Prof. Dr. Sinsi
|
Fetih Düşüncesini Fâtih’İn Gönlüne Yerleştiren Alim: Ak Şeyh
Fetih düşüncesini Fâtih’in gönlüne yerleştiren âlim: Ak Şeyh
İstanbul Fâtihi Şehzade Mehmed Manisa’da çocuk validir; bir gece Akşeyh’in önünde ders okumaktadır Ansızın içeriye giren bir haberci, bir haçlı ordusunun İslâm yurtları olan Akkâ, Sayda ve Beyrut kalelerini zaptettiğini duyurur Akşeyh’in öğrencisi, bu beldeler Memlüklere ait olmasına rağmen, adı geçen müslüman şehirlerinin düşmesine çok üzülür, gecenin sessizliğinde uzun uzun ağlar Fakat hoca talebesini nasıl teselli edeceğini çok iyi bilmektedir
-Elem çekme begüm! Günün birinde sen de İstanbul’u alacaksın O zafer gününde bütün gazilere adaletle muamele etmelisin, der Sonra başından sarığını çıkararak küçük şehzadenin başına koyar, ısrarla fethi müjdeler, fetihle ilgili âyet ve hadisleri okur
Artık başbaşa verip fetihle ilgili uzun hayallere dalmaktadırlar Bizans prensleri, ceset ve ruhlarını oyun ve eğlence içinde çürütürlerken, Akşeyh ve öğrencisi kağıt üzerinde fetih harekatına çoktan başlamışlardır Küçük Mehmed uykusuz gecelerin sonunda, İstanbul’un her fethinde sevinç naraları atar, masaları yumruklar, “Ben bu şehri mutlaka alacağım!” der
* * *
Asıl adı Şemseddin Muhammed’dir Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur 1390 yılında Şam’da doğan Akşeyh, büyük İslâm Âlimi Sühreverdî’nin torunlarındandır Baba tarafından soyu büyük İslâm halifesi Hz Ebubekir’e kadar uzanır Yedi yaşlarında iken babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek, o zaman Amasya’ya bağlı Kavak beldesine yerleşir Kur’an hıfzını aynı yaşta tamamlayan Akşeyh iyi bir tahsil görür, temel ilimleri tam bir vukufla öğrenir, bir çok ciddi kaynağı inceler Üstün zekası ve harika kabiliyetiyle dinî ve aklî ilimlerde kısa zamanda çok yüksek seviyelere ulaşır Değerli bir âlim olarak genç yaşında Osmancık Medresesi’ne müderris olur
* * *
İlmin ve fennin nuru sadece aklını aydınlatıyordu Ya gönlü, iç dünyası! Eriştiği bu ilmi seviye kendisini tatmin etmiyor, bir tarafının sanki boşlukta kaldığını görüyordu Buna bir çare, bir yol bulmalıydı Daha yirmi beş yaşındaydı Ankara ve bütün İç Anadolu kendisine içten alaka duyuyor, derslerine bütün halk merak ve ilgiyle koşuyordu Böyle bir dönemde, kendisine mürşid aramak üzere, müderrislik makamını ve medreseyi terkederek bütün İran illerini dolaştı, Maverâünnehir’e gitti Ancak arzusunu gerçekleştiremeden geriye döndü
Her nedense kazandığı sınırsız bilgi ve maharet Şemseddin Muhammed’i tatmin etmiyor, gönlüne aradığı deva ve şifayı vermiyordu Ondaki bu hali ve fıtratında tasavvufa olan içten yakınlığı gören bir kısım hal ehli, kendisine şu tavsiyede bulundular:
-Kazandığın şu bilgini aşkla, aklını kalple, zahiri ilmini mânâ ilmiyle tamamlaman gerek! Bu yalnız olmaz, sana bir mürşid gerek Kalk Ankara’ya git, Hacı Bayram Veli’ye müracaat et, o seni tamamlasın!
* * *
Kul olmadan hür, köle olmadan azad olunmuyordu Toprağa düşmeden, çürümeden, kendinden geçmeden filizlenme ve sünbüllenme olamıyordu Bu işareti alan Akşeyh, Hacı Bayram’a intisap için Ankara’ya gitti Fakat orada gördüğü manzara hiç hoşuna gitmedi Şeyhi arkasında kalabalık bir dervişler cemaatiyle birlikte, ilahiler söyleyip davullar ve nekkareler çalarak, yardım ve para toplar vaziyette görünce ondan yüz çevirdi Başkalarından yardım dilenen birinin kendisine mürşid olamayacağını düşündü, ama yanılmıştı Veliler Sultanı Hacı Bayram’ın sadece dış yüzüne bakmıştı Şeyhin bütün bu yaptıkları kendisi için değildi; nice çaresizlerin dertlerine deva ve şifa olabilmek, nice fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak içindi
* * *
Zamanın öteki önemli mürşidi Zeyne’l Hafî Halep’te yaşıyordu Şemseddin bu defa oraya yöneldi Şehre indiği gece rüyasında gördü ki; boynunda bir tasma vardır, ucu da Hacı Bayram’ın elindedir El Hafî’yi görmeden gerisin geriye Ankara’ya döndü Hacı Bayram’ı kalabalık dervişler cemaatiyle birlikte zikir yaparak mercimek biçerken buldu Onlara katılarak biçti, ayıkladı, bağladı, topladı, yoruldu ise de kimse onunla ilgilenmedi Yemek vakti gelip çattı Herkese yemek dağıtıldı, ona verilmedi O da bunun üzerine köpeklerle beraber yemek artıklarını yemeye kalkışınca Hacı Bayram, o zaman içlere işleyen sesiyle:
-Beri gel bakalım Köse! Gene bizi kolay avladın, diyerek onu yanına aldı
O andan itibaren Şemseddin, Hacı Bayramlı oldu Zincire vurularak getirilen misafirin ancak böyle ağırlanacağını orada öğrenmişti
* * *
Çok büyük gayretler gösterip, akıllara durgunluk verecek derecede çalışarak, çarçabuk, dergah ve cemaat içinde öne geçti Sık sık, sadece sirke ile iftar ederek riyazette bulunması ve çile çıkarması dillere destan oldu Bu derin gayretin devamı ve azimkâr sebatı ile ak pâk kesilmiş ve Akşemseddin diye anılır olmuştu
Bir gün şeyhi ona:
-Ya Köse! Riyazette bu kadar ileri gitme Büsbütün nuraniyet kazanacak, bir nur olup uçup gideceksin Seni mezarında da bulamayacaklar, diyerek takdir etti
Ona “Ak” lakabının verilmesi fazla riyazetten, ten ve yüzünün ak pâk olması sebebiyledir, denilmiştir Ak elbise giyerdi, saçı ve sakalı aktı Kısa zamanda şeyhinin halifesi oldu Az yemek, az konuşmak, az uyumak, sonraları kendisinin de tavsiye ettiği riyazetinin esaslarındandır
* * *
Kaynaklarda devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı belirtilir “Kitabü’l Tıp” ve “Maddetü’l Hayat” adlı eserleri meşhurdur Tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atıp, hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, mikrobiyoloji alanında kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekiminden en az yüz yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilir
* * *
İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbeyi “O” okudu İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid olan sahâbeden Ebu Eyyüb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine “O” keşfetti Fetihten sonra padişahın, tac ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine büyük bir dirayet göstererek, Fatih’in arzusuna engel olmaya çalıştı Bunu başaramayacağını anlayınca da İstanbul’dan adeta kaçarak ayrıldı
Akşemseddin, Risaletü’n Nuriye isimli eserinin başlarında şöyle der:
-Ben yüzleri nurlu olanları severim, çünkü bunların yolu kitap ve sünnettir
Bu beyanı şeriatsız tarikat olamayacağının kesin bir ifadesidir Onun tasavvuf yolu tamamıyla Kitap ve Sünnet’e bağlıdır Şeriatte olmayan bir şey merduttur, reddedilir
* * *
Halife olduktan sonra göze fazla batmamak, gösteriş hatasından korunmak için, Ankara’dan ayrılarak Beypazarı’na yerleşti Burada bir mescid ve bir değirmen inşa etti Akşeyh’in ünü çabucak yayıldı, çevresinde büyük cemaatler toplandı Şöhret âfetinden korunmak zorunda olduğunu biliyordu Bunun için önce İskilip’in Evlek köyüne, oradan da Bolu’nun Göynük kasabasına (şimdi ilçesi) göçtü Hayatının son yıllarını orada geçirdi Yıl 1459’du Bir gün şöyle dedi:
-Bu tıflü sagir oğlum (küçük evladım) Muhammed Hamdi yetim, zelil kalur; yoksa bu mihneti (sıkıntısı) çok dünyadan göçerdim, dedi
Bu sözü çeşitli vesilelerle sıkça söylemeye başlayınca Muhammed Hamdi’nin annesi bir keresinde kendisine şöyle cevap verdi
-Göçerdim dirsin, yine göçmezsin!
Bunun üzerine Şeyh “o halde göçelim!” dedi Göynük kasabasında inşa ettiği mescitte dostları ve çocuklarını topladı Vasiyetini tamamladı, helalleşti, vedalaştı Sure-i Yasin okunmaya başlandı Sünnet üzere yatıp tertemiz canını Yüce Mevlâsına teslim etti 70 yaşında idi Türbesi, vefatından beş sene sonra Göynük’ün doğu tarafındaki Gazi Süleyman Paşa Camii ile dere arasındaki meydana yaptırıldı Allah şefaatlerine nail eylesin 
|