Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



İslam Ansiklöpedisi

Bekâ

Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak

Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması demektir Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir son düşünülemez O hem ebedî hem de ezelîdir Başlangıcı ve sonu yoktur

İki türlü bâkî varlık vardır: 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık Bu varlık için bir fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez İşte bu varlık Yüce Allah'tır

2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle,bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır Bunlar için son ve zevâl bulmak mümkündür

Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur:

a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir Buna örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezeğenler verilebilir Her birinin bâkiliği kendisine mahsustur Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır O istediği anda bunlara bir son verebilir

b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için değildir Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir İnsan cins ve tür olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir Bir insan ölür ama insan türü bâkidir Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir Ay, zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir (Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s 74)

Dünya fâni, ahiret ise bâkidir Cennet, Cehennem bâkidir Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler İşlediklerine karşılık olarak ebediyen Cennet'te kalacaklardır " (Ahkâf, 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır "(Cin, 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade etmektedir

Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir O nasıl isterse o şekilde olur ve geçici bâkilik son bulur

Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur Zira O Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir O'nun bâki olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır Bunun zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir Böyle bir şeyin düşünülmesi tenâkuzdur

Abdurrahim GÜZEL

BEKÂRET

Bir erkekle cinsi temasta bulunmamış kızın kızlık durumu Bakire*'nin sıfatı Bu kelime genelde kız için kullanılır Genç ve yaşlı kız ayırımı yapılmaz

Meşrû veya gayrimeşrû olarak bir kadınla cinsi temasta bulunmamış erkek için de "bekâreti zedelenmemiş" ifadesi kullanılır

Mecâzî olarak değişik anlamlarda kullanılır Üzerinde araştırma yapılmamış bir konuyla ilgili olarak "bâkir bir konu, bâkir bir alan" ifadeleri kullanılır (Ayrıca bk Bâkire)

Cemil ÇİFTÇİ

BEKTAŞÎLİK

Hacı Bektaş Velî tarafından kurulduğu kabul edilen tarikatın adı Bu tarikatın kuruluşu her ne kadar Hacı Bektaş Velî'ye nisbet ediliyorsa da esas teşekkülü daha sonraki dönemlere rastlar Bektaşî tarikatının silsilesini Bektaşîler şu şekilde naklederler: "Hz Ali, Hasan-ı Basri, Habib el-Acemi, Davud et-Tai, Ma'ruf el-Kerhi, Şeyh Sırrı es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali Merâğî, Şeyh Ebû Ali Hasan, Şeyh Ebu Osman Mağribî, Şeyh Ebu Kasım Gürganî, Şeyh Ebû Hasan Harkânî, Şeyh Ebû Farmidî, Fazl İbn-i Muhammed et-Tusi Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Yusuf Hemedâni, Şeyh Lokmanü'l-Horasanî, Pir-i Tarikat Es-Seyyid Muhammed Bektaş-ı Velî İbn-i İbrahimü's-Sânî"

Hacı Bektaş-i Velî'nin neseplerini de şöyle gösterirler: İmam Ali, İmam Hüseyin, İmam Zeynelâbidin, İmam Muhammed Bakır, İmam Musa el-Kâzım, İmam Ali Rıza, İmam Muhammed Nakî, İmam Hasan el-Askerî, İmam Muhammed Mehdî, Seyyid İbrahimü'l-Mükrimü'l-Hicap, Seyyid Hasan, İbni Seyyid İbrahim, Seyyid Muhammedü's-Sânî, Seyyid Mehdi, İbni Seyyid Muhammedü's-Sani, Seyyid İbrahim, İbn Seyyid Hasan, Seyyid Muhammed, İbn İbrahim, İbn Seyyid, Elhak İbn Seyyid Muhammed, Seyyid Musa İbn Seyid İshak, Seyyid İbrahimü's Sani, İbn Seyyid Musa, Seyyid Muhammed eş-Şehir Hacı Bektaşî Velî, İbn Seyyid İbrahimü's-Sânî

Hacı Bektaşî Velî'nin annesi Şeyh Ahmed Nişâbûri'nin kızı Hâtem Hatun'dur Bektaş-ı Velî hicrî 645 yılında Nişâbur'da doğdu 680'de Ahmed Yesevî'nin tavsiyesiyle Anadolu'ya geçti Kırşehir yakınında "Karabük"e yerleşti, 738 de vefat etti

Bektaşîlik, Anadolu'nun ortasında ıssız bir köyde doğmuştur Âlimlerden uzak kaldığı gibi şehirlilerden çok köylüler ve yörükler arasında yayıldı Hatta çoğu kez göze bile çarpmadı Ancak tamamıyla kurulduktan ve dal budak saldıktan sonra anlaşıldı Bektaşilik her tarikat gibi batınîdir Bâtına ait birtakım tasavvufî esrar ile içli dışlıdır Fakat bâtınilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrılır Mâlum olan "Bâtınî"lere yaklaşır Bektâşîler her şeylerini gizli tutarlar Her türlü teşkilatları saklıdır Birtakım işaretler ve remizler kullanırlar Buna binâen tarihte meşhur olan "Bâtınî"lerle alâkaları vardır Tarikatların birçoklarında bulunan "seyr-i sülûk" Bektaşilik'te yoktur Muayyen "evrad ve ezkâr" bile mevcut değildir Ancak "inâbe" ve "ikrar" ile "âyin-i Cem" vardır

Bektaşîlik'te Ehl-i Beyt'e fazla sevgi gösterilir Bu muhabbet ifrata kadar varır Hatta Bektaşiliği mezhep itibarıyla "Ca'feri"; irfan ve felsefe itibarıyla "Hurûfi" diye tanımlayanlar vardır Gerçekten Anadolu Bektaşîleri (Alevîler) Ca'feri mezhebinde olduklarını açıktan açığa söylerler Mezhepte Ca'feri, tarikatte Bektaşî ve Alevî bulunduklarını itiraf ederler

Bektaşîler, Ca'ferî fıkhını kabul ettikleri gibi İmamiyye mezhebini de kabul etmişlerdir Oniki imamı takdis ederler Hz Ebû Bekr, Osman, Ömer ile Hz Âişe'yi pek sevmezler Bektâşîlik'te az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfilik, Ahilik, Bâbailik,* Bâtınilik, Hulûl* ve Tenâsuh*, Ca'ferilik, Şiî'lik, İmami'lik, Şâmani'lik, Lama'lık hatta teslis gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardır Onun için içinden çıkılmaz bir şekil almıştır

Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşunda Hacı Bektaş Velî dua etmiş, bu nedenle Yeniçeriler onu pir olarak tanımışlardır Yeniçeri Ocağı'na "Hacı Bektaş Ocağı" denmesi bundan dolayıdır Bu tarikatın Türkler arasında tutunmasının, yaygınlık kazanmasının sebeplerinden birisi Yeniçerilerle ilgisinin bulunmasıdır Çeşitli grupları ve cereyanları bünyesinde barındırması, toleransı, tarikat mensuplarının halkla içli dışlı olması; özellikle Bektaşî edebiyatını oluşturan eserlerin Türkçe ile ve halkın rahatlıkla anlayacağı bir üslupla yazılması, Bektaşîliğin yaygınlık kazanmasını sağlayan başlıca hususlardır

Bektaşîlik Anadolu sınırları içinde kalmamış; Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Mısır, Arnavutluk ve Macaristan'a kadar yayılmıştır

Sünnî bir yapıya oturan Osmanlı devletinde, Şiî-Bâtınî unsurların karıştığı Bektaşîlik, aynı tempo ile yürüyemedi Yeniçeri Ocağı'nın etkisi azalınca, hatta Sultan II Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı ilgasıyla Bektaşîlik de ilga edildi Ancak Sultan Abdülaziz zamanında yeniden canlandı, gelişimini sürdürmeye başladı 30 Kasım 1925'te tekkelerin kapatılmasıyla Bektaşîlik resmen son buldu

Bektaşîlik başlıca iki kola ayrılmaktadır Bunlardan birincisi Hacı Bektaş Veli'nin evli olduğunu kabul eden Çelebiler koludur Bunlar, kendilerini Hacı Bektaş Veli'nin neslinden sayarlar Bu nedenle bunlara "bel oğlu" adı verilir Bu kol Anadolu'da yaygınlık kazanmıştır İkinci kol mensuplarına Babağân kolu denilir Bunlar tarikat yoluyla Hacı Bektaş Veli'ye bağlı oldukları için "yol oğlu" adıyla anılırlar Bu kola mensup olanlar Hacı Bektaş Velî'nin bekâr olduğunu kabul ederler Bu anlayış İstanbul, Rumeli ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yaygınlık kazanmıştır Zaman zaman bu iki grup birbirlerine karşı düşmanca tavır takınmışlardır

Bektaşîliğe girecek olan kişi belirli bir müddet denenir Sonra "ikrar âyini" denilen bir törenle tarikata girer

Bektaşîlik'te müridler beş dereceye ayrılır: 1-Muhiblik, 2-Dervişlik, 3-Babalık, 4-Mücerredlik, 5-Halifelik

Muhib'in iki Bektaşî'nin kefâletiyle tarîkata intisabı kabul edilir Buna "el almak" veya "nasib almak" da denilir Dervişliği isteyen erkek muhib tekkeye alınır Hizmetleriyle bunu isbata çatışırsa dervişliğe kabul edilir ve dervişlik tacı giydirilir Üçüncü derece babalıktır Babalık dervişe halife tarafından verilen bir mertebedir Yeteneğini ispat eden dervişe bizzat halife tarafından bu pâye verilir Halîfenin icâzetiyle bundan sonra muhib ve derviş yetiştirebilir Babaların Hz Peygamber soyundan geldiklerini kabul edenler yeşil sarık sararlar

Dördüncü derece mücerredliktir Bu dereceye yükselmek için evlenmemiş olmak gerekmektedir Mücerredliğe seçilen aday dervişlerden ve babalar arasından seçilir Bu derece halifeye en yakın olanıdır Belirli bir merâsim yapılır Adayın sağ kulağı delinir; Mengûş adı verilen bir küpe takılır Bunlar kendilerini tarikata adadıkları için evlenemezler, çocuk sahibi olamazlar

Bektaşî babası halifelik makamlarından birine müracaat eder Eğer halifeliğe gerek varsa ve müracaatı da kabul edilirse ona halifelik icazeti verilir Bunun dışında bir baba, üç mücerredin imzasıyla da halifelik makamını elde edebilir Bektaşîlik dört temel üzerine oturur Bu dört temele dört kapı denir Şerîat kapısının mensupları Şerîata ve Ehl-i Beyt'in yoluna uymak zorundadır Tarikata giren "yol oğlanları" da bu yolun gereklerine uymağa mecburdur Hakikat kapısının mensubu, evrenin sırrını öğrenecek, marifet kapısının mensubu da nefsini mâsivâdan temizleyecektir

Bektaşîlikte ana ilke Hz Muhammed (sas)'in soyunu ve oniki imamı sevmek ve Ehl-i Beyt düşmanlarından uzak olmaktır

Bektaşî tarikatının kendine özgü gelenekleri vardır: Bıyıklarını ve sakallarını uzatırlar Karşılaştıkları zaman sağ ellerini kalplerinin üstüne koyarlar Birbirinin ellerini öperler Başlarına oniki dilimli taç giyerler Göğüslerine "teslim taşı" adını verdikleri oniki dilimli bir taç takarlar Hırka giyerler, kemer kuşanırlar Birbirlerine ömür boyu yardımcı olmak amacıyla :"yol kardeşi" adını verdikleri bir arkadaş edinirler Evfi Bektaşîler boşanmazlar Nasib kapanmasın diye kaşığı sofra üzerine yüzüstü bırakmazlar Kapının eşiğine basmazlar Hulûl, tenâsuh ve hattâ teslis anlayışı, inanç olarak Bektaşîliğe hakim olmuştur

Bektaşîlik alevîlikle iç içe girmiş bu nedenle özellikleri bozulmuştur Bazı âdetler değişikliğe uğramıştır- Çelebiler ile Babağân arasındaki mücadeleden sonra evlenmemek âdet haline getirilmeye çalışılmıştır Daha önceleri şerbet içilirken, sonraları bunun yerini şarap ve içki içme âdeti almıştır Allah'ın yasakladığı bazı haramlar mübah sayılmaya başlanmıştır Namaz kaldırılmış, yerine niyaz ikame edilmiştir

Bektaşî tekkeleri genellikle dağ eteklerinde, ıssız, sakin yerlerde kurulmuştur

Bektaşî edebiyatı halk şiirinden yararlanmış, genellikte halk şiirindeki vezin, kafiye vb özelliklere sadık kalınmıştır

Bektaşî tekkelerinde ve dergahlarında icra edilen musîki genelde halk musîkisine çok yakındır Bektaşîlik zengin bir tekke musîkisine sahiptir

Cemil ÇİFTÇİ

BELÂGAT

İyi, güzel, tesirli ve pürüzsüz söz söyleme; edebiyat kaideleriyle ilgili ilim Terim olarak iki şekilde tanımlanmıştır:

a- Sözün zorlama ve yapmacıktan uzak olup yorumlamaya gerek olmaksızın kolay anlaşılır olması; yerinde ve adamına göre söylenmesidir

b- İnsanın belîğ, tesirli söz söyleme gücü ve yeteneği kazanmış olmasıdır

Belâgat bir ilimdir Sözün düzgün kusursuz, yerinde ve adamına göre söylenmesini öğretir Belâgat üçe ayrılır:

a- Meânî (manalar) ilmi: Muhtelif cümle şekilleri ve bunların kullanılışından bahseder

b- Beyan ilmi: Maksadı açık ve güzel bir şekilde ifade etme sanatını öğretir Teşbih, mecaz, istiare ve kinaye gibi sanatlardan bahseder

c- Bedî' ilmi: Sözü ifade ve mana yönünden en güzel şekilde söylemenin yollarını gösterir

İA

BEL'AM İBN BÂÛRA

Hz Musa (as) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat etmiş olan ilim adamı

A'raf suresinin 175-176'ncı ayetleri münasebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel'am İbn Bâura (veya Bel'am İbn Eber)' nın, İsrâiloğulları'ndan, devler ülkesinden, Yemen diyarından veya Ken'an ilinden Allah'ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfan sahibi, duası müstecap, yanında Allah'ın ismi a'zamı bulunan ve fakat sonradan itaatsızlığa düşmüş bir kimse olduğu şeklinde rivayetler vardır Her ne kadar Lût (as)'ın kızlarından biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun Yahudiler tarafından müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir (Taberî, Tefsiru't-Taberî, Mısır, 1373/1954, IX, 119-120; Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, Mısır, 1308, XV, 54; D B Macdonald, İA, "Bel'âm İbn Bâura" Mad)

Bel'am'a konu teşkil eden ayet meâlleri şöyledir: " Habibim! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler " (A'raf, 7/175-176)

Bel'am'la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır: "Rivayete göre Mûsa (as), Ken'âniler' in Şam'daki topraklarına girmişti Bu sırada Bel'am, el-Belkâ köylerinden Bal'â'da bulunuyordu Ken'âniler'den bazıları Bel'am'ın yanına gelerek: "Ey Bel'am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları'nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi Bizim ülkemize İsrâiloğulları'nı yerleştirecek Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin Onları defetmesi için Allah'a duâ et", dediler Bel'am: "-Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü'minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red cevabı verdi Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler Bel'am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları'nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi Bu dağ, Husban dağıdır Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü Bel'am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi Biraz yol alınca eşek yine çöktü O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü Nihayet eşek, Bel'am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah'ın izni ile konuşarak şöyle dedi: "Ey Bel'am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü'minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler" Fakat Bel'am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti Nihayet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ (as)'ın ordusunun ve İsrâiloğulları'nın karşısına götürdü Bel'am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları'na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: "Ey Bel'am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları'na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun" dediler O: "Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu" dedi Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan başka çare yoktur" dedi (Taberi, age, IX, 124-126; Râzî, age, XV, 54; İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, Beyrut 1385/1965, I, 200 vd; İbni Kesir, e!Bidâye ve'n-Nihâye, Riyad 1966, I, 322 vd)

Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha çok Bel'am'ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle anlatılmak istenenin Bel'am olduğu yolundaki rivayetleri ve onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç bir eser yoktur Aynı şekilde yalnız Bel'am'ın, âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir (Kâsımî, Mehâsinü't-Te'vil, VII, 2906)

te yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel'am'ın dışında, Ümeyye İbn Ebi's-Salt, er-Râhib Ebu Amr, İsrâiloğulları'ndan duâsı makbul bir kişi, münafık olan her kişi veya yahudi, hristiyan ve haniflerden olup da Hakk'tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de rivayetler vardır (Taberi, age, IX,119 vd; Râzî, age, XV, 54; Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut 1366/1947, II, 78; Mes'üdî, Mürûcü z-Zeheb, Mısır 1384/1964, I, 52; İbni Kesir, age, I, 322)

Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel'am ve hareketleri itibariyle onun gibi olan herkese şâmildir Çünkü Allah'ın âyetlerini yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş kapsamlıdırlar Burada asıl üzerinde durulması gereken konu; Bel'am'la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır (DB Macdonald, İA, II, 464-465; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Ankara 1979, s 242) Çünkü İslâmî kaynaklarda zikredilen bilgiler -bazı isim ve ifade değişiklikleri hariç- Kitab-ı Mukaddes'te geçen bilgilerin tamamen aynısıdır (Kitabı Mukaddes, İstanbul 1981, Sayılar XXII, 2-41; XXIII 1-30; XXIV, 25; XXII, 16; Yeşu XXIV, 9)

Ancak Bel'am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah'ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah'ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir

nsanları "Allah (cc) adını kullanarak"' aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için "Tevhid akîdesini" tahrip eden "Bel'am'ın" etkisi korkunçtur İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, "Bel'am"dır

Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm'a küfreden yönetimlerle yani Tağûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da

"Allah (cc) adını kullanarak" aldatan, Kur'ân'daki ifâdeyle "köpek sıfatlı" kimselerin ortak ismi Bel'am' dır Bu köpek sıfattı kimseler de; Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını "zamanın değişmesi" gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm'ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel'am benzeri vardır Bunlar "çok dindar" görünmekle birlikte, Tağut'a itikad ve iman etme noktasında titizdirler "Ulü'l-Emr"i İslâm'a karşı ayaklanan güçlere izâfe ederek, mü'minleri yanıltırlar İşte bunlar çağdaş Bel'am'lardır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Beled Sûresi

Kur'an-ı Kerîm'in doksanıncı suresi, yirmi ayet, altmışyedi kelime üçyüzyirmialtı harftir Sure müşriklerin Resulullah'a düşman kesilerek O'na karşı her türlü zulüm ve haksızlığı revâ gördükleri bir dönemde Mekke'de nazil olmuştur Fasılası, "dâl, elif, fâ', hâ" harfleridir İsmini, birinci ayetteki "beled" kelimesinden almıştır Bütün mekkî surelerde olduğu gibi; bunda da itikad ve ibadetin sağlamlaştırılması, ahirette hesap ve cezaya imanın perçinleştirilmesi ve iyilerle kötülerin birbirinden ayrılması hedeflenmiştir

Bir önceki sûre olan Fecr suresine bir karşılık verilir Orada zamanın eşref saatlerine yemin edilip insanın refah veya darlıkla imtihan edildiği: mal hırsı, miras yiyiciliği, yetime ve fukaraya bakmamak gibi kötü huyları ile âkibetinin kötülüğü hatırlatılarak; sureye en nihayet nefs-i mutmainne sahibinin iyi kullar arasında Cennet'e gireceğinin bildirilmesiyle son verilmişti

Bir önceki surede mesajları izleyen bu surede ise mekânların en kutsalı olan Mekke'ye yemin ve onun fethine işaretle söze başlanılmış; insanın meşakkatlerle içli dışlı yaratıldığı beyan buyurulmuş; köle azat etmenin, açlık zamanında yedirmenin İslâm'ın matlubu olduğu ve aynı zamanda bunun, yukarıda zikri geçen nefs-i mutmainne'nin bu hayırlı sonuca varabilmesi için gerekli olduğu gösterilmek istenmiştir

Surede en önemli yer, sureye adını veren "Beled"' kelimesi ile onu kayıtlayan hill kelimesidir

Sure kasemle başlıyor Bu kasemde Kur'an insan hayatının değişmez gerçeklerine temas ediyor: "Şu beldeye yemin ederim ki, sen bu beldede oturmuşsun " (1-2)

Buradaki beldeden murat, Mekke'dir Allah'ın haremgâhı, yeryüzünde Allah için inşa edilen ilk ev " Muhakkak ki, insanlar için kurulan ilk ev, mübarek ve âlemlere yol gösteren (Kâbe)dir " (Ali İmrân, 3/96) Burası bir emniyet ve huzur sığınağı olmak için kurulmûştu Bu mübarek evin ağacı da kuşu da canlı olan her şeyi de haramdır; el sürülemez Ayrıca bu ev Araplar'ın atası ve bilcümle müslümanların manevi babası Hz İsmail'in babası Hz İbrahim (as)'in evidir

Yüce Allah sevgili Peygamber'ine ikramda bulunarak onu ve oturduğu beldeyi hatırlatıyor Belde, bu özellikleriyle ayrı bir hürmet, ayrı bir şeref ve azamet kazanıyor Müşrikler ise bu mübarek evin hürmetini çiğniyor, orada Peygambere ve müslümanlara işkence ediyor ve onları öldürmek istiyorlardı Halbuki bu ev şerefli bir evdi Hz Peygamber'in orada ikamet etmesi de şerefine şeref katmıştı Onlar bu hürmeti ve azameti göstermek şöyle dursun; ayaklar altına bile alıyorlardı Böylelikle Hz İbrahim (as) dininin sahipleri olduklarını iddia eden müşriklerin iğrenç ve çirkin durumu ortaya çıkıyordu

Sonra,doğana ve doğurulana kasem edilmesi, dikkatlerimizi bu varlığın merhalelerinden bir merhalenin yüce değerine ve oradaki sonsuz hikmete yüce sanata çekmektedir Bu merhale doğup çoğalma merhalesidir Annenin ve doğan yavrunun doğumun başlangıcında katlandığı zahmetlere, gelişen varlığın büyüyüp mukadder olan noktaya ulaşmasına dikkatler çekilmektedir

Bu kasem,insan denilen varlığın hayatındaki değişmez bir gerçek üzerine yapılmaktadır; "Biz insanı gerçekten meşakkat içinde yarattık " (4) Meşakkat ve zorluk, zahmet ve yorgunluk,savaş ve mücadele içerisinde Nitekim bir başka sûrede; "Ey insanoğlu, sen Rabbin için çalışıp çabaladın Artık mutlaka O'na kavuşacaksın " (el-İnşikâk, 84/6) buyurulmaktadır

İlk hücre, zorlayıp çabalamadan, çırpınıp yorulmadan hayatı ve beslenmesi için Rabbı'nın izniyle gerekli şartları bulmadân ana rahminde karar kılamaz Karanlık dünyadan çıkıncaya kadar sürekli bir çırpınış içerisindedir Annenin kanından emebildiği kadarını emer Annenin tattığı yemeklerin özünü alır Rahim denilen küçük âlemden çıkarken boğulurcasına baskı ve sıkıntılara maruz kalır Ve bu andan itibaren en büyük yorgunluk ve zahmet başlar

Dişlerinin çıkış anı bir zahmettir Boyunun uzayışı bir zahmettir Sabit adımlarla ilerleme bir zahmettir Öğrenim bir zahmet, düşünce bir zahmet, kazanılan her tecrübe bir zahmettir:

Bilahare yollar ayrılır Kimi akîdesi ve davası için zahmetlere katlanır, kimisi de şehveti ve menfaati için Birinin yorgunluğunun sonu Cennet, diğerinin ise Cehennem Ama hepsi yükünü omuzuna alır, taşır; Rabbı'na ulaşıncaya kadar basamak basamak merdivenleri tırmanır Ama oraya varınca en büyük acı mücrimlerin; huzur ise müminlerin olur

"Yoksa kimsenin kendisine güç yetiremiyeceğini mi sanıyor? (5)"

"Yığın yığın mal tüketmişimdir, diyor "(6)

"O kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor "(7)

İşte meşakkatler içerisinde yetişen insan, hesaba çekilmeyeceğini, tüm yaptıklarının kendisine kâr kalacağını sanıyor Azgınlık ve zalimlik ediyor Şunun bunun malını alıyor, çalıyor; biriktiriyor; ahlâksızlık ediyor, haddi aşıyor; korku nedir, çekinme nedir bilmiyor, infak'a çağrıldığı zaman " yığın yığın mal tüketmişimdir" diyor (6) Allah'ın mürakabesinin üzerinde olduğunu ilminin çepeçevre kuşattığını unutuyor mu? (7)

Daha sonra sure, kendisine bunca nimetler verilen insanın nankörlük ederek cimrice davrandığını; Allah için infaka davet edildiğinde, kendisiyle Cennet arasındaki engelleri kaldırmaya çağrıldığında " o sarp geçidi aşmaya girişemedi"ğini, (11) malından fedakârlık ederek muhtaçlara vermediğini, Allah için köle azat etmeye katılmadığını ifade ediyor: "Bilir misin sen o sarp yokuşun ne olduğunu? O geçit, bir kul azat etmektir Yahut şiddetli bir açlık gününde yemek yedirmektir "(12,13,14) "Sonra da iman edenlerden, biribirine sabır tavsiye, merhameti tavsiye 'edenlerden olmaktır " (17) diyerek, insanın mal ile nasıl imtihan edildiğini veciz bir şekilde ifade etmektedir

Neticede Allah'ın ayetlerini tasdik edip iman edenler sıfatını kazananların amel defterleri sağından verilenler olduğunu (18), aksine Allah'ın ayetlerini inkâr edenlerin kitaplarının sollarından verileceği ve onların, üzerlerine ateşin kapılarının sımsıkı kapatılacak olan mutsuzlar olduğu ifade edilmektedir (19, 20)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Belvâ-i âmme

Belvâ, musibet, zahmet, ıztırap, meşakket, güçlük gibi anlamlara gelir Âmme, ise bütün, herkes, umûm demektir Buna göre "belvâ-i âmme" herkesi kapsayan meşakkat ve güçlük demektir

Terim olarak belvâ-i âmme; kaçınılması güç, umûmun mübtela olduğu bir şey hakkında husûsî bir hüküm verilmesidir

Dinimiz kolaylık dinidir Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk değil ", (el-Bakara, 2/185) buyurulur Bu nedenle "belvâ-i âmme" fıkhın fer'î kaynaklarından biri olmuştur Müslümanların çoğunun uğradığı güçlük ve meşakkatler bu kaideye dayanılarak hafifletilmiştir Bunlardan birkaç misal verelim:

Sokakta elbisemize sıçrayan ve korunması mümkün olmayan su ve çamur damlalarıyla namaz kılmanın caiz olması;

Özürlü kimselerin özürleri sebebiyle bulaşan pislikle namaz kılmalarının caiz olması;

Çocukların öğrenmek için abdestsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'i ellerine almalarının caiz olması;

Binalardaki tuvaletlerde tuvalet esnasında ön ve arkayı kıbleye çevirmenin caiz olması; (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Kahire 1968, s 76-77)

Doktor ve sağlık görevlilerinin tedâvî için kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakmalarının caiz olması gibi

Ancak hakkında nas olan hükümler "belvâ-i âmme" sebebiyle kolaylaştırılamaz İnsanın idrarı elbisesine bulaşır, bunda belvâ-i âmme vardır, diye idrarın necis olmadığına hükmedilemez, çünkü bu konuda nas vardır (Atıf Bey, Mecelle Kavâid-i Kulliyye Şerhi, İstanbul 1327, s 25)

Durak PUSMAZ

BENU MUSTALİK GAZVESİ

Hicretin beşinci yılında yapılan ve Peygamberimiz (sas)'in bizzat ordu kumandanı olarak katıldığı gazve Bu gazveye "müreysi' gazvesi" de denilir Mustalikoğulları Huzaa kabîlesine mensup küçük bir obadır "Müreysi" ise, bu kabilenin çevresinde konakladığı bir kuyunun adıdır

Mustalikoğulları'nın başkanı Hâris b Ebi Dırar söz geçirebildiği kabileleri ve kendi obasını müslümanlarla savaşmaya teşvik edip bölgede İslâm'ın yayılmasını engellemek maksadıyla silâh ve harp malzemesi satın alıyor, hazırlıklar yapıyordu

Peygamberimiz (sas) Hâris'in hazırlığını haber aldı Durumla ilgili olarak bilgi sahibi olmak için Büreyde b Husayb'ı Mustalikoğulları'nın obasına gönderdi Büreyde, Mustalikoğulları'nın durumunu öğrenebilmek ve bu adamların şerrinden emin olabilmek için gerektiğinde Peygamberimiz hakkında ileri geri konuşabilecekti Ona bu izni bizzat Peygamber Efendimiz vermişti

Mustalikoğulları, Büreyde'ye Peygamberimiz hakkında sorular sordular Büreyde onların niyetlerinin ciddi olduğunu anlayınca, kavmiyle birlikte kendilerine yardım edeceğini ve müslümanların köklerinin kazınması gerektiğini, kendisinin düşüncesinin de bu olduğunu onlara anlatıp durdu Kavmini toplayarak yardıma gelmek bahanesiyle Mustalikoğulları'nın yurdundan ayrılıp acele Medine'ye döndü Onların bu haince tutumunu ve tavrını Resulullah'a anlattı

Hz Peygamber (sas) durumu öğrendikten sonra ashabdan bazılarıyla istişare etti Yedi yüz kişilik kuvvet hazırlayarak yola çıktı Birliğin içinde münafıklar da yer alıyordu Peygamber Efendimiz gidilecek yeri gizli tutup ters bir istikamette yola çıktı Gün boyunca Şam'a doğru kuzey istikametinde yol aldı Akşam olduğu yerde konakladı Daha sonra Tihame tarafına doğru süratle yol aldı

Yolda Mustalikoğulları adına casusluk yapan bir adam yakalandı Casus, Mustalikoğulları hakkında bilgisinin olmadığını belirtti Sıkıştırılınca Mustalikoğulları adına casusluk yaptığını itiraf etti, ona müslüman olması teklif edildiği halde o buna yanaşmayıp kabîlesinin alacağı tavra göre hareket edebileceğini belirtti Bu nedenle boynu vuruldu

Mustalikoğulları, casuslarının yakalandığını ve öldürüldüğünü öğrenince telaşlandılar, ne yapacaklarını şaşırdılar Bu arada kendilerine yardıma gelen diğer İslâm düşmanı kabileler de dağılınca yapayalnız kaldılar Resulullah (sas) Müreysi kuyusu başında karargâhını kurdu Birliğini savaş düzenine koyduktan sonra saldırı için uygun bir zamanı beklemeye başladı Mustalikoğulları'na müslüman olmaları canlarını, mallarını ancak böyle koruyabilecekleri hatırlatıldı Onlar, bu teklifi kabul etmeyerek, müslümanlara ok atmaya başladılar Hayvanlarının su başında bulunduğu kendilerinin gafil olduğu bir anda geceleyin ansızın baskın yapıldı Mustalikoğulları kaçmaya fırsat bulamadan kıskıvrak yakalandılar Erkekleri, kadınları ve çocukları esir edildi Malları ganimet olarak müslümanların ellerine geçti İçlerinden on iki kişi de öldürüldü

Ganimet malı olarak müslümanların eline iki bin deve, beş bin davar geçti Ganimetin beşte biri Beytü'l-Mâl'e ayrıldı Geriye kalan beşte dörtlük oran savaşa katılanlar arasında paylaştırıldı

Cemil ÇİFTÇİ

BER'

Kötü görülen, hoşlanılmayan şeylerden uzak durmak, tertemiz ve her türlü kirden uzak yaratmak, iyileşmek ve şifa bulmak anlamlarına gelen ve yaratılışı ifade eden bir terim

Kelimenin kökü Be-ra-e' fiilidir Min' edatıyla kullanıldığında -den uzaklaşmak, ilgiyi kesmek'; Tef'îl' babında 'Ber ra e' şekliyle aklamak, beraet ettirmek; 'istif'âl' babında 'İs teb-ra-e' şeklinde kullanıldığı zaman ise temizlenmek, berâatını istemek anlamlarına gelir

Allah'ın güzel isimlerinden olan Bârî, Allah'ın yarattığı şeyleri tertemiz yarattığını ve her türlü kirden arındırdığını ifade eder (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4876) Hak Teâlâ zatı, sıfatları, isimleri, fiilleri ve şuûnatıyla tertemiz, her türlü çirkinlik ve kirden müberra ve her türlü noksanlıktan uzak olduğu için; O' nun yaratması da böyle tertemiz ve her türlü noksanlık ve kirden, ayıptan uzaktır

Kelimenin Kur'an'da geçen diğer şekillerinin de kuşkusuz bu kök anlamıyla yakından bağlantısı vardır Sözgelimi, Hz İsa'nın "körü ve alacalıyı ibrâ ettiği", yani iyileştirdiği belirtilir (Âli İmrân, 3/49) Yusuf suresinde Hz Yusuf veya Aziz'in karısı "Ben nefsimi tebrie etmem"(Yusuf 12/53) derken nefsini temize çıkarmak, daha doğrusu kötülüklerden uzak görmek istemediğini; çünkü nefsin her zaman kötülüğü emrettiğini belirtir İnsan, tabiatı gereği yanılır, kötülük ve günah işleyebilir Bu yüzden, Allah' tan başkası temelde barî' değildir; noksanlık, kötülük ve günah insanın ayrılmaz özelliklerindendir Buna karşılık, insan tövbe ve istiğfar ile, haramlardan mümkün olduğunca kaçıp, emredilenleri yerine getirmekle günahlardan temizlenir, yani nefsini tezkiye' eder; ama tebrie' edemez

İslâm'ın oldukça önemli kural ve esaslarından olan teberrî' veya teberrâ' ise, Allah'ın düşmanlarından uzak durmak, onları velî, sırdaş ve lider edinmemek, kendilerine özellikle müslümanların kaderiyle ilgili görevleri tevdî etmemek ve onlarla gönülden dost olmamak demektir (el-Bakara, 2/166-7; el-En'âm, 6/68; el-Enfâl, 8/48; et-Tevbe, 9/3)

Aynı 'Be-ra-e' fiilinden türeyen 'Berâet' kelimesi ise; "mahkemede suçsuzluğu ortaya çıkmak ve suç töhmetinden kurtulmak", siyasî hukuk açısından ise "ilişkileri kesme, sulh durumuna son verme" anlamlarına gelir ve Kur'an-ı Kerîm'de Tevbe suresinin başında kullanıldığı biçimiyle, artık İslâm'ın hakim duruma geçtiği konumda ya İslâm'ı seçmek, ya da savaşa hazır olmak şıklarından birini tercih hususunda müşriklere verilen ültimatom (Elmalılı, Hak Dini Kur' an Dili, Tevbe,1 ) manasını ifade eder

Yine, aynı fiilden gelen "beriyye" kelimesi ise "yaratıklar" demektir Kur'an'da 'hayru'l-beriyye' ve 'şerru'l-beriyye' şeklinde geçer (Beyyine, 98/6-7)

Ali ÜNAL

BERÂET GECESİ

Şaban ayının ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan gece

Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır:

Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle 'Mübârek'; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle 'Beraet'; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle 'Rahmet', geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle 'Berae veya Sakk' adı da verilir

Bu gecenin beş özelliği vardır:

1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır

2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir

3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir

4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür

5) Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir Bu yetkinin üçte biri Şaban'ın onüçüncü günü, üçte biri Şaban'ın ondördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban'ın onbeşinci günü verilmiştir

Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar

Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:

Peygamber Efendimiz (sas) bu geceyi Hz Âişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:

"Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir Allah Teâlâ bu gecede Benü Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem'den kurtarır Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz " (Buhârî, et-Tergîb ve't-Terhib, II, 118)

İnsanların bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir olacakları ve ecelleri gibi mühim hususlar o gece içerisinde meleklere bildirilir O geceyi ibâdet ve tâatla geçirmek ve nafile namaz kılmak sevaptır Fakat o geceye mahsus belirli bir namaz şekli yoktur Nitekim Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah'a şöyle dua etmiştir: "Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim Sen seni senâ ettiğin gibi yticesin " (et-Tergib, II, 119, 120)

Peygamber Efendimiz (sas) bizlere de şöyle buyurmuştur:

"Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince: gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim Şifaâ dileyen yok mu; ifâ vereyim "

"Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar " (İbn Mace, İkametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38)

Durak PUSMAZ

el-BERR

Allah'ın isimlerinden biri Kullarına şefkatli olup, lûtuf, ihsanı, keremi, iyiliği ve bahşetmesi çok olan anlamına gelen Allah'ın Esmaü'l-Hüsnâ'sından biri

Allahu Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister; zorluk istemez Zorluk çıkaranları da sevmez Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, örter; merhametlilerin merhametlisidir; bir iyiliğe on mükâfat verir Kötülüğün cezası ise bir katını geçmez Bir kul, gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzünden onu yapmamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır Buna karşı, bir kötülük yapmayı tasarlamış ve kararını vermişken herhangi bir sebeple yapmamışsa ona ceza verilmez

Berr, "iyiliği ve hayrı geniş olmak" anlamındaki "birr" masdarından sıfattır Kur'an'da şöyle geçer: "Gerçek biz bundan evvel (muvahhid olarak) O'na ibadet ediyorduk Şüphesiz ki O, (evet) O, (va'dinde sadık) ihsanı bol, çok esirgeyicidir " (et-Tûr, 52/38) Evet, Cennet'e girecekler böyle diyecektir Allah kullarına karşı şefkatlidir O, hiçbir fiilinde zulüm ve hiçbir hükmünde de haksızlık etmez İnsanlar, nankörlük ederek kendileri haddi aşarlar Oysa Allah sonsuz nimetler vermiş, sonsuz ihsanda bulunmuştur Kullar kendileri kendilerine zulmederler Allah onca inkâr, kötülük ve nankörlüklere karşı ceza vermede acele etmez O, sonsuz kerem sahibidir O, yardım edenlerin en hayırlısıdır Allah kullarına çok merhametlidir (el-Bakara, 2/207) "Şüphesiz Rabbiniz Rauf'dur, Rahim'dir, çok şefkatli, çok merhametlidir " (en-Nahl, 16/7; Ayrıca bk Rahmân, Rahim Mad)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Berzah

Set, engel, iki şey arasındaki perde Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi (ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya da kabir âleminin adıdır (es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s 38; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât s 56)

Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir Bunlardan "İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır karışamazlar "(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında kullanılmıştır (el-Furkan, 25/53) Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım " Hayır onun söylediği hu söz hakikatte boş laftan ibarettir Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır " şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında kullanılmıştır (el-Mû'minun, 23/100) Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar

Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır Hadislerde belirtildiğine göre kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi uyuyun Gelin çok sevildikçe rahat uyur Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar gelinler gibi uyurlar " (Tirmizî, Cenaiz, 70)

Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır

Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler" (Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s 34-36)

Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez, insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya azap görür O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir Yaşayışla ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir varlıktır Bunun mahiyetini ancak Allah bilir (Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s 28),

Habil NAZLIGÜL

BESMELE

"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîym" sözünün kısaltılmış şekli Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah Teâlâ'nın adını anmak ve bu adla işe başlamak anlamına gelir İslâmiyet'ten önce Araplar, herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak başlarlar, meselâ, Bismi'l-Lat (Lat'ın ismiyle), Bismi'l-Uzza (Uzza'nın ismiyle) derlerdi Her kavimde buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir hizmetlinin, âmirinin verdiği bir emri yerine getirirken,

"Bunu falanın adına yapıyorum" demesi âdettendir

Resulullah (sas), İslâm dinini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, cahiliye Arapları'nın kullandığı sözü değiştirmiş ve, "Ey Allah'ım, senin adınla" anlamına gelen, "Bismike Allahümme" ve "Allah'ın adıyla" anlamına gelen, "Bismillahi" sözlerini kullanmıştır Ancak Kur'an-ı Kerîm'de Neml suresinin otuzuncu ayeti nazil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır Bu ayette Süleyman (as) tarafından yazılan bir mektup söz konusudur Mektupta "Bu mektup Süleymandan'dır ve Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır" denilmektedir Kısaca besmele dediğimiz ve "Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla" anlamına gelen Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim'in Kur'aân-ı Kerîm'den bir ayet, yahut bir ayetin bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır

"İşime, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum O'nun emriyle ve O'nun için bu işin başındayım ve O'nun adına teşebbüste bulunuyorum, O'nun emriyle yapıyorum Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'rıun tarafından bana verilmiştir ve O'ndandır O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse ben bu işi tamamlayamam"

Helâl ve hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret eden pek çok emirler, vardır

"Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok Allah'ı anın " (el-Bakara, 2/200)

"Namazlarınızı kıldıktan sonra, ayakta otururken ve yanlarınızın üzerinde iken Allah'ı anın " (en-Nisa, 4/103)

"Rabbı'nın adını an İhlâs ile O'na yönel " (el-Müzzemmil, 73/8)

"Rabbı'nın adını sabah akşam an" (İnsan, 76/25)

Resulullah (sas)'den nakledilen bir hadîsde şöyle denilmiştir: "Bismillah ile haşlamayan her ciddi iş noksandır "

Besmele, Neml suresinde bir ayet olmasına rağmen, gerek Fatiha suresinin, gerek diğer surelerin başındaki "besmele"lerin, o surelerden bir ayet olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür Hatırlanacağı üzere Fatiha suresi başındaki besmele, surenin bir ayetidir Bu, diğer surelerin başındaki besmele gibi değildir Berae suresi dışındaki diğer bütün sureler ise besmele ile başlar Fatiha suresinin ilk ayetinin besmele olduğunu kabul eden Şafiî mezhebi âlimleri ayrı bir besmeleyi öteki surelerde de kabul etmez ve sure başlarındaki besmeleyi sureden sayarlar

Bilindiği gibi, bugün müslümanların ellerinde bulunan mushaflar, Hz Osman b Affân (ra) zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilayetlere gönderilen nüshaların kopyasıdır Bu nüshalarda Berae suresi dışındaki bütün surelerin başına besmele yazılmıştır Hz Osman'ın (ra) bu işi yaparken, şüphesiz, ne yaptığını çok iyi bildiği ve yazılan mushaf nüshalarına herhangi bir sözün girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösterdiği muhakkaktır İşte bu görüşten hareketle sure başlarına yazılan besmelenin, ilgili oldukları surelerden bir ayet olması düşünülebilir Nitekim İmam Şâfiî, bu görüşe kâni olarak, Fatiha suresi başındaki besmelenin bu sureden bir ayet olduğunu söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır Diğer sureler hakkında ise, kendisinden, bir defasında, besmelenin surelerden bir ayet olduğu, bir defasında da olmadığı tarzında iki değişik rivayet mevcuttur

Hanefilere göre, besmelenin mushafta yazılmış olması, onun Kur'an' dan olduğunu işaret eder Ancak namazda, Fatiha suresinin başında okurken, Fatiha gibi cehren (sesli) okunmaması, besmelenin Kur'an'dan bir ayet olmadığını gösterir Diğer surelerin başında yer alan besmeleler de böyledir O halde her sure başındaki besmele, Kur'an'dan bir ayet olsa bile, başında bulunduğu sureden bir ayet değildir Sadece surelerin arasını ayırmak için, teker teker indirilmiştir

İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü diğerlerinden farklıdır O'na göre, sure başlarındaki besmele, Kur'an' dan değildir Bununla beraber yeni bir sureye başlarken her işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazılmıştır Bu sebepledir ki İmam Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce besmelenin cehren okunmasına karşıdır Aynı şekilde o, sessiz (sırren) okunmasını da meneder

Bismillahi'r-rahmani'r-rahim sözü dört kelimeden oluşan bir cümledir Bunlar: İsim, Allah, Rahman, Rahim kelimeleridir Ancak isim kelimesinin başına bir "b" harfi getirilmiştir Bu harf, kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki cümleyi bağlamak için kullanılmıştır 'b' harfinden önce var sayılan fiil başlarım, 'okurum', 'yaparım' olabileceği gibi 'başla', 'oku', 'yap' şeklinde emir de olabilir Buna göre besmele, bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle beş kelimeden meydana gelmiş olur

"(Rahim) ve (Rahman) olan Allah'ın adıyla başlarım" gibi

Besmeledeki ilk kelime olarak görülen isim, bir hususa işaret etmek üzere konulmuş addır Ahmet, Ali, ağaç, su gibi isimler, özel isim ve cins ismi olmak üzere iki kısımdır Şahıs isimleri ile yer veya şehir isimleri özel isimdirler Bu isimler kimin adı ise, hangi yer, şehir, kurumu belirtiyorsa başkalarında bulunmayan, kendilerine özgü özellikleri vardır Buna karşılık, tahta,masa,ağaç,insan gibi isimler cins ismidirler Genel bir anlam belirtirler Bu sebeple "Ahmet" denildiği zaman, onun insan olduğu anlaşılır Çünkü Ahmet, insan cinsi içinde yer alır Fakat insan denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz Çünkü Ahmet'ten başka insanlar da vardır

Özel isim olan Ahmet kelimesi ile, cins isim olan insan kelimesi arasındaki bu farklılık, Ahmet'in her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar Meselâ Ahmet, iki eli ve kulağı olan, iki göze ve bir buruna sahip bulunan kimsedir demekle tarif edilmez Çünkü bunlar, her insanda bulunan uzuvlardır Bu sebepledir ki, bir kişiye veya bir şeye and olarak verilen özel isim, sadece ona hastır Ve onu diğer benzerlerinden ayıran özelliklerin alâmetidir Yine bu sebeple özel isimlerin eş anlamlısı aranmaz Başka bir kelimeye tercemesi yapılmaz

Besmele'de yer alan ikinci kelime Allah ismidir Allah, kendine has doksandokuz sıfatı olan zatın yüce ismidir Gerçek mabudun adıdır ve özel ismidir Allah Teâlâ'nın kendine has sıfatlarından bazılarını, Kur'an-ı Kerîm'in aşağıdaki birkaç ayetine işaret ederek gösterebiliriz

"O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yok'tur O, gizliyi de aşikârı da bilendir O, esirgeyen, bağışlayandır O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur Hükümrandır Mukaddestir, selâmdır, mümindir, müheymindir, azizdir, cebbardır Allah müşriklerin ortak koşmasından münezzehtir O öyle Allah'tır ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir En güzel isimler O'nundur Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih eder O, hüküm ve hikmet sahibidir " (el-Haşr, 59/22-24)

İşte Allah, bazılarını işaret ettiğimiz bu ve buna benzer, üstün sıfatları zatında toplamaktadır

Besmele'de yer alan üçüncü kelime, 'Rahman' kelimesidir Bu kelime kendinden önce ismi zikredilen yüce zatın sıfatıdır Yani Allah Teâlâ'nın sıfatıdır Rahman kelimesi, rahmet kelimesinden türetilmiştir Rahmet, sözlükte, insan kalbinin bir kimseye acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiilî yardıma dönüşür Bu sebepledir ki, o kimse hakkında 'çok merhametli' denir Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Teâlâ'nın merhametini arılamakta bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir Çünkü insandaki merhamet duygusu geçici bir haldir Ancak bir üzülme ve acıma neticesinde ortaya çıkar Üzülme ve acımanın ortadan kalkması ile merhamet duygusunun da yok olduğu görülür Allah Teâlâ ise üzülme ve ani olan, sönüp geçen acıma duygusundan münezzehtir Acıma kelimesindeki insanî haslet geçicidir Allah Teâlâ bu geçici hasletlerden münezzehtir Bu sebeple Allah Teâlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir üstünlük arzeder ve ezelden ebede, eser ve neticesi nimetler ve bağışlar olarak ortaya çıkan sonsuz bir merhameti gösterir

İlâhi rahmetin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Teâlâ'nın zatına has olan, zatıyla birlikte kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur Bu kulları için daima hayrı murat ettiğini gösterir

Allah Teâlâ'nın iradesi, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, irade sıfatının taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması anlamına gelir Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmamaktan vazgeçirecek hiç bir güç yoktur Allah Teâlâ'nın bu sıfatı, O'nun zatına has bir sıfat olması dolayısıyla, zatıyla kaim ve kadîm bir sıfattır İşte ilâhî rahmet, böyle bir sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine ortaya çıkmasını gösterir

Allah Teâlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması, yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir

Rahman, yukarıda da işaret edildiği gibi, rahmet kelimesinden türemiş olup, son derece merhametli, çok rahmet sahibi anlamlarına gelen bir sıfattır Ancak bu sıfat, ezelî ve ebedî bir rahmeti işaret ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış, yalnız Allah Teâlâ'ya tahsis edilmiştir

Rahman kelimesinin diğer bir özelliği de Kur'an-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel bir isim olarak kullanılmış olmasıdır

"İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız, en güzel isimler O'nundur " (el-İsra, 17/110)

"Senden evvel gönderdiğimiz resullerimizden sor: Biz, Rahman'dan başkasını ilâhlar yapmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45)

"Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseleri korkutacaksın " (Yâsin, 36/1 I )

"(Cennet), görmeden Rahman'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere hastır " (Kaf 50/33)

"Ey babam, şeytana tapma, Çünkü şeytan Rahman'a çok asi olmuştur " (Meryem, 19/45)

"Rahman'ın yaratışında hiç bir düzensizlik göremezsin" (Mülk, 67/3)

Mealleri zikredilen bu ve sayıları elliye varan diğer ayetlerde Rahman' kelimesinin Allah'a has ve Allah ismine eşit bir anlamda nasıl kullanıldığı açıkça görülmektedir Bu sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir Ve diğer özel isimler gibi herhangi bir dile terceme edilemez

Besmele'de de görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Teâlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyla, kapsamı geneldir Yani gözle görülsün veya görülmesin, yoktan var edilmiş veya yaratılmış her ne varsa, hepsi de Rahman'ın eseri neticesidir Bu rahmetin dışında kalmış hiç bir varlık düşünülemez Bu bakımdan her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı kesbî değil, vehbîdir, irâdî değil cebrîdir, Rahman'ın eseridir İşte bundan dolayıdır ki "Allah Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahmanı'dır" denilmiştir

Allah Teâlâ, hiç bir şeyi sebepsiz ve kıymetsiz yaratmamış, yarattıklarını başı boş bırakmamıştır Rahmet-i Rahman'ın bir eseri olarak insanı yarattığı zaman, ona kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş; böylece insanın kendi irade ve ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlayacak yolu göstermiştir Zira insana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile küfrü, kendisini dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak doğru yol ile hüsrana götürecek eğri yolu biribirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş; aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını; akılsız davranıp eğri yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik akılsızlığının cezasını çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir

İşte, Allah Teâlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, cahil, çalışkan, tembel, haklı, haksız, adil, zalim, mutî, âsi, mümin, kâfir ayırımı yapmadan herkese ve her yarattığına teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak; sadece, âlime, çalışana, haklıya, adile, mutîye, mümine hasılı kendi iradelerini Allah'ın iradesiyle ahenk içerisinde tutabilen herkese ihsan ederken diğerlerini mahrum bıraktığı rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır Bu Rahîm sıfatı, besmelenin dördüncü kelimesi olarak yer almıştır O halde bunu kısaca ifade etmek gerekirse; başlangıçta çalışana ve çalışmayana bakmadan, onu vücuda getirerek öylece idare etmek, Allah Teâlâ'nin Rahman sıfatının eseri iken, sonradan çalışana çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahîm sıfatının sonucudur Bir başka ifadeyle denebilir ki, insan istese de istemese de, kendisine vücut verilmiş ve bunun bekâsı için gerekli nimetler ihsan edilmiştir Bu, ezelden ebede Rahman olan Allah Teâlâ'nın rahmetidir Fakat insan, Allah Teâlâ'nın irade ve ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlaşarak rızasını kazanmak için yaratılmıştır Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir Bunları doğru yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Teâlâ'nın mükâfatına nail olur Doğru yoldan sapan ise bundan mahrum olur Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm sıfatından yayılan rahmetidir Bu sebeple denilir ki "Allah Teâlâ, ahiretin Rahîmidir Yani ahiret günü bütün müminlere rahmeti ile muamele eder"

Allah Teâlâ'nın Rahman sıfatı, kendisine has zât sıfatı olduğu halde; Rahim sıfatı, kendi iç güdüleri veya iradeleriyle hareket eden yaratıklara bir nebze olsun bahşedilmiş bir sıfattır İnsanların kendi yavrularına veya biribirlerine besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu rahîm sıfatının bir eseridir Bundan dolayı insanın, Allah Teâlâ'nın zatına has olan Rahman sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olmadığı halde rahîm sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olabilir Nitekim bir kimse hakkında çok merhametli anlamına rahîm denilmesi bundandır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Beşer

İnsan, insanoğlu, insanüstü, ademoğlu Beşer bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi demektir (İbn Fâris, Mu'cemul Mekayîsi'l-Luğa, Mısır 1969, I, 251)

İnsana beşer denmesi, hayvanların aksine üzerinde yün, kıl ve tüy gibi şeylerin bulunmayıp derisinin olduğu gibi görünmesindendir (Râğıp el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, Beyrut (ty) 47)

Aynı kökten gelen "beşere": Üst deri, derinin üst tabakası; "beşîr": güzel yüzlü, müjdeleyici; "beşâre": güzellik anlamına gelir (İbn Fâris, age, I, 251) "Beşerî" ise, insana ait olan, ilâhî olmayan anlamında kullanılır

Sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere "beşer" tabiri, insan hakkında, onun maddî yönü ve dış görünüşüyle ilgili olarak kullanılır Kullanışta kelimelerin ince anlamlarını göz önünde bulunduran Kur'an-ı Kerîm, beşer sözcüğünü insanın bu yönüyle ilgili olarak ele almıştır (Râğıp el-Isfahânî, age, 47) Meselâ: "Ve O, sudan bir beşer yarattı" (el-Furkan, 25/54)

"Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir beşer yaratacağım Onu düzenleyip (insan şekline) koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın"(el-Hicr,15/28-29) "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım" (Sâd, 38/71) ayetlerinde beşerin maddî yönü ve şekli, bedeni sözkonusu edilmektedir

Burada özellikle ilk ayet (Furkan, 25)'teki mesaj, bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır Bilindiği gibi, her canlının sudan yaratılmış olmasının yanı sıra, insan da iki şekilde sudan yaratılmıştır Biri, suyun yeryüzündeki, hatta tüm görünür âlemdeki varlıkların temel kaynağını oluşturması ve özellikle topraktan meydana gelen tüm yaratıkların ancak suyla hayat bulmaları bakımından, diğeri de içinde insanın tohumunu barındıran meninin de su kabul edilmesi sebebiyledir İnsanın, beşeri yapısı ve yaratılışı gereği karşıt cinsiyle birleşip üremesi, akrabalık bağı kurması, çocuk yapması onun beşerî özelliğini yansıtır Allah'a iman etmeyenler insanı yalnızca bir beşer olarak kabul ederler ve onu sadece dış nitelikleriyle ele alırlar Bugün de bütün düşünce akımlarıyla Batı kültür ve medeniyetinin temsil ettiği bu anlayış, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişkiden ibaret bir hayata sahip varlık olarak değerlendirirler Müşrik kavimlere bir peygamber gönderilse, onlar beşerin peygamber olamayacağını söyleyip, peygamberlere karşı, hep cephe almışlardır Onlar peygamberlerine "Sen de bizim gibi bir beşersin" diyorlardı Nitekim müşrik liderlerinden Velid b Muğîre'nin Kur'an hakkındaki sözleri şöyle nakledilmektedir: "Bu, dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir Bu, sadece bir beşer sözüdür " (Müddessir, 74/24-25) Başka ayetlerde de şöyle buyurulur:

"Semûd (kavmi) de uyarıcıları yalanladı: "Bizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz dediler " (el-Kamer, 54/24) "Böyledir, çünkü peygamberleri, açık deliller getirirlerdi fakat, onlar (peygamberlere): "Bir beşer mi bize yol gösterecek deyip inkâr ettiler ve yüz çevirdiler " (et-Teğâbun, 64/6)

Onların bu isimlendirmelerine karşılık Kur'an-ı Kerîm, peygamberlerin de beşer olduklarını beşer olma yönüyle diğer insanlarla eşit olduklarını ifade ettikten sonra, ancak onlara vahiy geldiğini ve bu sebeple diğerlerinden farklı olduklarını vurgular Bu nedenledir ki Yüce Allah Peygamberimize şöyle demesini emreder: "Ben de sizin gibi bir beşerim; ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolunuyor " (el-Kehf, 18/110)

Buna karşılık ayrıca müşrikler insanı yalnızca, fizikî görünümüyle, yani beşeri yanıyla değerlendirdiklerinden, kendilerine fizikî açıdan normalin dışında güzel gelen bir insan karşısında hayrete kapılıp: "Allah için böyle beşer olmaz, bu ancak kerim melektir " (Yusuf,12/31 şeklinde tepki gösterirler Ama, insan yalnız beşerî yönüyle değil, vahy alan yönüyle de insandır

İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur'an'ın ifadeleriyle unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının sembolüdür Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın Ademiyyet yanıdır, batınî duyularıdır, kalbidir İnsan beşer olarak kalmamalı beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır Kur'an'da, yetkin hale ahsen-i takvîm -en güzel kıvam, en güzel yaratılış denirken, insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve hayvanlaşmış beşeriyete yuvarlanmış haline de 'esfel-i sâfilin- alçakların alçağı' denilmektedir (et-Tin, 95/4-5)

Şâmil İA

BEŞÎR

Müjdeci ve müjde veren, güleç yüzlü insan Bu kelime korkutucu ve tehlikeyi haber verici anlamına olan "nezîr" ifadesiyle beraber Kur'an-ı Kerîm'de sekiz yerde geçmekte olup peygamberler hakkında kullanılmaktadır (el-Bakara, 2/119; el-Mâide, 5/19; A'râf 7/188; Hud,11/2; Sebe', 34/28; Fâtır, 35/24) Çünkü peygamberler insanlara Allah'ın rahmet ve nimetini müjdelerler, inanmayanları ise Allah'ın azabıyla korkuturlar Bu ayetlerden birinde Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey kitap ehli! Peygamberler'in arası kesildiğinde, "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, size (Allah'ın dinini) açıkça anlatacak peygamberimiz geldi Şüphesiz o, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir " (el-Mâide, 5/19)

Beşîr sıfatını taşıyan peygamberler, Allah'a iman edip onun hüküm ve emirlerine itaat edenlere verilecek mükâfaatları bildirir ve mümin kitleyi Cennet nimetleriyle müjdelerler Allah'ın dinine davet eden beşîr, peygamberlik görevini yerine getirirken nefret ettirmeden ve en güzel hikmetle, yumuşaklık ve nezaketle davetini yapar (en-Nahl, 16/125) Dolayısıyla peygamberlerin getirdiği hükümlere ve akideye davet yapan tebliğcilerin de, davet görevini aynı tavırla bir "beşîr" olarak yerine getirmeleri gerekir

Peygamberler zorlayıcı, baskı kullanan değil, sadece "(azabı) haber verici ve (Cennet nimetleriyle) müjdeleyici (beşîr)" dir

Ahmed AĞIRAKÇA

BEY' Bİ'L-İSTİĞLÂL

Bey', satmak ve satın almak; istiğlâl ise, gelirini istemek, kâr ve gelirini almak, sömürmek gibi anlamlara gelir İstiğlâl yoluyle satış, bey bi'lvefâ*, yani vefâ yoluyle satış sonunda ortaya çıkabilir Bu iki çeşit satış şekli de ödünç para bulabilmek için başvurulan yollardandır Şöyle ki;

Paraya ihtiyacı olan bir kimse sermaye sahibine gidip "Bana yüz altın ver, buna karşılık sana falan dükkânımı borcumu ödeyinceye kadar geçici olarak satayım Borcumu ödeyince dükkânı geri alırım Bu arada dükkânın kira gelirinden yararlanabilirsin" der Sermaye sahibi bu teklifi kabul edip parayı verince "bey' bi'l-vefa" akdi yapılmış olur Burada dükkânı teslim alan sermayedar, onu bizzat kullanabilir, ya da kiraya verebilir Çünkü bu, temelde rehin (ipotekli mal) niteliğindedir (Ali Haydar, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, İstanbul 1912, I, 664-666; Mecelle; madde 397) Hanefilere göre rehin alan kimse, mal sahibinin izni olunca ondan yararlanabilir İşte alacaklı böyle bir dükkânı mal sahibine kiraya verirse, bu muameleye "bey'bi'l-istiğlâl" adı verilir (Mecelle, madde, 119)

Osmanlılar devrinde faize düşmeden bu şekilde satım, hibe veya kira akdi gibi muamelelere borçlunun fazla bir meblağ ödemesi işlemlerine "muâmele-i şer'iyye"; fazla olarak alınan meblağa "ribh-i şer'î" denilmiştir Bu muameleleri sermaye sahipleri yanında para vakıfları da uygulamıştır Çünkü hanefilerden İmam Züfer, para, yiyecek, ölçü veya tartı ile alınıp satılan menkûl malların da vakfedilmesini caiz görmüştür Hanefi ve Şâfiî mezhepleri genel olarak muamele-i şer'iyye'ye cevaz verirken, Mâlikî ve Hanbelîler bunu temelde reddederler (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (ty) II, 123, 124; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1969, 5, 47, 48) Bey'bi'l-İstiğlâl da Malikî ve Hanbeliler'in reddettiği satışlardan biridir

İstiğlâl yoluyle satışta, mal sahibinin ipotekli mülkünü müşterinin bu yeri kabzetmesinden sonra kiralaması gerekir Böylece, başlangıçta kiralama şartıyle satış ihtimali kalkmış olur Bu durumda mal sahibinin kiracı sıfatiyle, kira süresince kira bedelini, süre bittikten sonra ise ecr-i misili* ödemesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü'l- Muhtar, Beyrut (ty) 4, 248)

İslâm hukukuna göre, mislî malların ödünç verilmesi âriyat* akdi kabul edilmiştir Karzda verilenden fazlasını almanın faiz sayılması ödünç para temininde güçlükler meydana getirince, bu mûâmeleler uygulamaya girmiştir Çünkü ödünç sırasında kararlaştırılan veya örfleşmiş bulunan menfaat faiz olur (es-Serahsî, el-Mebsut, 14, 31, 35; İbn Âbidin, age, 4,179,182,195) Kimi zaman da borçlunun borcunu vadesinde ödememesi veya geciktirmesi mağduriyete sebep olur Bu durumlar karz-ı hasenin işleyişi önündeki engellerdir

İşte, sermaye sahibi verdiği ödünç parayı zamanında alabilmek için borçludan teminat isteme hakkına sahibtir Rehin borç ödenmediği takdirde satılmış sayılması onun teminat yönünü güçlendirir İpotekli malı kiracı sıfatıyla da olsa borçlunun kullanması, ona ödeme gücü kazandırır Malı istiğlâl yoluyla elinde tutan mâlik kiracı, onu alacaklının izni olmadan başkasına satamaz Borçlunun durumu da böyledir Bu hak, tarafların mirasçılarına intikal eder (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 6, 135, 138; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 2, 20) Borçlu, alacaklı ile kira sözleşmesi yapmakla, bu maldan onun yararlanmasına izin vermiş sayılır

Sonuç olarak; başkasına borç para veren kimse menkûl veya gayri menkûl bir malı teminat olarak isteyebilir Ayrıca, bu malı vefâ yoluyle satın alarak borç ödeninceye kadar mâlikine kiraya verebilir Bu mal temelde rehin niteliğinde olduğu için, mal sahibinin izniyle alacaklarının bundan yararlanması mümkündür Kira gelirini almak da yararlanma kapsamına girer (Ali Efendi, Fetâvâ, İstanbul, 1311, I, 300-302)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Bey' Bi'l-vefa

Vefâ yoluyla satım akdi yapmak; bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi feshedebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür Fakîhlerin çoğu, bey bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VI, 126-127)

Bu muamele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir Burada satıcı, ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi; alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır Buna "Bey'u'l-Muâmele", Mısır'da "Bey'u'l-Emâne" adı da verilmektedir

Milâdî XV yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö 823/1420) "bey' bi'l-vefâ" tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi'l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir Bu, gerçekte bir rehin muamelesi olup, alıcı mebîa mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300)

Vefâ yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyaniyle dilediği zaman akdi feshedebilir Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir Tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez Satışa konu olan mal rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir

Rehnedenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir Vefa yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür Mecelle'yi şerheden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der:

"Mebi'in, yani vefâen satılan bir gayri menkulün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur" Çünkü Mecelle'nin ****enüçüncü maddesinde:

"İmkan ölçüsünde, şer-i şerîfe uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere karşılıklı rıza ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir Ancak, zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlak etse, tazmin etmesi gerekir Çünkü alıcı vefâen satılan maldan meydana gelen mahsule mâlik olamaz Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlak etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez Mahsul alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa tazmin gerekmez Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667)

Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler Ebû Hanife ve İmam Şafiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla, caizdir

Hamdi DÖNDÜREN

BEY'AT

Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (İmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir" Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir Zira Resul-u Ekrem (sas)'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler Bununla yükümlüdürler Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir Yine diğer bir hadîs-i şerif'te: "Âllahu Teâlâ'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur İtaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, İmâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan itaat İslâmî hükümlerle sınırlıdır Allahû Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zaruridir İslâm ûleması "bey'at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir Nitekim İbn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir" (İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder

Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir

Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir

Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır

Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür Herkes o imamın işareti ile hareket eder

İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir

Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid hâlifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir Eğer İslâmî hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır Çünkü bey'at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dahilinde musafahalaşırlar

Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir Kur'an-ı Kerîm'de, Resul-u Ekrem (sas)'e hitâben: "Sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir Şu halde kim (bu bey'at bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan buyurulmuştur Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm'ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de: " Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) emri verilmiştir İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir Bu sebeple fukahâ bey'at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabilir Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir Zira Hz Ömer (ra): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b el-Hattâb, 1401/1981, 103) Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır Hilâfete tayinde asıl olan, müminlerin seçmesidir İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz Ebû Bekir (ra) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur İmam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı yeterlidir Şâhidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir Mûtezile ise, beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir Zarûretten maksad fitneyi önlemektir Bir de Peygamber (sas): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin! " buyurmuştur (Buhârî, Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder İleriyi görebilen İslâm âlimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir Zalimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir İslâm topraklarındaki tağutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin terkedilmesinin büyük payı vardır Resul-u Ekrem (sas)'in:

"İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, İlim, 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir Kaldı ki sadece müminlerin emirinin (Halife'nin) muttakî olması kâfi değildir Bu muttakî olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev vermesi zarûrîdir Nitekim bir hadîs-i şerifte:

"İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve İslâm milletine ihanet (hâinlik) etmiş olur" (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır

Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır Halbuki Resul-u Ekrem (sas) ile müminlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez Bu bey'at'ın Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir Mekke dönemi*yle ilgili olarak İmam Serahsî: "O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir İbn Abbâs (ra)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a, 13) Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, İslâmî bir devlet mevcut değildi O şartlar altında, Resul-u Ekrem (sas)'in bey'at alması, müminlerin her halûkârda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir Halbuki müminlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır Resul-uEkrem (sas)'in:

"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851) buyurduğu sabittir Müminler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek zorundadırlar

Yusuf KERİMOĞLU

BEY'ATU'R-RIDVÂN

Ashabın Allah'ın razı olacağı şekilde, Kur'an'ın hükümlerine uyacaklarına ve Resulullah'ı koruyup onun yanında düşmanlarına karşı sonuna kadar savaşacaklarına dair Hz Peygamber (sas) ile âhidleşmeleri olayı

Resul-u Ekrem Hz Muhammed (sas) Kâbe'yi ziyaret ve Umre yapmak gayesiyle Hicret'in altıncı yılı Zülkade ayında ashâbıyla Medîne-i Münevvere'den çıkıp Mekke'ye doğru yola koyuldu (İbn Hîşam, Sîre, III, 321) Hudeybiye'ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b Umeyye'yi elçi olarak müşriklere gönderdi O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe'yi ziyaret için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu Elçi İbn Umeyye, Mekke'ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Resulullah (sas)'e anlattı Bunun üzerine Resul-u Ekrem Hz Ömer ( ra )'i göndermek için yanına çağırdı Hz Ömer (ra): "Ya Resulullah, onlar benim kendilerine olan kin ve düşmanlığımı bilirler Ben onlara güvenemem, şayet onlar tarafından bir işkenceye uğrarsam Mekke'de bana yardımcı olacak akrabalarnn Adiyyoğulları'ndan kimse yoktur Binaenaleyh, Osman b Affân'ı gönderirseniz, orada onun akraba ve yakınları çoktur Hem onu severler İrade ve arzunuzu daha rahat tebliğ edebilir" dedi

Bunun üzerine Resulullah (sas) Hz Osman b Affân ( ra )'ı çağırıp, onu Kureyş'e gönderdi Osman b Affân (ra) Mekke-i Mükerreme'ye varınca önce Resulullah'ın emrini tebliğ etti ve: "Biz Hudeybiye'ye muharebeye gelmedik Yalnız ziyaret ve Umre yapmak için geldik" dedi Bu arada Osman b Affân (ra) Mekke' de iman edip İslâm'a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu Bu da Hz Osman'ın görevleri arasındaydı Bu arada Kureyş Hz Osman'a, "İstersen sen Beytullah'ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz" dediler Hz Osman b Affân'ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gayet vakurdu: "Allah'a yemin ederim ki Resulullah ve ashabı tavaf etmedikçe ben de Beytullah'ı tavaf edemem" (Vakidî, Kitâbu'l-Meğâzî, II, 602)

Hz Osman b Affân'ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde tutup Mekke'de alıkoydular Diğer taraftan Hudeybiye'ye "Osman öldürüldü" diye yanlış bir haber ulaştı (İbn Hişam, Sîre, III, 329) Bu haber, müminleri ziyadesiyle üzdü ve Resulullah (sas): "O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz" dedi (Taberi, Tarih, III, 77; İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 203)

Bir çağırıcıyı görevlendiren Resulullah (sas), ashaba şunu ilân ettirdi:

"Haberiniz olsun ki Resulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi Ona bey'atı emretti" Ashabı Resulullah'a Bey'at'a davet etti Bütün ashab Allah adına ona bey'at ettiler Bey'atleşme, semûre ağacı altında olmuştu Resulullah, ağacın altında oturmuş, ashabından bey'at alıyordu Ashab, Hz Peygamber'e, "Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler" Resulullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız "

Ashabından herbirini bir söz, bir ahd ve bir birlik üzere olmaya bey'at'e çağıran Hz Muhammed (sas) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup, "Bu da Osman'ın bey'atı" demesi Hudeybiye'deki müminleri çok heyecanlandırdı (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120) Onun bu ifadelerini işiten Mekkeli müşrikler, Osman b Affân (ra) ve bir kısım Mekke'deki müslümanları serbest bıraktılar Arkasından, Suheyl b Amr'ın başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Resulullah'a gönderdiler Burada İslâm tarihinde meşhur olan Hudeybiye Andlaşması* yapıldı

Resulullah (sas), Hudeybiye'de yapılan ve adına Bey'atu'r-Rıdvân denen bu olay ve bey'atleşme için şöyle buyurmuşlardır: "Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe girmez" (Buhârî, Meğâzî, 19, 35; Fadâilü's-Sahabe, 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb, 18; Nesâî, İhbas, 4; İbn Hanbel, I, 59, V, 423)

Bey'atu'r-Rıdvân, müslümanların, devlet şuurunda oldukları ve İslâm'ı sonuna kadar savunup koruyacaklarını gösteren bir olaydır Burada yalnız Selemoğulları'ndan Cedd b Kays adındaki münafık devesinin karnı altına saklanarak (İbn Hişam, Sîre, III, 330) devlet başkanı Resulullah (sas)'e bey'at etmemiştir Osman b Affân (ra) ise tek başına Kabe-i Muazzama'yı tavaf etmemişti Çünkü kâfirler müslümanlara ve onların devlet başkanına tavafı yasaklamışlardı Böyle olunca, müslümanın tek başına, kâfirler ve tağutî güçlerin müsaadesi ile ve onlar istediği için Kâbe'yi ziyareti söz konusu olamazdı

Ahmet AĞIRAKÇA

BEYNE'L-HAVF VE'R-RECÂ

Korku ile ümit arasında bulunmak Havf korku, recâ ise ümit demektir

Kur'an-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümit arasında bulunmaya teşvik eden hükümler vardır Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir " (ez-Zümer, 39/53)

"Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler " (es-Secde, 32/16)

Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurur:

"Müminler Allah'ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi" (Müslim, Tevbe 23)

Bu ve benzeri ayet ve hadisler gözönünde bulundurularak denilmiştir ki;

"kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır" (Nevevî, Riyazü's-Salihîn Tercümesi, I, 479)

Havf (korku) gelecekle ilgilidir Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar Kulun Allah'tan korkması, Allah'ın kendisini dünya ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde olur (Kuşeyrî, Risale (çev S Uludağ) s 263)

Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir"

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Beynûnet

Ayrılık; iki şey arasındaki uzaklık, mesafe ve evliliğin sona ermesiyle, birbirinden ayrılan eşler arasında meydana gelen durum Bu durum, küçük ve büyük ayrılık (beynûnet-i suğrâ ve beynûnet-i kübrâ) olmak üzere ikiye ayrılır:

Küçük ayrılık: Boşanan eşlerin, yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân veren beynûnettir Şu durumlarda küçük ayrılık meydana gelir

1 Birinci veya ikinci boşama hakkını kullanarak hanımını boşayan erkek, iddet (boşamadan sonra beklenilmesi gereken süre) esnasında hanımına dönmezse;

2 Erkek, hanımını bir mal karşılığında boşamışsa (muhâlea);

3 Evliliğe, hâkim son vermişse;

4 Nikâhtan sonra, fakat zifâf ve halvet-i sahîhadan önce (nikâhlanan nişanlıların, kimsenin göremiyeceği ve ansızın gelemiyeceği bir yerde başbaşa kalmaları) yapılan boşama ile meydana gelen ayrılık

Boşanan eşler arasında küçük ayrılık meydana gelebilmesi için, kadının üçüncü boşama hakkı (son boşama hakkı) ile boşanmış olmaması şarttır Aralarında küçük ayrılık meydana gelen kadın ve erkek yeniden evlenmek isterlerse, bütün şartlarıyla yeni bir nikâh kıyılmak suretiyle evlenebilirler Koca, önceki mehri ödemiş olsa da, yeniden mehir ödemek mecburiyetindedir

Büyük ayrılık: Boşanan eşlerin yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân tanımayan beynûnettir Erkek hanımını üçüncü, yani son boşama hakkı ile boşarsa aralarında büyük ayrılık meydana gelir Mülâane suretiyle (bk Liân) ayrılan eşler arasında da bu durum meydana gelir

Bu durumdaki eşler artık yeniden nikâhlanarak bir araya gelemezler Ancak kadın, yeniden sahih bir evlilik yapar ve bu evliliği de tamamen normal bir şekilde sona ererse, birinci kocası ile yeniden evlenebilir Buna şerî tahlîl denir ki, Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Eğer koca, karısını ikinci talaktan (boşama) sonra bir kere daha (üçüncü boşama hakkıyla) boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ve ondan da ayrılmadıkça ilk kocasına helâl olmaz Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'rn emirlerini sağlam tutacaklarına ümitvar oldukları takdirde, evvelkilerin birbirine dönmelerinde bir günah yoktur Bunlar, anlayan bir kavim için Allah'ın açıkladığı hükümlerdir " (el-Bakara, 2/230)

Burada ikinci evliliğin, birinci koca ile evlenebilmek için hileli bir evlilik olmaması şarttır Böyle hileli evlilikler haramdır ve kadına birinci kocasıyla evlenme hakkını doğurmaz Meselâ, bu durumdaki bir kadının başkasıyla belirli bir süre için evlenmesi, cinsî iktidarı olmayan bir ihtiyar veya bir deli veya bir çocukla evlenmesi, evlendiği ikinci koca ile cinsî münasebette bulunmadan boşanması, şerî tahlil sayılmaz Şerî tahlil olması için, ikinci evliliğin ve ayrılığın tamamen normal, hileli olmayan bir şekilde olması gerekir

Öyleyse İslâm, ilk kocasından üç talakla boşanan bir kadının, ayrıldığı kocasıyla tekrar evlenebilmesi için yeni bir evlilik hayatı yaşamasını niçin şart koşmuştur?

İslâm'dan önceki Arap toplumunda erkek sınırsız bir boşama hakkına sahipti Hanımına zulmetmek isteyen bir erkek, onu boşuyor, iddeti bitiyorken tekrar alıyor, sonra yine boşuyor, yine alıyordu Boşama ve alma işlemleri, erkek isterse sınırsız bir şekilde devam edebiliyordu Böylece kadın evlilikle boşanmışlık arasında muallakta kalıyor ve haksızlığa uğruyordu İslâm, erkeğin boşama hakkını üçle sınırlayarak kadına bir güvence getirmiştir İslâm, evliliği bu üç hakta devam ettiremeyenlere artık bu yolu kapamış; ancak kadın tamamen normal bir şekilde ikinci bir evlilik hayatı geçirir ve bu evlilik yine normal bir şekilde sona ererse, eğer kadın bu ikinci evlilik tecrübesinden sonra ilk kocası ile evlenmekte de bir hayır görüyorsa, onların tekrar evlenmelerine müsaade etmiştir Bir bakıma bu izin, geçmişte (birinci evlilikte) işlenen bazı hataların telâfisi için bir imkân olabilir Yoksa İslâm, evliliği bir oyun ve oyuncak haline getirmeye asla müsaade etmez Üç boşamadan sonra evlenme yasağı, aynı zamanda erkeğin talak haklarını düşünceli ve sorumlu bir şekilde kullanmasını sağlayıcı ve ilk evliliği koruyucu bir tedbirdir

Bu konuda halk arasında çok yanlış anlaşılan, "hulle"* kavramı vardır ki, bunun İslâm'la asla alâkası yoktur Hulle, yukarıda anlatılan "şer'î tahlil"in yozlaştırılmış bir şekli olup; tamamen hileli ve dinen geçerli (sahih) olmayan bir şekilde, böyle bir kadının çok kısa süreli bir evlilik yaparak boşanması ve ilk koca ile evlenebilmesi için başvurulan bir hileden ibarettir Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm'ın şer'î tahlîlden kasdettiği şey asla bu değildir

Akif KÖTEN

BEYTULLAH

Allah evi, Kâbe Beyt, Arapça'da ev demektir Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe* hakkında kullanılan bir tabirdir Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram* yani mukaddes ev (el-Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (el-Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (el-Mâide, 5/95, 97) zikredilir

Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır Bunlar içerisinde Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir

Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır: "İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir " (Âli İmrân, 3/96)

Beytullah'ı Hz İbrahim (as) ile oğlu İsmail (as) inşa edip o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir: "Ey Rabbimiz bunu bizden kabul buyur Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin Ey Rabbimiz! İkimizi müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen " (el-Bakara, 2/127-129)

Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır: "Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık " (el-Bakara, 2/125)

Allah, Beytullah'ın, tavaf edenler, ibadet yapanlar, rukû ve secde edenler için temiz tutulmasını emretmiştir (bk El-Bakara, 2/125)

Durak PUSMAZ

BEYTÜ' L-HARAM

Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir

Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır" (el-Mâide, 5/97) buyurulur

Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir (Daha geniş bilgi için bk Kâbe)

Ahmed AĞIRAKÇA

BEYTÜ'L-MAKDİS

İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid Müslümanların ilk kıblesi Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir

Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir " (el-İsrâ' 17/1)

Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir (Âli İmrân, 3/96) Sonra da Beytü'l-Makdis'dir Ebû Zer el-Gıfârî* (ra) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (ra) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum Resulullah (sas): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu "-Sonra hangisi?" dedim "Mescid-i Aksâ" buyurdu "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim Resulullah (sas): "Kırk sene" buyurdu" (Müslim, Mesacid, 1, 2)

Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (as)dır Nitekim Abdullah b Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: " Davud (as)'un oğlu Süleyman (as) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını" Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167)

Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir Peygamber Efendimiz (sas): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515)

Burada bir hususun belirtilmesi gerekir Mescid-i Haram'ın banisi Hz İbrahim ile oğlu İsmail (as) dır Süleyman (as) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (as)'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22)

Beytü'l-Makdis, Mûsâ (as)'dan İsâ (as) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz Muhammed (sas) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır

İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi Resulullah (sas) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur (Müslim, Mesâcid, 11)

Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir " buyurmuştur (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196)

Durak PUSMAZ

BEYTÜ' L-HARAM

Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir

Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır" (el-Mâide, 5/97) buyurulur

Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir (Daha geniş bilgi için bk Kâbe)

Ahmed AĞIRAKÇA

BEYTÜ'L-MAKDİS

İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid Müslümanların ilk kıblesi Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir

Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir " (el-İsrâ' 17/1)

Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir (Âli İmrân, 3/96) Sonra da Beytü'l-Makdis'dir Ebû Zer el-Gıfârî* (ra) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (ra) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum Resulullah (sas): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu "-Sonra hangisi?" dedim "Mescid-i Aksâ" buyurdu "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim Resulullah (sas): "Kırk sene" buyurdu" (Müslim, Mesacid, 1, 2)

Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (as)dır Nitekim Abdullah b Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: " Davud (as)'un oğlu Süleyman (as) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını" Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167)

Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir Peygamber Efendimiz (sas): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515)

Burada bir hususun belirtilmesi gerekir Mescid-i Haram'ın banisi Hz İbrahim ile oğlu İsmail (as) dır Süleyman (as) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (as)'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22)

Beytü'l-Makdis, Mûsâ (as)'dan İsâ (as) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz Muhammed (sas) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır

İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi Resulullah (sas) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur (Müslim, Mesâcid, 11)

Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir " buyurmuştur (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196)

Durak PUSMAZ

BEYTÜ'L-MAL

İslâm devletinin hazinesi, devletin malîye işleriyle ilgilenen kurum

Beyt, Arapça "ev" anlamında olup, "beytü'l-mâl" mal evi, hazine demektir İslâm'da devlet hazinesi ve mâliye dairesine beytü'l-mâl adı verilmiştir Beytü'l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir Beytü'l-mal İslâm devletinin hazinesidir Bu tabir ilk zamanlarda sadece soyut bir kavram iken, Hz Ömer'in hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur

Beytü'l-mâl'in gelirleri şunlardır: 1- Zekât ve öşür gelirleri

Zekâta tabi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır

Emvâl-i zahire; ekinler, meyveler, zekâta tabi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini devlet alır

Emvâl-i bâtına ise sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabil olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu Hz Osman'ın hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu tür malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir Bu yüzden bu tür malların zekâtını vermek müslümanlara havale edilmiştir

Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar:

a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât

b) Öşre tâbi' arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler Öşre tâbi' arâzi, vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer müslümanlara temlik edilen arazidir Bu tür araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini: kova veya dolapla sulanıyor, yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır

c) Ticaret mallarından alınan vergiler Ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır Ticaret vergisi sadece müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî*lerle müste'men* lerden de alınır Ancak bu vergi müslümanlardan kırkta bir; gayri müslimlerden ise yirmide bir alınır (Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96)

2- Ganimet mallarının beşte biri Savaşta düşmandan alınan mallara ganimet denir Ganimet malları beşe bölünür; bunun dördü cihada katılan askerler arasında taksim edilir Kalan beşte biri de beytü'l-mâl'e aittir (el-Enfâl, 8/41 )

Ganimet malları dört kısımdır:

a) Savaş esirleri: Düşman askerlerinden esir alınan kimselerdir Erkeklerin hepsi savaşa katılsın katılmasın bu gruba dahildir Alınan savaş esirleri hakkında devlet başkanı dört şeyden birini yapmak hususunda muhayyerdir: Ya onları öldürür veya köleleştirir Yahut fidye mukabilinde serbest bırakır ya da karşılığında bir şey almaksızın serbest bırakır (en-Nesefî, Medârik, IV, 150) Delilleri şu ayet-i kerimedir: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız) Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor) " (Muhammed, 47/4) Hanefilere göre harp esirleri ya öldürülür ya da köle yapılır Fidye alarak veya bir şey almaksızın serbest bırakmak Tevbe suresinin beşinci ayetiyle neshedilmiştir (en-Nesefî, age, IV, 150)

b) Âdî esirler: Cihat sırasında ele geçen kadın ve çocuklardır Bunları da fidye mukabilinde serbest bırakmak caizdir Fidye* vermeyenler mücahidler arasında taksim olunur

c) Savaşla veya sulh yoluyla ele geçen arazi Savaş yoluyla fethedildikten sonra elde edilen topraklar İslâm devletinin mülkiyetindedir Bu araziler ganimet* olarak alınabileceği gibi, sahiplerinin ellerinde bırakılarak haracı da alınabilir

d) Küçük ve büyük baş hayvanlarla nakli mümkün olan diğer eşyalar

3- Harac vergisi Savaşla veya sulh yoluyla elde edilen arazi fetihten sonra müslüman olmayan sahiplerinin ellerinde bırakılırsa, onlardan belirli miktarda vergi alınır İşte bu vergiye harac denir Hz Peygamber (sas) savaşla elde edilen Hayber arazisini, Hz Ömer (ra) da fethedilen Suriye ve Irak topraklarını sahiplerinin ellerinde bırakarak bu uygulamayı yapmıştı

Harac vergisi iki kısımdır: a) Harac-ı mukâseme: Öşür gibi çıkan mahsulden alınır Miktarı %10 ile 50 arasında olabilir

b) Harac-ı muvazzaf: Birim toprak veya ağaç başına alınan senelik vergidir Bu, taksitle alınabilir N Bilmen, age, IV, 75, 82)

4-Cizye* İslâm devleti içerisinde yaşayan zimmîlerin (müslüman olmayan azınlıkların) mükellef olan erkeklerinden, can güvenliklerinin sağlanması mukabilinde seneden seneye alınan bir şahsî vergidir Buna, haracu'r-ruûs (baş vergisi) de denir Cizyenin alınmasının delili şu ayettir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulu'nun haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın " (et-Tevbe, 9/29)

Cizye iki şekilde konur: a) Karşılıklı anlaşma ile olur Bunun miktarı da anlaşmayla tespit edilir

b) Devlet başkanı tarafından bizzat konur Bu da müslümanların savaşla gayr-i müslimleri yenip onları toprakları ve mülkleri üzerinde bırakmasıyla olur Bunun miktarını devlet başkanı tayin eder Şöyle ki, halk durumlarına göre zengin, orta halli ve fakir diye üçe ayrılır Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem, orta hallilere yirmidört dirhem, çalışmaya muktedir fakirlere de oniki dirhem cizye konur Bu miktarlar oniki aya bölünerek taksitle alınabilir (Meydânî, el-Lübâb, IV, 143; Ö NBilmen, age, IV, 97-99)

5- Maden ve definelerden alınan vergiler Özel kişi ve kuruluşlar tarafından işletilen madenlerden beşte bir oranında vergi alınır Bunlar altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun vb gibi ateşte eriyen madenlerdir

Define ise yer altından çıkartılan ve tabi olmayan servettir Bunun Arapça karşılığı kenz olup üç kısma ayrılır:

a) Üzerinde İslâmî işaret bulunan para, değerli eşya vb şeylerdir Bunlara kenz-i İslâmî denir Bunlar Lukata* (kayıp mal) hükmündedir Bunları bulanlar fakir iseler kendilerinin olur Değilseler fakirlere veya beytü'l-Mâl*'e verirler

b) Üzerinde kâfirlere ait işaret bulunan para, kıymetli eşya vb şeylerdir Bunlara kenz-i cahilî denir Bunların beşte biri beytü'l-mâle verilir; kalanı toprak sahibinin, yoksa bulanın olur

c) Kime ait olduğu anlaşılamayan define ise, Kenz-i cahilî kabul edilerek beşte biri beytü'l-mâle verilir

Beytü'l-mâl'in giderleri: Yukarıda sıraladığımız beytü'l-mâl'in gelirlerinden zekât ve öşür, beytü'l-mâl'de ayrı bir fonda toplanır ve Tevbe suresinin altmışıncı ayetinde belirtilen sekiz sınıf kimseye dağıtılır Ayetin anlamı şöyledir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan) memurlara, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, Allah yolunda (cihat edenlere) ve yolcuya mahsustur Allah bilendir, hikmet sahihidir "

Bu mallar hazinede emanet hükmündedir Devlet emaneti yerlerine sarfetmekle yükümlüdür Başka yerlere ancak geçici olarak harcanır, alınan miktar sonra diğer fonlardan iade edilir (Ö N Bilmen age, IV, 77)

Ganimet mallarından beytü'l-mâl'e intikal eden beşte bir hisse üçe bölünür Bunun bir hissesi yetimlere, bir hissesi yoksullara, bir hissesi de yolda kalmışlara verilir Nitekim Enfâl suresinin kırkbirinci ayetinde şöyle buyurulur: Biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulu'na ve (Allah'ın Resulu ile) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)'a aittir" Ayet-i kerimede Allah'ın anılışı teberrükendir Hz Peygamber (sas)'in hissesi ise irtihali ile düşmüştür Resulullah (sas) ile akrabalığı bulunanlar ise yoksullar grubuna girer Geriye yukarıda zikredilen üç sınıf kalmış olur (Meydanî, el-Lübab, IV, 133)

Madenler ve definelerden gelen vergiler de bunun gibi yetimler, yoksullar ve yolculara harcanır

Haraç, cizye ve gayr-i müslim tacirlerden alınan vergiler devletin personel ücretleri, yol, kanal, baraj gibi amme hizmetleri, askerî hizmetler, eğitim, sağlık vs gibi yerlere sarfedilir

Hz Muhammed (sas) beytü'l-mâl üzerinde hassasiyetle durur, mal geldikçe hiç bir şey kalmayıncaya kadar dağıtımında bizzat hazır bulunurdu Hz Peygamber vefat ettikten sonra bu işe yerine geçen halifeler bakmıştır Hz Ömer zamanında fetihler nedeniyle devletin gelirleri artmış ve bunların hepsini hemen dağıtmak ihtiyacı kalmayınca, gelirin bir deftere kaydedilmesi ve yapılan ödeme ve harcamalardan arta kalanın korunması usulü getirilmiştir Böylece onun zamanına kadar soyut bir kavram olan beytü'l-mâl, onun zamanında somut bir durum almıştır Nitekim dört büyük halife devrinin sonlarına doğru beytü'l-mâl'e bakan bir veznedar görevli görülmektedir

Durak PUSMAZ

BEYTÜ'L-MA'MÛR

Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir Diğer bir adı da "Durâh"dır

Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir:

"Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" (et-Tür, 52/1-7)

Allahû Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu ayet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur'an-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir Buradaki yeminden maksad, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir

Müfessirler bu ayet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semada, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır (Muhtasar'u Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr M Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123)

Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler (Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İH Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467)

Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir" (M Hamdi Yazır, VI, 4551 )

Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir:

"Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor " (Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6)

Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "müminin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar (el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M Hamdi Yazır, VI, 4551)

Tertip ve düzeni Fîrûzâbâdî'ye isnad edilen İbn Abbâs tefsirinde ise Beytü'l-Ma'mûru Âdem Aleyhisselâm'ın bina ettiği ve Tufân'dan sonra altıncı kat gökyüzüne çıkarıldığı belirtilir (el-Firûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikyâs Min Tefsîr-i İbn-i Abbâs, Mısır 1316, 329)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Beyyine

Delil, hüccet, bürhan

Beyyine Kur'ân'da yirmi kez tekrarlanır ve genel olarak şu mânâlara gelir:

1- Kur'ân veya Hz Muhammed:

"Böyle iken kitap verilenler ayrılmadılar da ancak kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) geldikten sonra (bozuk itikadlarından) ayrıldılar" (el-Beyyine, 98/1,4; el-En'âm, 6/I57; Muhammed, 47/14)

2- Delil, hüccet: "De ki şüphesiz bana Rabbim'den apaçık bir hüccet verilmiştir " (el-En'âm 6/57, el-A'râf, 7/85; Hud, 11/17, 28, 88; Tâhâ, 20/133; Fâtır, 35/40)

3- Mucize: "Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik, dedi ki: Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur "Size Rabbınız'dan apaçık bir mucize gelmiştir " (el-Arâf, 7/73,105; el-Enfal, 8/41-42; Hud, 11/53, 63)

4- Apaçık bir işâret, ibret: "Andolsun ki aklını kullanacak bir kavim için biz orada apaçık bir nişâne, bırakmışızdır " (el-Ankebut, 29/35)

Hadislerde beyyine lâfızları daha çok "dâvâsını ispat için delil getirmek ve şahit" anlamlarında kullanılmıştır Meselâ en-Nur sûresi altıncı âyet olan lian âyetinin sebeb-i nuzûlü olan hâdisede, Rasûlullah (sas), karısına zinâ isnâdında bulunan ancak ispat için dört şahit getiremeyen Hilâl b Umeyye'ye: "Dört şâhidini (beyyine) hazırla yahut sırtına hadd (i kazif) vurulur " buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 140-141)

Nikâhta bulunması gereken şâhiter de hadîste beyyine olarak isimlendirilmiştir: (Beyyine (şahit)'siz nikâh olmaz " (Tirmizî, Nikâh, 16)

Hadislerde beyyine delil, ispat mânâsına da kullanılmıştır Rasûlullah (sas) şöyle buyurur: "Eğer insanlar mücerret dâvâlarıyla (heyyinesiz, şahitsiz) hak kazanacak olurlarsa kavmin malları canları zâyi' olur (Binâenaleyh müddeîden beyyine isteyiniz) Müddea aleyhe de (yemin tevcih ettiğinde) Allah adına (yalan yere) yemin etmenin fenalığını hatırlatın ve ona: Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir paraya değişenler yok mu, işte bunların Âhirette hiç nasibi yoktur " (Âlu İmrân, 3/77) âyetini okuyunuz" (Tecrid-i Sârih Tercümesi, XI, s 65-66)

Habil NAZLIGÜL

BEYYİNE SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in doksan sekizinci sûresi Sekiz âyet, doksan dört kelime, üçyüz doksan dokuz harftir Fasılası h'dir Mekkî veya medenî olduğu hususu müfessirler arasında ihtilâflıdır Cumhur-ı müfessirine göre Mekkî'dir Buna karşılık İbn Zübeyr ile Atâ İbn Yesâr Medenî olduğunu söylemişlerdir Bunun aksi de iddia edilmiş ve Cumhur'a göre Medenî olduğu belirtilmiştir Ebû Salih, İbn Abbâs'dan Mekkî olduğunu rivayet etmiştir İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle bir hadîse dayanarak Medenî olduğunu kesin bir ifadeyle belirtmiştir:

Enes b Mâlik'den rivayete göre Rasûlullah (sas) Ubey b Ka'be: Âllah, sana Beyyine sûresini okumamı emretti "Übey: Cenâb-ı Allah benim adımı söyledi mi ya Rasûlallah?" diye sordu

Rasûlullah: "Evet, söyledi" deyince, Übey b Ka'b duygulanarak ağladı (Müslim, Fadailüs-Sahabe, 23, 121, Hadis no: 2465)

Beyyine sûresi, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinden evsat-ı mufassal sûreler arasında yer alır (bk sûre) Bu sûreye "Munafıkun" ve "Beriyye" adı da verilir

Beyyine; nûr gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını beyan eden, açıklayan demektir Bu yüzden davacının davasını açık bir sûrette beyan ve isbat eden şâhide; sağlam delil ve mûcizeye, beyyine denir Burada ise Rasûlullah (sas)'e beyyine denmiştir Çünkü hak ile batılı birbirinden en iyi ayıran beyyine (delil) O'dur

Sûrenin Medine'de inmiş olması ihtimalini kuvvetlendiren bir uslûp, içerisinde bazı tarihî ve imanî gerçekleri açıkladığı görülmektedir Bu gerçeklerden birincisi Hz Peygamber'in Peygamberliğinin ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenlerin düştükleri sapıklık ve ihtilafı ortadan kaldırmak için kaçınılmaz olduğu, Hz Peygamber gelmeden bu ihtilafları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı hususunu ortaya sermektedir:

"Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) gelinceye kadar vazgeçecek değillerdi Arınmış sahifeleri okuyan Allah katından bir peygamber, içinde en doğru yazılar bulunan " (1-3)

Diğer bir gerçek ise Ehl-i Kitab'ın bilgisizliklerinden veya bu kitabın kapalı ve anlaşılmaz noktaları bulunduğundan dolayı onun üzerinde ihtilafa düşmemiş olduklarını; ancak kendilerine deliller ve bilgi geldikten sonra ihtilafa düştüklerini belirtmektedir

"Kitap verilmiş olanlar ancak kendilerine apaçık hüccetler geldikten sonra ayrılığa düştüler " (4)

Ehl-i Kitab olan yahudi ve hristiyanlar Rasûlullah gelmeden evvel sapıklık içinde idiler Bu sapıklığa o kadar dalmışlardı ki kendi kendilerine doğru yolu bulmaları mümkün değildi Uyanmaları için bir peygambere ihtiyaçları vardı Aynı zamanda Allah'a söz de vermiş, eğer o peygamber gelirse ona iman ederiz demişlerdi Bu konuda da hayli bilgi sahibi idiler Çünkü kitaplarında ona dair bir çok bilgi vardı Hal böyle iken o rasûl gelince ihtilâfa düştüler Bazıları iman etti, birçokları ise onu tanımadılar Ehl-i Kitab âhir zaman peygamberi hakkında bir çok bilgiye sahip oldukları halde böyle davranırlarsa, müşriklerin İslâm'a büyük tepki göstermeleri beklenen bir husustu Zaten tarih de bu istikamette gelişti

Sûrenin başında da işaret edildiği gibi, Ehl-i Kitab'ın ve müşrik kâfirlerin âkıbetlerinin kötü olduğu, yani ebediyyen Cehennem'de kalacakları; buna karşılık yaratıkların iyisi olan mü'minlerin ve salâh erbâbının âkıbetlerinin ebedî Cennet olduğu buyurulmuştur

Üçüncü gerçek ise, aslında dinin bir tek kaynaktan doğduğunu, kâidelerinin sâde ve açık olduğunu, bundan dolayı ihtilafa ve görüş ayrılıklarına gerek bırakmadığını tabiatı itibarıyla anlaşılır bulunduğunu ifâde etmektedir:

"Halbuki onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak, O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekât'ı vermekle emrolunmuşlardı İşte bu en doğru dindir " (5)

Dördüncü gerçek ise, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfredenlerin yaratıkların en kötüsü olduğu; iman edip sâlih amel işleyenlerin ise yaratıkların en iyisi olduğu hususdur Her iki grubun cezası birbirinden bütünüyle farklı olacaktır

Kitab Ehli'nden ve müşriklerden küfredenler, içinde ebediyyen kalacakları Cehennem ateşindedirler Yaratıkların en kötüsü de işte bunlardır İman etmiş olup sâlih ameller işleyenler; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan ve orada ebediyyen kalacakları Adn Cennet'leridir Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı İşte bu Rabbi'nden korkan kimseye mahsustur " (6-8)

İmanın en önemli unsuru Cenâb-ı Allah'a ihlâs ile İbâdet etmek, yalnız O nun adını anmak, her türlü söz, iş ve amelde samimiyetle O'na yönelmektedir

İhlâs, ibadetin özüdür Bir kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur:

"Ben Şirke nisbetle ortakların en zenginiyim Kim bir amel eder de başkasını bana ortak koşarsa ben onu da şirkini de terk ederim " (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21 )

Abdulvehhab ÖZTÜRK

BEZR

Tohumu verimsiz ve çorak yerde israf etmek, malı Allah'a isyanda, gereksiz ve faydasız yerde kullanmak

İslâm, orta yol olduğu gibi, İslâm ümmeti de orta ümmettir; yani, düşüncede ve davranışta, almada ve vermede, kısaca insan hayatının her safhasında ifratın ve tefritin İslâm'da yeri yoktur İslâm, mülk her şeyden önce Allah'ın olduğu için, kişiye tahsis edilmiş özel mülkü bile dilediği şekilde ve dilediği yere harcama yetkisi vermemiştir Her şeyden önce, müslüman yeryüzünün halifesi olarak, yeryüzündeki geçim kaynaklarını bu hilâfetin gerektirdiği biçimde kullanmak, üretmek ve dağıtmakla yükümlüdür Öyle ki, kişi üzerinde nefsinin bile bir hakkı olduğundan, mal benim, beden benim' anlayışı içinde tıka basa yemek veya kendisini yemek ve içmekten mahrum etmek, ifrat ve tefrit olduğu için yasaklanmış ve bedenin de, malın da Allah'a kulluk sınırları çerçevesinde kullanılması emredilmişti

Dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirette biçeceği ekini kişi dünyada eker; Cenneti'ni de Cehennemi'ni de dünyada hazırlar Attığı her adım, söylediği her söz insan için âhiret tarlasına atılmış bir tohumdur Bu bakımdan, müslüman, sözünde ve davranışında ölçülü olmak, tohum israfında bulunmamak ve azamî verimi elde etmeğe çalışmak zorundadır Bu bağlamda olmak üzere, akrabanın, düşkünlerin, fakirlerin ve yolcuların Müslüman üzerinde hakları vardır Gerek insaniyet, gerekse kişinin kazanmasına yol açan güç, kabiliyet, toprak, su, ısı, ışık gibi temel öğelerin Allah vergisi olması ve muhtaçların da Allah'ın kulu bulunması bu hakkı gerekli kıldığı gibi; dünya hayatının ahenk ve düzeni de böyle bir hakka sebebiyet vermektedir Ayrıca, bu hakkın ifâsı da öyle rastgele olamaz Her şeyden önce, verimsiz ve çorak arazi kendisine atılan tohumu vermeyeceği gibi, rastgele her toprağa atılan tohum da sahibini memnun etmez Bu bakımdan, malın harcanma yeri, miktarı ve şekline de gereken dikkat gösterilmelidir ki; kişi ektiğinin karşılığını bol bol alsın Bu yüzden, Kur'ân "Akrabaya, düşküne ve yolcuya hakkını ver: sakın bezr'e de gitme; çünkü bezredenler şeytanların kardeşleridir Şeytan ise, Rabbi'ne karşı çok nankördür Elini de boynuna asıp bağlama ve bütün bütüne de yayma; sonra kınanmış ve perişan olarak oturup kalırsın " (el-İsrâ, 17/26-27, 29) buyururken; bezredeni, her yaptığı boşa giden ve Allah'ın nimetlerini inkârla kesin küfre düşen şeytanın kardeşi yapmakla, Allah rızası dışında ve İbn Abbas'la İbn Mes'ud'un tefsiri üzere, her türlü yersiz harcamayı bezr' ve Allah'a karşı nankörlük saymaktadır Müslüman, ne ekonomik durumunu çökertecek ölçüde verip kendisini ve çoluk çocuğunu başkalarına muhtaç edecek; ne de malını faydasız yerlere, gösteriş, lüks ve günaha sarfedecektir O, malını da, bedenini de, bilgi ve zekâsını da Allah'ın çizdiği ölçüler içinde kullanmak zorundadır

Ali ÜNAL

BIYIK

Peygamber Efendimiz (sas) "Beş şey -başka bir rivâyette- On Şey fıtrattadır" buyurmuş, bunlardan birinin de bıyığı kısaltmak olduğunu bildirmiştir (Müslim, Tahare, 50, 56) Bıyık bırakmak fıtratı (yaratılışı) korumak olduğu için faziletlidir Nitekim bazı müçtehidlere göre bıyığı tamamen kesmek mekruhtur Bıyıkla ilgili hadisler bıyığın kısaltılmasıyla ilgilidir Peygamber Efendimiz (sas) Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Bıyığını kısaltmayan bizden değildir" (Tirmizî, Edeb, 6) buyurmuştur Bıyıklar üst dudağın kırmızılığı görülecek şekilde kısaltılmalıdır

Bıyıkla ilgili hadis-i şerifler daha ziyade sakalla beraber geçmektedir (bk Sakal)

İA

BİD'AT

Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar

Hz Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar

Bid'at'ın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır

Kimi âlimlere göre bid'at, Hz Peygamber (sas)'den sonra meydana gelen her şeydir Bu tarifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şey(ere bid'at-i hasene (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ismini vermişlerdir Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I, 133)

Bid'ati bu şekilde tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve Sünnete muhalif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan"şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz Ömer'in şu sözünü ileri sürerler:

Hz Ömer, Übey b Ka'b'in, (ra) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (sas) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: "Bu ne güzel bid ât"demiştir (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b e!Hattâb, Kuveyt 1984, s 125)

Diğer âlimlerin bid'at tarifleri ise şöyledir: Hz Peygamber (sas)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II, 248)

Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz Rasûlullah (sas), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır: "Sonradan ortaya çıkan herşey bid'attir; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler "(Müslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7)

Huzeyfe b el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: "Allah bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar " (İbn Mace, Mukaddime, 7/49) Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır Abdullah b Abbâs (ra)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur: "Allah, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez" (İbn Mâce, Mukaddime, 7/50) Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır

Meselâ, Rasûlullah'a selam ve salât Allah'ın emridir Ama Rasûlullah'ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir?

Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır Ama ölüler için mevlit okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek İslâm'ın hangi hükmüne dayanır Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah'ın emri gereğidir Ama ölen birisi için devir, yani ölünün ibadet borcunu düşürmek için mal ve para taksimi yapmak, sabun, iğne, iplik dağıtmak kimin emridir?

Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid'attir Ancak ikinci grup âlimlerin bid'atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur'an ve Sünnet'te dayanakları vardır

Şu da bir vakıadır ki, birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara karşı çıkmış ve hemen hemen her ictihada bid'at demeye başlamışlardır

Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak, her ne kadar Hz Peygamber (sas)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir

Bunun aksine yukarıda sözkonusu ettiğimiz hususlar kötü bid'at olup câiz değildir Çünkü bu âdetler sonradan meydana çıkmış ve İslâmî itikatlarla çelişmektedir

Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır İtikadî konularla ilgili olanlara "itikadî bid'atler", iş ve hareketle ilgili olanlara da "amelî bid'atler" denir Ayrıca mahiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır

Günümüzde pek çok bid'at, müslümanların hayatına girmiştir Bu sebeple dininin emirlerini yerine getirmek isteyen her kişi, bu hususa dikkat etmeli; dinde eksiltme ya da ilâve mahiyetinde olan söz, tavır ve davranışların yasaklanmış şeyler olduğunu bilerek bunları hayatından ayıklayıp atmalıdır Burada müracaat edilecek yegane kaynak ise, Kur'ân ve Sünnet'tir

M Sait ŞİMŞEK

BİD'Î TALÂK

Kadını hayız halinde iken veya temizlenince birleştikten sonra yahut da bir temizlik içinde bir sözle birden fazla talâkla boşama Sünnet'e aykırı olan bu tür boşamanın haram olduğu ve bunu yapan erkeğin İslâmî hükümlere karşı gelmiş sayılacağı husûsunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır Ancak İslâm hukukçuları böyle bir boşamanın hukukî neticesi; yani boşamanın muteber olup olmıyacağı hususunda şiddetli münakaşalara varan görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir

İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre talâk üç şekilde gerçekleşir: Ahsen, Hasen, Bid'î Bunlardan Ahsen (en güzel) ve âile hakkında hayırlı ve elverişli olan talâk, kişinin eşini üç tuhur halinde bir talâk ile boşayıp iddeti bitinceye kadar bırakmasıdır Hasen yani güzel talâk da, kişinin karısını üç tuhur içinde üç kere boşamasıdır ki, buna bid'î mukabili "sünnî" denilir Bid'î talâk da bir sözle üç talâk'ı birden tuhur halinde vermek demektir

Hayız hâlinde veya temizlendikten sonra kendisiyle birleşme vâki olmuş kadını boşamak, bazı İslâm hukukçularına göre iki durumda Kitâb ve Sünnet'e aykırıdır Dolayısıyla böyle bir talâk geçerli değildir Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu gösterirler:

"Ey peygamber! kadınları boşamak istediğiniz zaman iddetleri içinde boşayınız ve iddeti hesaplayın Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz " (et-Talâk, 65/1)

"Boşama iki defadır Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır (el-Bakara, 2/229)

Bunlardan başka İbn Ömer'in hayız halindeki karısını boşaması üzerine Resulullah (sas)'in ona hanımına dönmesini emretmesi ve İbn Ömer ile Ebu'z-Zübeyr'den gelen rivayetlere göre Resulullah (sas) hayız halindeki boşamaları geçerli saymadığına" dâir hadisleri;

"Her kim sünnetimize uymayan bir iş işlerse o merduttur, geçerli değildir" mealindeki sahih hadisler bu tür talâk'ın İslâm'da muteber olmadığını göstermektedir (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 239)

Fakat bu görüş ve delillere rağmen dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur'a göre böyle bir boşama bid'at ve haram olmakla beraber geçerli bir boşamadır Erkek talâk hakkını kullanmış olur ve kadın da boş düşer (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 306 vd)

Bu tür talâkın geçerli olduğunu söyleyen müçtehidlerin görüşleri ise şu delillere dayandırılmaktadır:

İbn Ömer'le alâkalı hadiste Resulullah'ın eşine dönmesini emretmesi bu boşamanın bir talâk sayıldığına delâlet eder; çünkü talâk olmadan ric'at da olmaz

Ayrıca İbn Ömer'in böyle bir boşamanın sadece bir talâk sayılacağını bildirmiş olması (el-Buhârî, Talâk,1), bu talâk'ın geçerli olduğunu göstermektedir derler

Bu iki görüş İslâm hukuk tarihi boyunca günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir

Bir temizlik içinde veya bir mecliste üç kere boşama durumuna gelince dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur-u Ulemâ ister bir defada, ister arka arkaya birkaç defada ifâde edilen talâk'ın muteber olduğu görüşünü savunuyorlar Meselâ bir erkek hanımına "üç kere boşsun" veya "üç talâk ile boşsun" dese karısını beynûnet-i kübrâ ile boşamış olur Aynı şekilde bir temizlik içinde birden fazla zaman ve yerde birden fazla talâk ile boşama da evlilik bağını sona erdirme bakımından muteberdir Böyle bir talâk şekline karşı iki ayrı görüş ileri sürülmüştür:

Birincisi böyle bir boşama Kitâb ve Sünnet'e uymayan yani bid'i talâk olduğundan muteber değildir, kadını böyle bir talâk'la boşamak bir şey ifade etmez

İkinci görüş bir mecliste veya bir temizlik müddeti içinde birden fazla boşamalar bir boşama (ric'i talâk) sayılır Bu görüşü savunanlar şu delilleri ileri sürerler:

-Cumhur'un delilleri bid'i talâk'ın vâki olacağına ait olup yukarıda belirtilen delillerdir Ayrıca şu hususlarda ilâve edilebilir:

-Hanımının zina ettiğini gördüğü halde bunu ispat edemediği için mülâane yoluna baş vuran Uveymir, lânetleşmeden sonra karısını üç talâk ile boşamıştır Fakat burada boşanmanın mülâane ile olabileceği unutulmamalıdır Yani Uveymir'in bu boşaması doğrudan doğruya üç talâk ile boşama değildir

-Üç talâk ile boşanmış kadınların boşayan eşleri ile tekrar evlenebilmelerinin mümkün olup olmadığı mevzuunda Resulullah'tan sorulan suallerden Hz Peygamber'in bu nevi boşamaları sahih gördüğü anlaşılmaktadır (Buhârî Talâk, 3)

Muhalifler bu delillere de şu cevabı vermişlerdir: Bu suallerde geçen üç talâk ile boşamanın bir mecliste veya bir defada olduğu sâbit değildir Çeşitli zamanlarda ve sünnete uygun bir şekilde boşanmış ve âdet üçe varınca Hz Peygamber'e sorulmuş olabilir

Böyle bir talâk'ı bir talâk kabul edenler ise şu delilleri ileri sürerler:

"Boşama (talâk) iki keredir Sonra ya iyilikle geçinmek yahut güzellikle ayrılmak gerekir Allah'ın had'leri bunlardır; bunları açmayın Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar kendilerine zulmetmiş olurlar (Bundan sonra koca) karısını boşarsa, kadın başka bir koca ya varmadan artık ona helâl olmaz Şâyet bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da Allah'ın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat getirirlerse birbirlerine dönmelerinde günah yoktur" (el-Bakara, 2/229-230)

Bu ayetler boşama haklarının bir anda kullanılmamasını, ayrı ayrı zamanlarda kullanılıp arada düşünülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar verebilmek için fırsat bırakılmasını ortaya koymaktadır

İA

Bİ'R-İ MÂUNE OLAYI

Amiroğulları yurdu ile Süleymoğulları yurdu arasında bulunan Maune kuyusunun yakınında ashabdan yetmiş eğitici ve tebliğcinin şehit edildiği olay

Hicret'in dördüncü yılında Uhud savaşından dört ay sonra Necid Reisi Ebû Berâ' Medine'ye geldi Hz Peygamber (sas)'den kendi kavmini irşad etmeleri için mürşidler istedi Hz Peygamber (sas) durumdan şüphelendi: "Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim" buyurdu Ebû Berâ': "Onları ben himayeme aldıktan sonra Necid halkından hiç biri dokunamaz" diye teminat verdi Bunun üzerine Resulullah (sas) Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b Tufeyl'e bir mektup yazdı Amir, amcası adına kavmini idare ediyordu Daha sonra Resulullah (sas) Münzir b Amr başkanlığında ashabından yetmiş kişilik bir heyet gönderdi Bunlar ashab-ı suffeden olup kurra idiler

Heyet, Bi'r-i Mâune'ye varınca korkunç bir ihanetle karşılaştılar Amir bTufeyl, Hz Peygamber (sas)'in göndermiş olduğu mektubu bile okumadan mürşidlerin etrafını büyük bir ordu ile kuşatmıştı Kendi kabîlesi, Ebî Berâ'nın himayesine aldığı mürşidleri öldürmek istemediğinden, başka kabîlelerden kuvvet toplamıştı Müslümanlar kuşatıldıklarını anlayınca kılıca sarıldılar ve: "Biz, Resulullah (sas)'in gönderdiği mürşidleriz Sizinle hiç bir ilgimiz yok" dedilerse de söz anlatamadılar Mürşidler: "Allah'ım! Resulü'ne durumumuzu haber verecek senden başkasını bulamıyoruz, selamımızı ona sen ulaştır Allah'ım! Rasülün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki; biz Rabbimiz'e kavuştuk Rabbimiz bizden hoşnud oldu ve bizi de hoşnud kıldı" diyerek hallerini Allah'a arzetmişler ve insafsız düşman kılıçlarıyla Rablerine kavuşmuşlardır Allah bu sevgili kullarının isteklerini yerine getirerek vahiy meleği Cebrail'i Hz Peygamber (sas)'e göndermiştir Cebrail: "Onlar Rab'lerine kavuştu Rab'leri onlardan hoşnut oldu ve kendilerini de hoşnut kıldı" diye durumu Hz Peygambere bildirmiştir

Rasûlullah (sas) durumdan haberdar olunca çok üzüldü Hemen bir hutbe irade ederek olayı ashabına bildirdi Allah'a hamd-u senâ'dan sonra şöyle dedi: "Kardeşleriniz müşrikler tarafından kuşatılıp şehit edildiler Hiç biri sağ bırakılmadı Onlar Allah'dan hoşnut oldular, Allah da onlardan hoşnut oldu "

Rasûlullah (sas) kendisine bu acı haberin ulaştığı gece sabah namazının ikinci rekatında rukûdan doğrulunca:

"Allah'ım! Onların durumlarını sana havale ediyorum Ey Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamber'in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına darlık getir " diye beddua etmiş ve buna beş vakit namazlarında bir ay müddetle devam etmişti Cemaatin de arkasında "âmîn" dediği Rasûlullah (sas)'in bu duası kabul olmuştur

Durak PUSMAZ

BİRLİK BERABERLİK

İslâm'ın hakimiyeti için mümin kulların bir arada bulunup birlikte hareket etmeleri ile ilgili olarak kullanılan bir tabir Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hepiniz birden Allah'ın ipine (İslâm'a) sarılın, asla ayrılmayın, " (Âli İmrân, 3/103) buyurmuş ve müslümanları Kur'an'ın etrafında birlik olmaya çağırmıştır Aslında bütün semavî dinler gibi İslâmiyet de vahdet dinidir Bu vahdetin (birliğin) temelinde "tek Allah inancı" vardır İnsanca yaşamanın, huzura kavuşmanın tek yolu birlik ve beraberliktir

Dinimizin emirleri müslümanlar arasında birliği sağlamağa yöneliktir Tek Allah'a inanan müslümanların tek bir kitabı, tek bir kıblesi vardır Her gün beş kere camide cemaatle namaz kılan ve bir araya gelen müslümanlar, birlik olmanın huzurunu duyarlar Cuma ve bayram namazları da böyledir Hac ibadeti ise İslâm birliğinin sembolüdür Dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanların, aynı anda Arafat'ta buluşmaları, tanışıp görüşmeleri gönüllerde İslâm'ın birlik ve beraberlik anlayışını kökleştirmektedir

Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır Kim Cennet'in ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın" (Tirmizî, Fiten, 7)

"Müslüman topluluğundan bir karış da olsa ayrılan kimse boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir " (Tirmizi, Âdâb, 78)

"Cemaatten ayrılmayınız Şunu biliniz ki sürüden ayrılanı kurt kapar "

" Allah'ın yardımı cemaatle (toplulukla) beraberdir " (Ebû Davûd, Salat, 46)

Bu hadis-i şeriflere ve dinimizin birlik ve beraberlikle ilgili emir ve tavsiyelerine dikkat etmeli ve "cemaatin (birlik ve beraberliğin) rahmet, ayrılığın azap" (Tirmizî, Fiten, 7) olduğu unutulmamalıdır

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: " Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider Bir de sabırlı olun Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir " (el-Enfâl, 8/46)

Toplum düzeni birlik ve beraberlikle sağlanır Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde, birlik ve beraberlik içinde yaşamanın toplum hayatı bakımından ne kadar önemli olduğunu, birliğin temin edilememesi halinde sosyal bünyede nasıl huzursuzluklar çıkacağını toplumu bir insan vücûduna benzeterek anlatmak istemiştir Bazı organları hasta olan bir insanın vücudu nasıl zayıf ve güçsüz düşerse; düşmanlıkların yaygınlaştığı,birlik ruhunun kaybolduğu toplumlar da öyle güçsüzleşirler Bu da düşmanın işine yarar Bunun için bir milleti yıkmak,isteyenler, önce, o milleti meydana getiren fertler arasında ayrılık tohumları ekerek onları birbirine düşürürler Birlik ve beraberliklerini bozarlar Maddî ve manevî güçlerini kardeşlerine karşı kullanan ve düşmanlarını unutanlar kolayca başkalarına yem olurlar Bu gerçek öteden beri bilindiği için, dünyaya hükmetmiş nice büyük devletler, düşmanları tarafından önce içeriden parçalanmış, sonra yıkılıp tarihten silinmişlerdir Cenâb-ı Hak yukarıdaki ayet-i kerimede bu değişmez gerçeği hatırlatmakta ve böyle bir akibete uğramamak için Allah'ın ve O'nun Peygamberi'nin emirleri çerçevesinde birlik ve beraberliğin korunmasını emretmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Birr

İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir Birr takvanın kendisidir Allah'ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır

Be-r-ra', "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu" demektir; kelime Kur'an'ı Kerîm'de bu anlamda değişik şekillerde kullanılmıştır:

"Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davrananları sever" (el-Mümtehine, 60/8)

'Adele' fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem de "bârr" olarak gelir Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de bârr'dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır

"Biz bundan önce O'na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır" (et-Tûr, 52/28)

"Kul Rabbi'ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi, Allah'ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi demektir Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara'dır Berr'in Kur'an'da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:

"(O Kur'an Allah katında) pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir Emrine itaatkâr değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir " (Abese, 80/13-16)

"(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi " (Meryem, l9/14-15)

"(İsa): "Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât'ı emretti Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni" (Meryem, 19/31-32)

"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle) birlikte vefat ettir" (Âli İmrân, 3/193)

"Muhakkak ebrâr Naim'dedir" (el-İnfitar, 82/13)

Rasûl-i Ekrem'e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet- kerimeyi okumuşlardır:

"Birr, yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir Onlardır sâdık olanlar; ve onlardır müttaki olanlar" (el-Bakara, 2/117)

Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır Bir diğer husus "birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir Artık ona mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer İradesini Allah'ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan, Allah'ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır Ayetten anlaşılan bir diğer husus birr'in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır Birr konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi fazlasını da kapsar Kur'an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder (el-Bakara, 2/219); "Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır

"Sevdiğinizden infak etmedikçe birr'e erişemezsiniz" (Âli İmrân, 3/92)

Evlere ancak kapılarından girilir Arkalarından değil, önlerinden gelinir Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr'e ulaşılabilir

"Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah'tan ittika edin Umulur ki, felah bulasınız" (el-Bakara, 2/189)

Ali ÜNAL

Bİ'SET

Gönderme Cenâb-ı Allah tarafından Peygamber gönderilmesi, özellikle Peygamberimiz Hz Muhammed (sas)'in risalet görevi ile gönderilmesi hakkında kullanılan bir terim

"Bi'set" ve "ba's" kelimeleri mastar olup Kur'an-ı Kerîm'de daha çok bu kökten gelen fiil tiplerine rastlarız Bunlar üç manada kullanılmıştır:

1- Bir şeyi, bir nesneyi göndermek:

"Peygaınberleri, onlara (İsrailoğulları'na) dedi ki: Allah, Talût'u size hükümdar olarak gönderdi" (el-Bakara, 2/247) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır

2- Peygamber göndermek: "Allah, müminlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerine uyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi" (Âli İmrân, 3/164) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır

3- Öldükten sonra dirilmek: "Kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur Allah kabirlerdekileri diriltecektir" (el-Hac, 22/7) ayetinde olduğu gibi

Bi'set-i Nebî: Hz Muhammed (sas)'in peygamber olarak gönderilişi demektir Hz Muhammed (sas)'in Mekke dönemindeki hayatı iki merhalede incelenir: 1- Bi'setten önceki hayatı, 2- Bi'setten sonraki hayatı Peygamber Efendimiz (sas)'in Hz Hatice ile evlenmesi ve Kâbe hakemliği Bi'setten önce olmuştur

Bi'set olayı İslâm ve dünya tarihi için bir dönüm noktasıdır

İA

BORÇ

Geri verilmek üzere alınan para veya eşya; bir veya birkaç kişiye yahut bir kuruma karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülük, ödünç

Borç yahut fıkhî terim olarak "deyn" genellikle borçlunun ödemeyi teahhüt ettiği nakit veya borçlunun zimmetinde bulunan mislî eşya; yani ölçü, tartı vb yollarla benzeri ile ödenebilen eşya karşılığında kullanılan bir terimdir Borcun zimmetinden maksat da şahsın borcu yüklenme kabiliyetidir

İnsanların birbirleriyle yardımlaşma yollarından biri de borç alıp vermedir Borç alıp verme işlemi İslâm'da nakit para gibi sayılabilen; buğday, arpa, pirinç gibi ölçülebilen; yahut altın, gümüş ve et gibi tartılabilen; ya da yumurta ve ceviz gibi büyüklükleri birbirlerine yakın olan mallarda geçerlidir Fakat hayan vs gibi her birinin kendine göre ayrı ayrı değer ve özelliği bulunan mallarda borçlanmanın olup olmayacağı hususu ise İslâm hukukçuları arasında ihtilaflı bir konudur Böyle bir borçlanmanın caiz olmadığı kanaatinde olan Hanefî hukukçuları; "alınan borç harcanır, sonra benzeri ödenir Canlı bir koyun borç alındığında tamamen aynı özelliklere sahip bir koyun bulunmayabilir Onun için bu gibi borçlanmalarda taraflardan biri mağdur olabilir" demektedirler Borç alınan para para ile; buğday buğday ile ödenir Fazla bir şey verilmez, istenirse faiz olur

Borç verme İslâm'da sevaptır Dinimiz bunu teşvik etmiştir Hatta bazı durumlarda sadaka vermekten de sevaptır Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Eğer Allah'a içten gelen istekle ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar " (et-Teğâbun, 64/17) Peygamber Efendimiz (sas) de bir sadakaya on misli sevap verileceğini, borç vermeye ise onsekiz misli sevap verileceğini bildirmiştir (et-Tergîb ve't-Terhîb, II, 40)

Bir kimse borç verdiği para vs'nin bir kısmını veya tamamını bağışlayabilir Borçlusu güç durumda ise ona kolaylık gösterilmesine, hatta mümkün ise alacağını bağışlamasını teşvik etmiştir Kur'an-ı Kerîm'de:

"Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280) buyrulur Yani şayet borçlulardan herhangi bir kimse zor durumda kalmış ise "darda ise, eli genişleyinceye kadar mühlet veriniz " Böyle bir durumda verilecek olan hüküm, onun borcunu rahatlıkla ödeyebileceği zamana kadar imkân tanımaktır

" Eğer bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır "

Borçlunuz olan kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda olursa ona mallarınızı veya bir kısmını sadaka olarak bağışlamanız kıyamet gününde sizin için daha hayırlıdır Burada "eğer bilirseniz" şartının getirilmesi teorik olarak bilmeden kasıt, beraberinde amelin de söz konusu olduğu bir bilgidir Buna göre takdirî mana şöyle olur: "Şayet sizler bunun Allah katında olduğunu bilerek gereğince amel edecek olursanız, ona sadaka olarak bağışlamanız için daha hayırlıdır"

Tebarânî'nin Ebu Umâme (ra)'den nakline göre Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmayacağı bir günde Allah'ın kendisini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış olana kolaylık sağlasın veya onun borcunu indirsin" Bu manada pek çok hadis vardır (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, İstanbul 1984, I, 491)

Buhâri Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet etmektedir: Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "İnsanlara borç veren bir tüccar vardı Zor durumda kalmış birisini görünce çocuklarına, onun borcunu affedin, belki Allah bizi bağışlar derdi Nihayet Allah da onu bağışladı " (İbn Kesîr, aynı yer)

İmam Ahmed'in rivayetine göre İbn Ömer şöyle dedi: Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Duasının kabul olunmasını, kederlerinin açılmasını isteyen, borcunu ödeyemeyen, zorda kalmış kimseyi bu durumdan kurtarsın" (Ahmed b Hanbel, II, 23)

Taberâni İbn Abbas'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolaylıkla ödeyeceği zamana kadar mühlet veren bir kimseye, Allah da günahı sebebiyle tövbe edinceye kadar mühlet verir " İbn Abbâs'ın rivayet edip İmam Ahmed'in kaydetmiş olduğu hadise göre Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi yüce Allah Cehennem ateşinden korur" (Buhârî, Buyû' 17; Müslim, Zühd 74; Tirmizî, Buyû' 67; İbn Mace, Sadakat 14; Ahmed b Hanbel I, 327, II, 359)

İmam Ahmed Bureyde'den rivayetle: "Peygamber (sas)'in şöyle buyurduğunu dinledim: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimse her gün için onun gibi bir sadaka vermiş gibi olur" Bureyde devamla dedi ki: Sonra da onun şöyle buyurduğunu dinledim: "Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimseye, mühlet verdiği her gün için iki katı sadaka yazılır " Bunun üzerine ben:

"-Ey Allah'ın Rasûlü, seni, borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet verene her gün için onun gibi sadaka vardır, derken dinledim; sonra da yine seni, borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren kişiye her gün için iki kat sadaka verilmiş gibi olur buyurduğunu işittim" Hz Peygamber şu cevabı verdi:

"Borcun vadesi gelmeden önce verdiği her bir mühlet için onun gibi bir sadaka vardır Borcun vadesi geldiğinde ona mühlet verecek olursa iki katı sadaka vermiş gibi olur" (Ahmed b Hanbel, IV, 442-443, V, 300, 308)

Borçlunun alacaklıdan biraz indirim yapmasını istemesi caizdir Mâlikîlerden bazıları bunu mekruh görmüşlerdir; zira bunda bir minnete katlanma vardır Kurtubî: "İhtimal kerahati mutlak söyleyenlerin maksatları bunun hilâf-ı evlâ olduğunu anlatmaktır" demiştir Aynî, İmam A'zam'ın görüşünün de böyle olması gerektiğini söylemiştir Nevevî indirim istemekte beis olmadığını söyledikten sonra: "Lâkin zarûret yokken ısrar derecesine, nefsi tahkîre veya ezâya vardırmamak şarttır" diyor

Rasûlullah (sas) borçlu olarak ölenin cenazesini kılmazdı (Bir gün) bir cenaze getirildi

Rasûlullah (sas):

"- Onun borcu var mı?" diye sordu

- Evet iki dinar borcu var, dediler "- Arkadaşınızın namazını kılınız, " buyurdu

Bunun üzerine, Ensâr'dan olan Ebû Katâde;

- O iki dinarı ben yükleniyorum, Ya Rasûlullah, dedi Hz Peygamber de adamın namazını kıldı

Allah (cc), Rasûlüne fetihler müyesser buyurunca, efendimiz:

"Ben her mümine kendi nefsinden daha evlâyım Her kim borç bırakırsa (borçlu ölürse) onu ödemek bana aittir Kim de mal bırakırsa varislerine aittir" buyurdu (Buhârî, Ferâiz 15; Müslim, Ferâiz, 16; Ebû Davûd, Buyû, 9; Tirmizî, Cenâiz, 69; İbn Mâce, Mukaddime,11; Sadakat 13; Nesâi, Cenâiz, 67; Iydeyn, 22)

Rasûlullah (sas) bir kâfileden, yanında parası olmadığı halde bir dana satın aldı Danaya kâr verildi Rasûlullah da sattı Kârı, Abdülmuttaliboğullarının muhtaç kadınlarına dağıttı ve: "Bundan sonra yanımda para olmadan hiçbir şey satın almayacağım" buyurdu (Ahmed b Hanbel, I, 235, 323)

Diğer bir husus da borcun gereksiz ve mazeretsiz olarak geciktirilmesidir Bu konuda Hz Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür Biriniz (alacağı) bir zengine havale edilirse kabul etsin (Buhârî, Havale 1-2; İstikraz, 12; Müslim, Müsâkât, 33; Ebû Davûd, Buyû', 10; Nesâi, Buyû, 100, 101; Tirmizî, Buyü', 68; İbn Mâce, Sadaka, 8; Mâlik, Buyü', 84; Dârimî, Buyû', 48; Ahmed b Hanbel II, 71, 245, 254, 260)

Burada matl (geciktirme): bir kimsenin borcunu vermeyi geciktirmesi, alacaklıyı oyalaması, savsaklaması karşılığında kullanılmıştır Kurtûbi bu kelimenin, "ödemesi gereken borcu, imkânı varken ödememek" manasına olduğunu söyler

Hadis-i şerif'te, önce borcunu ödeme imkânına sahip olduğu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmektedir

Bazı âlimler ise bu cümlenin "zengine olan borcu geciktirmek zulümdür" manasına geldiğini söylerler Bu durumda hadisi "Zengine olan borcu ödemeyip geciktirmek zulüm olduğuna göre, fakire olanı geciktirmek öncelikle zulümdür" şeklinde anlamak gerekir Ancak, yukarıda da işaret edildiği gibi, âlimlerin büyük çoğunluğu önceki manayı benimsemiş ve hadis "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" şeklinde anlamışlardır

Rasûlullah (sas) genç bir deve borç almıştı Kendisine, sadaka develeri geldi Bana, (alacaklı) adama genç devesini ödememi emretti Ben efendimize: "Develer arasında altı yaşını doldurmuş güzel bir deveden başkasını bulamadım" dedim Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

"-Adama onu ver, şüphesiz insanların en hayırlısı borcunu en iyi ödeyendir " buyurdu (Müslim, Musâkât, 118, 128; Tirmizî, Buyû', 73; Nesâi, Buyû', 64; İbn Mâce, Ticaret, 62; Dârimî, Buyû', 31; Mâlik, Buyû', 89; Ahmed b Hanbel, VI, 375, 390)

Nevevî ise "Zekât mallarını başkasına teberru olarak vermek caiz olmadığına göre, nasıl olmuş da Hz Peygamber aldığı borcu, zekât develerinden fazlasıyla ödemiştir" şeklindeki muhtemel bir itiraza cevap verirken şöyle der: Hz Peygamber (sas), genç deveyi kendisi için ödünç almıştı; sonra zekât develerinden birisini satın aldı ve borcunu ödedi Ebû Hureyre'nin rivayetindeki, "Onun için bir deve satın alıp alacaklıya verdiler" şeklindeki ifade de buna delâlet eder"

Görüldüğü gibi Nevevî, Hz Peygamber'in genç deveyi kendisi için satın aldığı görüşündedir

Hz Peygamber'in deveyi kendisi için borç alıp bunu ihtiyaç sahiplerine vermiş olması da mümkündür

Hadîs'in zâhiri, hayvanı borç alıp vermenin caiz olduğuna delâlet etmektedir Evzai, Leys, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b Hanbel bu görüştedirler

Hanefilere göre, yukarıda ifade edildiği gibi sadece para ve mislî olan mallar borç verilebilir

Mislî mal; piyasada benzeri bulunan, telef edildiğinde değeri değil, misli ile tazmin olunan mallardır Bunlar, mekil (ölçekle alınıp satılan mallar) mevzûn (tartı ile alınıp satılan mallar) ve ceviz, yumurta gibi büyüklükleri biribirlerine çok yakın olan aded-i mütekarib mallardır

Hanefiler bu sayılanların dışındaki mallarda borç alıp vermeyi kabul etmezler Çünkü bu adaletli bir ödemeye imkân vermez Hayvan da, borç olarak verilmesi caiz olmayan mallardandır

Nevevî bu hadislerin Hanefiler aleyhine delil olduğunu, delil olmadan nesh davasının kabul edilemeyeceğini söyler

Hanefi âlimleri Hz Peygamber'in hayvan ödünç aldığına delâlet eden hadislerin mensuh* olduğunu ve nesh* davasının delilsiz olmadığını söylerler Tahavî, Meâni'l-Âsâr adındaki eserinde, hayvanı borç vermenin caiz olmadığına işaret eden bazı hadisler rivayet eder

İbn Abbas (ra) şöyle der: "Hz Peygamber (sas) veresiye olarak hayvan mukabilinde satmayı nehyetti" (Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 60)

Câbir (ra) şöyle demiştir:

"Rasûlullah (sas) -peşin olarak iki hayvanı bir hayvan karşılığında satmakta bir beis görmez, fakat veresiye olarak satışım kerih görürdü (Şerhu Meâni'l-Âsâr, IV, 60)

Tahavî; bu hadislerin hayvanı hayvan mukabilinde veresiye olarak satmayı caiz gören hadisleri neshettiğini: hayvanı ödünç almanın da aynı hükümde olduğunu söyler Tahavî daha sonra, karşı görüş sahipleri tarafından ileri sürülen bazı itirazlara işaret ederek, bunları cevaplandırır

Hadis-i Şerif'in delâlet ettiği diğer bir anlam da şudur:

Borç alan kişi, borcunu aldığından daha üstün bir şekilde ödeyebilir Çünkü Hz Peygamber borç olarak genç bir deve almış ve bunu yedi yaşına girmiş iyi bir deve ile ödemiştir

"Bekr" denilen genç deve, yedi yaşına giren deveye nisbetle daha az değerlidir Üstelik bu iyi bir davranıştır, müstehaptır Üstünlük borcun miktarı yönünden olabileceği gibi; kalitesi yönünden de olabilir Meselâ bin TL borç alan bir kimse,borcunu binyüz TL olarak verebilir Yine ikinci kalite buğday borç alan, borcunu öderken birinci kaliteden ödeyebilir Ancak bunun borç verme esnasında şart koşulmamış olması gerekir Ama borç alınırken borcu daha fazlasıyla veya daha iyisiyle ödeme, ya da borçlunun alacaklıya fayda temin edecek başka bir şeyi yapması şart koşulursa bu caiz değildir; faizdir Peygamber Efendimiz bir hadisinde "Menfaat sağlayan her türlü borç faizdir" buyurmuştur (Suyutî, el-Camiu's-Sağir, II, 94)

İmam Malik'e göre şart koşulmamış bile olsa, borcu miktar olarak fazlasıyla ödemek caiz değildir Hadisteki

"insanların en hayırlısı, borcunu en iyi şekilde ödeyendir" cümlesi İmam Malik'e karşı delil olarak ileri sürmüştür

Borcun Yazılması: Kur'an'daki her hüküm ayetindeki açıklık gibi borçlanma konusunda da öylesine pratik bir hüküm ortaya konmuştur ki, bu hükme uyanlar hiç bir zaman öteki hükümleri kabul edenler gibi perişan olmazlar Çünkü Kur'an, müminler için rahmet ve şifadır Onun şifa oluşu ona teslim olanlar tarafından görülmüş ve yaşanmaktadır Hakikatte onu kabul eden ve fakat hükmüne teslim olmayan için Kur'an, ne rahmet, ne de şifadır Bugün alışverişlerini Kur'an'a göre yapmıyanlar, ekonomik bir takım prensiplerden medet ummaktadırlar Oysa Allah Teâlâ'nın emri dikkate alınmış olsa ve bu emirle yaşanmış olunsa bütün iç ve dış borçlanmalar kendiliğinden ve Allah'ın yardımıyla bir rahmet olarak karşımıza çıkar

Kur'an'da toplum içinde yerleştirilmek istenen prensip, malın yok olmaması ve muayyen bir zaman için alınan borçlar hususunda borcun miktarının yazılmasıdır Bunu yazmak isteğe bağlı olarak değil, ayet-i kerîme ile farz kılınmış bir husustur Ayet de hiç bir yoruma tabi tutulmayacak kadar açıktır

"Ey iman edenler, muayyen bir zaman vaadiyle borçlandığınızda onu yazın Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın Yazan Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin Yazsın Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın Şayet, borçlu, sefih, küçük ve kendisi yazdıramıyacak durumda ise, velisi dosdoğru yazdırsın Erkeklerden iki de şahit yapın Eğer iki erkek bulunmazsa Şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir Şahitler çağırıldıklarında çekinmesinler Borç, küçük veya büyük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmeyin Bu Allah yanında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır " (el-Bakara, 2/282)

Süfyan es-Sevrî "Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın " ayet-i kerîmesi hakkında İbn Abbâs'tan şu sözü nakleder: "Bu ayet-i kerîme belli bir vade ile yapılan selef (vâdeli satış) hakkında nazil olmuştur"

Katâde İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki, O: "Ben şehadet ederim ki belli bir vade taşıyan selef (vâdeli satış)'ı Allah Teâlâ helâl kılmış ve buna izin vermiştir" deyip, sonra da: " Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman, onu yazın" ayet-i kerîmesini okumuştur

Süfyan İbn Uyeyne tarikıyla İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Rasûlullah (sas) Medine'ye geldiğinde Medineliler bir, iki ve üç senenin meyvesinden selef (vâdeli satış) yapıyorlardı (Parayı peşin alarak bir, iki ve üç senenin mahsulünü satıyorlardı) Rasûlullah (sas) şöyle buyurdular:

"Kim selef yaparsa belli bir ölçü, belli bir ağırlık ve belli bir vade ile selef yapsın" (Buhârî, Selem, 7)

İbn Cüreyc der ki: Kim borçlanırsa yazsın, kim alış-veriş yaparsa şahit tutsun

Katâde der ki: "Bize anlatıldığına göre, Ebu Süleyman el-Mar'aşî Kâ'b'ın arkadaşlarından birisiydi Bir gün arkadaşlarına şöyle sordu: "Rabbına dua ettiğinde duasına icabet edilmeyen mazlûmu biliyor musunuz?" ona "Bu nasıl olur?" diye sorduklarında:

"Bir adam belli bir vade ile satış yapar, şahit tutmaz ve yazmaz, malının zamanı gelince sahibi bunu inkâr eder, o da Rabbına dua eder, ama duasına icabet edilmez Çünkü o, Rabbına isyan etmiştir" dedi

"Aranızda bir kâtip de doğrulukla (hak üzere) yazsın Yazarken kimseye ihanet etmesin Ne eksik ne fazla; tarafların ittifak ettiği şeyi yazsın Yazan Allah'ın kendisine (bilmediği şeyleri) öğrettiği gibi (herhangi bir zarûret olmasa da insanlar kendisinden bir Şey yazmasını istedikleri vakit) yazmaktan çekinmesin ve yazsın" İlâhî hükmü ile bu hususta görev yapacakların tavır ve görevleri de belirleniyor

Allah'u Teâlâ buyuruyor: "Hak kendi üzerinde olan (borçlu da zimmetinde olan borcu yazdırsın Rabbi olan Allah'dan korksun da ondan bir şey (gizleyip) eksiltmesin Şayet borçlu beyinsiz sefih, küçük (ya da deli) veya (konuşamama ya da yanlıştan doğruyu ayııamıyacak derecede cahil olması sebebiyle) kendisi söyleyip yazdıramayacak durumdaysa, velisi dosdoğru yazdırsın"

Allah Teâlâ'nın: "Erkeklerinizden iki de şahit yapın" buyruğu, yazıyla birlikte daha sağlam olması için şahit tutmayı emretmektedir "Eğer iki erkek bulunmazsa bir erkek iki kadın olabilir" Bu durum ancak mallarda ve kendisiyle malın kastolunduğu şeylerde (akidlerde) olabilir

İslâm'ın insanlığa getirdiği güzel mesajlardan biri müsamaha ve sevimliliktir İslâm, tamahkârlık, bencillik, egoistlik ve cimrilik sahrasında, insanoğlunun sığınabileceği yegane gölgeliktir Bu din hem borçlanan, hem de borç veren için ve gölgesine sığınan bütün topluluklar için bir rahmet ve şefkat kucağıdır

Çağdaş cahiliyyenin bencil duygularıyla yetişmiş olan kimselere bu kelimeler bir mana ifade etmez Bilhassa faizle beslenmiş kapitalistlerin dünyasında bu güzel duyguların hiç yeri yoktur

Şâmil İA

BORÇ SENEDİ

Belli bir vade sonunda ödenecek borçlar için düzenlenen belge Ayette; "Ey iman edenler, belli bir vâdeye kadar borçlandığınız zaman bunu yazınız" (el-Bakara, 2/282) buyurularak, vadeli borçlanmaların yazıyla tespit edilmesinin gerekli oluşu; hatta, (aynı ayetin devamında), daha önemli borçlanma ve akitlerde iki erkek şahidin temini; bu bulunmazsa bir erkek iki kadın şahit bulundurulması veya borca karşılık rehin (ipotekli mal) istenebileceği belirtilmiştir Buna, kefil talebi hakkı da eklenebilir İşte bütün bu teminatlar, unutmaya karşı bir tedbir veya borcun tamamen veya kısmen inkârı hâlinde ispat kolaylığı sağlamak içindir Düzenlenecek senetler ihtilaf hâlinde mahkemede bir ispat aracı olarak kullanılacak ve gerektiğinde borcun zor kullanılarak ödenmesi sağlanacaktır

Günümüzde bono, çek, poliçe, el senedi, makbuz, alındı belgesi, borçlunun imzasını taşıyan defter kayıtları "borç senedi" niteliğindeki yazılı belgelerdir Bunlar usulüne göre düzenlenince doğrudan veya mahkeme aracılığı ile tahsil edilebilmektedir

Borç senedi, alacaklıya senette yazılı miktar kadar alacak hakkı doğurur Ancak borcun ödenmesiyle ilgili çıkabilecek masraflarda borçluya aittir Pul parası, protesto ve icra masrafları gibi İslâm hukukunda alım satımlarda prensip olarak satılan malın teslimi ile ilgili masraflar satıcıya; satış bedelinin peşin veya vâdeli ödenmesiyle ilgili masraflar da alıcıya, yani borçluya aittir Çünkü borcun tam olarak îfası ancak bu şekilde mümkündür (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 27, 28; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 220; Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 455, 456, 457; Mecelle, madde, 36, 287 291, 288; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s 114, 115)

İslâm hukukunda, bir satım akdinde, satılan malın teslimi ile satış bedelinin ödenmesi, peşin veya veresiye durumuna göre dört şekilde düşünülebilir

1) Satılan mal da satış bedeli de peşin Bunun caiz olduğunda görüş birliği vardır

2) Satılan mal veresiye; satış bedeli peşin Buna İslâm hukukunda "setem" veya "selef" akdi adı verilir İhtiyaç duyulduğu ve eski bir örf olduğu ve naslarla çatışmadığı için Rasûlullah (sas) tarafından selem akdine izin verilmiştir (Buhârî, Selem,1, 2, 7; Müslim, Müsâkât, 128) Mislî mal adı verilen, ölçü tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan mallar üzerinde, para peşin-mal veresiye selem akdi yapılabilir Bu takdirde borç senedi veya sözleşmede borçlanılan mal ve teslim tarihi belirlenir Satış bedelinin tamamı daha önce ödendiği için, artık borçlanılan malın fiyatı yükselse de satış bedeline bir ilâve yapılmaz Bunun aksine fiyatlarda düşme olursa, bedelde bir indirim yoluna da gidilmez (İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kâdir, V, 323 vd; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 34, 35)

3) Malda satış bedeli de veresiye Bu, hadîs-i şerifle yasaklanmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 176)

4) Satılan mal peşin; satış bedeli veresiye İşte günümüzde borç senetleri, özellikle veresiye satışlardan doğan borçlar için düzenlenmektedir Satım akdi ikâle (akdi feshedip parayı geri verme ve malı alma) yoluyle veya malın ayıplı çıkması gibi bir sebeple bozulmadıkça, satış bedelinin ödenmesi gereklidir Senette borcun vadesi yazılmamışsa bu satış akdi fasit olur ve anlaşmazlık hâlinde iki tarafın veya taraflardan birisinin isteği üzerine akit* bozulabilir Bu takdirde satılan mal geri iade edileceği için borcun ödenmesi gerekmez

Borç bazen karzdan, yani ödünç para vermekten doğmuş olabilir Burada da borçludan borç senedi ve diğer teminatlar istenebilir Diğer vadeli borçlarla, karz-ı hasenden doğan borç arasında şu fark vardır Diğer borçlarda muhayyerlik ve vade şart koşulunca bağlayıcı olur Karz akdinde ise, muhayyerlik şart koşulsa bile geçerli olmaz Çünkü muhayyerlik, taraflara akdi feshetme imkânı vermektedir Karz akdinde zaten tarafların dilediği zaman akdi feshetme yetkileri vardır (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 303; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 315) İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde vade şartı da geçerli değildir Aksi halde nesîe (mislî malı vadeli mübadele) ribası söz konusu olur Karz, başlangıçta teberru niteliğindedir Ödünç veren için bedelini derhal isteme hakkı doğar Ancak süre belirlenmiş olur ve ödünç veren buna riâyet etmiş bulunursa, ödünç alana kolaylık göstermiş ve iyi bir iş yapmış olur Satım ve kira akdi gibi akitlerde ise tarafların tesbit edecekleri vadeler bağlayıcı olur İmam Mâlik'e göre, karz akdi vâde belirlenmekle vadeli olur Dayandığı delil şu hadistir: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar" (Buhârî, İcare, 14, 50)

İşte ödünç para için düzenlenen bir borç senedinde vade bulunursa, ödünç veren, bu vadeyi beklemeden ödeme talebinde bulunabilir Ancak alacağını vadeye kadar geciktirirse ahlâk bakımından güzel bir iş yapmış olur

Borçlu sıkıntıda olur ve borcunu vadesinde ödeyemeyecek ekonomik bir krize girmiş bulunursa, alacaklının ona ödeme gücüne kavuşacağı bir zamana kadar süre tanıması, hatta ödeme gücünü tamamen kaybetmişse alacağından vazgeçmesi İslâm ahlâkının gereğidir Ayet-i Kerîme'de şöyle buyurulur: "Eğer borçlu darlık içinde ise, ona bolluk zamanına kadar süre tanımak vardır Alacağınızdan vazgeçip borçluya tasadduk etmeniz sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280) Günümüzde protesto olan senet veya çek yerine kısa süreli yeni ödeme vadeleri tanınması, genel bir ödeme güçlüğüne giren iş adamının konkordato yoluyle borçlarını yeni bir "ödeme plânına" bağlatması, yukarıda belirtilen kolaylıkların benzeridir Ancak borçlu bu gibi kolaylıkları kötüye kullanırsa, onun uhrevî sorumluluğu büyüktür

Alacaklı, alacağını borçlu olduğu kimseye havale (ciro) edebilir Karşılıklı rıza olduğu için böyle bir muamele geçerli olur Günümüzde bu, senet veya çeklerin arkasını imzalamak suretiyle yapılmaktadır Ciro edilen borç senetlerinin arkasındaki imza sahipleri, senette yazılı olan meblağı ödemeyi kabul etmiş sayılırlar Alacakların bu şekilde, borç senetleri üzerinde devri, İslâm hukukundaki "havale*" niteliğindedir (Vehbe ez-Zühaylî,el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, IV, 39, 165, 304, 307; V, 169, 171 vd,173,174,175,177,178, 330 340)

Borç senedini vadesinden önce, üzerinden yazılı olan meblağdan daha az peşin para karşılığında ciro etmek, başka bir deyimle senet kırdırmak, aynı cins peşin bir parayı vade sonunda daha fazlası ile mübadele etmek niteliğindedir Bu fazlalık ribâ sayılır Çünkü burada borç senedi, ispat aracı olan bir belgeden ibarettir Gerçekte mübâdele edilen, aynı cins paradır Borç senedleri alacak hükmünde oldukları için mal varlığına dahildirler Dolayısıyla zekât kapsamında olduklarından zekâtlarının ödenmesi gerekir

Hamdi DÖNDÜREN

BOZGUNCULUK

Yeryüzünde fitne, fesad ve karışıklık çıkarmak; zulüm ve taşkınlık yaparak haddi aşmak

İnsan, fıtratındaki "nankörlük" ve "zalimlik" özellikleriyle, zaman zaman Rabbine isyan ederek, yeryüzünde bozgunculuk çıkarır, kendisi gibi eşit şartlarda yaratılan insanları mali güç veya zorbalıkla esareti altına almaya çalışır Haysiyet ve şereflerini korumak isteyenlerin direnmesi neticesinde savaşlar çıkar ve kanlar dökülür; adetâ meleklerin çekindikleri husus tecelli eder: "Hani Rabbin meleklere, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti de, melekler: Biz seni hamd ile tesbih, takdis eder dururken; yeryüzünde fesad çıkarıp, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın demişlerdi" (el-Bakara, 2/30)

Meleklerin, Allah Teâlâ'nın yaratmak istediği bu mahlûkun fıtratı ve karakteri hakkında bir takım bilgilere sahip oldukları bu ayetten anlaşılmaktadır Melekler, bu bilgiyi, ister bazı tahminlere dayanarak, ister yeryüzünde daha önceden müşahede ettikleri tecrübelerin eseri olarak, ister basiretleri ile edinmiş olsunlar, Âdem oğlunun yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökeceğini biliyorlardı

İnsanların küfür karanlığına batıp, güçsüzlerin zulüm ve işkenceler altında ezildikleri bir ortamda, insanlara bir kurtuluş ümidi olan İslâm dini, tarih içinde yaşanan bu acıklı olayların bir daha yaşanmaması için, yeryüzünde fitne ve fesad ile bozgunculuk çıkarmayı yasaklamıştır Kur'an-ı Kerîm'de "fitne; katl (adam öldürme)'den daha büyük bir cürüm" olarak kabul edilmiştir (el-Bakara, 2/191 )

Allah Teâlâ, Peygamberi Hz Muhammed (sas) aracılığıyla gönderdiği kitapta şöyle buyurarak İslâm'a gönül verenleri bu hususta uyarmıştır "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Onların içinden bizim kurtardıklarımızın sayısı pek azdır Zalimler yalnız kendilerine verilen (dünyevî refahın) ardına düştüler Onlar ki günahkâr insanlardı" (Hûd, 11/116)

"Allah bozgunculuk yapanları sevmez" (el Mâide, 5/64) Çünkü bozgunculuğun ancak kâfir, münâfık ve müşriklerin özelliklerinden olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır Peygamberler tarihine baktığımızda, her peygamberin, kavmindeki bozguncularla sürekli uğraştığını ve fakat sonuçta Allah'ın yardımıyla peygamberin ve müminlerin zafer elde ettiklerini, bozguncuların ise sonunda helâk olduklarını görürüz

Kur'an-ı Kerîm'de yer alan peygamberler ve tevhîd mücadeleleri, günümüze ışık tutacak canlılığa sahiptir Çünkü bu gün de insanlar ilâhî nizamı terkedip beşerî sistemlerin karanlığında boğulup gitmektedir Bugün de güçlüler çeşitli bahanelerle zayıfları ezmek istemektedir Aşağıdaki ayetler, konuyla ilgili olarak açık ve net bilgiler veriyor

Semûd kavmine* peygamber olarak gönderilen Hz Salih (as) onlara: "Allah'ın sizi ad kavminin* yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup, dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzüne yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın" dedi" (el-A'râf, 7/74) O'nun bu uyarısına rağmen kavmi isyan edip sonuçta Allah'ın azabıyle helâk oldular

Kavmindeki sapıklarla mücadele eden Hz Lût* (as) da bütün uyarılarına rağmen yaptıkları iğrenç davranıştan vazgeçmeyen kavmi için şöyle dua etti: "Rabbim! bozgunculara karşı bana yardım et" (el-Ankebût, 29/30) O'nun bu duası üzerine Hz Lût ile O'na inanmış yakınlarından başka bütün bir kavim, yağmurlar ve çamurlu taşlar yağmasıyla helâk oldular Tahminen bu hadise bir volkanik mûcize şeklinde tecelli etmiş ve şehri altüst ederek yıkmıştı

Önceki milletlerin başına gelenleri hatırlatarak, kavminin hidayetini isteyen Hz Şuayb (as) da onlara: "Allah'a inananları tehdid edip, (onları) Allah'ın yolundan menederek ve o yolun eğriliğini arayarak, her yolda pusu kurup oturmayın Az iken Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın ve bozgunculuk yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın" demişti (el-A 'râf, 7/86) Ama Medyen halkı da Hz Şuayb'ı dinlememiş ve yeryüzünde fesad çıkarmalarının cezasını çekmişlerdi; onları bir sarsıntı yakalayıvermiş ve oldukları yerde diz üstü kalıp helâk olmuşlardı

Daha sonra tarih gündeminde, Hz Musa'nın (as) Firavun'a karşı verdiği tevhîd mücadelesine şahit olmaktayız Ancak Hz Musa'nın karşısında bir değil üç düşman vardı; Bunların en büyüğü azgın ve zalim bir diktatör olan Firavun idi Cürümlerin en çirkinini işleyen, insanları kendisine köle kılan, İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürüp kızlarını ise serbest bırakan bu hükümdar, hatta o, taşkınlık ve kibirde, "İşte ben sizin en yüce Rabbinizim!" (en-Nâziât, 79/24) diyecek kadar haddi aşmıştı İkincisi Hâmân idi: Firavun'un oyunlarını tertipleyen, zulmüne ve azgınlığına yardımcı olan veziri idi Diğeri ise Karun'dur Hz Musa'nın kavminden olduğu halde, servetine ve ilmine aldanarak azıtan, şımaran; insanları maddî gücü sayesinde baskısı altına almak isteyen bir maddeperest Konuyu aydınlatan ayetlerde onların bu özellikleri açık bir şekilde görülmektedir

"Firavun memleketinin (Mısır) başına geçtiğinde insanları bölük bölük ayırdı Onlardan bir kısmının (İsrâiloğulları) erkek çocuklarını boğazlayarak öldürüyor; kızlarını ise sağ bırakıyordu; çünkü o bozguncunun biriydi " (Kasas, 28/4)

"Andolsun ki Biz Musa'yı mûcizelerimizle ve apaçık bir hüccetle, Firavuna, Hâmân'a ve Karun'a gönderdik de, (ona) çok yalancı bir sihirbaz dediler" (Mümin, 40/23, 24)

"Karun, Musa'nın milletindendi; ama onlara karşı azgınlık etti biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik Milleti ona, böbürlenmek şüphesiz ki Allah böbürlenenleri sevmez Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu da gözet; dünyadaki payını da unutma Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilikte bulun; ve yeryüzünde bozgunculuk yapma, doğrusu Allah bozguncuları sevmez demişlerdi" (el-Kasas, 87/77)

Karun, kavmindeki iyi kimseler tarafından yapılan bu tavsiyelere aldırmayarak kibir ve gururla, "Bunlar bana, ancak bendeki bilgiden ötürü verildi"demişti (el-Kasas, 28/78) Ayetin devamında, Allah Teâlâ şu ikazıyla buyuruyor ki: "Bilmez mi ki, Allah önceleri ondan daha güçlü ve malı daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir Suçlulardan günahları sorulmaz" (el-Kasas, 28/78) Kârun ve benzeri mücrimler Allah katında, işledikleri günahtan ötürü sorguya çekilmeyecek kadar önemsizdirler

"Nihayet onu da sarayını da yerin dibine geçirdik Allah'a karşı kendisine yardım edecek kimsesi olmadığı gibi kendisini koruyabilecek bir halde de değildir" (el-Kasas, 28/81)

Kârun, bütün mal varlığıyla birlikte yerin dibine geçirilirken, çeşitli mucizelere rağmen iman etmeyen, kurulu küfür ve zulüm düzeninin bozulmasını istemeyen Firavun, askerleriyle birlikte Hz Musa ve O'na inananların peşine düşmüştü Ancak sonunda helâk olan yine kendisi ve yandaşları oldu

Allah'ın yardımıyla kendilerini hürriyete kavuşturan Hz Musa'ya (as) karşı İsrailoğullarının isyanı ise, bir başka yönden ilgi çekicidir Ağır zulümler altında ezilen bu insanlar rahata kavuşunca Allah'ın peygamberine baş kaldırmaktan çekinmediler Öyle ki; Hz Musa'nın yokluğunu fırsat bilip, kendi elleriyle yaptıkları buzağı putuna bile taptılar Onların ne yapacağını ilm-i ezelîsiyle bilen Allah Teâlâ, Hz Musa'ya gönderdiği kitabı kasdederek, şöyle buyurmaktadır:

"İsrailoğulları'na kitapta doğrusu, yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz diye bildirdik" (İsrâ, 17/4) Nitekim onlar kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz İIyas (as) ve Hz Elyesa'a (as) isyan etmişler; Hz Zekeriyya (as) ve Hz Yahyâ'yı (as) şehit ederek, Hz İsâ'yı da öldürmeğe kalkışmışlardı

İsrâiloğullarının karakterini belirleyen bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "İsrâiloğulları'ndan sağlam bir teminat almış ve onlara peygamberler göndermişizdir Ne zaman kendilerine o peygamberler nefislerinin hoşlanmıyacağı bir şey getirdiyse bir takımını yalanladılar, bir takımını da öldürdüler" (el-Mâide, 5/70)

Oysa ki Allah Teâlâ İsrâiloğulları'na gönderilen kitapta şunları bildirmişti: "Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde çıkardığı bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (el-Mâide, 5/32)

İsrâiloğulları'nın asırlarca değişmeyen karakteri Hz Peygamber (as) zamanında da gün yüzüne çıkacak ve bir zamanlar "Allah fakirdir; biz ise zenginiz" (Âli İmrân, 3/181) diyen bu kimseler, bu kez de, " Allah'ın eli sıkıdır" diyeceklerdi Konuyla ilgili ayette tespit edilen gerçek şudur: "Yahudiler Allah'ın eli sıkıdır dediler Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lânet olsun Hayır O'nun iki eli de açıktır, dilediği şekilde sarfeder Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen sözler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır Biz onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık Savaş ateşini ne zaman körüklediyseler Allah onu söndürdü (Onları yenilgiye uğrattı) Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar Allah ise bozguncuları sevmez" (el-Mâide, 5/64) Bu lânetten dolayı yahudiler, mal bakımından yaratıkların en cimrileridir

Tarihte yaşanılan bozgunculuklar Hz Peygamber (sas) devrinde de yaşandı Rivayetlerde Abdullah b Übey b Selûl ve benzeri münafıklar olduğu bildirilen bazı kimseler, insanlar arasında fitne çıkarıyor ama bunu suç görmeyecek kadar da küstahlık ediyorlardı "Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman Biz ancak ıslah edicileriz derler Dikkatli ol! Muhakkak onlar bozguncuların ta kendileridir Fakat bunu anlamazlar ki " (el-Bakara, 2/11, 12)

Münafıkların ne derece fesad unsuru olduğunu belirleyen diğer bir ayette şöyle buyurulur "Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken kalbindekine Allah'ı şahit tutan; işbaşına geçince de yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekini ve nesli yok etmeğe çabalayan insanlar vardır Oysa Allah bozgunculuğu sevmez" (el-Bakara, 2/204, 205) Bu ayet, münafıklardan, tatlı dilli fakat çok canî biri olan Ahnes b Şureyk hakkında nazil olmuştur

Buraya kadar aktarılan bilgiler, ilâhî nizamı terkeden, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranların herhâlûkârda cezalandırıldığını göstermektedir Allah Teâla, Kur'an-ı Kerîm'de, yaşanmış olan bu olayları İslâm toplumuna haber vererek, insanları bozgunculuktan sakındırmıştır "Îyi bir hale getirilmişken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın Allah'a korkarak ve umutla yalvarın Doğrusu Allah'ın rahmeti iyi davrananlara yakındır " (el-A'râf, 7/56)

Allah Teâlâ, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği ilâhî nizama tabi olan, takva sahibi kullarına şu müjde ile hitab eder "Ahiret yurdunu, biz, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz Ve (güzel) âkıbet takva sahibi kimselerindir" (el-Kasas, 28/83)

Mehmet Emin AY

BRAHMANİZM

Hindistan'da yaygın olan batıl bir din Buna Hinduizm de denir Vedacılığın devamıdır Hindistan'ın öz dini Brahmanizm'dir Hindistan'da doğan Budha'cılık diğer tabirli Buddizm* ve Cayna'cılık gibi dinler, ancak Brahmanizm'in bir reformu veya buna bir tepki olarak ortaya çıkmış dinlerdir Brahmanlar (MÖ 800-600 ?) yıllarından başlıyarak Brahman rahipler kastının egemenliği ağırlığını göstermeye başladı Brahmanizmin felsefi sistemlerini iki ana akım çevresinde toplamak mümkündür Biri gelenekçi akım, öbürü tanrıcı akım Gerçekten Hint düşüncesine özgü birtakım varsayım ve kurgular ile panteizmin ve âyinciliğin yanı sıra bir sevgi doktrini sayılan bhakti de Hindistan'ı her kişi için ayrı ve tek bir tanrı kavramına götürmüştür Çağdaş Hint düşünceleri bu sonuncu eğilimin ve daha bir çok etkenin zoruyla inanç hoşgörüsüne dayanan bir dünya dini kurmaya çalıştılar Brahmanizm, Buddizm'deki dini yayma geleneğine sahip olmamakla beraber, Hindistan'ın dışına da taşmıştır

Brahmanizm'in sayısız tanrıları vardır, ama en önemlileri birkaç tanedir Öteki tanrılar onların uyduları olarak kabul edilir Tanrılar (deva) arasında bir büyüklük sırası bulunur Brahmanizm geliştikçe bu tanrılardan üçü ayrı bir üstünlük kazandı: Brahma, Vişnu, Şiva Dişi tanrı "enerji"yi (Şakti) temsil eder (Şakti'den Şakticilik doğdu) Tanrılar arasında çeşitli akrabalıklar vardır Birçokları da birbirleriyle kaynaşır: En önemlileri Harihara (Şiva ile Vişnu) ve Ardhanari'dir (Şiva ile Şakti'si) Tanrılarda tıpkı insanlar gibi davranırlar Ruh göçümünden kendilerini kurtaramazlar, bugünkü dünyada onlar da er geç öleceklerdir Dinin alt tabakalarında ağaca ve özellikle incir ağacına tapınma çok yaygındır

Veda'lar, karışık çok tanrıcılığın mezheplere bölünme çağlarında bir düzene girer ve yüce bir ilkeyi hakim kılmağa yani tek tanrıcılığa dönüşmeğe yönelir İnançların ve ibadetlerin temelindeki efsanevî tanrı kalıbının şu veya bu adı taşıması filozoflar için pek önemli değildir Esas amaç tanrısallığı gerçekleştirebilmektir Bu da kurtuluş (mokşa) demektir Mokşa'ya sayısız yollardan geçilerek varılır Ama bunları belli başlı iki ana yolda toplamak mümkündür: beden ve ruh çilesi (yoga), ve mistik temaşa (bhakti) Bu iki yolda Bilgi'ye (inana) açılır

Brahmanizm Hindistan'daki diğer dinlerden Tenâsüh (ruh göçü) ve Kast sistemi ile ayrılır Şu halde bu dinin iki ana esası vardır:

1- Tenâsüh inancı: Ölümden sonra canlı varlıkların ruhlarının bir bedenden diğer bedene göçmesidir Ruhlar bu şekilde yükselebildiği gibi aşağı derecelere de inebilir

2- Kast sistemi: Aryânî ırkı kendi üstünlük ve bütünlüklerini koruyabilmek için halkı birbirinden farklı sosyal sınıflara ayırmışlardır Bu sınıflar sırasıyla şöyledir:

a- Brahmanlar (din adamları ve bilginler)

b- Kısatriyalar (prensler ve askerler)

c- Vaisyaslar -Vikyalar (hayvancılık ve tarımla uğraşanlar)

d- Çudralar (işçiler, sanatkârlar ve köleler)

Bir de bu sınıfların dışında kalan "Parya"lar vardır ki onlar insan bile sayılmazlar

Bu dinde Tanrı, yaratıcı Brahma, koruyucu Vişna ve tahrik edici Şiva'dan ibarettir

Ayinler mezheplere göre düzenlenmiştir Bu yüzden çok çeşitli âyinler vardır Tapınma bakımından en belirgin olay puja, yani "yüceltme"dir Puja, daha eski kurban törenlerinin yerini almıştır Özel ibadet hergün aile reisi veya "ev rahibi" tarafından yapılır Genel törenler tapınakta rahiplerce yönetilir Bu tören sırasında heykele çiçekler sunulur, heykel yıkanır, giydirilir, süslenir, tütsülenir Dua, vedalardan beri kutsal sayılan bir işlemdir Duanın belirli durumlara göre kesin olan kuralları aynen uyularak okunması çok önemlidir Ayinlerde vücut hareketleri (mudra) Brahmanalar'dan bu yana şekil ve anlam bakımından kesin olarak belirlenmiştir Ayrıca ibadetle ilgili eşyalar da kullanılır: Çanaklar, testiler, ayna, lambalar, sedef borular, çanlar vb Brahman dini mensuplarının hayıtını başından sonuna kadar resmî âyinler doldurur Halk bayramlarında çok büyük kalabalıklar çeşitli yerlere hacca giderler veya tapınaklarda toplanırlar

Ayinleri rahipler (brahman) yönetir Brahmanlar doğuştan kutsal birer varlıktır Dini törenlerde veda'yı uygulamak, bu kitaptan yorumlar yapmak ve din geleneklerini öğretmek yetkilerine sahiptirler Sabahları yapılan dini törenlerde, karıları Brahminler onlara yardım eder Bütün Hindistan rahipleri Brahman'dır; ancak çoğu, dünya işleriyle de uğraşır, özellikle çiftçilik yaparak geçinirler Brahmanlar'ın ayırt edici özelliği, rahip olurken takılan pamuktan yapılmış kutsat bir şerittir Kutsal kitapları "Brahman''larla

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Budizm, Buddizm

MÖ VI yüzyılda Hindistan'da doğmuş evrensel bir din Günümüzde mensuplarının sayısı 300 milyon civarında olduğu söylenmektedir Buddizmin din, mezhep, tarikat ya da felsefi ekol tanımlamalarından hangisine girdiği yolunda tartışmalar vardır Bugün, en çok mensubunun bulunduğu yerler Hindistan dışında, Doğu ve Güneydoğu Asya, Seylan, Tayland, Moğolistan, Mançurya, Tibet, Çin, Kore ve Japonya'dır Ayrıca Avrupa, Kuzey Amerika ve İngiltere'de de mensupları vardır

Buddizm'in kurucusu, MÖ 563-483 yılları arasında yaşamış olan Budda'dır Budda'nın asıl adı Siddharta Gotama'dır Kuzey Hindistan'da şimdi Nepal'in bulunduğu bölgedeki Kapilavastu'da Lumbini koruluğunda doğmuştur Sakya kabilesine mensuptur Budda, ona "İlhama kavuşmuş, aydınlanmış" anlamında sonradan verilmiş bir lâkaptır (SGF Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s154 vd Annemarıe Schımmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s 90-91; Herve Rousseau, Dinler (tıc Osman Pazarlı), İstanbul 1970, s168-169; Y Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Ankara 1987, I, 42-44; Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s 91)

Buddizm'in kutsal metni Tipitaka'dır Bunun ne zaman yazıya geçirildiği kesin olarak bilinmemektedir Ancak MÖ 1 yüzyılda Seylan'da bugünkü şeklini aldığı ileri sürülmektedir Çekirdeği Budda'nın sözlerinden oluşan Tipitaka, üç sepetten oluşmaktadır Her sepet, kitabın bir bölümüdür Çok sayıda kitaplardan ibarettir Budda'nın hayat yolunu, orta yol doktrinini içinde bulunduran bu kitapta pek çok tekrarlar da vardır Üç sepet şunlardır: 1-Vinaya Pitaka: Sangha adı verilen rahip ve rahibelerle ilgili usûl ve kaideleri, bunların nasıl yerine getirileceğini içine alır Rahip olmayanlarla ilgili hususlar da vardır 2-Sutta Pitaka: Budda'nın fikirlerini açıkladığı konuşmalarının çoğu bu bölümde bulunur Bunun için bu bölüme doktrin (dhamma) sepeti de denir 3-Abhidhamma Pitaka: Budda'nın vaazlarının yorumları ve Buddizm'in felsefe ve psikolojisi bu bölümde yer alır (Encyclopedia Britannica, USA 1970, IV, 355;Tümer-Küçük, age, s 96)

Budda hayatı boyunca kurtuluşa ulaşabilmenin yollarını araştırmış ve bunun için şu dört kutsal gerçeği telkin etmiştir:

Buda'nın kabartma bir heykeli

1- Izdırabın ne olduğu: Budda'ya göre doğum, hastalık, yaşlılık ve ölüm ızdıraptır Sevilmeyenle beraber olmak da, sevilenden uzak kalmak da ızdıraptır İstenilene ulaşamamak da ızdıraptır Yani dünyaya sarılmak ızdıraptır 2-Izdırabın kaynağının ne olduğu: Izdırabın kaynağı insanı doğumdan doğuma sürükleyen yaşama ve zevkleri tatmin etme isteği, hayata karşı sevgi ve geçici heveslerdir Bunlara sarılmak insana doyumsuzluk verir 3-Izdırabın giderilmesi ve iç huzurun sağlanması: Varlığın ızdırap olduğunu tanıyarak, his ve duygularla beslenen yaşama arzusunu dindirmek ve diğer arzulardan vazgeçmektir 4-Izdırapları dindirmenin yolunun ne olduğu: Izdırapları dindirmek iç huzura kavuşmak, manevi doygunluğa, durgunluğa yani Nirvana'ya ulaşmak, şu sekiz kollu yolun takip edilmesiyle mümkündür: Doğru söz, doğru davranış, doğru geçim, doğru muhakeme, doğru murakabe, doğru anlayış, doğru düşünce, doğru niyet

(En Britannıca, IV, 354; Brandon, age, s 161, 555, 619; George Grimm, The Doctrine of The Buddha, Delhi 1973, s 59 vd Dinler Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul (ty) s 678; Bayur, age, I, 44-45; Schımmel, age, s 92; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s 164; Tümer-Küçük, age, s 94)

Budda, yaratıcı bir Tanrı'nın varlığından açık bir şekilde söz etmemiştir Buddistler de, kâinatın kimin tarafından yaratıldığı konusuna ilgisiz kalır; bu konuyu tartışmanın kendilerine bir fayda sağlamayacağına inanırlar Onlara göre kurtuluş; dünya ve ızdıraplardan yani Tenâsuh çemberinden kurtulmaktır

Buddizm'de iman ikrarı şu şekilde yapılır: "Budda'ya sığınırım, Dhamma'ya sığınırım, Sangha'ya sığınırım" Buna üç cevher veya üç haline (triratna) denir Bir kimsenin Buddist olabilmesi için bu üç esası kabul etmesi ve söylemesi gerekir Bunlardan birini kabul etmeyen Buddist olamaz (En Britannıca, IV, 355; Tümer Küçük, age, s 97)

Budda ahlâkiyatının ana çizgileri: Doğruluk, saflık, düşünme, hakîmlik, ve durmadan nefsini ıslahtır Doğruluk aynı zamanda her fırsatta iyilik etmeyi ve sadaka vermeyi de kapsar Doğruluğun beş kâidesi vardır:

1-Canlıları öldürmemek Bu, et yememeye de varır Ancak, et yemek kesin olarak yasak edilmemiştir 2-Başkasının namusuna saygı göstermek 3-Başkasının malına saygı göstermek 4-Doğru olmayan şeyi söylememek 5-Sarhoş eden şeylerden kaçınmak (Bayur, age, I, 46; Tümer Küçük, age, s 101)

Buddizm'de Yüce varlığa karşı yapılan herhangi bir ibadet ve dua sözkonusu değildir Ancak, Buddizm evrensel bir din olduğundan çeşitli yerlerde diğer dinlerden etkilenmiştir Bunun sonucu olarak da, Budda tanrılaştırılmış; ona duâ etme ve ondan bazı şeyler isteme geleneği başlatılmıştır Pagoda adı verilen kutsal mekanlarda Budda'nın heykelleri dikilmiştir Dolayısıyla Pagoda'ya giren bir Buddist, Budda'nın heykeline tazimde bulunur Ona çiçek, buhur (tütsü) sunar Ayrıca her Buddist'in evinin bir köşesinde Budda'nın heykeli bulunur

Buddizm'de üç şeye önem verilir: Budda'nın heykelleri, Budda'nın hatıraları, Budda'nın altında ilhama kavuştuğu söylenen Bodhi Ağacı

Buddistlerce kutsal sayılan dört ziyaret yeri vardır: Budda'nın doğum yeri olan Lumbini, Bihar'da şimdi Bodhi Gaya denilen aydınlanma yeri, ilk vaazını verdiği Benares yakınındaki Geyik Parkı, öldüğü Uttar-Pradeş şehri Ganj nehri de kutsal sayılan yerlerdendir

Buddizm'de Sangha adı verilen rahipler teşkilâtının yeri ve önemi büyüktür Bekârlık, rahiplik hayatının temelini oluşturur Kadınlarda da, ahlâk, fazilet ve bilgelik esastır Cemaata giriş herkese açıktır Kâide dışı ilişkiler, cemaatten atılmayı gerektirir Bekârlık, en yüksek idealdir Buddist felsefesi, bütün kötülüklerin kaynağını cinsî tatminde görür Buddizmin ilk bin yıllık gelişmesinde evlenme küfür sayılmışsa da, zamanla evlenme konusunda bazı tavizler verilmiştir Buddistler, tesbihi kutsal görür Buddizm'in bazı inanç ve gelenekleri, mezheplere göre değişiklik gösterir Buddizm'de iki büyük mezhep vardır Mahayana (büyük araba,) Hinayana (küçük araba) (Tümer-Küçük, age, s 100-101)

Mahayana: Herkesin kurtuluşunu hedef aldığı için "büyük araba" anlamına gelen Mahayana adını almıştır Bu mezhep, Buddizm'i, Sangha'yı aşan, herkesin dini ihtiyaçlarına cevap veren, her çeşit insanın kolayca anlayabileceği ve takip edebileceği bir mezheptir

Hinayana: Kişinin kendisini kurtarmasını hedef aldığı için "küçük araba" adını almıştır Bu mezhep, Pali diliyle, Seylan ve Güney Asya'da yayılmıştır Hinayana Buddizm'i, bazı farklarla Burma, Tayland, Laos, Kamboçya ve Seylan'da daha yaygındır (Schımmel, age, s 200, 202; Tümer-Küçük, age, s 100-101)

Buddizm'de dini inanç ve ahlâki davranışları ifade etmek üzere şu kavramlar kullanılır:

Karma: Bir nevi sebep-sonuç ilişkisidir Kişinin davranışının, içinde yaşadığı kast diliminden değil, kendi iradesinden geldiğini ifade eder Karma fikrini ilk ortaya atan Budda değildir, fakat o, karma anlayışına ahlâkî bir yorum getirmiştir Şöyle ki: İyi şeyler iyi netice verir, kötü şeyler de kötü sonuç verir Bunlar ahlâki olgunluğun temel şartıdır (En Britannıca, IV, 355; Grimm, age, s 180)

Tenâsuh: Kişinin kötülükleri terkedip Nirvana'ya ulaşıncaya kadar çeşitli varlık şekillerinde yükselip alçalarak ölüm ötesinde hayatının devam edişidir Zihnî ve bedeni ihtiraslardan kurtulduktan sonra, artık tenâsuh (yeniden doğum) yoktur Karma tasavvuru, insanı, ahlâk emirlerine göre hareket etmeğe teşvik eder Dünyanın sonunda vuku bulacak olan bir kıyamete ve ilâhi bir muhakemeye inanmayan bir millet için karma prensibi bir nevi ilahi adaleti temsil etmektedir (Schımmel, age, s 235; Tümer Küçük, age, s 98)

Nirvana: Kişiyi aşırı istek, acı ve kederden kurtaran aşkın bir durumdur Onun hakikatı doğum ve ölüm alanını da aşar Bu durumda Nirvana; karma ve tenâsuh çemberinden, kısacası doğum ve ölümden kurtulmayı ifade eder "Sönmek, yok olmak" anlamına gelen bu kelime, gerçekte Budda felsefesinde günahsızlığın ve isteksizliğin verdiği akıl rahatlığı anlamında kullanılır (En Britannıca, IV, 355; Grimmi, age, s 227 vd Schımmel, age, s 242; Bayur, age, I, 47)

Maitreya veya Metteya (Gelecek Bir Kurtarıcı): Diğer dinlerde olduğu gibi Buddizm'de de, gelecek bir şahsiyetten söz edilir Budda, dini tamamlayamadığını, kendinden sonra Maitreya (Metteya), yani "âlemlere rahmet" bir kimsenin gelip bu işi tamamlayacağını söylemiştir (Brandon, age, s 157; Tümer-Küçük, age, s 101)

Ahmet GÜÇ

BUĞZ

Birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık beslemek, başkasına kin duymak, nefret etmek Kur'an-ı Kerîm' de yan anlamda "bağzâ" kelimesi kullanılır (Ali İmrân, 3/118; Mâide, 5/14, 64, 91; Mümtehine, 60/4)

Buğz, İslâm'a göre kötü huylardandır Buğz, müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerini zayıflatır, gevşekliğe yol açar İslâm toplumunun çözülmesine neden olur Halbuki insanlar arasında sevgi ve bağlılığı devam ettirmek esastır Onun için müslümanların birbirlerine kin beslemeleri, kin ve düşmanlığı, hiddet ve kırgınlığı meydana getirebilecek söz ve hareketlerden kaçınmaları gerekir Müslümanlar kendi aralarında edeble ölçü ve hesapla hareket etmelidirler Bunlar gözetildiği takdirde, karşılıklı sevgi doğar ve insanlar arasında kin vücuda gelmez

Enes b Malik (ra) Hz Peygamber (sas)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:

"Birbirinize karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize darılıp arka çevirmeyin Ey Allah'ın kulları birbirinizle kardeş olunuz (Kardeş sevgisi gösteriniz)" (Buharî, Edeb, 57-58; Müslim, Birr, 24-28, 30; Ebû Davûd, Edeb, 47)

Müslüman müslümana asla buğzetmez Buğzetmek ancak Allah rızası için, Allah düşmanlarına yapılabilir Zira Hz Peygamber (sas) şöyle buyururlar: "Allah için buğzetmek ve Allah için sevmek imanın alâmetlerindendir" (Buhârî, İman, 1; Ebû Davûd, Sünnet, 2; İbn Hanbel, V,146) Ayrıca müslümana karşı sevgi beslerken de ölçüyü kaçırmamak gerektiği gibi, buğzederken de bu ölçüyü korumak gerekir Yine Rasûlullah (sas):

"Sevdiğini ölçülü sev, olur ki bir gün ona kızarsın, buğz ettiğine de ölçülü buğz et olur ki bir gün onu seversin " buyurmaktadır (Tirmizi, Birr, 60)

Sezaî ÖZEL

BUHÂRÎ

(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri

Ebû Abdullah Muhammed b İsmâil b İbrâhim b el-Muğîre b Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî

Muğire b Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin aracılığıyla müslüman olmuştur Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir Buhârî'nin babası ve dedesi hakkında pek bilgimiz yoktur

Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h/21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da doğmuştur Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle anılmasına sebep olmuştur Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi Ahmed'le birlikte yetim kalmıştır Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir Babasından kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu On bir yaşında hadis öğrenmeye başladı Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca gitti Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle Mekke'de kaldı (210 h/825)

Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı İlim öğrenmek için Şam'a, Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti Bu amaçla altı yıl Hicâz'da kaldı Buhârî, hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı Şiirle de ilgilendi Ancak fazla şiir yazmadı Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok attı

Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler Onu övenler arasında büyük muhaddis İmam Müslim'de vardır Buna rağmen, Buhârî'nin üstünlüğünü çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar Bu dedikodulardan rahatsız olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti Burada da rahat edemedi Buhârâ emiri ile arası açıldı Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez İlim meclislerinin herkese açık olduğunu,isteyenin gelerek yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına hapsedemeyeceğini bildirir Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan sürer

Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider Hartenk köyünde bulunan akrabalarının arasına yerleşir Semerkand'lılar, Buhârî'den yararlanmak isterler Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasında bulunurlar Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar ancak bu arada hastalanır ve Ramazan Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h/31 Ağustos 869) Cenazesi, bayram günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e defnedilir

İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine sahipti Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ seviyesini denemek için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından önemlidir Gezileri sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine takılanlara, dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir O aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de şöhret bulmuştu

İnce yapıtı uzun boylu idi İhtiyarlığında çok halim selim görünüşlü olmuştu Sert yaratılışlı değildi Yumuşak huyluydu İlim konusunda çok dikkatli idi Dayanaksız konuşmak istemezdi Başkaları hakkında gayet yumuşak bir dil kullanırdı Derdi ki,

"Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (cc)'a kavuşmayı arzu ediyorum" Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh ettiği (zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler kullanmazdı Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)" derdi O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alınmaz)" terimidir

Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüştüğü şeyhler arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika, inanılır, akıllı bir muhaddistir İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur" Bazı âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (cc)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir" Necm b el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (sas) efendimizi gördüm Bir köyden çıkmış gidiyordu ve arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi O bir adım atınca Buhârî de bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (sas)'ın ayağını bastığı yere basıyordu Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu"

Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı İslâmî sınırlara uymada aşırı derecede titizdi Helâl ve haram konusunda duyarlı idi Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (cc)'ın rızasını, Rasûlullah (sas)'ın şefaatini kazanmaktan öte bir amaç taşımıyordu Babasından kalan mirası bile bu yolda harcamıştı Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah rızası için elini uzatıyordu Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi Gecenin bir kısmını uykuyla geçirirdi Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis tahric ederdi Yahut yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü Seherden önce uyanır, gece namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi

Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının sayısı binden fazladır Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini, senedi zayıf rivayetlere itibar etmediğini belirtir Hocalarının başlıcaları şunlardır:

Ahmed b Hanbel, Ali b el-Medinî, Yahya b Maîn, İsmail b İdris el-Medînî, İshak b Rahuyeh

Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz;

Mekkî b İbrahim el-Belhî, Muhammed b Selam el-Bikendi, İbrahim b el-Eş'as, Ali b el-Hasan b Şekîk, Yahya b Yahya, İbrahim b Musa el-Hafız, Şüreyc b en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b Abdullah el-Ensârî, Abdullah b Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî

Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır;

Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b Nasru'l Mervezî, İbni Ebi Dâvud, Müslim b Haccac ve en-Nesâi

Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la karışması söz konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı Sonraları Kur'an-ı Kerîm, kitap haline getirilip, çoğaltıldı orıa bir şeyin karışması engellendi Sahabe nesli bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş, değişik düşünceler ortaya çıkmıştı Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının yararlı olacağına inanıldı ve hadislerin tedvinine başlandı

Hadislerin toplanmasına Tabiun* döneminde başlanmıştır İmam Mâlik* (179 h/195) Hz Peygamber (sas)'in hadislerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir İmam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalışmalar yapıldı

Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadır Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte bulunması, ikincisi de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır

Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince sahih olduğu sabit olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin kaynaklarını bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmiştir İmam Buhârî ayrıca bu eserle kendisinden önce yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin sağlam olduğunu, hiç birinin kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu Ondan sonra gelen muhaddisler, hadis çalışmalarının sınırlarını az çok belirlemiş oldular İlim adamları Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler

Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koyduğu gerçekleri ve şartları kabul ettiler, örnek aldılar O, hadiste odak ve hareket noktası olarak değerlendirildi

Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı Eserine aldığı hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti Sahih hadislerin dışında kalan diğer hadisleri eserine almadı Eserin kabarmasını önlemek için sahih hadislerin bile bir kısmını almamıştır Câmiu's-Sahih'te yer alan hadislerin sayısı yedibinikiyüzyetmişbeştir Bazı hadisler değişik kitaplarda geçmektedir Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört bin'dir

Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her kitap da kendi arasında bâblara ayrılmıştır Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadislere yer verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz davranılmıştır Râviler birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür Hadisleri bazı titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları reddetme çığırını açan Buhârî olmuştur O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadisleri zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam etmişlerdir Sahih hadis kitabı yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizliği ileri götüren olmamıştır Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olması onun İslâm ümmeti arasında müstesnâ bir şöhret ve güven kazanmasına sebep olmuştur

Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler vardır Buhârî, hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır Hayatı seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık çalışmasının mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir

Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı doksanyedi, bâbların sayısı üçbindört yüzelli kadardır Üç râvili hadislerin sayısı da yirmi ikidir Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır Ancak aynı senet ve aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin sayısı yirmi üç kadardır Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adı verilmektedir İkisine birden "Sahihayn "* denilir Diğer dört hadis kitabına da "Sünen "*, altı hadis kitabının tümüne birden "Kütübü Sitte"* denilmektedir

Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve üzerinde çalışmalar yapılmıştır En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir

Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır:

Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir Sahasında ilk yazılanlardandır Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken Rasûlullah (sas)'ın kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basılmıştır

Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır Bazı yazma nüshaları mevcuttur İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmıştır

Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir 1325 yılında Zuafâü's-Sağîr ile birlikte Hindistan'da basılmıştır

Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır

et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir

et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden bahseder

Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir Haydarabad'ta 1360 yılında basılmıştır

Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir İstanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır

Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili bir risâledir Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır

Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında okuma hakkında yazılmış bir risâledir Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam adıyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de basılmıştır

Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır 1306'da Delhi'de basılmıştır

el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir eserdir

Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur Bunlardan başka kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait olduğu zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün:

Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir, Kitabü'l Hibe, Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Bunak

Zekânın, zihnin ve aklın görevini yapamaması sonucu meydana gelen hastalığa yakalanan kimse, ma'tuh

Dokuların özelliğini kaybetmesi sonucu bu hastalar bazen deli, bazen akıllı gibi hareket ederler Unutma olayı artar, yeni bilgiler zihne zor yerleşir

Bunama, ehliyeti daraltan özellikler arasında yer alır Bunaklar mümeyyiz çocukları andırırlar Ehliyet bakımından da onlar gibidirler (Mecelle, Madde, 978)

Bunak veya fıkhî tâbiriyle Ma'tuh, alış-veriş gibi feshedilebilecek veya batıl olacak bir tasarrufta bulunamaz Ma'tuh'un alış-verişi batıl ve geçersiz kabul edilir ise yaptığı akidlerde meydana gelecek zarar ve ziyanı yüklenir (Mecelle, Ali Haydar Şerhi, madde: 960) Böyle bir durumda meydana gelen zararlar ma'tuh'un malından alınır, ona tazmin edilir Çünkü Ma'tuh bütün işlerinde mahcur kabul edilmiştir Fakat bir başkası Ma'tuh olan birine bir mal satıp veya kiralasa, rehin veya borç para verse, onunla bir ortaklık kurmak üzere bir sermaye teslim etse, bunak kimse de bunları telef ettiği takdirde ona tazmin ettirilmez N Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VII, 271 vd) Yalnız ma'tuh tasarrufta bulunmak isterse bundan kimse onu alıkoyamaz Ma'tuh'un velisi çocuk iken ona velâyet edenlerdir Başka bir görüşe göre ise bunakın velisi devlet yahut devletin temsilcisi olan kadıdır Bunak alış-veriş ederken velisi onu görüp de engel olmazsa bu alış-veriş geçerlidir Fakat bundan bir zarar söz konusu olursa malından tazmin edilir

Bunaklar bütün hallerinde çocuklar gibidirler Çocuklar için İslâm'ın koyduğu hükümler ve özellikle mahcuriyetleriyle ilgili olarak belirlenen prensipler aynen bunaklar için uygulanır Velileri onların mallarından zekâtlarını verir, kurbanlarını keserler

Şâmil İA

BURAK

"İsrâ" hâdisesinde Cebrâil (as) tarafından getirilen ve Hz Peygamber'in bu mucize sırasında bindiği hayvanın adı

Hz Peygamber'in en büyük mûcizesi, hiç şüphesiz Kur'an'ı Kerîm'dir Fakat Hz Peygamber, Kur'an dışında, diğer peygamberler gibi bazı mûcizelerde göstermiştir Bu mûcizeler içinde en büyüklerinden biri de, İsrâ* ve Mirac* hadisesi olduğu kesindir İsrâ hadisesi, yani Mescid-i Aksâ'*dan Mescid'i Haram*'a kadar olan yolculuk İsrâ suresi 1 ayetinde şöyle açıklanır: "Kulu (Muhammed)'i bir gece, ayetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye, Mescidi Haram'dan alıp çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ'ya kadar götüren, Allah, her türlü eksikliklerden münezzehdir, uzaktır Şüphe yok ki, o her şeyi işiten, her şeyi görendir " (17/1)

Bu ayette de anlatıldığı gibi Hz Peygamber (sas) Mescid-i Aksâ'ya bir gecede getirilerek, buradan da yüksek makamlara çıkarıldı Kendisine çok harikûlâde haller ve şeyler gösterildi

Kısaca anlattığımız bu yolculuğun ilk bölümünü Hz Peygamber "Burak" denilen ve manevî binekle yapmıştır (Müslim, İman, 259) Çeşitli rivayet ve tarihî bilgilere göre, bu binit, katırdan küçük, merkepten büyük beyaz renkli çarptığında ayaklarını hızlandıran, uyluğunda iki kanadı olan ve adımını gözünün gördüğü mesafenin biraz daha ilerisine atabilen bir hayvandır (İbn Sa'd, Tabakat, I, 214; Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 66; Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, I, 381) Burak ismi ona, renginin son derece parlak olması sebebiyle veya hızı şimşeği andırdığı için verilmiştir (İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 120; Nevevi, Şerhu'l-Müslim, II, 210) Yine bazı İslâm tarihleri, sözkonusu bineğe Hz Muhammed (sas)'den önceki bazı peygamberlerin de bindiği (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebevi, Mısır 1952, II, 397), meselâ Hz İbrahim (as) Burak'a binip önüne Hz İsmail'i, terkisine de Hz Hacer'i bindirerek Mekke'ye getirdiği bu rivayetler arasındadır (İbn Sa'd, Tabakât, I, 150; Köksal, M Asım, İslâm Tarihi (Mekke devri) İstanbul 1981, 350-351)

Talat SAKALLI

BURÇ, BURÇLAR, BURÇ FALI

Yüksek köşk, kalenin yuvarlak dört köşe veya çok köşeli sıkıntısı

Herkesin gözüne çarpacak şekilde açık ve belli olan şey Güneş sisteminde bulunan oniki takım yıldızdan her birine verilen isim Bundan dolayı köşke de burç denmiştir Terim olarak ise, "gökteki bir takım yıldızlara ve yıldız kümelerine burç" denir Burçlar on iki adettir Bunların altısı kuzeyde, altısı da güneydedir Gök bilimciler yıldız kümelerini, her ayda ve mevsimde göründükleri şekillere göre isimlendirmişlerdir Buna göre burçların isimleri ve tekâbül ettikleri aylar şunlardır:

1) Koç (hamel) burcu, 21 Mart-19 Nisan 2) Boğa (sevr) burcu, 20 Nisan-20 Mayıs 3) İkizler (cevzâ) burcu, 21 Mayıs-21 Haziran 4) Yengeç (seretân) burcu, 22 Haziran-22 Temmuz 5) Aslan (esed) burcu, 23 Temmuz-22 Ağustos 6) Başak (sünbüle) burcu, 23 Ağustos-22 Eylül 7) Terazi (mîzân) burcu 23 Eylül-23 Ekim 8) Akrep (akrep) burcu, 24 Ekim-21 Kasım 9) Yay (kavs) burcu, 22 Kasım-21 Aralık 10) Oğlak (cediy) burcu, 22 Aralık-19 Ocak 11) Kova (delv) burcu 20 Ocak-18 Şubat 12) Balık (hût) burcu, 19 Şubat-20 Mart

Yılın her ayında güneş bu burçlardan birine girer Güneşin Koç burcuna girmesiyle ilkbahar; Yengeç burcuna girmesiyle yaz; Terâzi burcuna girmesiyle sonbahar; Oğlak burcuna girmesiyle kış başlar

Türk Edebiyatında, hangi mevsimde hangi burcun bulunduğu şu şiirle açıklanmıştır:

"Hamel ü Sevr ile Cevza'da gelir fasl-ı bahar

Seratân ü Esed ü Sünbüle'dir yaz'a medar

Tuttu Güz faslını Mizan ile Akrep dahi Kavs

Cedi vü Delv ile Hut kıldı Zemistanda (kış'ta) karar"

Burç Falı

Fal, lügatta; "uğurlu saymak" anlamındadır Terim olarak, "çeşitli usullerle, bilinmeyenden ve gelecekten haber verme ve kişilik okuma sanatı"dır Burç falı ise, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir Gelecek zamanda vukû bulacak olayları haber vererek gayb* sırlarını bildiğini iddia edene falcı denir Falcılık*, çok eski devirlerden beri bazı insanlar tarafından revaçta olan bir husustur Özellikle daralan insanlar için gelecekten haber verme işi son derece caziptir Geleceğin kesif karanlıkları içinde saklanan mukadderatı görmeğe beşer zekâsı yetmediğinden mukadderatın tayini için insanlar böyle bir takım hurâfe ve boş vasıtalardan yardım isteyegelmişlerdir Yirminci asrın sonlarında özellikle ekonomik yönden gelişmiş milletlerin insanları arasında da kehânete inananlar ve kehâneti sanat edinenler az değildir (Kâmil Miras, Sahih-i Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, Ankara 1974, VI, 543) Bizde de kendini aydın sanan bir takım gazete mensupları her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında bir takım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiç bir ilmî dayanağa sahip değildir Ayrıca bu asılsız yorumlar okuyucuların ruhî dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir

Falcılık İslâm'da kesinlikle yasak edilmiştir Gayb'dan verdiği haber konusunda kâhini tasdik etmek küfürdür (Sâdeddîn et-Taftâzânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu'l-Akâid), Terc, Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, 353) Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse gider de verdiği haber konusunda kâhini tasdik ederse, Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur" (Tirmizî, Tahâret,102; İbn Mâce, Tahâret, 122; Ahmed İbn Hanbel, II, 408)

Geleceği (gaybı) Allah'tan başka hiç kimse bilemez "De ki: göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) "Gaybın anahtarları onun katındadır Onları ancak O bilir" (el-En'âm, 6/59) Bu ve benzeri ayetler, gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine delâlet etmektedir

İslâm âlimleri, sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan bilerek onlardan bir takım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir (Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 5207)

Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için istihâre* yapması meşrûdur sünnettir Bunun, İslam'da yasak edilen falcılık ve kehânetle hiç bir ilgisi yoktur

Mehmed BULUT

BURHAN

Huccet, delil, ispat aracı Kelâm ilmi açısından "delil", "bizi, bir konu hakkında müsbet veya menfi hüküm vermeğe götüren şeydir" Delil birkaç bakımdan taksime tabi tutulabilir Bu taksimlerden biri delilin aklî ve naklî bölümlere ayrılmasıdır Aklî delil* bütün mukaddimeleri (öncülleri) akla dayanan delildir: Meselâ, âlem değişkendir her değişken hâdistir (sonradan olmadır) gibi Şayet delilin mukaddimeleri tamamen naklî ise, delil de naklîdir: Allah'ın emrini terkeden asîdir Zira Kur'an'da: "Emrime asî mi oldun?" (Taha, 20/93) buyurulmuştur Her asî Cehennem'liktir "Allah'a ve Rasûlüne asî olan için Cehennem ateşi vardır" (el-Cinn, 72/23) buyurulmaktadır Naklî delil* ise bir bakıma aklî sayılır Çünkü nakli tebliğ eden zatın (peygamberin) doğruluğunu yine akıl ile ispat ederiz O halde sırf aklî delil ile aklî-naklî delil vardır Başka bir taksime göre delil kat'î* veya zannî* olur Medlûlünden (bildirdiği şeyden) muhalif ihtimalleri kaldıran delile kat'î; her türlü ihtimali izale edemeyen delile de zannî delil denir İşte aklî delil, kat'î olursa burhan adını alır Mukaddimeleri kesin (yakîn) olan delile burhan adı verilir Burhan, cedel (diyalektik) ve münakaşalara dayanıklı bir delildir "Alem değişkendir, her değişken hâdistir" delili bir burhandır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi- Giriş, İstanbul 1981, 72-73)

Burhan, yakîniyattan meydana gelen bir kıyastan ibarettir Yakîniyat denilen şeyler, bir kıyasın mukaddimelerini teşkil eder Eğer bu mukaddimeler başlangıç olarak aslen yakîniyattan ise bunlara zaruriyat denir Eğer dolaylı olarak yakîniyattan ise, bunlara da nazariyat adı verilir (Ömer Nasûhi Bilmen, Mülehhas İlm-i Tevhîd Akâid-i İslâmiyye, İstanbul 1973, 8)

İşte bu yollarla varılan neticelere, yakîn ve kesin bilgi veren Burhanî deliller denir

Burhanî delilleri ancak âlimler anlarlar Bu sebeple, muhatabın anlayacağı bir şekilde ifade etmek gerekir İnsanların daima büyük çoğunluğunu teşkil eden avam, burhânı anlayamaz Onlar ancak iknaî delilleri kavrayabilirler Kur'an-ı Kerîm her tabakadaki insana hitap ettiğinden, hem burhanî hem iknaî (hatabî) deliller ihtiva eder Bazı âlimler, bütün Kur'an delillerinin burhan olduğunu kabul ederler (Dr Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları Tevhîd ve İlm-i Kelâm, Ankara 1984,104; B Topaloğlu, age, 73)

Burhanî delillerin muhtelif türleri vardır:

a) Burhan-ı Temânu': Allah Teâlâ'nın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir

Her sağduyu sahibi bilir ki ulûhiyet (ilahlık) sıfatıyla nitelenen ve vücûdu (varlığı) zatının gereği bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve üstünlük sahibidir Bu hal ilâh olan varlığın tabiatı icabıdır Aksi halde o, tam bir ilâh sayılamaz Bu sıfatlarla nitelenen, her bakımdan birbirine eşit iki ilâh bulunduğu farzedilirse, yaratmakta ve hükmetmekte "tek" ve "rakipsiz" olmaları tam bir ilâh olmanın tabiatı icabı olduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır Buna rağmen, bu niteliklerde ve birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında ihtilaf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır O halde böyle bir ihtilaf sonunda, meselâ ilâhlardan biri bir şeyin olmasını; diğeri de olmamasını istese ve dilese aklen biliriz ki mutlaka şu üç ihtimalden biri olacaktır:

1 Ya her iki ilâhın da dilediği olacaktır

2 Veya her iki ilâhın dilediği de olmayacaktır

3 Yahut da ilâhlardan birinin istediği olacak, diğerininki olmayacaktır

Halbuki bu ihtimallerin her biri aklen muhaldir, batıldır Çünkü her iki ilâhın istekleri de olsa; bir anda bir şeyin hem olması hem de olmaması, yani varlık ve yokluk gibi iki karşıtın bir araya gelmesi gerekir ki, bunun imkânsız olduğu, mantık ilmi esaslarındandır

Her iki ilâhın da istekleri olmasa; bir anda hem olma (vücud) hem de olmamadan (âdem) mahrum kalması (karşıtların kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıken mümkün değildir

Eğer, üçüncü ihtimal gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerinin ki yerine gelmezse, arzusu olmayan ilâh âciz olur, aciz olan ilâh olamaz

Bütün bu ihtimallerin batıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de batıl olur Öyle ise, bu nazariyenin karşıtı olan tek ilâh nazariyesi doğrudur, gerektir O halde ilâh birdir o da Allahu Teâlâ'dır

b) Burhan-ı Tevârüd: Bu da Allah'ın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir

Eğer yerde ve gökte birden fazla ilâh olsaydı bu âlem:

1 Ya bütün ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücuda gelmiştir

2 Veya her biri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır

3 Yahut da ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur

Fakat bu aklî ihtimallerin üçü de batıldır Çünkü:

Birinci ihtimale göre; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi tek başına yaratmağa kâfi gelmediğinden, ortaklaşa yarattıkları anlaşılır Bu da, ilâhların hepsinin aciz ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder Çünkü ilâh olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl (yetkinlik) ile muttasıf bulunmak şarttır Aciz olan ilâh olamaz O halde bu ihtimâl batıldır

İkinci ihtimale gelince; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi bağımsız olarak tek başına yaratmağa yeterli olduğundan, herbiri tam bir etkili kuvvet ve bu âlemin yaratıcısı olur Böyle olunca bir eserin iki veya daha fazla müessirden meydana gelmesi, yani bir malûl üzerine iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin tevarüdü (birbiri arkasından gelmesi) gerekir Bu ise batıldır Çünkü bu, hasıl olan bir şeyin tekrar tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası mutlaka lüzûmsuz olur Lüzûmsuz olan ise ilâh olamaz

Üçüncü ihtimale göre; eğer bu âlem ilâhlardan yalnız birinin irade ve kudretiyle meydana gelmiş, diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa; tercih edici olmadan tercih gerekir Bu ise batıldır Çünkü ilâhların hepsi kemâl ve kudrette eşittir O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da diğeri yaratmadı? Yaratıcı niçin bu ilâh da öbür ilâhlar değil? Müreccihsiz (tercih edicisiz) tercih, aklen fasittir, batıldır Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar devre dışı kalacaklarından, aciz, dolayısiyle zaid ve lüzûmsuz olurlar Halbuki, bu ihtimallerin hepsi batıldır Bütün bu ihtimaller batıl olunca, çok ilâh nazariyesi de batıl olur

Görüldüğü üzere bu delil Allah'ın birliğini ispat eden kuvvetli bir delil ve burhandır (Dr A Arslan Aydın, age, 282-286)

c) Burhan-ı Tatbîk: Teselsül, her birinin varlığı daha öncekinin varlığına bağlı olarak birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı varsayılan sonsuz bir silsiledir Sonsuz olduğu ileri sürülen olaylar silsilesinin, sonlu olduğu, dolayısiyle teselsülün batıl ve muhâl olduğunu ispat eden aklî ve mantıkî delile burhan-ı tatbîk denir (Dr Ali Arslan Aydın, age, 99-100)

Ahmet ÖZGEN

BURÛC SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in ****enbeşinci suresi Mekke'de nazil olmuştur Yirmiiki ayet, yüz dokuz kelime ve dörtyüzellisekiz harften ibarettir Fasılası, cîm, dâl, kâf, râ', be, tı ve zı'dır

İsmini, birinci ayetinde geçen "burûc" (burçlar) kelimesinden almıştır: "Andolsun içinde burçları bulunan göğe!" ( 1 )

Burçlardan maksat, gökteki oniki burç olabileceği gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasında birinden diğerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir Bilindiği gibi bu gök cisimleri, seyirleri esnasında, yörüngelerinden asla sapmazlar Bunlara yemin edilmekle, dikkatler olayın önem ve büyüklüğüne çekilmek istenmektedir

"Va'dolunan kıyamet gününe andolsun!" (2)

Burada da Cenâb-ı Allah, insanların dikkatini kıyamet gününe çekmekte ve yeryüzünde işlenen bütün fiillerden hesap soracağını hatırlatmakta ve mazlumların hakkını zalimlerde bırakmayacağını, halledilmemiş davaları o büyük güne bıraktığını bildirmektedir

"Şahitlik edecek ve hakkında şahadet edileceklere andolsun!" (3)

Sure, bu kasemle; kıyamet gününde, bütün mahlukatın hazır bulunacağı o dehşetli günde,olacak her şeye herkesin şahit olacağını vurgulamaktadır Kimi zalim, kimi mazlum, kimi alacaklı, kimi borçlu olarak

Bu kısa sûure, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu "Ashab-ı Uhdüd" oluşturuyor İslâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler Fakat müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler Bunun üzerine, inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar Topladıkları büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar Eğlenmek maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler Halbuki yakılanlar kendileri gibi insandırlar Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar

Kur'an, bu olayı şöyle dile getirmektedir:

"Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurmak onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı çıksın " (4-7)

Kimdir müminleri ateşe atarak yakan bu zalimler? Yüce Rabbimiz bunu bildirmiyor Peki müminlerin suçu nedir? Niçin ateş azabı gibi can yakıcı bir işkence ile öldürüldüler?

"Bu inkarcıların iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır Allah her şeye şahiddir " (8-9)

" Fir'avn ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mümin: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, dediği için mi öldüreceksiniz? dedi " (el-Mü'min, 40/28)

Evet, müminlerin bir tek suçu vardır O da Allah'a iman etmeleridir Tarih boyunca, münkirlerin müminlere işkence etmeleri, onları can yakıcı eziyetlerle öldürmeleri hep aynı sebeptendir Geçmişin Fir'avnları, Nemrutları, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep aynı sebepten inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar

"Muhakkak ki iman etmiş erkek ve kadınları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır Yakıcı azab da onlaradır " (10)

Zâlimler, müminlere yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe etmez ve zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Cehennem azabı vardır, can yakıcı azab da onlaradır" Dünyada iken müminlere uyguladıkları azabın kat kat daha acısını tadacaklardır

Sure, inkârcıları bu şekilde tehdit ettikten sonra, Allah'ın razı olduğu iyi ameller işleyen müminlere Cennetler vereceğini şöyle açıklamaktadır:

"Şüphesiz yararlı işler işleyenlere, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır İşte büyük kurtuluş budur " (11)

Bu büyük müjde, müminlerin kalblerine huzur vermesinin yanında; tarih boyunca karşılaşacakları işkence ve zorluklara karşı dayanma gücü kazandırmaktadır

Surenin bir diğer ayeti zalimlere şöyle seslenir:

"Doğrusu Rabbimin yakalaması amansızdır " (12) Yani sizin gücünüz Allah'ın gücünün yanında hiçtir Asıl şiddetli yakalayış, yerin ve göklerin mâliki Cebbâr olan Allah'ın yakalayışıdır Yine de:

"Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur " (14-15)

Allah "Şedîdü'l-ikâb" (cezalandırması acı) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve mağfiret sahibidir Eğer zalimler zulümlerini terkedip tövbe ederlerse bağışlayabilir onları

"O her dilediğini mutlaka yapandır " (16)

Bazen dünyada zalimlerin yakasına yapışır, bazan da onları vâdolunan güne bırakır Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır

" Fir'avn ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?" (17-18)

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Allah, Firavn'u da Semûd'u da ordularıyla birlikte helâk etmişti Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir

"Doğrusu kâfirler, hep (Allah'ın emir ve hükümlerini) yalanlama içindedirler Halbuki Allah onları ardlarından, kuşatmıştır " (19-20)

Zavallı kâfirler ise bunun farkında değillerdir Farkına varınca da iş işten geçmiş olacaktır Sure şöyle sona ermektedir:

"Ey Habîbim! Doğrusu sana vahyedilen bu kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Şanlı bir Kur'an'dır " (21-22)

Allah kelâmı Kur'an, mahiyetini bilmediğimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanların dokunmasından korunmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (B)

Eski 11-04-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (B)



Bülûğ, Bülûğa Erme

Yetişmek, ulaşmak, ulaştırmak, kararlaştırılan bir iş, yer ve zamanın nihayetine ermek İnsan hayatının devrelerinden olan çocukluk çağının sona erip, olgunluk (erginlik) çağının başladığı nokta Yaş ile ilgili olarak bülûğ çağına erme ifadesi Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir

İnsanın dünya hayatı merhalelerinden bahseden bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur "Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz Sonra gücünüze ermeniz için (sizi büyütüyoruz) içinizden kimi (çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki bilirken birşey bilmez hale gelsin " (el-Hâc, 22/5)

Ayette bildirildiği gibi, insan tabii ecelin daha evvel gelmemesi halinde çocukluk, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarını geçirir Yine Kur'an, henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların soyunma ve yatma vakti olan üç vakitte yatak odalarına izinsiz girmemelerini (en-Nûr, 24/58), bildirerek çocukluk çağından bahseder (Bülûğ çağı için bk Kur'an, 6/152,12/22,18/82, 28/14, 37/102, 40/67, 46/15)

İnsanın bir emir veya yasakla sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle akıllı ve çocukluk devresinden kurtulup bâliğ olması şarttır İslâm'da "ef'âl-i mükellefîn*, sorumluluk durumunda olan kimselerin yapmaları veya yapmamaları gereken bir takım emir ve yasaklar vardır Bunlar; farz, vacip, sünnet, müstehab helâl, mübah, mekruh, haramdır Müslümanlar da bunlardan bir kısmını yapmakla,bir kısmını da yapmamakla yükümlüdürler Bu yükümlülükler, büluğ çağı dediğimiz yaşa gelince başlar Bu nedenle İslâm'ın bülûğ çağı ile çok yakından ilgisi vardır Bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz: erkek çocuklarda oniki yaşın bitimidir Son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde erkeklerde onsekiz; kızlarda da onyedi yaştır Artık erkek onsekiz, kız da onyedi yaşına gelince bülûğa ermiş sayılırlar Ancak kız veya erkek, bülûğa erme sınırının son yaşlarına gelmeden, uykuda veya uyanıkken ihtilam olurlar, menileri gelir veya kadın ve erkek evlenmeleri halinde biri hamile kalmaya, diğeri de hamile bırakmaya müsait duruma gelirlerse, artık bülûğa ermiş sayılırlar (Mecelle, mad 985) Yukarıda saydığımız bülûğa erme sıfatları genellikle kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşlarında meydana gelir İklimin sıcak olduğu bölgelerde yetişme daha erken olacağından, bu özellikler daha erken yaşlarda da görülebilir Bu özelliklerin görüldüğü andan itibaren de İslâmî sorumluluklar başlar Bu yaşa gelmeyenlere İslâmî sorumluluk yüklenmemiştir (Tecrid-i Sarîh, I, 80) İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, gerek erkek, ve gerek kızlar için bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır (Mecelle, mad 987) Hanefî mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde bülûğ yaşının son sınırı onbeş, Mâlikî mezhebinde onsekiz yaş olarak belirlenmiştir

Bazı insanlarda erkek ve kadın tenasül uzuvları aynı nisbette vardır Bunlara "hünsa-i müşkil" denir Bunlarda bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır Bülûğ yaşının son sınırına gelmeden evvel kız ve erkekte meydana gelen ihtilam olma, meni gelme ve hayız olma halleri, bülûğa ermenin alâmetleridir Bülûğ çağına eren kız ve erkek gusül, abdest, namaz, oruç, malî imkânlar müsait ise hac* ve zekât*, erkekler için cuma* ve bayram namazları* gibi vecibeleri, kendi malında tasarruf hakkı ve diğer dinî sorumlulukları yerine getirmek zorundadırlar Bu yaşa gelen çocuklar, ebeveynlerinin ve büyük kardeşlerinin soyunma odalarına giremezler, ayn cinsten kardeşler bir yatakta yatamazlar, ayrı cinsten nikâhlanmaları yasak olmayan kimselerle yalnız başlarına kalamazlar Hz Peygamber (sas):

"Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı emrediniz; on yaşına geldikleri halde kılmazlarsa -incitmeyecek şekilde- dövünüz" (Ebû Davûd, Salât; 26) buyurmuştur Bülûğ yaşının başlangıcına geldiği halde henüz bâliğ olmayan şahsa hakikaten veya hükmen bâliğ oluncaya kadar erkek ise "mürahik* ", kız ise "mürahika" denir (Mecelle, mad 986)

Cengiz YAĞCI

BÜYÜ

Din ile ilgisi olmayan dualar ve hareketlerle ruh üzerine tesir yapmak Buna Arapça'da "sihir" adı da verilir Bir insanı istenilen şeyi yapmağa sevk eden gizli kuvvet, tabiata aykırı haller vücuda getiren etkiler Bunları yapanlara "büyücü" denilir Büyüyü şöyle tarif etmek mümkündür Herhangi bir çıkar uğruna başkasına zarar vermeye yönelik meşru olmayan yollarla bir takım gizli kuvvetleri yönlendirerek yapılan ve gerçeğe uymayan gözbağcılık, düzenbazlık, oyunculuk şeklindeki işler Gözbağcılık, düzenbazlık gibi oyunlarla insanları aldatan kişiye büyücü, bu kişilerin yaptığı işe büyü, bu işin meslek haline getirilmesine de büyücülük denir Büyücülük, İslâm'dan önce Araplar'da, Rumlar'da, Hintliler'de, Mısırlılar'da yaygın idi Özellikle Hz Musa zamanında büyücülük itibarlı bir meslek idi Hz Süleyman zamanında da yaygındı Büyünün kendine göre özellikleri ve çeşitleri vardır

Kara büyü: Asıl sihir bu olup bazı kimseler, perilerin ve özellikle şeytanların müdahalesiyle, tabiatüstü bir takım fiiller yapabilecekleri iddiasındadırlar

Mecaz yoluyla büyü: Anlaşılamaz, akıldan hariç şey demektir

Beyaz yahut (tabii) büyü: Zahiren acaip, fakat aslında tabii sebeplerle meydana gelmiş bir takım fiiller yapmak sanatıdır Hokkabaz kuleleri gibi

Büyü, muhtelif kavimlerde mevcuttu Keldânîler'de, Keldânî büyüsü, her yere dağılmış olan perilerin tabiat hadiselerini vücuda getirdikleri itikadına dayanıyordu Bazı yaratıklar şeytanî bir kuvvetle mücehhez idiler Bununla beraber, bu kuvvet erkekten ziyade kadında bulunuyordu Cadılar ve şeytanlar insanların bedenine girmek gücüne sahip idiler

Mısır'da, Musa (as)'dan evvel Mısırlılar, kanunen caiz olan bir büyü kabul ediyorlardı Bununla beraber kanunen yasak olan büyünün her türlü icra usullerini daha az bilmez değillerdi Sihirbazların hayata ve ölüme tasarruf ettiklerine, iyi veya kötü cinleri yardım için çağırma gücüne sahip olduklarına ve tabiat kuvvetlerini diledikleri gibi kullanabileceklerine inanıyorlardı

Uzak Şark'ta büyüye gelince: Çinliler büyünün her türlüsüne karşı derin bir alâka besliyorlardı Konfüçyüs'ten önceki dönemlerde Wu denilen bir tür cadı, devletin sosyal yapısında resmi bir mevki sahibi idi Büyü usulleri arasında geleceği bilerek geleceğe ait hususları söylemeye, cinleri uzaklaştırmaya çalışıyorlardı

Yunan-Roma büyücülüğü de şöyle idi: Görünmez kuvvetleri beşerin iradesine mahkûm kılmak sanatı, Yunan-Roma medeniyetinde Şark'ta olduğundan daha az rağbet bulmuş değildi Yunan sihirbazları daha çok kendilerine hizmet edebilecekleri ümidiyle yabancı ilâhlara müracaat ediyorlardı Tesalya kıtası gizli sanatlara mensup en meşhur adamları yetiştirmekle meşhurdu Büyü, imparator Ogüstüs zamanında, büyük bir ehemmiyet kazanmıştı

Yahudilik'te sihre itikat pek revaçta idi Perileri davet etmek, şeytanları insanın iradesine mahkûm kılmak, her türlü harikalar, hulâsa medeniyette şöhret bulmuş itikatların bütünü Yahudilik'te mevcuttu Yahudiler büyü formüllerinde, eski zamanlardaki geleneklerden yahut yabancı dinlerden gelen cin ve peri isimlerini almışlardır

İslâm toplumlarında sihir: Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den, İranlılar'dan, Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır Tütsü, tılsım, muska, cadılık, fala bakmak vs hep oralardan gelmiştir Müslümanlar cinlere inandıkları için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu Rasûlullah (sas) "isabet-i ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı rukyayı yani duayı caiz görmüştür Fakat büyü ile Hz Peygamber'in (sas) duası arasında hiçbir ilişki yoktur Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve harflerin suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar

Batı dünyasında büyü: Bütün milletlerin arşivleri tetkik olununca, büyüye müteallik bu türlü inançlara rastlanır Keltler, Tötonlar, İskandinavlar, Finler, Doğu milletleriyle bu konuda bir çok esaslı benzerlikler göstermektedirler Bugün akıl ve mantığın ilerlemesiyle büyünün ortadan kalktığına inanmak pek cesur bir davranıştır

Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir Kâfirler, kendilerini haklı çıkarabilmek, Allah'ın elçilerini yalanlamak için onları büyücülükle, büyü yapmakla suçlamışlardır Büyücülükle suçlananlar arasında Hz İsa (es-Sâf, 61/6); Hz Musa (ez-Zuhruf, 43/49); (ez-Zâriyat, 51/39), Hz Süleyman (el-Bakara, 2/102), Hz Muhammed (el-Hicr, 15/6) zikredilmektedir Başka bir ayette, inanmayan kişilerin bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları görülmektedir (ez-Zâriyat, 51/52) Hz Peygamber (sas) bir hadisinde yedi şeyden sakınınız" buyururken ikinci sırada "sihir yapmayı" zikretmiştir (Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144) Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir (Nesâî, Tahrim 19) Büyüye inanan kişinin Cennet'e giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II, 83; IV, 399) belirtilmiştir

Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir (Ebû Davûd, Tıp, 21)

Şâmil İA

BÜYÜK GÜNÂHLAR (KEBÂİR)

Allah'ın emirlerine aykırı davranış, kötü amel, isyan, karşı gelme, suç, kabahatlerin büyükleri İslâm literatüründe bu tür fiillerin bir kısmı büyük günah, bir kısmı da küçük günah olarak adlandırılır Bu tabirin geçtiği ayetlerde şöyle denilmektedir: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız " (en-Nisâ, 4/31)

"Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman onlar, affederler" (eş-Şurâ, 42/37)

"O (muhsin ola)nlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler " (en-Necm, 53/32)

Aynı ifadenin geçtiği hadislerden bir kısmında ise Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

Abdullah b Mes'ud anlatıyor: Rasûlullah'a "Allah indinde en büyük günah nedir?" dedim "Seni yaratan Allah'a Şirk koşmandır" buyurdu

"Bu gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim "Seninle beraber yemek yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını öldürmendir " dedi "Ondan sonra nedir?" dedim "Ondan sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu

Yine Abdullah b Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra şu ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir

"Allah'ın (halis) kulları o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmezler; meğer ki hakla ola Zina da etmezler Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarptırılır " (el-Furkan, 25/68)

Abdurrahman b Ebû Bekr, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor:Rasûlullah (sas)'ın yanında idik Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı Şahitliği yapmak " (Buharî, Edeb 6; İman, 16)

Başka bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden kaçının" Bunlar nedir yâ Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk koşmak; sihir yapmak; Allah'ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak: namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak; haksız yere adam öldürmek; temiz bir kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak; düşmana hücum esnasında firar etmek; sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman ana babaya asî olmak; emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle aileye karşı doğruluğu terketmektir " Diğer hadislerde yukardaki maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de ilâve edilmiştir (Buhârî, Vasâya 23; Müslim, İman 141-146; Ebû Davûd, Vasâya 10)

Kebâir kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukardaki hadislerde bildirilen fiillerin dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve hadisler doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın şartlarını terketmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten ayrılmak gibi İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük günah"ları şöyle tarif etmişlerdir:

İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak ettiği her şey büyük günahtır Ayrıca büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: Allah'ın Cehennem, gazap, lânet, veya azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür Diğerleri küçüktür" Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır

Ebû Amr İbn Salâh'a göre: "Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan her günah büyüktür" Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır

"Şer'i cezayı icab ettirmek; Cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fasık denilmek; lâ'net olunmak"

Cumhûr-ı ulemaya göre; günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır Beş vakit namaz, Ramazan orucu, hac, umre, abdest gibi hayırlı amellerin kendilerine keffaret olabileceği günahlar "küçük günah"; bu tür ibadetlerin keffâret olamadığı günahlar ise "büyük günah"lardır Mesela: "İki umre, aralarında yapılan günahlara keffarettir (Ahmed İbn Hanbel, II, 461) "Kabul edilmiş bir hac, o yıl ki hatalara keffarettir " (Ahmed İbn Hanbel, II, 348), "Şehidden akan ilk damla kan, onun bütün günahları için keffarettir" (Ahmed İbn Hanbel, IV, 300), "Allah, cuma'yı kılanın iki cuma arasındaki günahlarını örter" (Ahmed İbn Hanbel, V, 181) Hadislerde, başka ibadetlerin kendilerine keffaret olduğu bildirilen cinsten günahlar küçük günahtır Ancak herhangi bir ibadetin, kendisi hakkında keffaret kabul edilmediği günahlar ise büyük günahlardır Meselâ: hiç bir ibadet adam öldürmeye, zina yapmaya, içki içmeye ve benzeri günahlara keffaret olarak kabul edilmez; bunlara ancak Şerîat'ın, haklarında takdir ettiği cezalar tatbik edilir

Hz Ömer'le İbn Abbas (ra) "İstiğfarla büyük günah, ısrarla da küçük günah kalmaz" demişlerdir Yani (Şerîat'in verdiği cezalar tatbik edildikten sonra) istiğfarla büyük günahlar affedilir Fakat küçük günahlar ısrarla işlenmeye devam edilirse, onlar da büyük günah olur Bu ifadelere göre büyük günahlara sayısal açıdan sınır koymak mümkün olmaz

Büyük günahların başında gelen ve en büyük günah olarak kabul edilen "şirk"in küfür olduğu muhakkaktır Diğer günahların, onu işleyen mümin bir kulu imandan çıkarıp çıkarmayacağı hususunda İslâm Kelâm âlimleri ihtilaf etmişlerdir

Özetle, Şerîat'ın hakkında tehdit edici bir nass (korkutucu bir delil) tahsis ettiği veya büyük günah olarak bildirdiği bir günahı işleyen hakkında Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü şudur: Büyük günah mümini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz Ancak böyle bir mümin asi sayılır Ameller imandan bir cüz (parça) değildir Ancak işlenen günahı helâl saymak, onu hafife ve alaya almak, kesinlikle küfürdür

Mu'tezile mezhebinin görüşü: Büyük günah işleyen ne mümin, ne de kâfirdir O fasıktır ve iki menzil arasındaki bir menzildedir Bu mezhep, imanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amellerin yapılması şeklinde tarif ettikleri için; büyük günah işleyenleri mümin kabûl etmemişlerdir Ancak kâfir de kabul etmemişlerdir Çünkü, Peygamber (sas) asrında ve takip eden dönemlerin hiçbirinde büyük günah işleyenlere, dinden çıkanlara verilen ölüm cezası verilmemiştir Eğer kâfir olsalardı, imandan sonra küfre gitmenin cezası olarak öldürülmeleri gerekirdi Bu yapılmamıştır, onun için bunlar iman ile küfür arasındadırlar Bunlara "fâsık" denir

Haricîlere göre; büyük ve küçük günah işleyen kimse kâfir olur İslâm'ın, yapılmasını emrettiği ameller imanın bir parçasıdır Yani amel imandan bir cüz'dür

Hasan el-Basrî'ye göre; büyük günah işleyen kimse "münafık"tır Kalben inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünenlere münafık denildiği halde Hasan Basri nifâkı; imanı gizleyip büyük günahı işlemek suretiyle küfrü açığa çıkarmak, şeklinde kabul etmiştir

Haricîlerden bir fırka olan el-Ezârika'nın görüşü: Büyük günah işleyen kimse "müşrik"tir Çünkü böyle kimse hem Allah için, hem de Allah'tan başkası için amel etmektedir Yaptığı büyük günah ile Allah'tan başkasını (nefsini veyahut şeytanı) ona ortak koşmuştur

Yukarda belirlenen bütün görüşler, sahiplerince bir takım delillere dayandırılmıştır Biz bunlardan sadece Ehl-i Sünnet'in deliline bakacağız Diğerleri için akaid kitaplarında geniş malûmat verilmiştir; oraya bakılabilir

1 Delil: İman, kalp ile tasdiktir Mümin'in imandan çıkması için kalbindeki tasdikin değişmesi gerekir Hangi beşerî zaaflardan kaynaklanırsa kaynaklansın, işlenen büyük günahlar, tasdiki değiştirecek mahiyette olmadığı sürece işleyenini imandan çıkarmaz Kalpteki tasdiki değiştirme ise ancak yapılan günahı helâl sayarak veya o hükmü alaya alarak meydana gelir Şer'i hükümlerle alay etmedikçe, hafife almadıkça ve helâlleri haram, haramları da helâl kabul etmedikçe; kalpteki tasdik değişmemiş olur O değişmedikçe de kâfir olunmaz

"Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez Bunun dışındaki (günahları) dilediğine affeder " (en-Nisa, 4/116) ayeti, ancak şirkin affedilmeyeceğini, diğer günahların ise -eğer Allah dilerse- affedebileceğini ifade etmektedir Eğer büyük günahlar da küfür kabul edilseydi, ayetin ikinci bölümünde "ma dûne zâlik = bunun dışındakiler" ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı

2 Delil: "Asi" denilen büyük günah sahiplerinin gerçekte mümin olduklarını belirten bir çok ayet vardır:

"Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi pisliklerdir " (el-Mâide, 5/90)

"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa " (el-Hucurât, 49/9)

"Ey iman edenler, yürekten, hâlis (samimi) bir tevbe ile tövbe ederek Allah'a dönün " (et-Tahrim, 66/8)

"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı " (el-Bakara, 2/178) Ayetlerde görüldüğü gibi büyük günah işleyenlere "Ey inananlar" diye hitap edilmiştir

3 Delil: Mümin bir kimse öldüğü zaman cenaze namazı kılınır ve müslüman kabristanına defnedilir Asr-ı saadetten bugüne kadar büyük günah işlemiş ve tövbe etmemiş olsa bile (gizli halleri Allah'a ait olmak üzere), ölen her müslüman için, günahkâr veya günahsız ayrımı yapılmaksızın cenaze namazı kılınmış ve müslüman kabristanına defnedilmiştir Peygamber'in tatbikatı böyle olmuştur ve İslâm âlimleri bu konuda icmâ* etmişlerdir

"Kendisine emanet edilemeyen kimsenin imanı yoktur "Zina eden kimse, mümin iken zina etmez, mümin iken hırsızlık yapmaz, mümin iken içki içmez " (Buhârî, Mezalim 30; Müslim, İman 100,104; Ebû Davûd, Sünnet, 15; Tirmizî İman, 11) Şeklinde varid olan hadisler, büyük günah işleyenlerin kâfir olduklarına delil değil; ancak imanlarının kâmil olmadığına delildir Kâmil bir iman, büyük günahların işlenmesine engeldir

Hepsi bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı cezalar takdir edilmiştir:

" Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak " (el-Bakara, 2/219); haram aylarda harbetmek (el-Bakara, 2/217); bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek (en-Nisa, 4/2; İsra, 17/34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsra, 17/31); insanlar arasında fitne çıkarmak (el Bakara 2/217); faiz yemek (el-Bakara, 2/275); Allah'tan başkasına ibadet etmek (İsra,17/23); ana-babaya isyan etmek (İsra,17/23), akrabaya miras hakkını vermemek (en-Nisa, 4/7, 13; İsra, 17/26); malı gereksiz yere israf etmek (İsra, 17/27); zina yapmak (İsra 17/32; en-Nisa, 4/15-16); haksız yere adam öldürmek (İsra, 17/33); ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsra, 17/35); kibirlenmek (İsra, 17/37); iffetli kadına zina isnat etmek (en-Nisa, 4/23); tesettüre riayet etmemek (en-Nur, 24/31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (sas) yalan hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın ötesinde, küfür sayılabilir Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi "sünnettir" Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden yıkabilir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek (Hümeze, 104/1 )

Cengiz YAĞCI

BÜYÜK MELEKLER

Cenâb-ı Allah'ın bütün melekler içinde üstün kıldığı dört büyük melek

Melek kelimesi Arapça'da "haberci" anlamına gelmektedir Çoğulu "melâike" olarak gelmekte ise de, gerek Türkçe'de ve gerekse Arapça'da çoğul manasına "melek"' olarak da kullanılmaktadır

Melekler, ruh gibi lâtîf, nûrânî, mahiyetleri Allah katında malum, varlıkları bizim dünyamıza ait olmayan fakat insanlarla ilgili bir takım görevleri bulunan varlıklardır Akıl ve nutukları olup; şehvet ve gadap gibi beşerî ihtirasları, yemeleri, içmeleri yoktur Evlenmek, doğmak ve doğurmaktan uzaktırlar Çeşitli şekillere girebilirler Allah'ın emrine asla isyan etmezler, yerde ve gökte bir takım vazifeler ile meşgul olurlar Daima Yüce Allah'ı tesbih ve zikrederler Meleklerin bu özellikleri için bakınız: (el-En'âm, 6/9,100; el-Hicr 15/8; el-Fâtır 35/1; el-Meâric 70/4)

Meleklerin sayısı ve her birinin hangi işlerle vazifeli oldukları bizce malûm değildir Ancak bunlardan bir kısmı ve vazifeleri Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz Peygamber'in hadislerinde bildirilmiştir Bu bilgilere göre"büyük melekler" olarak tanınan dört melek vardır ki, bunlar: Cebrâil, Azrail, İsrafil ve Mikâil'dir

Cebrâil: Kur'an'da üç yerde "Cibrîl" olarak geçmekte (el-Bakara 2/97, 98; et-Tahrim 66/4) diğer bazı ayetlerde de kendisinden Rûhu'l-Kudüs ve Rûh olarak bahsedilmektedir (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110)

Vazifesi, Allah'ın emir ve nehiylerini peygamberlerine bildirmektir Bütün vahiy onun vasıtasıyla nazil olmuştur

Cebrâil, bu görevi yerine getirirken peygamberimize çeşitli şekil ve suretlerde gelirdi Birçok defa insan şeklinde bu görevini ifa ederdi İnsan şekline girdiğinde daha ziyade Dıhye isimli sahabenin kılığında, bazan da normal bir bedevî olarak gelirdi ki, "Cibrîl hadisi" diye bilinen hadisin vukûunda Hz Peygamber'e bu kılıkta gelmiştir

Cebrâil bu gelişlerinin sadece iki defasında aslî suretinde görünmüştür Bunlardan birisi (en-Necm, 53/6-7) ayetlerinin nuzûlünde, diğeri ise yine Necm suresinin 13 ve 14 ayetlerinin nuzûlü esnasındadır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 95)

Azrâil: Kur'an-ı Kerîm'de

"Melekü'l-mevt" ( = ölüm meleği) olarak geçmektedir " Ey Muhammed de ki; size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz" (es-Secde, 32/11)

Allah'ın emri ve izni ile canlıların, ölecekleri zaman canlarını almakla vazifelidir

İsrafil: Kur'an'da "İsrâfil" olarak ismi geçmemektedir Ancak, kıyametin vukûu ile ilgili ayette "(İsrâfil tarafından birinci sefer) Sûr'a üflenince Allah'ın dilediği (melekler) müstesna göklerde olanlar ve yerde olanlar bayılırlar (ölürler) Sonra Sûr'a (ikinci defa) üflenince ölüler mezarlarından kalkıp bakınıp dururlar" (ez-Zümer 39/68) buyurulmakta, dolayısıyla isim olarak olmasa da bu meleğin vazifesi bu ayetle belirtilmektedir Buradan kıyametin ve ahiret gününün yani yeniden dirilmenin başlangıcında bir Sûr'a üfürme olacağı anlaşılmaktadır ki, bu işle vazifeli melek İsrâfil (as) dır Bu görevinden dolayı İsrafil'e "Sûr meleği" ismi de verilmektedir

Ayrıca İsrâfil'in, "Levh-i Mahfuz"* da yazılanları okumak ve ilgili meleğe haber vermekle de görevli olduğu bilinmektedir

Mikâil: Kur'an-ı Kerîm'de bir yerde "Mikâil" olarak zikredilmektedir (el-Bakara 2/98)

Mikâil'in görevi: yağmurun yağdırılması, rüzgârın estirilmesi ve mevsimlerin tanzimi gibi tabiat olaylarını Allah'ın emri ve izni ile vukua getirmektir

Bu dört meleğin dışında, her insanın yanında bulunan ve daima onun küçük, büyük, gizli ve aşikâr yaptığı bütün işleri yazan melekler vardır ki, bunlara "Kirâmen kâtibîn"* denir Ayrıca öldükten sonra kabirde sual sormakla vazifeli "Münker* ve Nekir"* melekleri de vardır

Meleklere inanmak, müslümanlığın iman ve itikat esaslarındandır İnanmayan, müslüman olamaz; inkâr eden de dinden çıkar Zira, Kur'an-ı Kerîm'de meleklerin varlığından bahsedilmekte, bir kısmının ise bizzat isimleri geçmektedir Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her kim Allah'a ve meleklerine ve peygamberlerine ve Cibrîl'e ve Mikâil'e düşman olursa Allah da kâfirlere düşmandır" (el-Bakara 2/98) Ayrıca Kur'an'da Fâtır suresinin bir diğer adı da "Melâike suresi"dir

Melekler, bilfiil vardır Onları görememiş olmamız onların yokluğu yolunda bir delil teşkil etmez Onların bizim tarafımızdan görülmemesi, farklı bir şekilde yaratılmış bulunmalarından, vücudlarının rûhânî ve nûrâni olmalarındandır Bizim gözümüz ise onları görebilecek şekilde yaratılmamıştır Nitekim kendi aklımızı ve ruhumuzu da göremiyoruz, fakat onların varlığına inanıyoruz

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.