Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ahlâkından, cahil, dostlarının, hak, örnek

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -3- / Câhil Ve Nâ

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -3- / Câhil Ve Nâ




Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -3- / Câhil ve Nâdanlara Sabır ve Tahammül Yıl: 2008 - Ay: Ocak - Sayı: 263
Hayır ve şer, hak ve bâtıl, doğru ve eğri, insan idrâkinde örnekler sayesinde netliğe kavuşur Kur’ân ve Sünnet’in feyiz ve rûhâniyetiyle yaşayan Hak dostları da, bizler için fiilî bir kıstas, yâni canlı birer örnektir Kendi hâlimizi dâimâ onların hâliyle mîzân etmeli, onlar gibi feyz ve rûhâniyetle dolu bir gönle sahip olmaya gayret göstermeliyiz

Zîrâ peygamber vârisi olan Hak dostları, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir Yâni onlar, Hazret-i Peygamber’i ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak yüksek şahsiyetlerdir Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir

Hak dostlarının fârik vasıflarından biri de, câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara sabredip insanların irşâdı için dâimâ halkın içinde bulunmalarıdır

Bütün fazîletler gibi bu fazîletin en mükemmel bir sûrette tahsil edileceği mektep de, Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyetidir

Peygamber Efendimiz’in Sabır ve Tahammülü

İnsanlığa örnek şahsiyet olarak lutfedilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ömrü boyunca nice ağır cefâlara katlandı, sayısız çile çemberinden geçti Nitekim; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Lâkin Allah yolunda katlandığı ezâ ve cefâlar O’na hiçbir zaman ağır gelmedi, aslâ bezginlik vermedi, gönlünün muvâzenesini bozmadı Zîrâ O’nun latif kalbi, dâimâ Rabbinin rızâsını diliyor, O râzı olduktan sonra, fânîlerden gelen eziyetlere aldırmıyordu Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter” (el-Ahzâb, 48)

Allah Rasûlü’nün, insanlardan gelen ezâ ve cefâlara büyük bir sabırla tahammül etmesi, daha önceki mukaddes kitaplarda da haber verilen peygamberlik alâmetlerinden idi Nitekim önceleri yahudi âlimlerinden biri olan Zeyd bin Sa’ne, beklenen son peygamberin böyle bir husûsiyete sahip olduğunu, Kur’ân’dan önceki semâvî kitaplardan okumuştu Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a her baktığında O’nda peygamberlik alâmetlerinin tamamını gören Zeyd bin Sa’ne; “Acabâ gerçekten kendisine karşı kaba-saba davrananları da affediyor mu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça O’nun hilim ve müsâmahası da o nisbette artıyor mu?” diye merak etmiş ve bu hususta Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-’ı âdeta bir denemeye tâbî tutup hakîkaten böyle olduğunu gördükten sonra mutmain bir kalb ile îman şerefine nâil olmuştur (Bkz Hâkim, III, 700/6547)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hak dâvâsı yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini henüz yeterince kavrayamamış yeni müslümanlardan sâdır olan kabalıklara da, büyük bir sabırla tahammül gösteriyordu Çölden gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmalarına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbele ediyordu Yâni muhâtaplarının kabalığına rağmen, O hiçbir zaman nezâket ölçülerinin dışına çıkmıyordu1

Yine çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu Sahâbîler adamı azarlamaya başladılar Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Onu kendi hâline bırakın Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil” buyurdular (Buhârî, Vudû 58, Edeb 80)

Rahmet Peygamberi’nin bu hâli, nice hidâyetlerin bereketli tohumu oldu Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et” (Âl-i İmrân, 159)

Allah yolunda türlü sıkıntılara katlanan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, dâvâsında muvaffak olup Allah’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lutfettiği zamanlarda bile bir kenara çekilip insanların eziyetlerinden kurtulmayı aslâ düşünmedi

Birgün kalabalık bir sahâbe grubunun içinde diz üstü oturmuş yemek yerlerken O’nu bu hâlde görüp yadırgayan bir bedevî:

“–Bu nasıl ve ne değişik bir oturuş!” diyerek Efendimiz’in yüksek edebi karşısındaki hayretini ifâde etti Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773)

Yâni ince ve hassas rûhuyla bütün insanlığa nezâket ve zarâfet timsâli olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inatçılık ve zorbalık gibi kötü sıfatların, mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmayacağına işâret buyurdu

Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- da, azîz yeğeninin insanlarla haşır-neşir olup onların çeşitli eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyuyordu Bunun için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bu sıkıntıların bir kısmından kurtulmasını istemişti Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Mü’minleri de şöyle îkaz etti:

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ayın karanlık geceden kaçmaması, sabretmesi, onu nurlandırır, aydınlatır Gülün, dikenin arkadaşlığına katlanması, sabretmesi de, ona çok güzel bir koku, latîf bir renk verir

“Bütün peygamberlerin, kendilerine inanmayanların veya câhillerin ezâlarına, cefâlarına katlanmaları, sabretmeleri, onları Hakk’ın has kulları yapmış, mânen muzaffer sultanlar hâline getirmiştir

“Sabrı (güzelce) yaşayabilirsen o sana kanat olur, yücelere yükselirsin! Hazret-i Mustafâ’ya bak! Sabır ona Burak oldu, Mîrâc oldu, Sidre-i Müntehâ oldu da O’nu göklerin mâverâsına (ötesine) yükseltti, Hakk’a mülâkî eyledi

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ümmetine olan düşkünlüğü, bu uğurda çektiği bütün zorlukları unutturuyordu Ümmetinin kurtuluşu yolunda hiçbir güçlük O’nu bezdiremiyor, ümmetinin kendisine verdiği sıkıntılardan zerrece şikâyet etmiyor, Rabbine dâimâ “ümmetî, ümmetî” niyâzında bulunuyordu Zîrâ O, ümmetinin ebedî saâdeti için kendi rahatını terk etmişti

Hak Dostlarının Sabır ve Tahammülü

Peygamber vârisi Hak dostları da insanların kendilerine karşı gösterdikleri kaba davranışlara, hata ve kusurlara aldırmaz, onların ıslâhı için türlü meşakkatlere cân u gönülden katlanırlar Zîrâ bu hâl, gerçek ilim ve irfânın muktezâsıdır

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Musîbete karşı rızâ hâlinde, şiddete karşı sabırlı ve sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velîlerin âdetidir

“İlmin başı, yumuşak huyluluk; hikmetin başı, insanlarla iyi geçinmektir

Dolayısıyla insanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar Dînin nezâket ve zarâfetinden bîhaber kalmak, en fecî cehâletlerden biridir Zîrâ edep, dînin rûhânî yapısının fârik vasıflarındandır Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder:

“Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îmân edepten ibârettir» dedi

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; “İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

“Âyette ifâde edilen «en güzel yol»’dan maksat, öfke ânındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer Sanki samimî bir dost olur” (Buhârî, Tefsîr, 41/1)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da; «…O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün» (Fussilet, 34) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde;

“O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin» diyerek karşılık verir” buyurmuştur

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler)” (el-Furkân, 63)

Hak dostları da, kendini bilmez câhillere aldırmaz, onlarla tartışmaya girmezler Zîrâ bunun o nâdanları nefsânî bir inatlaşmaya götürüp daha büyük bir zarara sürüklenmelerine sebebiyet vereceğini bilirler

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunur:

“Alçakça söylenen bir söze karşı sakın cevap vereyim deme! Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler Câhil ile sakın lâtîfe etmeye kalkma! Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar

Mevlânâ Hazretleri de:

“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!”

“Güzel huylu kişi, dedikodulara tahammül eden, insanların kötülüğüne karşı âmâ ve sağır davranan kişidir” buyurur

Hakk’ın velî kullarının bu güzel ahlâkına dâir pek mânidar bir misâli Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle haber verir:

Birgün ashâbına:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular Rasûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum» derdi” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ne muazzam bir gönül ufku… Cenâb-ı Hakk’a duyulan nihâyetsiz muhabbet, O’nun kullarına merhameti, şefkati, af ve müsâmahayı beraberinde getiriyor Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor Allâh’ın kullarını rahatlatarak ilâhî rahmete ermeyi ümîd ediyor

İmam Gazâlî Hazretleri de insanların sıkletlerine katlanmanın fazîletine dâir şu kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını sanmıştı Allah Teâlâ zamanın peygamberine şöyle vahyetti:

“–Falana söyle, yeryüzünü nifak ile doldurdu Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!”

Bunun üzerine adamcağız tek başına bir mağaraya çekilerek ibâdet etmeye başladı ve: «İşte şimdi Rabbimin rızâsına eriştim» diye düşündü Yine Allah Teâlâ peygamberine:

“–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez” diye vahyetti

Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu” (İhyâ, II, 610-611)

Nitekim tasavvufta da belli bir müddet inzivâya çekilip insanlardan ve dünya meşgalelerinden el-etek çekmek, rûhî tekâmül için gerekli bir temrin olarak görülmüşse de, bunun âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı hâline getirilmesi, men edilmiştir Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devâm etmek, “halvet der-encümen” adı ile kâideleştirilmiştir Diğer bir ifâde ile “kesrette vahdet”, yâni kalabalıklar içinde bile Allâh ile beraberlik hâli, mü’minin mânevî seviyesini gösteren bir kulluk âdâbıdır Yine kişinin insanlarla bir arada bulunmasının, kalbinin dâimâ Hak Teâlâ ile halvet hâlinde bulunmasına mânî bir durum olmadığını ifâde sadedinde de; “El kârda, gönül Yar’da…” tâbiri meşhur olmuştur

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur

“Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz

İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder:

“Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar:

«–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar Artık avcı derdinden kurtulmak, huzura kavuşmak istiyorum…»

Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa Kendini dâimâ bileyi taşına vur Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur Tehlike; senin gücünü imtihan eder Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir»”

a

Hakk’ın velî kullarının diğer bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir

Nitekim Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” buyurmuştur (Tirmizî, Fiten, 29/2194)

Velhasıl Hak dostlarının bu vasfının kısaca ifadesi, “Hakk’ın kullarından gelen ezâ ve cefâlara Hak rızâsı için katlanabilmek”tir

Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder Ancak birgün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:

“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle der:

“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir

Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:

“Muhabbetle dolan kalb, affedici olur Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Derviş gönülsüz gerektir;

Söğene dilsiz gerektir,

Döğene elsiz gerektir,

Halka beraber gerekmez…

Yâni insanların ezâ ve cefâlarına karşı alttan almak, sabır ve serinkanlılıkla mukâbele etmek; mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilen derviş-meşrep gönüllerin kârıdır Halkın avâmı gibi her gördüğü kabalık karşısında öfkeye kapılıp aynı duygusuzlukla karşılık verenler, belki haklarını savunmuş olsalar da tasavvufî âdâbın gerektirdiği af, müsâmaha ve tahammülü gösterememiş, Hakk’ın bir imtihan cilvesi olarak gönderdiği bu sır ve hikmetten gâfil kalmış olurlar

Hâlbuki Hakk’ın kullarına karşı af, müsâmaha, sabır ve tahammül gibi hasletler, Halık’ın merhametini, rızâ ve muhabbetini celbetmede müstesnâ bir kıymeti hâizdir Bu bakımdan tasavvufî ahlâkta bu hasletler âdeta bir ganîmet bilinir Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:

“Kötülere karşı sabretmek, sâlih mü’minlerin rûhâniyetinin seviye kazanmasına vesîledir Nerede Hakk’a teşne bir gönül varsa, sabır o gönlü ihyâ eder

Ayrıca bu ahlâk, çoğu kere kaba kişilerin ıslâhına da vesîle olur Fakat kabalık yapanlar pişmanlık duyup hâllerini ıslâh yönünde bir tavır sergilemezlerse, bu defa da kendilerinin maddî veya mânevî bakımdan çok daha fazla zarar görmelerine, hattâ helâklerine sebep olurlar Zîrâ bu takdirde kabalık yaptıkları sâlih kulların hakkını bizzat Cenâb-ı Hak alır Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının hakkını zâlimlerden alması ise, kimi zaman celâl tecellîsiyle ve çok çetin bir intikam sûretinde gerçekleşebilir Nitekim şu kıssa bu hikmeti ne güzel îzah eder:

İsmail Fakirullah Hazretleri’ne hizmet eden İbrahim Hakkı Hazretleri, birgün su almak için çeşmeye gider Su dolduracağı sırada oraya gelen bir atlı:

“–Çekil önümden be çocuk!” diye bağırır İbrahim Hakkı Hazretleri’ni azarlayarak atını çeşmeye sürer O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır İbrahim Hakkı, testisini bırakıp kendisini kurtardığı esnâda at da testinin üzerine basarak onu paramparça eder Ağlayarak hocasının huzuruna gelen İbrahim Hakkı olup biteni anlatır Hocası sorar:

“–Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?”

“–Hayır, hiçbir şey söylemedim” der Hocası:

“–O hâlde çabuk git ve o adama bir-iki lâf söyle!” diye emreder

İbrahim Hakkı Hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmekte olan adamın yanına varıp bekler Fakat terbiyesinden dolayı bir türlü:

“–Benim testimi niye kırdın be zâlim adam!” diyemez

Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah Hazretleri sorar:

“–Ona bir şey söyleyebildin mi?”

“–Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim!” der

Hocası tekrar ve daha yüksek bir sesle haykırır:

“–Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şey söyle, yoksa sonu felâket!”

İbrahim Hakkı Hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gider Bir de bakar ki, testisini kıran adam, kendi atından yediği çiftelerle yerde hareketsiz yatıyor Koşarak gelip, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne bu vahim vaziyeti haber verir Hocası bu hâle üzülür:

“–Vah vah, bir testiye mukâbil, bir adam!” der

Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle îzah eder:

“–O atlı adam, İbrahim Hakkı’ya zulmetti Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukâbelede bulunmadı, böylece zâlimi Allâh’a havâle etmiş oldu Bu da Allah Teâlâ’nın gayretine dokunup zâlimi cezalandırdı Şayet İbrahim Hakkı onun zulmüne karşılık verip bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi Fakat İbrahim, büsbütün mazlum olmayı tercih etti Bense ödeştirip adamı kurtarmak için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!”

İşte bu sırra vâkıf olan ârif zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarının kendileri sebebiyle cezâ görüp Hak katında müşkil durumda kalmamaları için, bazen gördükleri kabalığa küçük de olsa bir karşılık vermek sûretiyle, onları celâl tecellîsine mâruz kalmaktan kurtarmayı murâd ederler

Velhâsıl, olgun mü’minler, sûretâ insanlardan geliyormuş gibi görünen ezâ ve cefâların, aslında Hak’tan gelen bir imtihan cilvesi olduğunu düşünerek onlara en güzel bir sûrette tahammül etmeye çalışırlar Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Mâdeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma darbeleriyle paramparça olur

Yâni meyveli ağaç taşlanır Meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı olmalıysa, kâmil mü’minler de câhil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere hazır olmalıdırlar Hak rızâsı için insanların ezâ ve cefâlarına katlanmak da, yüksek bir îman şuurudur

Cenâb-ı Hak, velî kullarına lutfettiği bu firâset, basîret, incelik ve hikmetten gönüllerimize hisseler ihsân eylesin! Câhil ve nâdanların kabalıklarına, sataşma ve tahriklerine kapılmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun! Hepimizi, kâmil mü’minlere yakışan akl-ı selîm ile yaşayıp huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalb ile varabilenlerden eylesin!

Âmîn…

Dipnot: 1) Bkz Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239



Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.