kayıtsızlık hâlindedir Kaşlarını çatarak ters ters bakar ve yüz vermez Nazlıdır, sevgilisini kaşların çattığı için üzer Ayrıca nazlı gelinler kuma istemezler Evlerinde başka kadın istemezler Başka kadın olursa surat asarlar Türk bayrağı da kendi evi olan Türkiye’de başka bayrakların dalgalanmasını hiç istememiş ve bunu gördüğünde suratını asmıştır Âkif o zaman haklı olarak Türk bayrağının yanında başka bayraklara tahammül edememiş yani Türkiye’de sadece Türk istiklâlini istemiş, idaremize başka milletleri ve devletleri ortak etmek istememiştir

“Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?”: “Kahraman ırkım” ifadesindeki “kahraman ırk”, Türk milletidir Burada kan bağına dayalı etnik anlamda bir ırkçılık yoktur Tam tersine Âkif’in ırkçılık yapmadığını görüyoruz O geniş görüşlü, olgun, akıllı bir Müslüman-Türk aydınıydı Kendisi etnik köken bakımından Arnavut’tu Nitekim bir şiirinde bunu belirtir:
“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum
Başka bir şey diyemem, İşte perişan yurdum!

Türk-İslâm kültürüyle yetişmiş Âkif kişiliği, kimliği, kültürü bu topraklarda şekillenmiş, bu toprakları ve bu milleti benimseyerek kendini Türk hissetmiş ve öyle kabul etmiştir Nitekim Zağanos Paşa Camii’nde verdiği bir vaazda şöyle der:

“Osmanlı saltanatını i’lâ (yükseltmek) için Karesi (Balıkesir)’nin bu kahraman İslâm muhitinin (çevresinin) vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malumudur Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz

Kahraman Türk ırkının, tarihte olduğu gibi o gün de son Haçlı sürüleri olan emperyalist Batılı işgalcilere karşı Anadolu topraklarını, Türkiye’yi savunacak olması onu heyecanlandırıyor Burada Avrupalı ırkların Türk ırkını ezmesi, yok etmeye, tarihten silmeye çalışması söz konusudur Yani barbar, saldırgan Avrupa ırkçılarına karşı yok edilmek istenen Türk ırkının korunması isteği ve savunması görülüyor Burada bir ırkçılık aranacakça, ancak Batılıların Türklere karşı uyguladığı katliamcı bir ırkçılıktan söz edilebilir

“Kahraman ırkım” diye hem kendini Türk kabul etmesi hem de Türk ırkının tarihsel bir gerçeklik olan kahramanlığını belirtmesi şovenlik, ırkçılık değildir Burada Âkif, Türk ırkını başka ırklarla karşılaştırıp Türklerin onlardan üstün olduğunu, ya da Türk ırkının seçkin, kutsal bir ırk olduğunu filan söylemiyor Burada Türk ırkı başka Müslüman ırklarla karşı karşıya getirilmiyor Kanı, kökeni, ırkı başka olan insanların bundan gocunmasını, alınmasını gerektirecek bir durum yoktur Bundan ancak kendi ırklarını üstün ırk görenler ve Türk düşmanları gocunabilir

Âkif, Türk-İslâm kültürünün yoğurduğu bir asil evlat olarak tüm Müslümanları tek bir millet olarak görmüş, bu anlamda İslâm milliyetçiliği yapmış, hayatını buna adamış bir insandır Nitekim “sınırlarımız içinde kalan her ırkı milletdaşımız sayıyoruz” der İslâm kavimleri arasında Türk ırkının kahramanlığını vurgulaması onu gururlandırmakta, kıvandırmakta ve gönendirmektedir Âkif, kökeni, ırkı ne olursa olsun bu vatanda yaşayan herkesi Türk milleti şemsiyesi altında değerlendirmiş, geniş ufuklu bir aydındır

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



İSTİKLÂL MARŞI'MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI

(Bölüm 2)

?Celâl? kelimesi, Allah'ın sonsuz güzelliğinin tecellilerinden, yansımalarından birisidir Allah'ın en genel manada iki güzel sıfatı vardır: Cemal ve Celal Allah'ın güzelliği lütufla, merhametle, yardımla, cennetle tecelli ederse buna ?cemal?, kahırla, cezalandırmakla, cehennemiyle tecelli ederse buna da ?celal? denir Allah'ın ?Celîl? ismi, ?celal sahibi? anlamına gelir Âkif, bu manadan hareketle ?celal? sıfatını kullanıyor

Bu iki mısrayı şöyle de okuyabiliriz: ?Ey nazlı Türk bayrağı! Türk milleti, varını yoğunu ortaya koymuş hâlde istiklâli için savaşıyor Emperyalist Batılıları kovuncaya kadar mücadelesi devam edecektir Bunun için elinden geleni yapıyor O bakımdan aman kurban olayım ona kızma, celallenme, yüzünü ekşitme, ters ters bakma Bu kızgınlık, şiddet, öfke niye? Bu fedakâr millete bir gül, tebessüm et, yaklaş, ümit ver, sıcak dur?

Bir de şairin ?Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?? mısraında eski Türk bayrak anlayışından yansımalar vardır Eski Türklerde bayrak kutsaldı ve koruyucu bir ruh olarak görülüp algılanırdı Bayrakta ulu atanın koruyucu ruhunun ve Türk milletine zafer kazandırma özelliğinin bulunduğuna inanılırdı Bayrağın şiddetle, celalli bir şekilde bakması demek, ondaki ulu ata ruhunun millete, ülkeyi işgal güçlerine niye teslim ettiniz, bayrağı niye yere düşürdünüz, diye kızması demektir Bu kıtanın ilk iki mısraında ayrıca Âkif, Namık Kemal'in ?Hürriyet Kasidesi? nde geçen şu iki beyitten üslup, yaklaşım ve benzetme motiflerini almıştır En azından Namık Kemal'in bu beyitleri, Âkif'in bilinçaltında onu etkilemiştir Namık Kemal'in beyitleri şöyle:
?Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim

Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten?

(Vatan öyle vefasız, nazlı, güzel bir kadına dönmüş ki, aşkına sadık olanları gurbet elemlerinden ayırmaz)

?Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme

Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten?

(Şimdi kalpleri kendine çekme, gönülleri çelme gücü sendedir, güzelliğini gizleme Güzelliğin sonsuza kadar milletin gözünden uzak kalmasın)

?Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;? mısraında şehadete yüklenen tarihsel işlev imgesi vardır Burada Türk milletinin tarih boyunca iki temel değer için kanını akıtmaktan çekinmemesi vurgulanıyor Şairin burada ?sana? hitabındaki ?sen?, ?hilal?dir Hilal ise millî değer bağlamında Türk millî bağımsızlığını, hürriyetini, siyasi istiklâliyetini temsil ediyor Dinî değer bağlamında ise ?Salib? (Haç)e yani Hristiyan dünyaya karşı İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri temsil ediyor Batılılar özellikle hilal kelimesiyle bütün bir İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri ifade ederler Dolayısıyla millî ve dinî değerleri korumak, bunlar için gerektiğinde şehit olmak, Türk milletinin temel vasıfları arasında yer alır

?Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!?: Bu mısrada Türk milletinin en temel hakkının bağımsızlık oluşu imgesi vardır Allah'a tapan, haktan ve doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız bir millet olarak yaşamasının onun en temel haklarından birisi olduğu vurgulanmaktadır Âkif, bir vaazında bir Tunuslunun şu sözlerini aktarır: ?Ey Osmanlı Müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkumiyete sakın sizler de düşmeyiniz Saltanatınızın, istiklâlinizin kıymetini biliniz Çünkü dünyada onsuz yaşamak, meğerse yaşamak değilmiş Biz bunu pek acı, pek uzun tecrübelerden sonra anladık İnşallah siz o tecrübelere maruz kalmazsınız?

Ayrıca bu mısrada İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da bir meydan toplantısında Profesör Selahaddin Bey'in yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenmeler vardır:

?Milletler uyanıyor, devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz?

Hakk'a tapan Müslüman Türk milletinin istiklâl içinde yani müstakil bir millet hâlinde yaşaması, yani siyasi, idarî kararlarında bağımsız olması, kendi kültürünü, kendi geleneğini, kendi dinini bağımsız ve özgürce yaşaması, yabancı devletlerin idaresine girmemesi gereğini Hasan Basri Çantay da bir yazısında şöyle vurgular:

?Bir esir kurtarmanın temin ettiği saadet (mutluluk) böyle olursa, acaba miktarı binlere, yüz binlere hatta milyonlara baliğ olan (ulaşan) esir ve mazlum kardeşlerimizin tahlisi (kurtarılması) ne büyük vicdanî saadetler bah şetmez (vermez) bize! Bugün o esirler, o zuafâ-yı mazlûmîn (mazlum zayıflar) hep bize, hep bizim rehâkâr-ı hamiyyet ve imdadlarımıza intizâr edüp (yardımlarımızı bekleyip) duruyorlar Çünkü yeryüzünde ve İslâm dünyasında Cenab-ı Hakk'ın esaretinden muhafaza buyurduğu (özgürce yaşattığı) tek bir millet varsa o da lillahi'l-hamd ve'l-minne (Allah'a hamd ve şükürler olsun ki) biziz Saadet-i istiklâle (bağımsızlık mutluluğuna) malik (sahip) gibi görünen bazı hükûmât-ı İslâmiyye (Müslüman hükûmetler) Garb (Batı) pençesinden henüz kendisini kurtaramamıştır

Maamafih (Bununla birlikte) ey dindaş! İslâm mutlaka hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık) ile yaşar Küfrün (kafirlerin, Hristiyanların, Avrupalıların) İslâm (Müslümanlar) üzerinde velayet (sahiplik, efendilik) ve hâkimiyeti (üstünlüğü, yöneticiliği) merdûddur (kabul edilemez)?
?Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım?

Bu kıtada Türk milletinin hiçbir zaman sömürge olmadığı ve olamayacağı inancı, imgesi vardır

Buradaki ?ezel? kelimesini düz anlamıyla zamanın öncesizlik boyutu anlamıyla değil, Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan beri hep hür ve bağımsız yaşadığı, başka milletlerin boyunduruğu altına girmediği şeklinde anlamalıyız Türk milleti, tarih boyunca bu coğrafyada doğrudan doğruya sömürge olmamış tek millettir Dolayısıyla şair, bu durumu kuvvetle vurgulayarak mübalağa sanatıyla zamanda öncesizlik demek olan ezelden bu yana hür yaşamış, sömürge olmamış bir millet olduğumuzu ifade eder ?Hür yaşarım? ifadesiyle de bundan sonra da öyle kalacağımızı, hür, müstakil bir millet olacağımızı, emperyalist Batılı devletlerin sömürgesi olmamakta kararlı olduğumuzu büyük bir inançla haykırıyor

Bu kıtanın ilk iki mısraının yazılmasına sebep olan kaynaklardan biri, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması'dır Burada ?çılgın?, ülkemizi işgal eden İtilaf devletleridir, yani Batı'dır, Avrupa'dır, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika'dan oluşan Haçlı dünyasıdır Bu çılgın emperyalist Batı'nın bizi ?zincire vurması? ise Sevr Anlaşması, program ve projesidir Bu Sevr paçavrasında Türk milletine devlet olarak sadece Orta Anadolu'da Adapazarı, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Zonguldak, Sinop, Samsun, Merzifon, Amasya, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gibi yerlerden oluşan küçük bir bölge veriliyor, diğer yerler Haçlılar tarafından paylaşılıyordu Böylece Türkler, zincire vurulacak ve Anadolu ortasına küçük bir bölgeye hapsedilecektir

Âkif, Sevr paçavrasının bizi esaret altına almak istemesine tepki duyarak, Türk milletinin her zaman hür yaşamış ve hür yaşama azminde olan bir millet oluşunu haykırıyor

Ayrıca bu mısralar, söylem olarak Namık Kemal'in ?Hürriyet Kasidesi?nde geçen şu mısralarından mülhemdir:
?Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten?

(Zulümle, haksızlıkla hürriyeti yok etmek mümkün müdür? Çalış, eğer gücün yetiyorsa insanlıktan önce anlama, algılama gücünü ve bilme isteğini kaldır, ondan sonra ancak hürriyeti yok edebilirsin)

Yine Namık Kemal şöyle der:

?Bir adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdîkâtı (onayladığı değerleri) tağyîr etmek (değiştirmek) kâbil midir (mümkün müdür)? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği mu'tekadâtı (inançları) gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, hikemî, siyasi, ilmî, zevkî her nevi efkâr (fikirler) zaten serbest, zaten tabiidir Değişir se kimsenin icbâriyle (zorlamasıyla) değil, tabiatın ilcâsıyla (doğal seyri içerisinde) değişir?

İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da Sultanahmet Meydanı'nda yapılan bir toplantıya katılan Türklerin havaya kaldırdıkları levhalarda şu cümleler yazılıdır:

?Türk hürdür, esir olamaz?, ?Hak isteriz: 2 milyon Türk, 200 bin Rum'a feda edilemez?, ?Yaşamak istiyoruz, Müslüman ölmez ve öldürülemez?

Bu cümleler, Âkif'in yukarıda açıklamaya çalıştığımız kıtanın hissiyatıdır Ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmi ve kararlılığında olan Türk milletinin ruhuna tercüman olan ifadelerdir ve Âkif, bu ruha tercüman olmuştur

?Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!? mısraında Türk milletinin sömürgeleştirilmesinin imkânsızlığı imgesi vardır Kudurmuş bir şekilde her şeyi göze alarak üzerimize çullanan, aklını, şuurunu, realist düşünme kabiliyetini kaybetmiş işgalci Batılı Haçlı sürüleridir Şair, onların bu davranışını çılgınlıkla ifade ediyor Yakalanıp tutulan hayvanları ya da esir edilmek istenen insanları hapsetmek için zincire vururlar Ellerini ayaklarını zincirle bağlarlar İşgalci güçler de Türk milletini zincire vurarak esir etmek, sömürgeleştirmek, kıskıvrak kıskaca alıp, köleleştirmek istemektedir Fakat şair, böyle bir çılgınlığa sadece ?şaşarım!? diyerek bunun imkânsızlığını, düşünülmesinin bile saçmalığını ve mantıksızlığını dile getirmektedir

?Zincire vurmak? motifini Âkif, hem üslup, hem anlam, hem de benzetme motifi olarak değişik bir şekilde Namık Kemal'in ?Hürriyet Kasidesi? nde geçen şu iki beytinden ilham alarak kullanmıştır Namık Kemal şöyle diyordu:
?Değildir şîr-i der-zencîre töhmet acz-i akdâmı

Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı himmetten?

(Zincire vurulmuş arslanın kurtulmak için ayaklarının aciz kalması, zinciri kıramaması, kendi suçu değildir Dünyada kader utansın nasipsiz destekçi ve yardımcılardan)

?Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın

Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten?

(Celladın can alıcı ipi, urganı öldüren bir yılan bile olsa esaret zincirinden yine bin kere yeğdir)

?Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;?: Bu mısrada hapsedilme, sömürgeleştirilme, köleleştirilme, köşeye sıkıştırılma isteğine karşı mutlak bir direniş azmi görülür Kükremiş, coşkun, gürül gürül akma kabiliyetindeki sel, önünde hiçbir engel tanımaz Önüne çekilen setleri, bentleri yıkar geçer Türk milleti de kendisi için biçilen rollere, hapsedilmek istendiği sınırlara isyan eden, hiçbir zaman Batılıların dayatmalarını kabul etmeyecek olan hür bir millettir Hür bir millet olarak yaşamasını imkânsız kılacak tüm engellere karşı koyacak güçtedir

?Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım? mısraında Türklerin eski efsanevî destanı olan Ergenekon Destanı'na dolaylı bir gönderme vardır Ergenekon Destanı'nda da Türkler çoğalıp içine sıkıştıkları dağların arasından dağları delerek, demirleri eriterek çıkmışlardı Etraflarındaki dağları yırtmışlar, enginlere sığmamışlar ve dışarı taşmışlardı Yani Türk'ün önünde engel yoktur, demirden dağ bile olsa eritir, gene geçer azim ve iradesi vurgulanıyor

Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler Sadece Köktürk Hanı İl Han'ın oğlu Kıyan ve eşi ile İl Han'ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığı nırlar Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere ?Ergenekon? adını verirler ?Ergene: Dağın kemeri?, ?kon: keskin, sarp? demektir Bu iki aile, burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar

Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi kararlaştırırlar ?Dağların arasından çıkıp göçelim, dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim? derler Fakat çıkacak yol bulamazlar Bir demirci, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o bölgesine odun ve kömür yığarlar 70 deriden körük yapıp körüklerler Böylece demirden dağı eritip oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene (Bozkurt)?dir Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar, düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının öcünü alıp ata yurtlarına otururlar

Bu destanda iki temel motif vardır:

1 Dış baskılar, düşmanlar ya da tabiat şartları tarafından sıkıştırılmışlık, kuşatılmışlık, harici sınırlar tarafından hapsolmuşluk,

2 Bu kuşatılmışlık, sıkıştırılmışlık ortamından ne pahasına olursa olsun kurtulmak, imkânsız görünen engelleri aşmak, dağları demirden bile olsa eriterek o engelleri aşmak ve özgürlüğe kavuşmak Bu, bir millî özgürlük destanıdır Bu destan ruhu, tarih boyunca Türk milletine ilham kaynağı olmuştur Millî Mücadele sürecimizde de başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu olmak üzere bazı yazar ve şairler, değişik gazete ve dergilerde Türk'ün Millî Mücadelesini Ergenekon'dan çıkış olarak algılamışlar, Atatürk'ü de Türk'e yol ve yön gösteren önder Bozkurt olarak görmüşlerdi

Mehmet Âkif'in de bu destandan elbette haberi vardı ve bilerek veya bilmeyerek bilinçaltına yerleşmiş olan Ergenekon Destanı'na ait bazı motifler, o farkında bile olmadan İstiklâl Marşı'na yansımıştır Âkif, bu dörtlükte de Ergenekon Destanı'na gönderme yapmıştır Buna göre, Anadolu'da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan işgalcilerinden oluşan sıradağlar tarafından kuşatılan ve belli bir alana; Anadolu içlerine kıstırılan Türk milletinin bu emperyalist dağları demirden, çelikten, zırhtan, tanktan, tüfekten, uçaktan bile olsa bunları eritip, yırtıp aşarak geçeceğini, Türk milleti için hiçbir engelin olamayacağını ve buna olan inancını vurgulamıştır
?Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

?Medeniyyet!? dediğin tek dişi kalmış canavar??

Burada silâh teknolojisinin üstünlüğüne karşı İslâm imanıyla karşı duruş imgesi vardır

?Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar? mısraıyla, ülkenin batı bölgelerinde yer alan Ege ve Marmara denizlerinin rıhtımlarına Batı'nın çelik zırhlı gemilerinin demirlemeleri, çelikten birer duvar gibi dizilmeleri de kastedilmektedir

Âkif bir yerde şöyle der: ?Ankara? Ya Rabbi ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik? Hele Bursa'nın düştüğü gün? Ya Sakarya günleri Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se (ümitsizliğe) düşmedik Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz? Fakat imanımız büyüktü?

Yukarıdaki mısraları Âkif'in bu sözleri ışığında okumak lazımdır

Materyalizm, mekanizm, pozitivizm anlayışları maddeyi, görüneni esas alır Pozitivizme göre hayatta, sosyal ve doğal olaylarda geçerli olan determinizm ilkesidir Bunu savaşa uyarlayacak olursak savaşan taraflardan hangisi sayı ve silah üstünlüğüne sahipse o galip gelir İstiklâl mücadelemizde emperyalist işgalci Batılı güçler, silah teknolojisi bakımından bizden kat kat üstündüler En modern silahlarla saldırıyorlardı Bizimse silahımız yok ya da çok azdı Olanlar da geri teknolojiye sahipti Âkif burada Garbın âfâkının çelik zırhlı duvarla sarılmış olduğunu yani Batı'nın silah teknolojisi bakımından çok üstün olduğunu belirtirken; öte yandan pozitivist prangaya isyan ediyordu Olabilir ama ben de sınır boylarımı, savunma hatlarımı iman dolu göğsü olan Mehmetçiklerle, bütün milletimizle savunuyorum Benim İslâm kaynaklı mutlak imanım, inancım, her türlü maddî engeli, her türlü modern silahı yenecektir, diyordu

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazda üstün silah gücünün o kadar etkili olmadığını şöyle belirtir:

?Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz?

Son büyük Türk Hakanı Mustafa Kemal Paşa da Âkif'le aynı inanca sahipti O da pozitivist mantığa direnen bir iman eri idi Âkif'in direniş imanını o şöyle ifade etmişti:

?Gittiğimiz yol bir iman yoludur Evet biz on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek kavi dir (güçlüdür) Vâkıa (Gerçekte) riyazî (matematiksel, maddi güçleri hesaplayarak, yani istatistikî olarak) düşünülecek olursa galebe çalmamız (üstün gelmemiz) müşküldür (zordur) Fakat bizde olan şey onlarda yoktur Bizde iman kuvveti vardır Zaten bu mücâhede (savaş) bir iman işidir İmanı kavi (güçlü) olan buraya gelir çalı şır İmanı zayıf olana ihtiyacımız yoktur Biz bin türlü düşmanlarımızın kuvvetine rağmen muvaffak (başarılı) olacağız?

Bu kıtanın ilk iki mısraında düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun şairin kendine tam bir güven duygusu vardır Aynı motif, Dede Korkut Kitabı'nda da görülür Kazan, kâfirler tarafından esir alınır Kollarını urganlarla bağlarlar ve ondan kendilerini övmelerini isterler Kazan ise urganları kırarak güler ve düşmanları değil de kendisini över ve şöyle der:
?Bin bin erden yağı gördümise öyünüm dedüm

Yigirmi bin er yağı gördümise yıylamadum

Otuz bin er yağı gördümise ona saydum

Kırk bin er yağı gördümise kıya bakdum

Elli bin er gördümise el vermedüm

Altmış bin er yağı gördümise aytışmadum

Seksen bin er gördümise segsenmedüm

Doksan bin er yağı gördümise donanmadum

Yüz bin er gördümise yüzüm dönmedüm?

Ayrıca yukarıdaki 2 mısrada Âkif, aletleri, silahları değil de iradeyi ve imanı önceler Bu motif, yine Dede Korkut Kitabı'nda vardır Begil, ?hüner atın değil, erindir? der Burada alet ve silah değil, insan iradesi ve imanı belirleyicidir

Yine bu mısralar, Millî Mücadele sırasında ülkenin değişik yerlerinde müftülerin, hocaların, din adamlarının ya da başka kanaat önderlerinin, alimlerin, şairlerin, fikir adamlarının yaptıkları birbirine benzeyen konuşmalardan da izler taşımaktadır Nitekim bunlardan biri olan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Denizlilere yine aynı gün yani 15 Mayıs 1919 günü verdiği bir fetva ile Millî Mücadele'ye çağırır Bu fetvada, Âkif'in yukarıdaki mısralarıyla hemen hemen aynı manaya gelen şu ifadelere yer verir:

?Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız İstiklâl aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir Bu mutlak olarak cihâd-ı mukaddestir (kutsal cihattır)?

?Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var? mısraını Mehmet Âkif, Namık Kemal'in ?Vatan Şarkısı?nda yer alan şu mısraından ilhamla yazmış olmalıdır Zira her iki mısra da söylem ve anlayış birliğine sahip Yani vatanın sınır boylarını biz iman dolu göğüslerimizle, bedenlerimizle kale gibi koruruz demekteler Namık Kemal'in sözü geçen mısraı şöyle:
?Serhaddimize kal'a bizim hâk-i bedendir?

(Sınır boylarımızın kalesi beden toprağımızdır)

?Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

?Medeniyyet!? dediğin tek dişi kalmış canavar??

Bu mısralarda süflî değerler manzumesinin ulvî değerler manzumesine karşı saldırganlığı söz konusu edilir Burada iki ayrı toplum ve medeniyetinin karşıtlığı gündeme getiriliyor DoğuBatı çatışmasının bir yüzünü görüyoruz ?İman? kavramı, simgesel olarak Müslüman Türk milletini, Doğu'yu, İslâm medeniyetini temsil ediyor

?Kendisine ?medeniyet' adı verilen canavar? ise İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı gibi işgalci güçlerin, Batı toplumlarının haksız çıkarları uğruna, insanlık dışı bir şekildeki emperyalist saldırılarını temsil ediyor Canavara benzetilen medeniyet, Batının bilim, teknoloji, sanat, kültür gibi olumlu taraflarını değil; tam tersine insanlık dışı sömürgeci uygulamalarını, kitlesel katliamlarını, saldırganlığını, silah gücüyle masum kitleleri öldürmelerini temsil ediyor

Şair, canını dişine takmış bağımsızlık ve istiklal mücadelesi veren Müslüman Türk milletine seslenerek moral destek, ümit ve cesaret telkin ediyor Şöyle hitap ediyor: ?Kendisine medeniyet denilen ve tek dişi kalmış canavara benzetilen son Haçlı ordularının kudurmuşçasına saldırmalarından ürküp korkma, aldırma, endişeye kapılma! Toplarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla bu medeniyet kisveli işgal canavarı kudurmuş bir hâlde ulusun, bağırsın, böğürsün, gürültüler çıkarsın dursun! Sendeki büyük, güçlü ve sağlam İslâm imanını boğamaz, yenemez Seni yok edemez Bilakis sen onu bu imanın sayesinde yenebilirsin Burada ?ulusun? kelimesi, bir köpeğin, canavarın çıkardığı ürkünç sesler anlamındaki ulumasıdır En son teknolojiyle üretilmiş tank, top, bomba, tüfek sesleri bir canavarın uluması olarak algılanıyor

Burada ayrıca ?medeniyet? terimine şairin yüklediği anlam şudur: Tohumlarını ve köklerini Müslümanlardan aldıkları müspet bilimi geliştirerek makine, teknoloji medeniyetini üreten Batı dünyası, bu ilerlemenin verdiği avantajla kendini medeni, bilimde, fende, teknolojide geri kalmış toplumları da ?ilkel?, ?primitif?, ?geri? olarak görmüştür Yani dünyayı medeniler ve medeni olmayanlar olarak ikiye ayırmıştır Fakat Batı, elde ettiği medeniyet imkânlarını insanlığın hayrına, iyiliğine kullanmak yerine sömürü, zulüm ve imha aracı olarak kullanmıştır

?Medeniyyet!? dediğin tek dişi kalmış canavar??: Batı, 19 yüzyılda Afrika ve Asya ülkelerini doğrudan işgal ederken oraları kendisine sömürge edinirken, oralarda kolonyal bir yönetim kurarken gerekçesi oralara medeniyet götürmekti Yani Asya ve Afrika insanları cahil, kültürsüz, medeniyetsiz, ilkel ve vahşi idiler Avrupalı efendiler onlara medeniyet götürüyorlardı Sömürü düzenlerini dünya kamuoyuna böyle cilalı bir kılıf içinde sunuyorlardı Bugün de aynı Haçlı Batılılar, Afganistan'a, Irak'a, şuraya buraya demokrasi götürüyoruz diye giriyorlar Terimler değişiyor ama öz değişmiyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

Eski 10-10-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm



İSTİKLÂL MARŞI'MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI

(Bölüm 3)

Millî Mücadele sırasında Batı destekli Yunanlılar Anadolu'muzu işgal ederken İngiliz Başbakanı Daved Lloyd George (1863 1945), Avam Kamarası'nda yaptığı bir konuşmada aynen şöyle demişti:

?Yunan ordusu Anadolu'ya medeniyet götürüyor Yunan kuvvetle ri kendilerinden bekleneni yapmıştır?

Emperyalist Batı, özellikle Doğu dünyasını, İslâm dünyasını silah zoruyla, işgalle, zorbalıkla sömürge hâline getirmiştir Özellikle I Dünya Savaşı'ndan itibaren medeniyet ürünü olan silahlarla kitle katliamları yapmış, oluk oluk kanlar akıtmış, milletleri boyunduruğu altına almıştır Âkif, Batı'nın kendini ?medeniyet?le özdeşleştirmesini istihzalı bir biçimde vurguluyor Şunu demek istiyor: Kendilerini medenî olarak gösteren Batı, aslında vahşî bir canavardan ibarettir

Âkif, ?medeniyet? kavramına yüklediği anlamı, neden tek dişi kalmış canavar olarak nitelediği konusunu Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazında şöyle açar:

?Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da Garp (Batı) medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksân (yerle bir) olmasını temenniden ibarettir Ey cemaat-ı müslimîn! (Müslümanlar topluluğu) Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, marifet (bilgi, hüner, sanat, beceri) düşmanı, terakki (ilerleme, gelişme) düşmanı olduğuma zâhip olmayınız (bu kanıya varmayınız)

Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyla pek yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fâzıladır (faziletli, erdemli bir medeniyet) Garp medeniyeti maddiyattaki (maddi alanlardaki) terakkisini (gelişimini) maneviyat sahasında katiyen gösteremedi Bilakis o ciheti (tarafı) büsbütün ihmal etti Hayır ihmal etmedi; bile bile pâymâl etti (mahvetti, telef etti) Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını tashih etmişlerdir?

Görüldüğü gibi modern Batı, maneviyatı, insanî değerleri, dinî duyarlığı ortadan kaldırdığı, sadece maddeciliğe, materyalizme, güce, silaha, dünyaya bağlı olduğu için tek boyutlu yani tek dişi kalmış bir canavardır

?Medeniyet? kelimesinin vurgulanmasının bir özel durumu daha vardır O da şudur: Yunanlılar, vahşice katliamlarla Anadolu'yu işgal ederken dünya kamuoyuna ?biz Anadolu'ya medeniyet götürüyoruz!? diye propaganda yapıyorlardı Son zamanlarda Amerika Irak'ı işgal ederken aynı propagandayı kullanmıştır Onlar da: ?Biz Irak'a demokrasi götürüyoruz!? dediler ve geldikten sonra 3 milyondan fazla Müslümanı katlettiler, sakat, aç sefil bıraktılar, ülkeyi baştan başa yakıp yıktılar, yaşanamaz bir hâle soktular Emperyalist Batı'nın işgal mantığı hiç değişmiyor

?Medeniyyet!? dediğin tek dişi kalmış canavar?? mısraı, aynı zamanda büyük ölçüde Oğuz Kağan Destanı'ndan izler taşıyor O destanda Oğuz Kağan, Türklerin at sürülerini ve halkı yiyen, ağır bir eziyetle halkı ezen büyük ve yaman bir canavar olan gergedana karşı savaşır ve onu öldürerek kahraman olur

Bu destan motifi, İstiklâl Marşı'nda yukarıda verdiğimiz mısrada yeni bir şekilde ele alınıp işlenmektedir Buna göre eski Türk tarihinin kahramanı Oğuz Kağan, milletin at sürülerini yani ekonomik kaynaklarını yok eden, hatta bununla kalmayıp milleti yok eden yani soykırım uygulamak isteyen gergedan canavarının emperyalist faaliyetlerine karşı kahramanca göğüs geren bir figür idi Millî Mücadele sürecimizde de kahraman Oğuz Kağan'ın karşılığı Türk milletidir, Kuva-yı Milliye'dir, Atatürk'tür

Ekonomik kaynaklarımızı ele geçirmek isteyen ve bizi yok etmek isteyen gergedan canavarının karşılığı da ülkemizi işgal eden Batılı devletler, İtilaf devletleri, Batı emperyalizmidir Âkif, burada bilinçli olarak bu Batı emperyalizmine ?canavar? diyor Oğuz Kağan'ın gergedan canavarına karşılık Âkif, döneminin canavarı ?medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar?dır

Batı emperyalizmi de Türk milletinin yer altı ve yer üstü bütün ekonomik kaynaklarına musallat olmuş bir canavardır Oğuz Kağan zamanının ekonomik değeri at sürüsü idi, Âkif zamanının ekonomik değerleri ise madenlerimiz, limanlarımız, meyvemiz sebzemiz, işletmelerimiz; hasılı her şeyimizdir
?Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsıca akın

Doğacaktır sana va'd ettiği günler Hakk'ın

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın?

Burada vatanı düşman işgaline karşı sonuna kadar savunma kararlılığı imgesi vardır

Yurt, Türkiye topraklarıdır Bu vatan, bizim millet olarak hem maddi ihtiyaçlarımızı karşıladığımız, hem de kültürümüzü, medeniyetimizi oluşturup yaşadığımız kutsal bir topraktır Millî varlığımızı, millî kimliğimizi, değerlerimizi, inançlarımızı, geleneklerimizi ancak kendimize ait bağımsız bir vatanımızda yaşayabilir ve yaşatabiliriz Vatan, bizim için sadece karnımızın doyduğu bir toprak parçası değildir Anadolu toprakları bizim Türk-İslâm kültür ve medeniyetimizin yeşerdiği, serpildiği, geliştiği, yaşandığı bir yerdir Millî kültürümüzü bir yönüyle Anadolu coğrafyası oluşturmuştur Bu bakımdan millî kültürle vatan arasında kopmaz bir bağ vardır

Burada alçak diye belirtilen kesim, ülkemizi işgal eden emperyalist Batılılardır Onlara alçak denmesinin bazı sebepleri vardır Alçak, aşağı, soysuz, namert demektir Buna göre emperyalist Batılı devletler, haksız yere gelip üzerimize saldırmışlar, işgal ve istila zamanında namertçe kadınlarımıza, kızlarımıza, yaşlılarımıza, çocuklarımıza zulmetmişlerdir Hem milletimizi, hem de dinî ve millî değer ve varlıklarımızı yok etmek istemişler, bu konuda her türlü tahribatı yapmışlardır Dolayısıyla onların yaptıkları mertlik ve haklılığa dayanan şeyler değildir

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazda sömürgeci Batılı devletleri şöyle nitelendiriyor: ?Uzun zamandan beri devam eden dahilî (iç), haricî (dış) muharebeler (savaşlar), bilhassa Balkan Muharebesi'yle şu Harb-i Umumî (Birinci Dünya Savaşı) bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı

Düşman ise bu kadar kuvvetli Şerâit-i sulhiyyeyi (barış şartlarını) çârnâçar (mecburen) kabul edeceğiz Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellah (silahlı) haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek? Pek doğru! Yalnız iki nokta var

Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları bîçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik (onaylardık) Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki Bîçâre (çaresiz) herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:

-Boynunu uzat! Kafanı da ver! diyorlar Mademki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse kabul edemez İster istemez dişiyle tırnağıyla uğraşır, çabalar?

?Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,? mısraında Namık Kemal'in Deli Hikmet'le müştereken yazdığı Vatan Mersiyesi'nin Deli Hikmet'e ait olan şu mısralarından izler vardır:
?Ey vatan genç idin eyvah tükendin bittin

Bizi alçaklara, hainlere muhtaç ettin

Bunca öksüzlerini kimlere koydun gittin?

Deli Hikmet, vatanın alçaklar tarafından işgalinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu Âkif ise vatanımızın alçaklara teslim edilmemesi gerektiğini vurguluyor

Âkif'in yukarıdaki mısraında alçakların yurdumuza neden uğratılmaması gerektiğini gösteren bir örnek olayı Hasan Basri Çantay bir yazısında şöyle anlatır:

?Düşmanın en çok hedef-i taarruzu (saldırı hedefi) namuslu, dindar, münevver (aydın) erkeklerle kadınlardır Bunlara îkâ' ettikleri (dayandırdıkları) şenâyi' (kötü işler) pek elîmdir (elem vericidir) Geçenlerde bize verilen bir habere göre Erdek dahilinde bulunan İslâm eşrafı (önde gelen Müslümanlar) tamamen toplattırılarak Yunanlılara istinad eden

(sırtını dayayan) yerli Rumlar tarafından ağızlarına

?değnek?ten birer ?gem? vurulmuştur Bunları düşürmeksizin tıpkı köpekler gibi bağırmaları, havlamaları teklif edilmiş, değnekler düştüğü hâlde süngülenecekleri de söylenmiştir Ağızlarından değneği düşüren bedbahtlar fi'l-hakika (gerçekte) dipçik lerle darb u cerh olunmuşlardır (dövülüp yaralanmışlardır) Yine Erdek'te on beş yaşında isminde bir efendinin cebren (zorla) namusuna taarruz edilmiş (sataşılmış), zavallı çocuk bilahare (daha sonra) ölüm döşeğine düşmüştür?

Hayâsızca akın, emperyalist Batılıların son haçlı saldırısıdır Hayasızca yani utanmadan, namussuzca, Allah korkusu ve günahtan kaçınma duygusu olmadan yapılan bir saldırganlıktır

?Doğacaktır sana va'd ettiği günler Hakk'ın?: Burada Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmeme inancı dillendirilir Müslüman kişi, en olumsuz ve kötü şartlarda bile Allah'tan ümidini kesmez Müslüman için imkânsız diye bir şey yoktur Allah her şeye kadirdir O isterse en kötü şartları bile tersine çevirebilir Maddi sebeplere bakıp da ümit kesmemek lazımdır Düşman sayıca, silahça çok olabilir, kat kat üstün olabilir ama bu durum onların mutlak anlamda üstün gelecekleri anlamına gelmez Onun için yılmadan, ümidi kesmeden mücadeleye devam etmek lazımdır

Bu mısrada dolaylı da olsa değişik bir ifadeyle ?Müminlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır Tümüne güzelliği (cenneti) vaat etmiştir? (4/95) ayetinin içeriği aktarılmıştır Ayrıca bu mısrada şu ayetin içeriğini de görüyoruz:

?Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez? (12 / 87)

Dolayısıyla burada Allah'ın Türk milletine vaad ettiği şey, hem dünyada tam bağımsız ve bağlantısız hür bir vatan ve devlet, hem de cennettir Ayrıca bu mısrada İzmir'in işgali üzerine Halide Edip'in İstanbul'da bir meydan toplantısında yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenme vardır:
?Her gecenin bir sabahı vardır?

?Bastığın yerleri ?toprak!? diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı?

Burada Türkiye topraklarının şehit kanlarıyla yoğrulmuş olmasından dolayı kutsallaşması imgesi vardır

Bu dörtlükte bir bütün olarak bu imge yerleştirilmiştir Anadolu toprakları, kolay elde edilmiş bir vatan değildir Türk milleti, buraları uğruna binlerce evladını şehit vererek vatanlaştırmıştır Dolayısıyla Millî Mücadele'yi idrak eden Türk evlatlarının daha önceki zamanlarda bu vatan uğruna şehit olmuş atalarını düşünerek savaşmaları gerekir Türk milleti, emperyalist işgalcilere karşı savaşırken gözünün önüne şehit atalarını getirmeli, hep onların fedakârlıklarını düşünerek azimle, kararlılıkla savaşmalıdır

Anadolu toprakları sıradan, maddi değeriyle ölçülebilen bir toprak değildir Bu topraklar, ecdad kanlarıyla, İslâmlık ve Türklük değerleriyle cennet vatan hâline getirilmiştir Kefensiz yatanlar, şehitlerdir İslâm inancında şehitler kefensiz olarak oldukları gibi, üstlerindeki ile defnedilir Buraların bizim için manevi değeri çok yüksektir Bütün dünyalar karşılığında kolayca vaz geçilecek bir yer değildir

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazında şöyle der: ?Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpıp duran bu din-i mübîn (İslâm) bizlere vedîatullahtır (Allah'ın bir emanetidir) Kahraman ecdadımız (atalarımız) bu sübhanî vedîayı (yüce emaneti) sıyânet (korumak) uğrunda canlarını feda etmişler Kanlarını seller gibi akıtmışlar Muharebe (savaş) meydanlarında şehit düşmüşler; râyet-i İslâm'ı (İslâm bayrağını) yerlere düşürmemişler Mübarek naaşlarını (cesetlerini) çiğnetmişler şeriatın (İslâm'ın) harîm-i pâkine (temiz namus ocağına, yuvasına) yabancı ayak bastırmamışlar Babadan evlada, asırdan asra intikal ede ede bize kadar gelen bu emanet-i kübrâya (büyük emanete) hıyanet (ihanet etmek) kadar zillet (alçaklık) tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın (ataların) ahfâdı (torunları) değil miyiz??

Bu dörtlüğün yazılmasında Âkif'in doğrudan ya da dolaylı olarak yararlandığı, ilham aldığı kaynaklardan biri, Namık Kemal'in ?Vatan Mersiyesi?nin şu aşağıdaki bendidir Hem Âkif'in yukarıdaki dörtlüğü hem de Namık Kemal'in burada vereceğimiz bendi, içerik, söylem ve yorum birliğine sahiptir Namık Kemal şöyle diyor:
?Vatanı aldığı günler ecdâd (atalarımız)

Geri vermek mi içindi o cihâd

Yâd edin (hatırlayın) kanlarını aşk ile yâd

Geldi toprakları da efgâne (toprakları da feryat etti)

Dâd-res yok mu diyor nâlâne? (inleyerek imdat gönderen yok mu diyor)

Bu dörtlükte ayrıca şehitlerle ilgili şu ayetin de yansımaları görülmektedir:

?Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın, bilakis onlar Rableri katında diridirler Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığı ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler Onlar, Allah'tan olan bir nimeti, bolluğu ve Allah'ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek isterler? (Al-i İmran, 169-171)

?Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı? mısraının çıkış noktalarından biri, Namık Kemal'in ?Bekçi Türküsü?nde yer alan şu dörtlüğüdür:
?Biz bakmadan sağ u sola

Düşman girdi İstanbul'a

Vatanı sattık bir pula

Ne utanmaz köpekleriz?

Vatan topraklarını satma, ucuz pahalı demeden yabancılara verme, geçici, basit, sıradan, küçük menfaatler uğruna vatan topraklarından vaz geçme ve elden çıkarma hastalığı, özellikle Tanzimat'tan beri devam ediyor O zaman Namık Kemal, vatanın satılamayacak kadar kutsal bir değerimiz olduğunu vurguluyordu Vatanı ucuz pahalı demeden satanları da ?utanmaz köpek? olarak nitelendiriyordu

Mehmet Âkif de bu dörtlükten aldığı ilhamla önceden uyararak Millî Mücadele'mizde Türk milletini vatanı düşmana teslim etmeyin, bize dünyaları verseler bile vatan topraklarından vaz geçmeyin, vatan topraklarını korumak uğruna her şeyinizi gerekirse feda etmekten çekinmeyin diye haykırıyordu

Âkif yukarıdaki mısrayı destekleyen şu mısraları da söylemiş:
?Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle?

Yahudiler, Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmak için çok uğraştılar Osmanlı Devleti'nin o zamanki büyük dış borçlarını ödemek ve ayrıca o kadar para vermek karşılığında Filistin topraklarından bir parça arazi istediler Yahudilerin bu isteğine son derece öfkelenen Sultan Abdülhamit, onlara şu karşılığı vermişti:

?Şehid kanlarıyla sulanan topraklar parayla satılmaz! Def olun!?

Sultan Abdülhamit, bu olaya dair şunları söyler:

? Kan beynime sıçramıştı Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki Yahudi (Teodor Hertzel ve Emanuel Karaso), rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı ?Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!' diye bağırmıştım İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular Şimdi burada Selanik'te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!?
?Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ?

Burada Cennet vatanımız için mutlak bir fedakârlık inancı imgesi vardır

Bu dörtlük, bir önceki dörtlüğü pekiştiren, destekleyen, kuvvetlendiren bir bölümdür Her tarafı şehitlerle dolu olan bu cennet vatan için hiçbir fedakârlıktan kaçılmaz Değerli bilinen her şey, onun için seve seve verilir İnsanın en değerli varlığı kendi canı, sonra cananı yani sevdiği kişiler, eşi, kardeşi, anne babası, arkadaşı, mal varlığı; bunların hepsi vatanı kurtarmak, korumak uğruna seve seve verilebilecek olan değerlerdir Vatan hiçbir şeye değişilmez Türk'ün bağımsız, kendi değerlerini yaşadığı bir vatanı olmadıktan sonra canı, cananı, malı, mülkü ne yapsın?

Bu dörtlükte Âkif, çok kuvvetli bir vatan sevgisini telkin ediyor Onun bu aşırı vatan sevgisinin kaynağı, kuşkusuz ?vatan sevgisi, imandandır?, hadis-i şerifine dayanır

?Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!? mısraı, o dönemde pek çok yazı ve konuşmanın üzerinde durduğu temel motiflerden biriydi Yani Müslüman Türkiye toprakları şehit atalarımızın kanlarıyla boyanmış, her karış toprakta bir şehit yatmaktadır Bu şehit atalarımızın ruhunu incitmemek, onlara layık olabilmek için bu vatanı sonuna kadar savunmalıyız, gâvura teslim etmemeliyiz Nitekim bu görüşü dile getirenlerden biri de Hasan Basri Çantay'dı Bir yazısında şöyle der:

?Bilmem daha hangi zamanı bekliyorsun? İslâm yurdu baştan başa inliyor Senden bir kan, bir can, bir iman bekliyor Ah vatan, ah vatan! Hani Arabistan, hani Efendimizin üzerinde titrediği mübarek Kâbe? Hani o Ravza-i Mutahhara (Peygamberimizin kabriyle Minberin arasındaki alan)? Hani İmam-ı Azam'ın türbesi?

Hani peygamberlerin, evliyanın, şühedânın 99 ? hitlerin) kabirleri? Hani güzel ve tarihî Bursa? Hani Emir Sultanlar? Osmanlı ecdadının (atalarının) dünyalara sığ mayan er oğlu erlerin mezarları? İşte hep bunlar bizlere bakıyor, bizim arslanlığımızı görmek istiyor Gökte melekler halâsımıza (kurtuluşumuza), muvaffakiyetimize (başarımıza) dualar ediyor, ruh-ı pâk-i Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) (Peygamberimizin temiz ruhu) bizden bugün içün hizmet ve fedakârlık bekliyor Düşman çarığı, çizmesi altında kalan mübarek kabirlerin sahipleri bizi cenk yerine erlik meydanına çağırıyor?
?Rûhumun senden ilâhî şudur ancak emeli,

Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli,

Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli?

Burada İslâmî değer ve simgelerin kâfirler tarafından aşağılanmaması ve yok edilmemesi talebi, imgesi vardır

Millî Mücadele, bir anlamda Müslümanlık-Hristiyanlık savaşı hâlinde cereyan etmiştir Batılı emperyalist işgal güçleri, Haçlı saldırısı ruhuyla hareket etmişler, Türkiye'deki İslâmî değer ve simgeleri kimi zaman aşağılamışlar, hakaret etmişler, çiğnemişler, ayaklar altına almışlar; kimi zaman yok etmişler ve etmeye çalışmışlardır

Daha önce Balkan savaşlarında Balkanlardaki camileri ve diğer Türk-İslâm kültür varlıklarını, eserleri yakıp yıkıp yok etmişlerdi Bugün Balkanlarda Osmanlı-İslâm tarihine ait kültür ve sanat eseri pek kalmamıştır Millî Mücadele sürecinde de özellikle Yunanlıların İslâmî kurum, değer ve simgelere saldırdığını görüyoruz 8 Temmuz 1920'de Yunanlılar Bursa'yı işgal edince Sultan Osman'ın türbesini çiğnemişlerdi Venizelos'un oğlunun Sultan Osman'ın türbesini aşağılayan bir fotoğrafı vardır Bu Osmanlı tarihinin ve Türklük değerlerinin ayaklar altına alınmasıydı

O dönemde mabetlerimizin, camilerimizin göğsüne namahremlerin yani Hristiyanların, Haçlıların, Avrupalıların pis ellerinin nasıl değdiğini Hasan Basri Çantay bir yazısında şöyle anlatıyor:

?Mel'unlar (lanetliler) yalnız servet ve ismeti (masumluğu), nüfûs-ı müslimeyi (Müslüman nüfusu) ifna ve imha ile (yok etmekle) kalmayarak şimdi de yüzlerindeki nikâbı (örtüyü) atmak suretiyle doğrudan doğruya mukaddesât-ı diniyyemize (dinî kutsal değerlerimize) tecavüz ediyorlar (saldırıyorlar) Bursa'da, Balıkesir'de, İzmir'de, Akhisar'da ve işgal ettikleri bütün memleketlerde cevâmi-i şerîfeyi (şerefli camileri) rezîlâne (rezil bir şekilde) tevliyet ve tahkir ile (aşağılamakla) uğraşıyorlar Lafza-i celâl (Allah sözü) levhalarının söküldüğü cami duvarlarına müslümanların gözleri önünde ?haç? resimleri nakş ederek (yerleştirerek) bu suretle kâfirâne (kafircesine) emellerini meydana çıkarıyorlar

Birçok yerlerde minare lerde ehl-i İslâm'ı (müslümanları) huzurullaha (Allah'ın huzuruna), vahdete (Allah'ın birliğine) davet eden müezzinler tahkir edilmiş (aşağılanmış), dövülmüştür En yüksek bir medeniyet-i İslâmiyyeyi (İslâm medeniyetini) meydana getiren, cihana (dünyaya) adalet, merhamet, hamaset (yiğitlik), mertlik gibi pek kudsî (kutsal) desâtîri (ilkeleri) neşr ü talim eden (yayıp öğreten) Rasulullah Efendimiz Hazretleri'nin ?lihye-i saadet?leri (Peygamberimizin sakal kılları) alınarak çiğnenmiş, bu kudsî esasları ilahî bir eda ile kucaklayan ?Mushaf-ı Şerife? (Kur'an) bayrakları yırtılmış, şimdiki ensâl-i İslâm (Müslüman nesiller) gibi daima dağınık sokaklara atılmıştır?

İstiklâl Marşı'nın yazılışından önce de sonra da bu tür olaylar ülkenin her yerinde cereyan etmiştir

?Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli,? mısraının kaynaklarından biri bu tür olaylardır

Bu mısraın ilham kaynaklarından biri de Namık Kemal'in ?Vatan Türküsü?nde geçen şu dörtlüktür:
?Cümlemizin (hepimizin) validemizdir vatan

Herkesi lutfuyla odur besleyen

Bastı adû (düşman) göğsüne biz sağ iken

Arş yiğitler vatan imdadına?

Âkif bu dörtlüğün üçüncü mısraından söylem, ifade ve yaklaşım aktarımı yapmaktadır

?Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli?: Ezan, Müslümanları ibadete, namaza çağırmak veya namaz vaktini bildirmek için müezzin tarafından cami ve minarede günde beş kez okunan tekbir, şehadet ve diğer sözlerdir

Burada ezan, dinin temelini oluşturan bir simgedir Bir anlamda İslâm'ı temsil eden bir unsurdur Ülkemize İslâm medeniyetinin hâkim oluşunun bir belirtisi ve alametidir Türkiye'nin semalarından bu ezan sesinin sonsuza kadar kesilmemesi gerekmektedir Vatanımız eğer işgalcilerden kurtarılmazsa ezan sesleri susacak, çan sesleri hâkim olacaktır Yani İslâm ortadan kalkacak; onun yerine Hristiyanlık hâkim olacaktır Dolayısıyla Millî Mücadele, bir yönüyle Hristiyanlığa karşı İslâm'ı koruma savaşıdır

Âkif, Süleymaniye Camii'nde verdiği bir vaazında şöyle demişti: ?İşte Rumeli'nin hâli! Düşman galip geldi, camileri kilise yaptı, ahır yaptı Mescit bul da namaz kıl; minare bul da ezan oku! Bununla beraber olacağa nispetle bu olmuşlar bir şey değil! Eğer biz gözümüzü açmazsak-neûzü billah (Allah korusun) İslâm'ın dünyada namı (adı) bile kalmayacaktır?41

Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazında da ezan-çan mücadelesine şöyle değinir: ?Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin O, cihanın en mamur (bayındır), en medenî, en mütefennin (bilim ve teknikte gelişmiş) iklimi vaktiyle sinesinde on beş milyon Müslüman barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız, tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz

Allah'ın vahdaniyetini (birliğini) garbın âfâkına (Batının her tarafına) ikrar ettiren (kabul ve tasdik ettiren) o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün etrafa teslis velveleleri (üç tanrı gürültüleri) aksediyor (yansıyor)

Şevketin (gücün, kuvvetin, yüceliğin), medeniyetin, irfanın (bilginin) umrânın (bayındırlığın) müntehasına (en son sınırına) varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol'a karşı müdafaadan (savunmaktan) aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâm'ın son mültecâsı (sığınağı) olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım?

Millî Mücadelemiz, emperyalist Batı'nın bizim elimizden Kur'an'ı almak ya da bizi ondan soğutma çalışmalarına bir tepkidir Âkif de bu dörtlükte onların bu kültür emperyalizmi bağlamındaki Kur'an, İslâm düşmanlıklarına tepkisini en sert biçimde ortaya koymaktadır Nitekim 1900 yılında, İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Avam Kamarası'nda Kur'an?ı Kerim'i eline almış ve ?Bu Kitap Müslümanların elinde oldukça, bizim onlara hâkim olmamız mümkün değildir Ya bu Kitab'ı onların elinden almalıyız, ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız? demiştir
?O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım

Her cerîhamdan ilâhî, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!?

Burada vatanın bağımsızlığı karşısında şükür duygusunun, zafer ve bağımsızlık sevincinin mutlak anlamda ifade edilmesi imgesi vardır

İslâm'da çok istenilen bir şey elde edilince teşekkür etmek anlamında Allah'a şükür secdesi yapılır Şair, burada en büyük isteğinin vatanın kurtulması olduğunu, bu gerçekleşirse kendisi de hayatta ise bizzat kendisi; kendisi hayatta değilse onun yerine mezar taşının Allah'a coşkun bir şekilde binlerce şükür secdesi yapacağını belirtiyor

*Maddeden tecerrüd mazmununun aktarımı: Divan şiirinde maddeden tecerrüd (bedenden maddi değerlerin uzaklaşması, insana tamamen manevi değerlerin hâkim olması) mazmunu vardır Mutasavvıf şair, kanlı gözyaşlarını dökerek, ciğer kanını akıtarak maddi varlığından sıyrılır, tamamen incelip soyut, manevi bir varlık hâline gelinceye kadar maddeden tecerrüd etmeye çalışır Mehmet Âkif, bu mazmunu yukarıdaki dörtlükte geçen mısralarında değişik bir düzlemde aktarmıştır

?Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;? mısraında cesedin soyut bir ruh, hayalî bir vücut olarak mezardan kalkıp dirilmesi imgesi vardır Bu imge, kurgulanışı, yapısı ve özellikleri bakımından Recaizade Mahmut Ekrem'in ?Yakacık'ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık Âlemi? şiirinde geçen buna benzer bir imgeden ilham alınarak ya da faydalanılarak üretilmiştir

Ekrem, ölmüş ya da nerede olduğu belli olmayan bir sevdiğinden ayrılığın ıstırabıyla bir akşam vakti mezarlığa gider Mezarlıkta derin düşüncelere dalar Aralarında dolaştığı kabirler onda hüzünlü duygular uyandırır Bu sırada gece karanlığında mezarlıkta bir vücut, bir insan cesedi hayalen mezardan kalkıp gözünün önüne dikilir Şair, mezardan dirilmiş gibi algılanan bu hayalî ve soyut cesedi şöyle tasvir eder:
?Semtin sükûn u zulmeti artardı dem be dem

Gûyâ çekerdi ka'rına doğru bizi adem!

Dehşetle doldu hâne-i kalbim fakat yine

Aslâ hayâl ü hâtırıma gelmedi nedem

Nâ-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücûd

Bir kahramân-ı işve Mehâbetli bir sanem!

Emvâc-ı nûrvârı vücûd-ı latîfini

Örterdi nîm-sütre-i beyzâsı ham be ham

Müdhişti gözleri deheni lerzedâr-ı hışm

Gîsûsu târ mâr idi ebrûları behem

Nûr-ı nigâhı berk-i belâdan nişân idi

Seyyâl bir alevdi lebinden çıkan sitem!

Ref eyleyip hevâya tehevvürle bir elin

Takrîb ederdi nezdime kendin kadem kadem

Ettim kıyâm düşmek için pây-ı kahrına Eyvâh!

Uçtu gitti o nûr-ı semâ-harem?

?Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;

Hakkıdır; Hakk'a tapan milletimin istiklâl!?

Burada bağımsız millî devlet idealinin gerçekleşmesi talebi imgesi vardır

Buradaki ?şafak? kelimesi, marşın ilk kıtasındaki anlamının tersi bir anlamda kullanılıyor Daha önce güneşin battığı yer ve zaman bağlamında akşam kızıllığı anlamında kullanılmıştı Burada ise sabah vakti Güneş'in doğuşu esnasındaki kızıllık, ortalığın gittikçe ağarması anlamında kullanılmıştır

?Şafak? kelimesinin hem Güneş'in doğuşu, hem de batışı anlamları vardır Her iki zıt anlamı da içerir Âkif, bilinçli olarak ?şafak? kelimesini şiirin başında batış, sonunda ise doğuş anlamında kullanıyor Bunun da simgesel bir karşılığı vardır O da batmak üzere olan Türk millî varlığının yeniden doğması ümidi ve buna olan inançtır

Hür ve bağımsız kalma isteği kuvvetle vurgulanıyor Atatürk de ?istiklâl ve hürriyet benim karakterimdir? der

Âkif, daha önce Türk istiklâli hakkında şunları söylemişti:

?Türklerin 25 asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet (tarih bakımından ispat edilmiş) bir hakikattir Hâlbuki Avrupa'da bile mebde-i istiklâli (bağımsızlığın başlangıcı) bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur Türk için istiklâlsiz hayat müstahildir (imkânsızdır) Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklâlsiz yaşayamamıştır!?

?Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl? mısraında Türk ırkını kimsenin yok edemeyeceği imgesi vardır Bu mısra, çok önemli gerçekleri içermektedir Mehmet Âkif, Arnavut ırkından olmasına rağmen, Arnavut ırkçılığı yapmayıp, yüksek bir Türk ırkına mensubiyet şuuruyla Batılı ırkçıların Türk ırkını yok etmek istemelerine şiddetle tepki duymuştur Burada Âkif, bazılarının zannettiği gibi Türk ırkçılığı yapmamış; tam tersine Batılı ırkçılığa karşı masum Türk ırkını savunma tavrı ortaya koymuştur

Irkçılık, kendi ırkını üstün görüp başka ırkları kötülemek ve hatta yok etmeye çalışmaktır Bu bağlamda Mehmet Âkif, Türk ırkını yüksek görüp başka ırkları aşağılamıyor, onların Türk ırkı tarafından yok edilmesini istemiyor Tam tersine barbar Batılı saldırgan ırkçılığa karşı Türk ırkını koruyor

Sonuç olarak Millî Mücadele sürecimiz, Batılıların, yani İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gibi devletlerin Türk milletini bu coğrafyada ya yok etmek, yani soykırıma tabi tutmak ya da Orta Asya'ya geri sürmek istemelerine karşı bizim var olma, var kalma mücadelemizdir Millî Mücadele süreci, o dönem için son Haçlı saldırılarına karşı bir savunma, kendini koruma mücadelesidir

Nurullah Çetin


KAYNAKÇA
  • Zeki Sarıhan, Vatan Türküsü İstiklâl Marşı, Tarihi ve Anlamı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002
  • Hikmet Sami Türk, İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004
  • Adalet Ergenekon Çil, Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklâl Marşı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1989
  • Beşir Ayvazoğlu, İstiklâl Marşı Tarihi ve Anlamı, Tercüman Yayınları İstanbul 1986
  • Mehmet Çetin, İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2003
  • ?Mehmet Âkif Ersoy Özel Sayısı?, Millî Kültür Dergisi, Aralık 1986
  • M Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Âkif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002
  • Yaşar Çağbayır, Bayrak Mücadelemiz ve İstiklâl Marşı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.