Prof. Dr. Sinsi
|
Hititler, Hititler ( İ.Ö. 1660 -1190 ),Hitit Tarihi,Hititlerhakkında Geniş Bilgiler
Hititler, Hititler ( İ Ö 1660 -1190 ),Hitit Tarihi,HititlerHakkında Geniş Bilgiler
Hititler, Hititler ( İ Ö 1660 -1190 ),Hitit Tarihi,HititlerHakkında Geniş Bilgiler Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Türkçülük akımı "yurt" kavramını değil, "ırk" kavramını öne çıkarmıştı Oysa "yurt" önemliydi;ama "göçebe" bir toplum için yaşadığı topraklar yani yurt değil, obası önemlidir Akrabalık, dil ve din bağlantısı yurttan önce gelir;yani soy sop, yurttan önce gelir Biz Anadolu' luyuz artık, Orta Asyalı değil Bunu kabullenmeliyiz Bu topraklar, Hititlerin, Hattilerin yaşadığı topraklar Bir uygarlık beşiğinde yaşamaktan mutlu olmayı öğrenmek için vakit geç değil mi? Melih Cevdet Anday' ın aktardığına göre Prof Fuat Köprülü Hititleri kastederek : " Bu bücür insanların torunu olmaya gönlüm bir türlü razı gelmiyor " demiş ( Cumhuriyet, 27 Eylül 1996)
Belki Fuat Köprülü’nün sözünü ettiği Hititler kim diyeceksiniz Hititler, Anadolu’daki en eski uygarlıklardan biri Hitit Krallığı, İÖ 1700'de kuruldu Bu krallık kuruluncaya değin, tarihin hammeddesini oluşturan siyasal askeri olaylardan söz eden yazıtlar ele geçmemiştir İÖ 1700-1200 yılları arasını (Geç Tunç Çağı) Hitit belgeleri aydınlatır
Hititler, insanlara ilk kez buğday üretmeyi, yaşamın denizde başladığı bilgisini, mızrak uçlarında ve kamalarda kullanılan sert obsidyen taşını, atla çekilen ve savaş sanatını temelinden değiştiren iki tekerlekli savaş arabasını, ilk metalurji bilgisini, parşömen üzerine yazmayı ve alışverişte gümüş ve altın para kullanmayı sunmuş bir kavimdir (Oral Sander,Siyasi Tarih, s:25)
Hititler, Ankara’nın doğusundaki Kültepe’ den (Neşa) kalkar Boğazköy’ü alır, sonra da yeniden Kappadokya’yı alırlar Sonra da Toros Dağlarını aşıp Adana Ovasını etkilerine alır Troia’yı kuşatan Yunanlılar, Hititleri hiç bilmez görünür İlyada’da Troialıların birleşiklerinin listesini verirken Homeros’un Anadolu halklarıyla ilgili bilgisinin yarımadanın çevre bölgesinde oturanlarla sınırlı olduğu ortaya çıkar Bunu şöyle açıklabiliriz: Homeros’un zamanında Yunanlı yerleşmeciler Anadolu’nun güney ve batı kıyılarından içerilere girememişler ya da Karadeniz’in dar kıyı şeridine takılıp kalmışlardır O sırada Frigler, Lidler ve öteki kavimler iç bölgenin mirasçısı olmuşlardı
Anadolu’nun ilk dönem tarihi üzerinde coğrafyanın karmaşık etkisini daha açık biçimde anlayabilmek için, önce İç Anadolu platosunun iklimine ve yaşama koşullarına bakalım Bir kere, Tuz Gölü’nün çevresinde oldukça geniş bir alan aslında çöldür, daha büyük bir kısım ise bozkırdır Burada koyunun keçinin otlayacağı kadar yeşillikten fazlası yetişmez Havanın çok sıcak olmadığı yaz aylarında nehir vadileri dışında su kıttır Kara kışın ayazı, kar havası köylünün yaşamını zorlaştırır 
Hititlerin, imparatorluğunun büyüklüğü ve gönenci konusunda kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlarıyla bildiğimiz tek Tunç Çağı ulusunun, niçin yurt diye ve yönetim merkezi olarak Anadolu’nun çekiciliği olmayan bu bölgesini seçtiğini anlamak kolay değildir Hititlerin tarihinde ve sanatında görülen karaterinin kimi yönlerini, platonun süslü olmayan eril doğa görünümüyle içli dışlı olmaya, giderek böylesine çetin çevrenin kabul ettiği dünya zevklerinden el çekme anlayışına yorası geliyor insanın Aynı ölçülerin günümüz Ankarası için geçerli olduğunu söylemek haksızlık olur Bu kentteki hoş yaşam insan eliyle geliştirilmiştir Ayrıca İstanbul’a ve deniz kıyısına kaçmak için işlek bir yolu vardır Gene de Osmanlı döneminde Ankara’nın en çok bilinen siyasal sürgün yeri olduğunu kimse yadsıyamaz
Şimdi tam karşıya, yarımadanın “iskele” ucuna dönelim Güneybatısında derin girintili çıkıntılı kıyısı olan Ege’de dört büyük nehir vadisi vardır Kaikos(Bakır Çayı), Termos(Gediz Çayı), Kaystros(Küçük Menderes) ve Maiandros(Büyük Menderes) “Akarsu çağlayanlarıyla dolu, güleç bir ülke; bitek vadileri, dağlarını örten yüzyıllık ormanları, kıyıları olan bir ülke  Bu ülke bir zamanlar Yunanlıların oldu, burada kentler kurdular, tepelerini tapınaklarla taçlandırdılar, tezcanlı mizaçlarıyla durmaksızın kentin havasına canlılık kazandırdılar ”(W R Ramsay)
Herodotos, “bildiğimiz hiçbir ülkeye gökyüzü, mevsimler böylesine lütufkar olmamıştır” derken pek abartmıyordu Çünkü, Ege kıyısında kışlar Yunanistan’da olduğundan ılık, yazları meltem orada olduğundan süreklidir, toprak daha verimlidir, ortalama 50 santim yağışla ürün alınır Meyve boldur, özellikle incir için burdradakinden uygun hava olmadığı söylenir Zeytinlikler, bağlar ülkesidir; hızla akan nehirlerin yukarısındaki tepelerin yamaçları ormanlarla kaplıdır Bu bölg edüzlüklerin ve otlakların uzandığı platoya pek benzemez, platonun doğası da daha uzaktaki Doğu Anadolu Alplerinin doğasına benzemez
Asıl plâto, yaklaşık olarak kuzeyden güneye Eskişehir, Afyon, Dinar çizgisinde biter Bu çizgiyle kıyı arasında verimli otlak ve ormanları olan artbölge vardır Zamanında Yunan kentleri gemi yapımı içir keresteyi, bir çok işte kullanılan, adını Pergamon’dan(Bergama) alan parşömen için deriyi buradan sağlarlardı Yarımadanın güney ve kuzey kıyıları farklı özellikler gösterir Her iki kıyı da, Anadolu tarihinde küçük roller oyhnamıştır Akdeniz’de bölge coğrafyasının değişik etkileri üç ayrı yörede sergileniyor Bölgenin doğu ucunda Amanos ile Toros Dağları denizden uzaklaşarak yerlerini kıyıda “Cennet Nehirleri” Saros ile Pyramos’un ( Seyhan ile Ceyhan) bir uçtan öteki uca suladığı geniş alüvyonlu topraklara bırakırlar Burası yaz aylarının nemli sıcağı, kış yağmurlarının bolluğuyla ünlü Çukurova’dır(Kilikia) Adana ovasında tarihöncesinin ilk dönemlerinde Neolitik Çağ’ın çifçileri yerleşmeye başlamı, böylelikle Suriye ve Anadolu platosundaki koşut gelişmelerle aralarında bir bağ kurmuşlardır Her iki ülkeyle de kültürel bağları olan bu bölge, Tunç Çağı boyunca, Hurri soylularının elinde, “Kizzuvadna” adıyla Hitit İmparatorluğu’nun ayrılmaz parçası olmuştur Torosların dirseğinde, dağların denizden yükseldiği yerde, Kilikia’dan ayrılan küçük kıyı ovasının adı Yunan-Roma çağında Pamphylia (Antalya) idi Haritadaki görünüşünden buranın da nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklanrdan oluşmuş düz bir ova olacağını sanırsınız Ama tam tersine, kumulların kesiştiği ve yer yer çalılıklarla örtülü, dalgalı bir arazidir burası İklimi bile Adana ovasından farklıdır Öyle görünüyor ki, ilk yşerleşmeciler Akdeniz’in bu kendine özgü köşesini atlayıp geçmişler, bölge, Yunanlılar gelip yoğun biçimde yerleşinceye değin, tarihte pek bilinmemiş (Çevirenin notu: Yazar, tarihöncesi dönemi dikkate almamıştır) Antalya’nın (ta Helenistik çağa kadar kent diye bir şey olmadı üzerinde) batısında belirgin bir bölge daha var: Lykia Burası Hititlerin Lukka Toprakları dediği yer olmalı Düzlüklerin aksine, yüksek dağların birbirini kestiği bölgede, dimdik uçurumlar doğrudan denize iniyor Daracık geçitleri olan bu garip dağlık bölgenin içinde ve yüksek bölgelerde, dilleri başka dillere benzemez yerli bir halk otutururdu Bu insanlar Tunç Çağı’nda başlayıp Hıristiyanlık döneminde de süren bir azimle kendi kültürel geleneklerini korumuşlardır
Karadeniz kıyıları, batı ve güney kıyılarına pek benzemez Kıyıya koşut (paralel) sıradğlar kıyıda dar bir şerit bırakıp yamaçlardan akan sellerle yarılır Derin boğazlardan geçip kendine yol açarak platodan inen iki büyük nehir, Yeşilırmak ile Kızılırmak (İris ile Halys), iki yerde delta oluşturmuş Kıyıların büyük kesimi sürekli esen rüzgarlarına açıktır Yaz aylarında bile serin ve çoğu zaman yağmur getiren bu rüzgarlar ılıman bir iklim yaratır İklim, buğdaydan çok , (Amerika anakarasından geleli beri) mısır üretimine, en çok da fındık yetiştirmeye uygundur Yalnız Trabzon (Trapezus) yöresinin en doğusunda, Kafkasların başlıca kuzey rüzgarlarından kuoruduğu yörede Akdeniz iklimi egemendir Bu yörenin denize bakan yamaçlarında açelya ormlanları, yarı torpik bitki örtüsü vardır Pontos (Karadeniz) ve Paphlagonia (Kastamonu) kıyılarında Yunanlılar geç bir dönemde, gönülsüz, yerleşim bölgeleri kuruncaya değin, bu yörelerin yerli halkı hakkında çok az şey biliniyordu
Kızılırmak Nehrinin (Halys) doğusuna doğru Erzincan ve Malatya yaylalarına yaklaşırken yükseklik artar Plato ile yüksek yaylalar arasında kalan Kappadokia kaylabalık bir bölge olarak burada yer alıyor Kayseri (Caesarea Mazaca) sönmüş eski bir yanardağ olan Erciyes (Argaios) Dağı’nın görkemli silüetinin altındadır
Yanardağdan kalan topraklar en çok bağcılığa elverişlidir; ayrıca bölgenin sahip olduğu geniş otlaklar, at yetiştirmedeki ünüyle tarihte yer almaktadır Daha doğuya gidildiğinde, Fırat’ın düz kollarından daha ileride, platodan ve yarımadadan keskin biçimde farklılık gösteren Doğu Alpleri vardır Selçuklu Türkleri 1071 yılında Bizans ordusunu bozguna uğrattığında, ilk olarak, Anadolu’nun bu yüksek doğu bölgelerini ele geçirmişti Bu bölgede strajik merkez olan Erzurum, uzakta Van Gölü’nün yükselmiş suları bulunmaktadır Türk sınırını İran Azerbaycanı ve Sovyet Rusya ile karşılaştığı yerde, Ağrı Dağı’nın ikiz tepeleri deniz yüzeyinden 5195 metreye yükselir
Eski çağların Anadolu’yu oluşturan bu bölgeleri birbirine bağlayan büyük kervan yolları ülkeyi enine boyuna geçmiş, göçlerin ve ticaretin (tecimini) aktığı damarlar olmuş, devletlerin iletişim kanalllaarı haline gelmiştir Bu yolların batıdaki durak yerleri değişiktir Avrupa’dan geçişlerde İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı; Marmara’nın derin bir girinti yaptığı koyun sonunda, bir liman kenti Nikomedeia (İzmit); ya da Kyzikos (Bandırma) limanı Bütün bu yönlerden gelişlerde alışılagelmiş yollar Dorylaion (Eskişehir) üzerinden platoya gidiyordu Bugün de tren yolu, Birinci Haçlı Seferlerine gidenlerin geçtiği yolu izler Başka bir seçenek de Ege kıyısındaki büyük liman kentlerinden yola çıkmaktır: Smyrna (İzmir), Ephesos (Efes), Miletos (Milet) ya da Genç Kyros’la ücretli Yunan askerleri gibi, Hermos vadisindeki Lydia başkenti Sardes’ten (Sart) yola çıkılabilir Bu yerlerden çıkan yollar daha sonra yine ünlü olan ikinci bir yerden platoya girer: Kelainai’dır burası (sonraları Apameia, bugünkü Dinar), Perslerin Kral Yolu olan anayol, Sart’tan gelip kuzeydoğuya döner, Friglerin başkenti Gordion’da Sangarios’u (Sakarya) geçer Ankara’dan sonra yol Halys’ü (Kızılırmak) geçip Hitit ülkesine girer ve Kayseri’den doğuya, Anti Toroslar’ın geçitlerinden Malatya’ya, Fırat’a gider Kayseri’den sonra güneye doğru bir kol ayrılıp Bor’a (Tyana) uzanır ve burada Dinar’dan gelip doğuda platonun güney sınırın iuzleyen aşağı yolla karşılaşır Daha sonra iki yol birleşip Torosların ünlü geçidi Kilikia Kapılarından (Gülek Boğazı) geçer Adana’dan sonra kıyıyı izleyen daha sapa bir yoldan Suriye’ye ya da Amanos dağlarını aşıp Orta Fırat geçitlerine gidilir Kayseri’den sonra da kuzeydoğu yönünde Sivas’a ve daha sonra da Erzurum’a giden eski bir ana yolvardır İlkel araçların bıraktığı tekerlek izleri üzerinde günümüz motoru araçlarının da gittiği bu yol, Erzurum’da ünlü “Transit Yol”a bağlanır Erken çağlarda Transit Yol, Tebriz’den gelen İranlı tecimenleri müthiş geçitlerden geçirip Karadeniz’e getirirdi Ancak ikinci yollar da vardı; örneğin Trabzon’dan batıya giden zorlu kıyı yolu ya da gene kuzeydeki limanları içerilere bağlayan başka yollar Bütün bu yollar, ilerdeki bölümlerde tecimsel ve askeri önemleri ortaya çıktıkça dikkatimizi üzerinde toplayacaktır
Bugün, yarım yüzyıldır süren yol yapımlarından sonra Anadolu’nun çehresi geniş ölçüde değişmiştir Bu değişiklik hem Türklerin hem de yaz aylarında yurt dışından gezemeye gelenlerin lehine olmuştur
(Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK Y s: 4-9)
Hitit adı, Tevrat’ta geçiyor 19 yüzyılın tarihçileri bu adı önce Tevrat’ın dışında, yeni bilgiler edinmeye başladıkları Suriye ve Küçük Asya’da İsa’dan önce yaşamış bir insan topluluğu için serbestçe kullanmaya başladılar Eski Ahit’te Hititlerle ilgili en eski sözlerden, İbrani yazarlarının bu halkı Resuller döneminde Doğu Akdenizde oturan topluluklardan biri saydıkları anlaşılmaktadır
Ancak Kutsal Kitap’ta, daha sonra krallık döneminde Kral Hazreti Süleyman’ ın Hititli eşlerinden, iki kez de savaş arabaları ve atları olan “Hitit Kralları’ndan söz edilir Bu nedenle 1860'larda Hama ve Halep gibi Suriye kentlerinde Mısır Hiyeroglifleriyle yatkınlığı olmayan resim-yazıların yontulduğu bazalt plakalar bulununca, bilim adamları bunları “Hitit” eserleri diye nitelemekte haklı çıktıklarını düşünüyorlardı Ardından Toros Dağları’nın kuzeyinde İvriz gibi uzak bir yerde kayalara yontulmuş benzer yazıtların haberleri gelince, Hititlerden kalan eserler Anadolu platosunda da aranmaya başladı
O sırada bu gizemli halkın tarihiyle ilgili iki yeni kaynak daha bilgi vermeye başlamıştı: Birincisi, çözümlenen Mısır hiyeroglifleri, ikincisi, Mezopotamya çivi yazıları Bu ulusun İbrani dilindeki adının öbür dillerde de aynı biçimde söylenmesi beklenmiyordu; ama Mısır metinlerinde geçen “Kheta” nın, Asur metinlerinde geçen “Hatti” nin Hitit olduğu açıkça belli oluyordu Her iki dilde de, bu adların da geçtiği tarihsil olaylar söz konusu devletin ya da ülkenin Ortadoğu’da cok erken dönemden beri siyasal bir konuma sahip olduğunu göstermekteydi Mısır kayıtları Kheta ordularının ta 3 Tuthmosis baştayken (İÖ 1504-1450) Mısır ordusuyla karşılaştığını, 200 yıl sonra, 13 yüzyılda bir Kheta kralının 2 Rames’le antlaşma yaptığını anlatmaktadır Akhenaten (İÖ 1379-1362) ve 3 Amenophis (İÖ 1417-1379) zamanında çivi yazısıyla yazılmış ünlü Amarna Mektupları 'ndan birini Firavuna, devleti Küçük Asya’da bir yerde olduğu anlaşılan “Hatti Kralı” Şuppiluliuma yollamıştı Gene 11 yüzyıl ve daha sonraki Asur kayıtlarında “Hatti Ülkesi”nin Suriye olduğu açıktı Bütün bu bilgiler, coğrafi açıan bakıldığında, aklı karıştıracak niüteliteydi Ancak bu yüzyılın başında yapılan yeni arkeolojik buluşlar sorunu tümüyle çözecekti
“Hitit” yazıtlarının ve çoğu kez onlara eşlik eden kabartmalar türünden eserlerin aranması, çok yıllar önce, Kızılırmak yayının içinde kalan koca Boğazköy öreniyle onun yakınında yer alan Yazılıkaya’nın açık hava tapınağındaki sıra sıra yüksek kaya kabartmalarının bulunmasına yol açmıştı 1906 yılında Büyükkale adıyla bilinen yüksek kalede Alman kazıları başladı ve çok geçmeden çivi yazılı tabletlerden oluşan büyük bir arşiv günışığına çıkarıldı Yazıların içeriğinden Amarna mektuplarında sözü edilen “Hatti Ülkesi”nin başkenti Hattuşaş’ın burası olduğu anlaşıldı Bulunan ilk tabletler arasında yukarıda sözü edilen 2 Ramses’le “Büyük Kheta” arasındaki anlaşmanın “Hatti” dilinde yazılmış metni de vardı Arşiv artık tümüyle çözümlenip incelendiğinde, tarihsel olayların düzeni de en sonunda açıklığa kavuşmuş oldu
İÖ 1700'lerden başlayarak beş yüz yıldan beri, yöneticileri Hint-Avrupa kökenli olan bir devlet, İç Anadolu’nun gitgide daha büyük bir kesimini ele geçiriyor, daha güneydeki bölgeler için de Mısırlılarla ve Asurlularla çarpışıyordu Mezopotamya dillerinde devletin adı “Hatti” idi; çünkü İÖ üçüncü bin yıldan beri Anadolu’nun yerli halkına verilmiş olan ad buydu İÖ yaklaşık 1400'lerden kalma bir Asur metninde, metnin yazılış tarihinden yaklaşık bin yıl önce yaşamış Akad hükümdarlarının işleri anlatılmakta, Anadolu’nun güneylerinde bir yerlerde Naram-Sin’in bir “Hatti” hükümdarıyla savaştığından söz edilmektedir Şimdi bu ülkenin yeni halkı, yurtlarını işgal ettikleri “Hattiler”le karışmasın diye, Tevrat’ta geçen şu eski “Hititler” sözcüğüyle adlandırılıyor İÖ 1200'lerde Hitit tarihinin akışı aniden kesilivermiş, bugün pek anlaşılamayan nedenlerden ötürü, batı Anadolu’da çıkan bir etnik kargaşayla platodaki yurtlarından sürülüp atılmışlar Ama sonraları, onuncu yüzyıl ile yedinci yüzyıl arasında, Toros Dağları’ndan ve Suriyenin kuzeyinde bulunan küçük kent devletlerinin yarı sakinleri olarak bir kez daha ortaya çıkmışlardır Değişken olarak “Geç Hititler” ya da “Suriye Hititleri” dönemi denen bu dönem Filistin’deki İbrani Krallığı zamanına raslar
Diller
Açıklığa kavuşturulması gereken ikinci soru diller üzerinedir İÖ üçüncü binin sonlarında, Hint -Avrupalı kavimlerin gelmesinden önce,Anadolu’da Hatti diyebileceğimiz bir dilin lehçeleri konuşuluyordu; ama yazı hiç bilinmiyordu O sırada Ortadoğu’nun başka yerlerinde kullanılan en yaygın yazı türü, kil üzerine çıkarılan çivi biçimleriyle yazılan çivi yazısıydı Bu yazı Mezopotamya’ya özgü Akad dilinin ticarette ve diplomaside lingua franca olmasını sağlamıştı Yukarıda gördüğümüz gibi, yazının Anadolu’ya ilk girişi, Kaniş’te ve başka yerlerde tecim yerleşmeleri kuran Asurlu tecimenlerle olmuştu Birbirini izleyen dalgalar halinde Anadolu’ya göç eden Hint-Avrupalı kavimler tümüyle değişik nitelikte diller konuşuyordu İlk gelenler ülkenin güneybatısına Luvice konuşuyordu Sonradan Paphlagonia adını alan kuzey bölgelerde Palaca konuşuluyordu Ancak Kızılırmak nehri’nin geçtiği topraklarda ve Kappadokia’da konuşulan üçüncü bir dil vardı ki, bu hepsinden önemliydi Konuşanlar bu dile, iyice anlaşılamayan nedenlerle, Neşa’ca diyorlardı Bu dil bugün bildiğimiz Hititçe’dir ve daha başlarda Hitit başkenti Hattuşaş’taki çivi yazısı arşivlerdeki Akadça metinlerin yerini almıştır Bunlara ek olarak, ilk gezginlerin “Hitit Hiyeroglifleri” diye sözünü ettiği resim-yazılı yazıtlar gerçekte bir Luvi yazısıdır; sonradan bunu Demir Çağı’nın Geç Hititleri benimsemiştir
Hitit halkı ve dilinin tanıtımıyla ilgili bu girişten sonra, onların nasıl ünlendiklerini artık güvenle anlatabiliriz
İÖ 2000'den bir süre önce başlayıp Hititleri Orta Anadolu’ya getiren kavimler hareketi üzerine çok şeyler söylenmiş, çok tartışmalar yapılmıştır Ama artık bunların, Karadeniz’in batı ucundan güneye doğru ilerleyip İstanbul Boğazından geçerek Anadolu’ya girdikleri konusunda çok az kuşku duyuluyor (Çevirenin notu: Hititlerin Anadoluya nereden geldiklerini bilmediklerine yukarıda değinilmişti) Bu giriş, geride viraneler bırakan bir fetih hareketi değil, askeri yeteneği ve diplomatik zekası üstün bir kavmin adım adım Anadolu toplumunun içine sızmasıdır Bu gelişmeyi daha açık bir biçimde görebilmek için Hititlerin ilişki kurdukları Hatti halkı ve yöneticileri hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak gerekir Ne yazık ki ilk çivi yazıları konuya ilişkin pek az ipucu veriyor Örneğin Kaniş’teki Asurlu tecimenlerin arşivlerinde doğrudan tecim işleri ve alışveriş dışında herkesi ilgilendiren konulardan çok az söz edilir Bununla birlikte,İÖ 1870'ten başlaarak Kaniş’ten başka kentlerin kralları olan ya da en azından makam sahibi yöre yöneticilerinin oturduğu sarayları bulunan kentlerin adını görmeye başlarız Bunlardan birinin kraliçesi vardır; Buruşattum (Buruşanda ) adında bir başka kent de “Büyük Kral” sanıyla yüceltilen yöneticisi nedeniyle öteki kentler arasında sivrilir Bu kentin kimliği hemen hemen kesinlikle belli olmuştur: Burası Tuz Gölü’nün güneyindeki Acemhöyük ’tür Acemhöyük kısmen kazılmış, saray kalıntıları açığa çıkarılmıştır
Kaniş tabletlerinde geçen özel kişilerin adları-tarihin yazılmasında- daha çok yardımcı olur Mezopotamyalı tecimenler yerli halkla yalnız işleri gereği yakın ilişki içinde değildi: Belli ki aralarında, yerlilerle evlenenler çoktu Sonuçta, tabletlerde onların adı da sık sık geçmektedir ve dilbilim yoluyla bu adlardan öğrenilecek şeyler vardır Bu kişilerin çoğu Anadolu’nun yerli ailelerdindendir; ama değişik Hint-Avrupalı adlardan da çok vardır Konumuz için bu özellikle öneldiri Bu adlar içinde Luvi ve Neşa dilinin özellikleri ayrıt edilebilmektedir Neşa dilinin kesin olarak Hitit dili olduğu söyelenibldiğine göre nüfusun daha o zaman karışık ırklardan oluştuğu, kimilerinin düşündüğü gibi, nüfus içinde çoğunliuğu sağlayan Hititlerin sonradan kendi devletlerini kurup pekiştirdiği sonucunu çıkarabiliriz
(Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK, s: 25-30)
Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, çok yıllar önce Kaniş’te(Kültepe ) kazılarında ortaya çıkarılan Asur yerleşmesi ilk önemli buluştur Bu yerleşmenin kurgusunda, ön sırada Asurlu tecimenlerin evleri var; ama alçak gönüllü yeterli konutlar, çatmaları ağaçtan, tuğla örmeli, çoğu iki katlı evler  Resmin her yerinde iş kaydı tutmanın önemi belli edilmiştir Kil tabletlerin sertleşmesini sağlayan fırınlar avluda çok yer tutmuş Bu tabletler ya raflara istif edilir ya da toprak küplerde saklanırdı Kentin dış mahallesini oluşturan bu evlerin çevresini kuşatan kendi duvarları vardı; kapısında zorlu bir yolculuk sonunda Mezopotamya’dan dönen ya da oraya gitmek üzere ayrılan tüccar eşyası yüklenmiş “karakaçan” kervanları geçmektedir Arka planda kuleli duvarlarla çevrili asıl kentin görkemli kapısına doğru bir yol dönerek tırmanmaktadır: Çünkü her malın “sarayda” denetlenmesi ve yörenin yöneticisine ondalık ödenmesi gerekmektedir Eski yerleşim katlarının oluşturduğu höyüğün üzerinde yükselen Kaniş, arkasındaki başı karlı Argaios (Erciyes) Dağıyla etkileyici bir silüet vermektedir Yöre yönetimi konaklarda otururdu İÖ 2300'de Eski Tunç Çağı sarayında, bin yıl sonrasının Miken saraylarında olduğu gibi dört sağlam ağaç sütunu ve büyük yuvarlak ocağı olan bir megaron yapı çevresinde evleri olurdu ) Geride bıraktıkları eşyaya bakınca (zarif toprak kaplar ve üç boyutlu ya da çizgiyle yapılmış süsler) Orta Tunç Çağı’nda yaşayan Kanişlilerin beğenilerinin, tıpkı kentin altındaki mahallede yaşayan yabancı konuklar gibi gelşimiş olduğu anlaşılır Okuma yazma bilememelir ise bu nitelikleriyle tuhaf bir çelişki sergiler Bu konulara ileriki bölümlerde daha fazla değneceğiz
Üzerinde duracağımız ikinci resmi, Türk kazıcılarının, bu kez Boğazköy yakınında Alacahöyük'teki çalışmalarına borçluyuz Alaca’da Hitit kentinin temelleri altında yapılan açma, önceleri sırdan bir işti Ancak açmanın yapılacağı yerin seçiminde talihin yardımı olmuştu; çünkü 1935 yılının kazı mevsiminde Eski Tunç Çağı mezarlığı ortaya çıkarıldı Açılan 13 mezarda yerel yöneticilerle alilelerinin yattığı belliydi Kaba taş duvarla çevrilmiş dikdörtgen mezar çukurlarının çatısı ağaç gövedledriyle örtülüydü Madeni kısımları ve süslemeleri günümüze değin gelmişti; ağaç eşya için mezarda yer bırakılmış, ölü zengin kişisel eşyasıyla gömülmüştü Erkeklerin yanında silahlar, kadınların yanında süs eşyası, ayırca evde kullanılan kaplar, birçoğu değerli madenlerden yapılmış aletler vardı Başka birtakım nesnelerin de gömme töreniyle ilgili olduğu anlaşılıyor Bunların bir kısmının kurgusu yeniden yapılagelmiştir Mezarlığın birkaç kuşak boyunca kullanlıdığı açıkça görülüyor ”Alem” denen, mezar eşyası arasında sıkça çıkan madenden garip ızgaralar ve hayvan heykelcikleri, burada, mezar örtülmeden önce üzerindeki katafalkın ya da geçici tentenin tepesini süsleyen nesneler olarak kabul edilmiştir Mezarların üzerine konmuş kurbanlık sığır başları ve tırnakları gömme töreninde şölen yaplıdığını akla getirmektedir
Alacahöyük bulunduğunda Anadolu’nun erken döneminde yaşamın nasıl olduğu pek bilinmiyordu Gerçe başka yerlerde yapılan kazılar, İÖ üçüncü bin yılın büyük bölümünde tarımla uğraşan bir boyun, barış içinde, platonun yüksek kesimlerindeki topraklarda ekmi yaptığını göstermişti O zamana değin varlıklarından başka hakkında çok şey bilmediğimiz bu halkın özellikleri ya da ırksal kimlikleri, çoğu köy topluluklarını akla getiren küçük ev araçlarından arta kalmış sınırlı kanıtlara dayanıyordu Alacahöyük’ün bulunması bütün bunları değiştirdi Mezarlardan çıkanlar yaklaşık olarak İÖ yirmi üçüncü yüzyılla tarihleniyordu; bu da onların Schliemann’ın ünlü hazinelerini bulduğu Troia’nın ikinci katıyla çağdaş olduğunu gösteriyordu Kısa sürede Anadolu’nun başka bölgelerinde de ayını döneme ait karşılaştırılabilir buluntuların çıkmasıyla, ülkenin yönetici sınıflarının zenginliğini ve yaşam düzeylerini gösteren maddi kalıntılar çoğalarak esalı bir yığğın oluşturmaya başladı Bütün kaynaklardan toplanan eşyanın dökümüne gidildiğinde, bunları yapanların özelikle maden çıkarmada, işlemede, madenden eşya yapmada çok usta oldukları görülüyordu Örneğin, Eski Tunç Çağının ikinci yarısında madene eşya yapan ustalar cire-perdue yöntemiyle kalıba dökmeyi, maden kaplamayı, kaynak ve lehimi, çekiçle işlemeyi ve döverek şekillendirmeyi, tanelendirmeyi, telkari işlemeyi, hatta mine işlerini bile biliyorlardı Ortaya çıkan nesneler arasında, ustaların kullandığı anlaşılan yarı değerli taşlar ve lüks gereçler görme de pek şaşırtıcıdır Bunlardan kaya kristali (kuartz), akik, yeşim, obsidyen ve lüle taşını kendi ülkelirinde elde edebiliyorlardı Fildişi, kehribar, lacivert taşı ve firuze taşını ise dış ülkelerden ticaret yoluyla sağlıyorlardı
Alacahöyük’teki keşiflerden üç yıl sonra, bir İngiliz arkeoloji ekibi, alt yüz yıl kilometre güneyde, Adana ovasının en batı ucunda, Mersin kentinin varoşlarında görece küçük bir höyükte kazılar başlamıştı Burada karşılarına Tunç Çağı’ndan önce gelen Kalkolitik Çağ’dan kalma bir köy yerleşmesi çıktı Ekip, yaklaşık olarak İÖ 4500'le tarihlenen bir katmanda çok çarpıcı bir keşifte bulundu Bu tarihte höyüğün tepesi düzlenmiş ve bütün yerleşme, kolaylıkla tanınabilecek askeri bir kale şeklinde dizgeli olarak yeniden kurulmuştu Bu yapılaşma mimarlım tarihinde kendi türünü en eski örneğiydi Dar pencereler ve kuleli bir kapısı olan kalın çevre duvarlarının içinde, muhfızların kalacağı yerler, standart birimler olarak düzenlenmişti Hepsinde iyi donatılmış bir oturma alanı ve küçük bir avlu vardı Avludaki ‘sapan taşları’ savunmacıların cephanesiydi “Komutan”ın kaldığı yerler daha genişti ve içlerindeki birkaç güzel boyalı toprak kapla diğerlerinden ayrıcalıklıydı
Mersin ’deki küçük kalenin altındaki kazı, tabaka tabaka ilerledikçe, gün ışığına çıkarılan çanak çömleğin biçimi ve bezemesi de gittikçe kabalaşıyordu Artık madenin izine raslanmıyor, buna karşılık çakmaktaşı yongaları ya da obsidyen aletler çoğalıyordu Açma, belirgin bir biçimde Yeni Taş Çağı yerleşmesinin üst düzeylerine varıyordu; ama alan öylesine küçülmüştü ki, yerleşmenin çağındaki durumu açık olarak görülemiyordu Bu düş kırıklığı, arkeoljik çalışmaya daha elverişli durumda olan Neolitik bir yerleşmenin yirmi yıl sonra bulunmasına değin sürecekti “Verimli Hilal” denen toprakların çevresinde değil, İç Anadolu’daki Konya Ovası’ndaydı bu yerleşme: Çatalhöyük
Böylece dördüncü ve sonuncu sahneye geldik Bu sahne, bilim adamlarının bugün uygarlık dedikleri yolda ilerleyen Anadolu halklarının birbiri ardına geçtikleri aşamaları temsil ettiği için seçilmiştir Artık bilgimizin ufukları genişleyip zaman içinde belki de İÖ 6000'e değin gelmiştir, ama karşılarında ilkel, gelişmemiş yaşam biçimi görmeyi umanlar yanılacaktır 1961 yılında İngiliz arkelologlar Çatalhöyük denen yerle uğraşmaya başladılar Bu höyüğü seçmelerinin nedeni, on beş metre yüksekliğinin tümünün, Yeni Taş Çağında (Neolitik) uzun süreli bir yerleşimler dizisini temsil ettiğini düşünmeleriydi Bu düşünce doğru çıktı; ama yüksekliğin yanında tepenin kapladığı alanın ne anlama geldiğini iyice kavrayamamışlardı Burası köy değildi; yaklaşık 140 dönümlük beldeydi Beldede evler kesme kerpiçten yapılmış, arı kovanında olduğu gibi, göz göz birbirine yapışmıştı Herbirinde bir kaç dikdörtgen oda bulunan evlere ancak tahta merdivenle düz damdan iniliyordu Doğal olarak damdan dama geçiliyor, damlar beldede oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu Evlerin birçok garip yanı vardı Bunların kimilerinin kutsal tapınma yerleri olduğu görülmektedir : erkek hayvan başı ya da boynuzları ya da bunların yapay benzerleriyle özenle süslenmişlerdi Duvarlara renkli resimler yapılmış, sıvandıktan sonra da tekrar tekrar boyanmışttı Resimlerdeki desenler Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara resimlerine çok benziyordu Bu resimler, erken dönem insanının etkinlikleri, görünüşü ve giysisi, hatta dini konusunda doğal olarak çok önemli bilgi kaynağıdır; ancak sanatı, becerileri konusunda da elimizde çok kanıt vardır: Taştan yontulmuş ya da kilden küçük insan ve hayvan heykelcikleri; alet yapımında, kimi zaman da nitelikli oyma süs eşyası yapımında kullanılan kemikler; aralarında cilalı taştan topuzların, okların ve geçmeli obsidyen başı olan mızrakların bulunduğu silahlar Sepet ve hasırdan kalan izler bulunmuştur Eğirme, dokuma eletleri yaygındır; mucize eseri, gerçek dokuma parçası elimize geçmiş ve korunmuş durumdadır Akdeniz’den gelmiş deniz kabukları, bölgede çıkmayan maden filizleri ve boyalar geniş çaplı bir tecimin (ticaretin) varlığını göstermektedir Süslemesiz toprak kaplar yerleşmenin tarihi boyunca kullanılmıştır Bunların biçimi, elimize bozulmadan ulaşmış ağaç kap örneklerinin benzeridir
Bulunan tahıl yığınlarına bakıldığında tarımın, Çatalhöyük’ te ekonominin temelini oyluşturduğu açıkça görülmetedir Yerleşmenin, düzenli aralıklarla taşan bir nehrin kıyısında kurulmuş olması, sulu tarımın yapılabilirliğini akla getiriyor Hayvan evcilleşirildiğine dair belirgin bir kanıt yok; ama yaban sığırı, geyik, yaban domuzu kemikleri, duvar resimlerindenedinilen izlenimi onaylıyor; avcılık hala temel uğraş olsa gerek Bir genelleme yapacak olursak, erken gelişme gösteren bu kültürün kökeninin Türkiye’den başka hiçbir yerde olduğunu gösteren bir belirti yoktur
Çatalhöyük ’te yapılan bu anıtsal kazının özellikle önemli olan yanı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara adamının toplayıcı ekonomiden yakın bir zamanda yerleşik düzene ve yarı tarım ekonomisine geçişi, bu kızıyla gözler önüne serilmektedir Burada insanlar, evlerinin duvarlarını mağaradaki atlaranınıb yaptığı resimleri andıran çizimlerle süslemektedir Bununla birlikte başka bakımlardan yaşam biçimkleri hızla şaşırtıcı kültürel inceliğe erişmiştir Erken gelişmiş olmaları, sonunda zamanından önce olgunluğua erişmelerinin nedeni olabilir Çünkü tarihöncesine ilişkin bilgilerimize göre, bu kültürün devamı olmamış, Çatalhöyük’teki yerleşme terkedildikten sonra Neolitik kültür geçici olarak gerilemiştir [ Çeviren notu: Yeni kazılarla durumun böyle olmadığı görülmüştür)
Çatalhöyük, tarihöncesi arkeolojisinin Anadolu’da gerçekleştirdiği başarıları örneklemek için seçmiş olduğumuz dört temsili buluşun sonuncusudur Bu kazılardan çıkarılan sonuçlar, göze daha az çarpan başka kazılardan ve birçok değişik çevre araştırmasından elde edilen sonuçlarla, ayrıca sayısız arkeoloji yayınında yapılan hareketli tartışmalarla, elbette ki, desteklenmiş, zenginleştiriylmiştir Gene de bilgi alanlarımız hala birbirinden çok uzak ve aralarındaki bağlar da gevşektir Ama öyle zamanlar olur ki, bir duvar resminin kabaca çizilmiş taslağı içine seyrek aralıklarla yerleştiriylmiş gibi görünen bu alanlar, kompozisyon şimdi yeni yeni belirmeye başlayınca, bitmiş resim parçaları gibi, umulmadık biçimde ortayla çıkar
(Türkiye’nin Tarihi, s:18-24 )
|