Agaç Mitolojisi |
|
|
#1 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiYardımlaşmanın ve ihtişamın ortak adı; nahıl Nahıl, Osmanlı’da ve halen Anadolu’nun bazı yerlerinde düğünlerde düğün sahibinin ekonomik durumuna göre süslediği, davetlilerin ise takılarını ve hediyelerini üzerine astığı ya da koyduğu ağaca benzer dev süslerin adıydı Arapçada hurma ağacı anlamına gelen nahıl, eski Türklerde ve Osmanlı’da düğün ve şenliklerin vazgeçilmezlerindendi Üzeri simli ipler, aynalar, gümüş yapraklar, altın yaldızlı süsler, meyveler, çiçekler ve değerli taşlarla süslenen nahılların boyu 25 metreye kadar çıkardı Saltanat düğünleri ve şenliklerinde yaygın olarak görülen nahıllar o kadar büyük ve görkemli oluyordu ki nahılların geçeceği güzergâhtaki çatıların çıkıntıları yıkılıyor, duvarlar nahılların boyutuna göre yeniden yapılıyordu Bu sebeple nahılı herkes yapamıyordu Nahıl yapan sanatçılar vardı ve Evliya Çelebiye göre İstanbul’da nahıl sanatçılarının sayısı 55’i buluyordu Şimdi ise o nahıl sanatçılarının çoğunlukta olduğu Sultanahmet’teki bazı sokakların adı Nahıl Ancak zamanla değişerek Nakıl olmuş Anadolu’da ise düğünlerde davetliler hediye takılarını düğün alayının önünde bulunan nahılın üzerine takıyordu Nahıl; Eski Türklerde ve Osmanlılarda yardımlaşmayı ve bereketi ifade eden ağaç biçiminde bir simge Az da olsa Anadolu’da düğün, sünnet ve özel törenlerde hâlâ kullanılıyor |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#2 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiKırgız Türklerinin Ağaç Kültü Kaynak: Nevruz Web Sitesi - FORSNET Kırgız Türklerinin ayin sırasında yapılan ardıç ağacı ile “alazlamaları” (tütsüleme), belli ağaçların koruyucu ve arındırıcı niteliğine inanan Türklerin ağaç kültünden gelir Alazlama esnasında ağaç kültü ile ateş kültü bir arada görülür Kırgızlarda günümüzde de ardıç ağacı kutsal ağaç olarak yerini koruyor Kırgızların yeni eve taşınmadan önce ve salgın hastalıklar sırasında ardıçla tütsü yapmaları, özellikle onu yeni doğmuş bebeğin beşiği için malzeme olarak seçmeleri de ardın ağacının kutsal niteliğinden kaynaklanır Ayrıca tek bitmiş ardıç ağacına “mazar” (kutsal yer) denilir ve özel amaçlı ziyaretler yapılır Kumaş parçaları bağlanır, dilek tutulur Ağaçlara paçavra bağlayarak dilek tutmak ve çocuğu olmayan kadınların tek biten ardıç ağacının altından geçmeleri Doğu Türklerinde olduğu gibi Anadolu Türklerinde de görülen bir vakadır |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#3 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiÇestita Baba Marta! Kaynak: http://www btha tk/ Bulgaristan’da, baharın gelişi münasebetiyle bugünden itibaren geleneksel Baba Marta (Mart Nine) günleri başlıyor ![]() Eski günlere dayanan Baba Marta, Bulgaristan’a has bir adettir Bu günde Bulgarlar yakınlarına ve arkadaşlarına kırmızı-beyaz ipliklerle yapılmış “martenitsa” olarak adlandırılan sembolleri, yıl boyu sağlık ve güç dileğiyle hediye ediyor![]() Martenitsalar, meyve ağaçları ve hayvanlara da takılmaktadır Adete göre, martenitsalar kırlangıç veya leylek görünceye kadar taşınıyor![]() (Editörün notu: Bu bayram Bulgarcada "Çestita Baba Marta!" şeklinde kutlanır ) |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#4 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiAğaçların ibadet etmesi Kaynak: http://www karalahana com/makaleler/agaclarin htm Ağaç dallarının ve yapraklarının sallanması ibadet telakki edilir Yaprakları az sallanan meşe ağaçlarının, Allaha ibadet etmediklerine inanılır AKÇ 160 (Akçaabat)Şakir Şevket, Akçaabat halkının, putperest olduğu dönemlerde, platana denilen ağaca taptığı için, ilçenin bu isimle anıldığından bahsederken, platanayı çınar ağacı (Latince Platanus Orientalis) olmasına rağmen yanlışlıkla kavakla karıştırmıştır ŞŞ 86 Lermioğlu’nun “Köylü bugün ağacı canı gibi sever Bir ağaç için cana bile kıyıldığı çok defa görülmüştür” sözleri AAT 34 ve aktardığı 19 yüzyılda yaşanmış bir hikaye, yörede ağaç sevgisinin köklerinin ne kadar eskiye gittiğini göstermesi açısından ilginçtir: Akçaabat ilçesi, Mersin köyünden bir avcının, 70 yıl önce (1940’lardan itibaren) köylülerin kragen denilen bir ağaca tapındıklarını gördükten, sonra ağacı kesmesi, bunun üzerine köylülerin avcıyı “Avcı, evliya’yı kesti” diyerek karakola şikayet et-mesiyle ortaya çıkan “ağaç evliya” vakası, ancak kökleri Kafkasya’ya uzanan paganist eğilimlerle açıklanabilir Avcının, Evliya adlı birini öldürdüğün& ;#252; zanneden polisler, köylülerin evliya olarak nitelendirdiği ağaca tapındığını öğrenince avcıyı salıverirler Bu olay tek Tanrılı dinler öncesi yaygın olan doğaya tapınmanın oldukça zengin örneklerine bu-gün bile rastlanılan Kolhis kültürünün, Trabzon’da İslamla harmanlanarak evliya motifi altında yaşamayı başarmış izlerinden birisidir![]() Benzer durumlar için (Bk) Batonay, nushalı meşe, Kukko, pedaliza Hemşin’de aynı ölçüde olmasa da benzer izlere rastlanılmaktadır: “Dallar namaz kılıyor diye bayramdan önce üç gün ve bayram boyunca yaş dal kesmeyiz, dallar namaz kılıyor diye” GB 87 Abhazya’da yaşlı ağaçlara ve özellikle meşeye tapınmanın örneklerine antik çağdan itibaren yazılı kaynaklarda rastlanmaktadır Abhazya’da her köyün, köylüleri ilgilendiren önemli bir konuda toplantı yapacağı özel bir ağacı bulunmaktaydı Abhazlar, düşmanlarıyla savaşmadan önce köyden pek uzak olmayan bu ağaca başvururlar, meşenin dallarına silahlarını ve renkli kumaş parçaları asarlar, kılıçlarının düz taraflarıyla ağacın gövdesine dokunarak dilekte b-lunurlardı![]() Abhazların orman Tanrıçası Mezıtha’ya ve meşe ağacına tapınmaları, Hristiyanlığa geçmelerinden sonra Hristiyan gelenkleriyle harmanlanarak devam etmiştir KAF 143 Kolhisliler ile ağaçlar arasındaki kayda değer bir diğer ilişki Yunan destanı Altın Post’ta geçmektedir Argonotların Kolkhis’e ulaşıp demir attıklarının ertesi günü Yason ve yanındakiler Kral Ayeta’nın sarayına doğru yola çıkarlar Yolda giderken söğüt ağaçlarının dallarına zincirlerle bağlanmış çok sayıda ceset olduğunu ürepererek görürler![]() ![]() Kolhisliler, erkeklerinin ölülerinin gömülmesini bir erdemsizlik saymaktadır, ölü-ler sığır postuna sararak şehirlerinin veya köylerin dışındaki ağaçlara asıp, öylece açık havaya bırakmakta ve toprak payına düşeni aldıktan sonra kalanlarını gömmektedirler Gürcistan’lı coğrafyacı Vakhoucht, 18 yüzyılda bölgedeki gözlemleriyle, Yunan destanını doğrulamıştır:“Kolhislilerin ölülerini ne gömmek ne de yakmak adetleri yok Onları çok taze hayvan postlarına yerleştiriyorlar ve ağaçların dallarına asıyorlar” KAF 145 Gürcistan’da yaşıyan ve Lazca’ya oldukça yakın bir dil konuşan Megrellerde de meşe ağacının saygın bir yeri bulunmaktadır Samegrelo’da bulunan en önemli dini yapı olan Martvili Manastırının eski adı Tçkondidi olup, bu sözcüğün Megrelcedeki anlamı ‘Koca Meşe Ağacı’dır![]() Gerçekten de bugün manastırın bulunduğu yerde daha önce tarihi bir meşe ağacı bulunmaktaymış TAKH 112 Prokopius (Bell Got IV, 3 498,499), “onlar ağaçlara ve ormanlara tapıyorlardı Bütün putperest kavimlerin ve barbar milletlerin bir Tanrıya ihtiyacı vardı ve onlar bu şekilde manevi ihtiyaçlarını gideriyordu” ifadeleriyle Abhazları bildirmektedir Ağaçlara özellikle meşe ağacına tapınma adetine, Alanlar, Hevsurlar gibi pek çok Kafkas kavminde rastlanmaktaydı ABS 18 Kafkasyalılar, ağaçlara yakın olduklarında kendilerini Tanrılara da yakın hissediyorlar, dev ağaçların gölgesinde mahkemeler düzenliyor, ağaç gövdelerini oyarak ölülerini saklıyordulardı Rahip Lamberti’nin 17 yüzyılda Kolhida’nın tanımı ve Kafkas Kavimleri hakkında araştırmalar adlı eserin-de “Ağacın ortasını oyup, ölü insanı sanki bir tabuta koyarcasına yerleştiriyorlardı Vücudunu ise üzüm bağlarıyla sımsıkı sa-rıyorlardı” ifadesiyle yine Abhazları anlat-maktadır Bıjışkyan (1817), Anapa’da yaşıyan Abhazlarda aynı inanışa şahit olmuştur: “Bu ağaçperest insanlar ağaçların yanında diktikleri Tapşi denilen kazıkların önünden geçerken başlarını açar ve secde ederler Ne kadar acele işleri olsa da muhakkak atlarından iner ve tapşi’nin yanında durarak dua ederler Dualarında umumiyetle Meryem Ana’yı anarlar ve kimliğinden bihaber oldukları halde, Meyremokh yani Meryemoğlu dedikleri İsa’ya çok hürmet gösterirler” PMN 156![]() Zehiroğlu, Doğu Karadeniz ve Kolhis’in yerlilerinin paganist egilimlerine, yakın zamana kadar yaşamsal öneme haiz ve kendine yaşam nimetleri sunan (meyveler, av hayvanları, bal vb ) ormana ve ağaca tapınmalarını, yaşanılan coğrafyayla ilgili kaçınıl-maz bir sosyolojik sonuç olarak göstererek, açıklama getirmektedir AMC 96![]() |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#5 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç Mitolojisiİstanbul'da Çınar Vak'aları Kaynak: http://www osmanli org tr Yıldırım Bayezid Han, ilk erkek çocuğu dünyaya gelince çok sevindi Duyduğu bu büyük mutluluğu paylaşmak istedi "Bugün Bursa'da bir erkek çocuğu olan herkese ulufe verilecektir!'' diye her tarafa ilan ettirdi Bunun üzerine, Hisar mevkiinde bulunan sarayın kapısına seksen yaşında bir kadın geldi ve bağırmaya başladı: -Ulufemi isterim, çünkü benim de bir oğlum oldu! Saray mensupları yaşlı kadını başlarından savmaya çalışırken, iş Yıldırım Bayezid'e aksetti Padişah, ''Hemen gidin, çocuğu görün'' diye emir verdi Kadıncağız, saray mensuplarını şehrin dışında, bahçeliklerin içinde küçük bir kulübeye götürdü Kapısının önündeki narin çınar fidanını göstererek şöyle dedi: -İşte padişah efendimizin şahzadesinin dünyaya geldiği gün diktiğim fidan! Benim gibi bir ihtiyarın çocuğu da bu! Böyle ince ve zarif bir buluştan çok hoşlanan Yıldırım Bayezid, çınarın anasına da ulufe bağlattı Yaklaşık altı asırdan beri ayakta durmayı başaran ve Osmanlı tarihinde "maaş bağlanan ağaç'' unvanını alan bu ulu çınar Bursa'da halen varlığını koruyor, içine bir taksi sığan kocaman gövdesiyle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor Osmanlı devletinin ilk başkentlerinden Bursa'da olduğu gibi, İstanbul'da da asırlık çınarların, şehri adeta bir ağaç cenneti haline getirdiğini görüyoruz Özellikle Boğaziçi'nin ulu çınarları "Nehr-i Aziz''in hem Anadolu, hem Rumeli yakasını kelimenin tam anlamıyla süslüyordu Kalın ve iri gövdeleriyle yüz yıllara meydan okuyan bu çınarların resmettiği muhteşem manzaraları, Batılı seyyahlar bile hatıralarında büyük bir hayranlık duygusuyla dile getiriyorlar Yukarıda da belirttiğimiz gibi, asıl İstanbul'u teşkil eden sur içi de bir zamanlar çınar ağaçlarıyla, at kestaneleriyle doluydu Ne yazık ki bunların bir kısmı mukadder ömürlerini tamamlayarak ve özlerinden çürüyerek ortadan kayboldu Geriye kalanların bir bölümünü de bizler hoyrat ellerimizle yok ettik 1957-1958 yılları arasında Laleli-Aksaray bulvarı genişletilirken, çok sayıda çınar ağacı katledildi Aynı katliam Bayezid meydanında da yapıldı ve bu tarihi alanı süsleyen koca koca çınarlar kesilerek yerlerine setler yapıldı Gülhane parkının karşısındaki tarihi çınar ise böyle bir faciadan kendini kılpayı kurtarabildi 370 yıldır ayakta kalmayı başaran bu anıt ağaç bir zamanlar Zeynep Sultan Camii'nin duvarına bitişikti Tramvay caddesi genişletilirken bu ağaç, yolun tam ortasında kaldı Hala üstünde görülen taş, adı geçen caminin duvarına aittir Hemen belirtelim ki İstanbul çınarlarının en muhteşemleri genellikle selatin camilerinin avlularında boy gösteriyorlar İri ve diri yapraklarıyla, serin ve derin gölgeleriyle bu uhrevi mekanları daha cazip bir hale getiriyorlar Kısacası, onlar mabetlerin çevrelerine hakikaten çok güzel yakışıyorlar Şadırvanlarda şakıyan sular, yaprakların hışıltısına tatlı bir ahenk veriyor ve siz bu muhteşem manzarayı seyrederken geçmiş zamanın dağlarına ve bağlarına hasret yolculuğuna çıkıyorsunuz Eyüp Sultan Camii'nin iç ve dış avlularından görülen ve Fatih Sultan Mehmed ile Üçüncü Selim tarafından dikilen çınarları temaşa ederken Ebu Eyyub el-ensari hazretlerinin ruhaniyetini üzerinizde hissediyorsunuz Kadıköy Osman Ağa Camii'nin avlusundaki çınarın kitabesi ise şöyle: ''Bu çınarı gars eden (diken) işbu Babüssaade Ağası merhum Buharızade Osman Ağa Camii Şerifi imam ve hatibi es-Seyid Mehmed Asım daileridir Hicrı: 25 Rebiülahir 1298/ Rumi: 14 Mart 1297 / Miladı: 1879 Yevm-i Cumartesi'' Bazı çınarların ise önemli vak'alarla birlikte anıldıklarını tarih kitaplarından öğreniyoruz Bir zamanlar Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasında bulunan ''Kanlı Çınar'' işte bunlardan biriydi Ona bu adın verilmesine sebep olan birkaç tarihi hadiseden kısaca söz edelim Yıl 1648 Sultan İbrahim'i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce sadrazam Ahmet Paşa'yı yakaladılar ve vezir Sofu Mehmed Paşa'nın Şehzadebaşı'ndaki konağına götürdüler Sofu vezir, Ahmet Paşa'ya iyi davrandı, istirahat etmesi için kendisine harem tarafında bir oda tahsis etti Ama bir yandan da Şeyhülislama haber göndererek katli için fetva aldı Bu arada, hayatını kurtarmak şartıyla Ahmed Paşa'dan bütün malını mülkünü istedi Buna dünden razı olan Ahmed Paşa, bütün servetini bağışladıktan sonra odasından alındı, aşağı indirildi Cellat Kara Ali kendisini boynuna kement atarak boğdu Beygire bağlanan Ahmet Paşa'nın cesedini sürükleye sürükleye Sultanahmet meydanına getirdiler ve meşhur Çınarın altına bıraktılar Asıl facia bundan sonra ortaya çıktı Yeniçeri kıyafetine bürünen bir eşkıya, ''insan yağı, mafsal ağrılarına iyi gelir!'' diye etrafa haberler uçurdu Zavallı sadrazamın cesedini parça parça edip beşer onar akçe karşılığında satmaya başladı O gün cesedin geriye kalan parçaları alınarak gömüldü işte bundan sonra sadrazam Ahmed Paşa ''Hezarpare'', ''yani bin parça'' diye anılmaya başlandı Kanlı çınarın şahit olduğu ikinci hadise ise şöyledir: Yıl 1655 Girit'ten dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları için isyan çıkardılar Sarayın önüne büyük bir kalabalık toplandı Asiler, idamını istedikleri şahısların listesini Dördüncü Mehmed'e ulaştırdılar Padişah Kızlar Ağası'nı, Kapı Ağası'nı, müsahibini derhal boğdurttu Cesetleri duvarın üstünden isyancıların ortasına attılar Bunlara daha başka cesetler de ilave ettiler Gözü dönmüş asiler, bu cesetlerin başlarını keserek, Sultanahmet meydanındaki bu ünlü çınarın dallarına astılar Günlerce teşhir ettiler Bu feci manzarayı seyreden halk büyük bir dehşete kapıldı İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu ağaca, eski bir efsaneyi hatırlayarak, ''Şecere-i Vakvak'', ''Vakvak Ağacı'' adını verdiler Yıl 1826 İkinci Mahmud, yeniçerileri çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırmak için harekete geçti O zamanki adıyla ''At Meydanı''nda ele geçirilen yeniçeriler Sultanahmet Camii'nin mahfilinin altında bulunan taş odada boğduruldu ve cesetleri meşhur çınarın altına sürüklendi Ağacın dalları, sanki meyva yerine insan vermişti Şair izzet Molla bu manzarayı tasvir eden şöyle bir şiir söyledi: Bir zaman ehl-i fitne cami-i han-ı Ahmed'de Bigünah asmış iken kullanm Hallakın Şimdi erbab-ı şekamn dökülüp kelleleri Meyva vaktine yetiştik Şecere-i Vakvak'ın Bugün park olan sahada bir zamanlar dallarını göklere yükselten bu ulu çınar, nam-ı diğer ''Şecere-i Vakvak'', ''bak bak'', ne kanlı olaylara şahit oldu! Şimdi gelelim tarihi bir çınarın hazin hikayesine Topkapı Sarayı'nın birinci avlusunda bulunan ve Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar ayakta kalmayı başaran bu çınar ağacının tarihi oldukça eskiye dayanıyor O devirde Fatih’in sarayından bir cariye kaçmaya teşebbüs etti Sarayın alçak olan duvarından atlayarak, yola koyuldu Tam bu çınarın yanında bir adama rastladı O zat, cariyeyi yüzüne bile bakmadan çınarın kovuğuna sakladı Durumu Babüssade Ağası'na bildirdi Padişah, cariyenin kötü bir niyet taşımadığını, böyle namuslu bir adam tarafından saklanıp saraya bildirildiğini haber alınca o zatı huzuruna çağırdı Kendisinden bir istekte bulunması için emir verdi O da çınara yakın bir yerde bir ocak kurdurmasını ve bazı hizmetlerin buraya verilmesini talep etti Padişahın emriyle oraya ''Kız Bekçileri'' adıyla bir ocak kuruldu Bu isim daha sonra ''Koz Bekçileri''ne dönüştü Kırk neferin görev yaptığı bu ocak sarayın bir nevi karakoluydu Ata Tarihi'nde hakkında yeteri kadar bilgi verilen bu Çınarı ve Kız Bekçileri'ni Avrupalı yazarlar seyahatnamelerinde dile getiriyorlar Eski Müzeler Müdürü Halil Edhem Bey, Haziran 1928 tarihli Osmanlıca ''Yeni Kitap'' dergisinde ''İstanbul'da Bir Abide-i Tabiatın Ufulü'' başlığıyla yayımladığı bir makalede bu çınarın hazin macerasını şöyle dile getiriyor: ''Bu harikulade bir çınar ağacıdır En son kalan iki zayıf dalının uçları işbu 1928 yılının ilk baharında biraz yeşerir gibi oldu Fakat ilk sıcakların tesirine mukavemet edemeyerek ömrüne hatime çekti Topkapı Sarayı'nın birinci meydanından geçenler, Darphane yakınında Soğukçeşme kapısına doğru inen bu yokuşun başında, duvardan örülmüş dört kö şe bir direğe dayanmış ve ancak bir kabuktan ibaret kalmış olan bu salhurde (çok yaşlı) ağacın enkazını el'an görebilirler Dalları daha önceleri o civarı hemen ihata ederdi Uzun boyu göklere yükselmişti Yanında bulunan eski Hazine-i Hassa'nın damını bile geçmişti Gövdesinin kalınlığı tam yirmi metreydi Çınarların büyük bir bölümünde görüldüğü gibi, içinde bir boşluk meydana gelmişti Fakat bununki başka türlüydü dağlık mahallerdeki koca bir kayanın yarığına benziyordu insan, içeride büyük bir mağara var zannediyordu On on beş kişiyi içine alacak kadar genişti Doğu tarafına doğru yükselen kalın bir dalının içinden fabrika bacası gibi bir kovuk meydana gelmişti Çocuklar bunun içinden geçip yukarıdaki düz yerinde oturuyorlardı Bu ağaçta bir şahsiyet, hususi bir seciye görülüyordu Kabuğu kalın, çukur yerlerinde içeri doğru kıvrılmış, yaşının gereği, üzerinde türlü şekillerde kabartılar ve yumrular meydana gelmişti Geçmiş zamanın her türlü olayına şahit olmuş, soğuğunu sıcağını görmüş, eşi az bulunan harika bir sanat eseriydi Nice kereler önünde durup acayip şekillerini büyük bir hayret içinde seyrederdim Üst kısmından, kim bilir ne zaman, pek büyük dalları kırılmış, yine sürmüştü Bir dalı dimdik yükselmişti Fakat yaklaşık yirmi beş sene önce İstanbul'un üzerinden geçen müthiş bir kasırga, çınarın yarısını kopardı Bu kederli hadiseden sonra ilk ziyaretimde lisan-ı hal ile guya ömrünün sona ermekte olduğunu ima ediyordu Askeri Müze'ye doğu yönelen uzun ve kalın bir dalı kalmıştı Bunun kendi ağırlığına dayanamayacağı anlaşıldığından, altına evvela ağaçtan bir destek kondu, sonra bunun yerine güzel bir granit sütun yerleştirmiştik Fakat bir kaç sene sonra ve yine bir fırtına neticesinde, o dal da kırılarak sutunla birlikte yere düştü Daha çok yaşar diyenler oldu Fakat ağacın üstüne artık seneler, asırlar çökmüştü Beli bükülmüştü Son zamanlarını yaşadığına şek ve şüphe bırakmıyordu Kalan kısımlarını koruma amacıyla, şimdi görülen duvardan istinat taşını yaptırdık Etrafına yüksek bir set çektirip içini taze toprak ile doldurduk Müracaat ettiğimiz ihtisas erbabı, bu muhterem ağaca dört yüz yıllık bir ömür tahmin etmişlerdi Bunlardan bazıları, onun hayatını devam ettirebilmesi için, iç kısmının çakıl ve çimento ile doldurulmasını tavsiye ettiler Diğerleri ise bunun asla doğru olmadığını söylediler Kısacası, her fani gibi, bu da hayatının son günlerini yaşadı ve nihayet öldü Onun kırk sene içindeki muhtelif safhaları ve yavaş yavaş ne şekillere girdiği bu sayfalara yerleştirdiğimiz fotoğraflardan anlaşılır Her halde, kendisinin önceki azametini ve ihtişamını bilenler ve bilcümle ağaç dostları, telafisi imkansız olan bu kayıptan dolayı derin bir üzüntüye kapılırlar, belki de benim gibi otuz beş senedir, her gün defalarca yanından geçenler ona adeta ''Allah rahmet etsin!" demekten kendilerini alamazlar Avrupalı seyyahlar, birkaç yüz yıldan beri, bu ağacı ''Yeniçeriler Çınarı" adıyla anıyorlardı Belki de yabancı elçiler saraya girdikleri zaman altında birçok yeniçeri duruyordu İstanbul'a çok eskiden gelen ve bazen elçilerin maiyetinde bulunan ressamlar bu meydanı ve sarayın bundan sonraki ikinci avlusunu yeniçerilerle dolu olarak görmüşler ve resimlerini yapmışlardır Bununla beraber, ne bizim tarihlerimizde, ne de Topkapı Sarayı ile ilgili menkıbelerde bu ağaca dair hiçbir kayda rastlayamadık Tam bir tabiat anıtı olan bu çınarın ne tarihi vak'alara şahit olduğunu insan zihninde canlandırabilir Dili Olsaydı, bunları bize anlatırdı Fakat aynı zamanda gençliğinde, hatta bundan daha yüz sene önce, memleketimizde ağaçlara gösterilen büyük saygıdan ve sevgiden hiçbir eser kalmadığı için acı acı şikayetlerde bulunurdu Gerçekten de şu son zamanlarda ağaçlara karşı uygulanan katliam hareketi geçmişte hiçbir zaman görülmedi Diyebilirim ki, bu durum, tarihi binalarımızın tahribatı kadar elem vericidir Hoyrat ellerle ve kasten mahvedilen ormanların ve asırlık ağaçların haddi hesabı yoktur Böyle giderse, mesela İstanbul'da ve Boğaziçi'nde, bir süre sonra, bir ağaç, bir servi bile kalmayacaktır Yeniçeriler çınarı ne bahtiyarmış ki, bu ihtiyar haliyle artık bizim ağaç düşmanlığımızı görmeyecektir!" İstanbul çınarlarının ortak özelliği, zamanla içlerinin boşalmasıydı Yukarıda da belirttiğimiz gibi, özünden çürüyen bu anıt ağaçların iri ve kalın gövdelerinde bir nevi mahzenler ve odalar meydana geliyordu Bazı garipler buraları dükkan veya mesken olarak kullanıyorlardı Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi'nde böyle garip bir olaydan bahsediyor; ''Çıplak Osman" adında bir meczubun Aksaray'daki bir ulu çınarın gövdesi içinde tam kırk yıl yaşadığını belirtiyor Hey gidi koca çınarlar, dile gelseniz, kim bilir neler anlatırsınız! Dursun Gürlek Türk Edebiyat Dergisi |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#6 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiYakut Mitolojisinde Ağaç Kültü Kaynak: http://www dergi org/052000/1201 htm - Mustafa Kazar Yakut Türklerinin inanışlarına göre şamanlar, yeryüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi Onlara göre şaman olacak olan bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış İneklerin ilk defa süte geldiği yerde, yine bu çayırlık alan imiş Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile, bir gürgen veya kayın ağacı varmış İşte bu kartal bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış Ağaçların altında bir beşik bulunurmuş Çocuk yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyüme başlarmış![]() İnanışına göre, iyi şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtadan çıkarlarmış Yumurtadan çıkan bu şamanlar, tabii olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış Bu kartal, onların her işlerinde büyük yardımcıları olurmuş![]() Yakutlar en yüksek ruhları taşıyan hayvanın kartal olduğuna inanıyorlardı Şaman göğe yükselirken dünya ağacını vasıta olarak kullanıyordu Bahsedilen bu dünya ağacının üstünde kuşlar ve tepesinde de kartal bulunuyordu Bazen bu dünya ağacı uzun bir sırık şeklinde düşünülüyord u Sırığın tepesinde genellikle gök kuşu denilen kartal veya çift başlı kartal bulunuyordu Tasavvura göre bu sırığın üzerindeki kartal, Gök tanrının kuvvet ve kudretinin temsil ediyordu Dünya ağacı zaman zaman Türkler ve çevrelerinde ki topluluklar tarafından kutsal olarak kabul edilen kayın ağaçları gibi ağaçlardan seçilirdi İlk şaman yaratıldığı zaman, yaratıcının çocuklarının bulunduğu yedi dallı bir huş ağacı ilahi bir mesken olarak kurulur Bunun dışında üç ağaç daha dikilir Bu kozmik ağacın tepesinde de yukarı da bahsettiğimiz sırığın tepesinde olduğu gibi, Gök tanrının bir biçimi olan kartal yer alır Kartalın yanındaki kuşlar ise, geleceğin kam’larının ruhlarını temsil etmekteydi Kartal’ın ormanın ruhunu temsil ettiğinin söylenmesi bu dünya ağacının aynı zamanda orman kültüyle de alakalı olduğunu da gösterir![]() ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, Cilt 1, T T K Yay , 1993![]() ÖNEY, Gönül, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatlar›, T İş Bankası, Yay , 1988![]() ÇORUHLU, Yaşar, Türk Resim Sanatında Hayvan Sembolizmi, M S Ü Doktora Tezi, İstanbul, Mayıs 1992![]() ÖNEY, Gönül, Anadolu Selçuklu Sanat›nda Hayat Ağacı Motifi, Belleten XXXII , 1968 |
|
Agaç Mitolojisi |
|
|
#7 |
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Agaç MitolojisiUygurların Türeyişleri Kaynak: Bahaeddin ÖGEL - Türk Mitolojisi I 1 Gökten İnen Işıkla Kayın Ağacının Beş Çocuk Doğurması Uygurlar, 300 senelik bir süre içinde, Göktürklerin hakimiyeti altında kaldıktan sonra M S 744 de büyük bir imparatorluk kurmağı başarmışlardı Uygur boylarının birçokları daha önceleri, Çin sınırlarında gezmişler ve ticaret hayatı ile meşgul olmuşlardı Bu sebeple, büyük dinleri öğrenmişler ve yabancı kültürlere, oldukça ısınmışlardı![]() Uygur çağındaki mitolojilerde, özellikle Önasya tesirlerini görmek mümkündürUygurların da kendilerine göre, bir türeyiş efsaneleri vardır Uygur türeyiş efsanesi, dış tesirler ne kadar kuvvetli olursa olsunlar, yine de eski Türk özelliklerini muhafaza edebiliyorlardı![]() Tola ile Şelenga, birleşir dökülürmüş, Suların kavşağında, bir ada görülürmüş Adanın ortasında, bir tepe göğe ermiş, Tepenin tam üstünde, bir de kayın göğermiş Gün olmuş zaman olmuş, bir ışık peyda olmuş, Işık gökten inince, kayın da nurla dolmuş, Ne zaman ki, gün batar, ışık gökten inermiş, Kayından sesler çıkar, herkes müzik dinlermiş Bunu duyan Uygurlar, hep birden şaşırmışlar, Bu durumu görenler, aklını kaçırmışlar On ay on gece kayın, ışık ile sarılmış, Bir gün tam şafakleyin, kayın birden yarılmış Beş güzel çocuk çıkmış, kayının ortasından, Gözleri kamaştırmış, bakmışlar arkasından Gün olmuş zaman olmuş, hepsi kocaman olmuş, Küçükleri "Böğü-Han", Uygurlara Han olmuş Türklere göre cennette, " Kutsal ağaç " ile bu ağacın kökünde bir "Ana-Tanrı" vardı Efsanede bazı dış tesirler vardır Fakat ana motifler, en eski Türk mitolojisinin özelliklerini taşırlar Türklerde nehirlerin kavuştukları yerler, kutsal idiler Tıpkı Oğuz destanında olduğu gibi burada da, "nehirlerin arasında kutsal bir adacık " görülmektedir " Kayın ağacı ", Türklerin kutsal ağaçlarından biri idi Tanrı, kendi haberlerini, kayın ağacı yolu ile gönderirdi Bu ağaç aynı zamanda, bütün insanlığın atası olan, bir " Kadın-Ana " yı da içinde saklardı Dede Korkut kitabında da, şöyle deniyordu: " Başun ala bakar olsam, başsuz ağaç! Dibün ala bakar olsam, dipsüz ağaç! " 2 Kutsal Ağaçlar Ve "ANA-TANRI" Eski Türklere göre, ağacın yalnız gövdesi ve yapraklar değil; kökleri de önemli idi Çünkü "Dede Korkut" kitabında da dendiği gibi, onun kökleri dipsiz, yani, yer altı âleminin en derin noktalarına kadar gidiyor ve oralardan da haber getiriyordu Gerçi Türklerin bu kutsal ağacı ile, Önasya mitolojisindeki " Tuba ağacı " arasında, bir ilgi de yok değildi Ama, aralarındaki fark, çok büyüktü Sibirya'da yaşayan Yakut Türklerinin efsanelerinde, böyle bir ağaç için, şöyle deniyordu: Gitmiş sormuş ağaca, benim anam, kim diye! Elbet bir atam vardır, benim babam, kim diye! Ağaç da dile gelmiş, soyunu sayıp dökmüş, Er-Sogotoh adlı er, saygı ile diz çökmüş Gök tanrısı Er-Toyon, onun babası imiş, Karısı Kübey Hatun, onun anası imiş Türk mitolojisindeki bu ağaç da, tıpkı İsl'miyetteki " Tuba ağacı " gibi, gökyüzünde ve cennette bulunuyordu Fakat Türklerin bu ağacının, bir de sahibi vardı Yakut efsanesi, ağacın bu sahibini de şöyle anlatıyordu: Bu kutsal ağacın da, var idi bir sahibi, Bir dişi Tanrı idi saçları da kar gibi! Kendisi ihtiyardı, göğsü de ap alaca! Görenler sanır idi, bir keklik gibi kırca! Memeleri büyüktü, aşağıya sarkardı! Uzaktan bakan kimse, iki tulum sanardı! Aslında ise ağaç, normal boydan küçüktü! Ana Tanrı gelince, ona göre büyürdü! Büyürken sesler çıkar, gürültüyle esnerdi, Bu sesler yavaş yavaş, gittikçe genişlerdi Sibirya'nın en kuzeylerinde yaşayan ve yüzyıllar boyunca, hiçbir yabancı görmeyen Yakut Türklerinin bu efsanesinde de, ağacın sesler çıkardığı ve içinde de, bir " Ana-Tanrı " nını bulunduğu, açık olarak görülmektedir Bazı Türk efsanelerine göre ise, bu " Ana-Tanrı " zaman zaman ağaçtan çıkıyor ve göklerde geziniyordu Bazı efsanelerde ise, bu Ana-Tanrı, denizin diplerinde yaşardı Altay Türkleri bu Ana-Tanrı'ya " Ak-Ana " adını veriyorlardı O'da bir yaratıcı idi Yeri, göğü ve insanları yaratan Tanrı Ülgen'e, yaratma gücüne de o vermişti " Türk mitolojisindeki Ana-Tanrı, kutsal kayınlar " ve buna benzer daha birçok motifler, çok geniş olarak üzerinde durulması gereken konulardı Bu meselelerin hepsi, Türk mitolojisi adlı eserimizde ele alınmış ve incelenmiştir Bilgiler, Bahaeddin ÖGEL tarafından hazırlanan Mili Eğitim Bakanlığı - Eğitim Dizisi, "Türk Mitolojisi - I" adlı kitaptan alınmıştır |
|
| Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
| Görünüm Modları | |
|
|