Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihi Ve Siyasi Boyutlarıyla Şark Meselesi
Napolyonun alt üst ettiği Avrupa haritasını düzene sokmak için 1815 yılında toplanan Viyana Kongresinde, Rus delegeleri, kongre üyelerinin dikkatlerini Osmanlı idaresi altında bulunan Hıristiyan halkın üzerine çekmeye çalışırlar ve bunu “Şark Meselesi” olarak takdim ederler Su tabir, kongreden sonra, diplomatlar ile tarihçiler nezdinde gittikçe itibar görerek siysi bir mana kazanmaya başlar Fransız tarihçi Signobosun ifadesine göre: “Onsekizinci asırdan itibaren Avrupa devletleri, Osmanlı Devletini istila etmeye ve onun Hıristiyan tebasını isyan ettirmeye çalışmışlardır Bu çalışmalar ihtilali müteakip, Fransa aleyhine açılan muharebelerle kesintiye uğrar 1815 tarihinde, Osmanlı imparatorluğu hala mülki bütünlüğünü muhafaza ediyordu İmparatorluğun ne olacağı bir mesele idi İşte bu meseleye bir müddet sonra isim verilerek Şark Meselesi dendi”
Bu tabiri geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa münasebetlerini açıklamak için kullanan tarihçiler; İslamın doğuşunu, mukaddes toprakların Müslümanların eline geçmesini, haçlı seferlerinin başlaması ve Türklerin Avrupaya ayak basmalarını Şark Meselesine menşe olarak kabul ederler Buna dikkat çeken tarihçi Deriyoya göre; “Şark Meselesi, Fatih Sultan Mehmed Hanın İstanbulu fethi ve İstanbula ayak basması ile değil, Hz Muhammedin (say) dünyaya gelmesi ile birlikte doğmuştur Bu cihetle Şark Meselesi, bir İslam meselesi demektir İslamın Asya da ve Avrupa da ricat etmesi, Şark Meselesini tevlit etti ”
Ondokuzuncu asrın ilk yarısında Şark Meselesi, Rus tehdidine karşı Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün muhafaza edilmesi, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupadaki topraklardan atılması, yirminci asırda da devletin bütün topraklarının paylaşılması manasında kullanıldı, Fakat Osmanlı Devletinin iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay da Avrupalılar tarafından “Şark Meselesi” başlığı altında incelendi
Şüphe yok ki Şark Meselesinin ortaya çıkışında rol oynayan en önemli unsur, milletimizin Küçük Asyayı vatan kurarken bu eksen doğrultusunda yüklendiği tarihi misyon ve bu misyonun bölge ve batı milletleri için taşıdığı anlamdır Öyle ki, Fransız tarihçi A Sorel; “Türkler, Avrupada görünür görünmez ortaya bir Şark Meselesi çıktı , Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupanın kapısından içeri giren bu dipdiri erkek güzeli insanlar; yepyeni bir nizam içinde akıp gelen be şanlı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalının örümcekli ve bulanık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı (!) doğurmuştur Türklerin, uyuklayan Avrupanın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yapmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve bir gün eski dipdiri delikanlının, hasta adam (!) şekline sokulmasına rağmen, Avrupalının yirminci batın torunlan dahi bu Türk hastalığından, Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır” sözleriyle bu psikolojiyi enteresan bir anlatımla dile getirmiştir
Varlık ve kimliği Grek-Latin kültürü, Roma tarihi, Hıristiyanlık duygu ve gelenekleriyle şekillenen, müsbet ilim ve ileri teknolojinin oluşturduğu güçle, üstünlük duygusu ve tahakküm hırsı kazanan Batı, giderek hakimiyetini bütün dünyaya yayma ve sürdürme emeline bağlamıştır Bununla beraber geçmişte Grek-Roma tabiiyet ve sömürüsüne girmiş alanları, Hıristiyanlığın yayıldığı bölgeleri geri alma hakkından vazgeçmediği "kadim tapulu mülkleri” saymaktadır Signobos bunu şöyle ifade eder: “Şark Meselesinin esas unsurları ne surette tetkik edilecek olsa, Osmanlı Devletinin izmihlali gibi kesin bir tasfiye şekline müncer olur ki bu, inkarı mümkün olmayan bir tarihi hadisedir ve onyedinci yüzyılda zuhur etmiş, o tarihten itibaren önem kazanarak devam etmiş bu tarihi hadisenin sonucu olan tasfiye şekli muhakkak kendini gösterecektir ”
Evet, tarih, 1683 yılının 12 Eylülünde, Beç (Viyana) yakınlarındaki Kohlenberg mevkiinde “kıtaları birer atlas kumaş gibi kesip biçen” Osmanlı ordusunun en dramatik mağlubiyetlerinden birine şahit olur Bu tarih ve bu mevki, özel olarak Osmanlı, genel anlamda İslam gücünün sükütunu remzeder, Osmanlı tarihinin bundan sonraki yılları, Anadoluya doğru büzülme ve Anadolu üzerinde halkalanma kabusunu besleyip durmuştur Vaktiyle, "Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez, daha deniz daha ırmak isteriz Vatanımızı öylesine büyütelim ki gökkubbe ona çadır ve güneş bayrak olsun”diyen bu millet,
"Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rüyama girdi her gece bir fatihane zan”
mısralarındaki rüya ile, dünya ülkelerinin olmasa da şiir ülkelerinin fatihi olmuştur Artık “Devlet-i Ebed Müddet” Avrupa karşısında iyiden iyiye geriler
İkiyüz elli seneden beri Osmanlının nefesini kesen vaziyet, Birinci Cihan Harbi sonunda
"Devlet-i Aliyye yi soluksuz bırakır
“Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu
Ölürsem görmeden millette ümit etiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun” (Y Kemal)
mısralarıyla sona ermiştir Sevr Anlaşmasının Osmanlıya layık gördüğü, Orta Anadolunun kıraç bozkırlarından ibaret kalır Lozanda genç Türkiye, bilinen bütün petrol mıntıkalarından uzak bir Anadolu haritasına razı edilir, Bu coğrafya üzerinde kurulan yeni Türk Devleti, “sulh”haricinde bütün cihanşümul tasavvurlarından vazgeçtiğini beyan eder
Ancak bu beyan Şark Meselesinin sonu için yeterli değildir Sevr planının vadettiği topraklara rıza göstermeyen Türkiye, Lozanla birlikte kendisini "Can ile canan” arasında bulur Bütün hudutlarını çevreleyen kapanmamış hesaplar, bitmek tükenmek bilmeyen tarihi düşmanlıklar ve yeni problemlerle kuşatılmış bir devlet: Musul-Kerkükte Türkiye ile İngiltereyi çatışma noktasına getiren anlaşmazlık, iç isyanlar, Hatay meselesi, Rusyanın 1945deki toprak talebi, 27 Mayıs ihtilali, Kıbrıs ve Ege adaları meselesi, terörün soldurduğu yıllar, 12 Eylül Harekatından günümüze; içeride Güneydoğu problemi, Alevi-Sünni ayrımları, laik-antilaik tartışmaları; dışarıda Körfez krizi, Kuzey Irak, Kafkasya ve Bosna- Hersek hadiseleri  
Tarihi gerçek şudur ki Hıristiyan batı, Antik Grek-Roma ve kadim Hıristiyanlık dairesinde gördüğü coğrafyada, Balkanlarda, Akdenizde, Anadoluda rakip bir din ve medeniyete mensup, ari olmayan soydan Asyalı bir milletin kendisiyle benzeşip bütünleşmeden yurt edinmesine, kıta içi siyasi denge arayışlarından kaynaklanan kısa süreli zaruretler dışında hiçbir zaman hoşgörü ile bakmamış ve bakmayacaktır “Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine uymadıkça senden asla razı ve memnun olmayacaklardır” Bakara, 2/120) İlahi beyanı ne güzel bir ikazdır
|