|  | Meşrutiyet Ne Demek |  | 
|  07-28-2012 | #1 | 
| 
Prof. Dr. Sinsi
 |   Meşrutiyet Ne DemekMeşrutiyet Rejimi Nedir Meşrutiyet Hakkında Bilgiler KISACA:Padişahlık ya da krallık gibi yetkileri çok geniş olan bir liderle yönetilen bir ülkede, liderin bazı yetkilerini halk oyuyla seçilen vekillerinden oluşan bir meclise devrettiği yönetim biçimi  Osmanlı Devleti’nde iki kez meşrutiyet yönetimine geçilmiştir  Bunlar; Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet’tir  DAHA GENİŞ AÇIKLAMA İLE: MEŞRUTİYET Siyâsî rejimlerden birisi  Hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento idâresine denir  Bu idâre şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır  Osmanlı târihinde 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan iki ayrı devreye meşrûtiyet devirleri adı verilir  Kuvvetler ayrılığı prensibinin hâkim olduğu idâre tarzı şeklinde gelişen meşrûtiyet ilk önce İngiltere’de ortaya çıktı ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde tatbik edilmeye başlandı  Krallık ve parlamento müessesesinin bir arada yürüdüğü bu ülke, günümüz demokrasi rejimlerinin de doğuş yeri olarak kabul edilmektedir  İngiliz demokrasisi kendisine mahsus şartlar altında gelişti  1789 Fransız İhtilâlinin Avrupa’ya yaydığı milliyetçilik düşünceleri neticesinde millî devletler kuruldu  Avrupa ülkelerinde hükümdarların nüfuzları, teşkil edilen parlamentolarla sınırlandırıldı  Geniş halk kitlelerinin ülke idâresinde söz sâhibi olmasına yarayan parlamentolarla kuvvetler ayrılığı prensibi iyice tatbik edilmeye başlandı  Bu durum demokrasilerin bu ülkelerde doğup gelişmesine zemin hazırladı  Yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrı gruplarca temsil edilerek birbirini dengelemesi, Avrupa’da tedricen parlamentoların müessiriyetini arttırdığı gibi kralların halk üzerindeki hâkimiyetlerini de azalttı  Zaman ilerledikçe hükümdarlar icrâ selâhiyetlerini kaybedip, birliğin ve milletin sembolü hâline geldiler  Bugün İngiltere, Japonya, Belçika ve Kanada gibi ülkelerde kral ve benzerlerinin statüsü genel olarak böyledir  Batı’da demokrasinin tekamülü, halkın ekseriyetine mâlolan büyük ve çoğu kanlı mücâdeleler netîcesinde mümkün oldu  Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde halk, ülke idâresinde söz sâhibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı  Çünkü Osmanlı idâresi, bir hânedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün işleri İslâmiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her köşesinde adâlet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi  Avrupa’daki hânedanlar ve krallar ise keyfî idâreleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi  Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrûtiyet hareketleriyse, halktan gelen birer hareket olmadı  Bâzı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihânete kadar vardı  1850’li yıllara kadar Osmanlı pâdişâhı, devletin ve milletin sâhibi olarak, bütün güçleri elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi  Ayrı din ve milliyetlerden müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idâresinde bundan başka bir şekil düşünmek de mümkün değildi  Nitekim günümüzde de şeklî görüşü ne olursa olsun muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur  Osmanlılarda hükümdârın temsil ettiği kuvvetlerin ve sâhip olduğu yetkilerin elinden alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin gelişmesine değil, devletin birlik ve berâberliğinin kaybolmasına yol açtı  Aslî unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük rol oynadı  Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyâletlerde kiliselerden kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp, bağımsızlıklarını kazandılar  Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan parlamento müessesesi ancak millî bir devlet yapısı içinde aslî fonksiyonunu kazanabilmektedir  Aksi hâlde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir  Meselâ, Birinci Meşrûtiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce târihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı  Meşrûtiyet rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek yegâne çâre olarak görülmekteydi  Osmanlı Devleti tedricen dünyâ siyâsetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı  On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanâyi inkılâbını gerçekleştirip, teknolojik sâhada önemli mesâfeler almaya başlaması üzerine, dünyâ siyâsetindeki ağırlıkları artmaya başladı  Sanâyileşme gayretleri içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı  Gerilemesinin esas sebebi din ve kültürü değil, değişen dünyâ şartlarına intibak edememesiydi  Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı  Türk târihindeki her ilerici hamle üstten ve idâreci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk teşebbüsler de pâdişhalar tarafından ele alındı  Pâdişahlar tarafından çeşitli kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu  Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecîd ve Abdülazîz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması oldu  Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi sağlanmak istendi  Ancak her defâsında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dâhilden ve hâriçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı  Genç Osman ve Üçüncü Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmûd Han (1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gâileler; Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep buydu  Meselâ Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) devrinde alınan borçlarla dünyânın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu  Alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşâsına harcandı  Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler, Abdülazîz Hanın şahsında sömürge imparatorluklarının, dünyâ hâkimiyetlerinin yıkılışını görür gibi oldular  Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülazîz Hanın şehit edilmesine, Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı  Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği gibi, aynı orduya bir daha sâhip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi  Abdülazîz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil etmemekle berâber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askerî yıkımdan dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı  Meşrûtiyetin îlânında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek, bunların ve bunların hâmiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu kazanmak arzusu, önemli rol oynadı  Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi  Osmanlı Devletinin Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu  Osmanlı Devleti zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri arttı  Öyle ki, son yüz yıllık devri âdeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak geçti  Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok medenî devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sâhiptiler  Ancak bunun yanında bâzı mükellefiyetleri de vardı  Meselâ cizye ve vergi verirlerdi  Devletin son zamanlarında karşılaştığı dâhilî meseleler adâletli ve istikrarlı bir idâre sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin tahrik ve teşvikleri yüzündendir  Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin tespit edilmiş bir politikası vardı  Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler, Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hâmiliğini üstlenmişlerdi  Katoliklik Fransızlarca, İkinci Mahmûd Han devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce resmî mezhep olarak tanıttırıldı  Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler  Hıristiyan azınlıkları ilk isyâna sevk eden Çar Deli Petro’dur  Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar  Rusya, 1830’lardan îtibâren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücâdelesine girişti  İngilizler 1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Vâliliği sırasında her il ve ilçede açtıkları konsolosluklar vâsıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler  Osmanlı Devletinde meşrûtiyet konusundaki ilk fikrî faaliyetler, Genç Osmanlılar arasında başladı  Ebuzziyâ Tevfik, Ali Suâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi, Ziyâ Paşa ve Şinâsî gibi batı kültürüne sâhip şahıslar, meşrûtiyet gelince devletin bütün meselelerinin çözüleceğine dâir bir inanç içindeydiler  Devletin, içinde bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idâre sistemini benimserse kurtulabileceğini zannediyorlardı  Batı’daki müesseseleri, kendi târihî gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı  Bu sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Sadrâzam Fuâd Paşa tarafından verâset haklarından mahrûm edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti aleyhine çalışmalara başladı  Matbûât yoluyla meşrûtiyet mücâdelesine girişmiş olan Genç Osmanlılar Âlî Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak Mustafa Fâzıl Paşanın çevresinde toplandılar  Paris ve Londra’da çıkardıkları gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vâsıtasıyla yurda sokarak, meşrûtiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar  Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, Sultan Abdülazîz Hanın Fransa seyâhati sırasında pâdişahtan özür dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar  1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda kalan bütün siyâsî göçmen gruplarının müşterek husûsiyeti, memleketleri aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu  Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümûnelerinden mahrum kaldılar  (Bkz  Jön Türkler) Birinci Meşrûtiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet ricâlinin çalışmaları neticesinde îlân edildi  Mütercim Rüşdî Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdârın yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrûtiyete karşıydılar  Sadrâzam Midhat Paşa ve Askerî Mektepler Nâzırı Süleymân Paşa ise, meşrûtiyet taraftarıydılar  Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip, Beşinci Murâd Hanın yerine getirilmesi meşrûtiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı  Ancak Sultan Abdülazîz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murâd Hanın sinirleri bozuldu  Bu sırada vukûa gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürülmesi (Bkz  Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir gelişme oldu  Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar arasında İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da pâdişâh oldu  10 Eylül 1876’da okunan Cülûs-ı Hatt-ı Hümâyûnunla Kânûn-ı Esasî’nin hazırlanması için Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi  Midhat Paşanın meşrûtiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu  Hiçbir devletin anayasasını tetkik etmediği gibi Meşrûtiyet idâresi hakkında da esaslı bir fikir sâhibi değildi  Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mîmârı olarak kendisini göstermek ve makam sâhibi olmaktı  Kânun-i Esâsî; on altısı yüksek mülkî memur, onu ulemâdan, ikisi de Ferik (Orgeneral) rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi Hıristiyandı  ) tarafından hazırlandı  Komisyonda Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl de vardır  Sadrâzam ve bütün nâzırların pâdişâh tarafından tâyin ve azli, pâdişâha karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kânûn-i Esasî’de aynen yer aldı  Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, âyân ve mebûsan meclislerinin işleyişi, illerin idâresi ayrı ayrı belirtildi  Heyet-i Vükelâya (Bakanlar Kuruluna) kânun hükmünde kararnâme çıkarmak yetkisi verildi  Pâdişâh istediği zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sâhipti  Kânûn-ı Esâsî, dar mânâda kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir  Yasama yetkisinin Meclis-i Umûmî, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükelâ ile berâber kullanılmasına karşılık son söz yine Pâdişâha âitti  Yüz kırk maddeden ibâret olan ön tasarıda Sadrâzamlık makâmı Başvekâlet hâline getirilip, nâzırların seçimi de ona bırakılıyordu  Heyet-i Vükelâyı parlamentoya karşı mesul tutarak Pâdişâhlık makâmını tamâmen sembolik bir mevki hâline getiriyordu  Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerine dâir bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen kaldırılıp, Türkçenin resmî dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı  Pâdişâha, siyâsî bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113  madde, bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dâhil edildi  Halbuki bu yetki Tanzimât Fermânı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan Abdülhamîd Han, Midhat Paşayı iknâ edemedi  Zîrâ Midhat Paşa, ölene kadar iktidarda kalacağını zannediyordu  Böylece kendi rakiplerini ve muhâlif olanları sürebilecekti  Midhat Paşa, Pâdişâhın nüfuzunu ortadan kaldırmak için Kânûn-ı Esâsî’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefâleti altına koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı  Midhat Paşa, buna mâni olamadığı için, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa başta olmak üzere hayli tenkit edildi  Nâmık Kemâl; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul etmeyiz  Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrûtiyetten vazgeçilmelidir  ” diyordu  O sırada toplanan Tersâne Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Vâlisi Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Bâbıâlî’yi tebrike geldi  Kânûn-ı Esâsî 23 Aralık 1876’da Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Paşa tarafından ulemâ, askerî erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemâat reisleri önünde Bâyezid Meydanında okundu  Toplar atılarak Kânûn-ı Esâsî îlân olundu  Hâriciye Nâzırı Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kânûn-ı Esâsî’yi îzâh etti  Meşrûtiyetin mîmârı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü geçen 113  maddeye dayanılarak sürgün edildi  Sadrâzamlığı esnâsında Bosna-Hersek eyâletinde başlayan Hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emretmiş ve tatbik ettirmişti  Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı  İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümâyişler yaptırıyordu  Bunu duyan Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa onu desteklemekten vazgeçti  Pâdişâhın aleyhinde çeşitli yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamîd Han, İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi  19 Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebûsan büyük bir merâsimle açıldı  Dârülfünûn (Üniversite) için yapılan binâ, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi  Meclisi bizzât İkinci Abdülhamîd Han açtı  Pâdişâhın nutkunu Mâbeyn Başkâtibi Küçük Saîd Bey okudu  Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi kendi iç idârelerinde muhtar eyâletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki dereceli bir seçimle parlamentoya girdi  Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi oldu  Meclisin, hükûmeti düşürme yetkisi yoktu  Birinci Meşrûtiyetin Osmanlı parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu  Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı  Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını isteyebiliyordu  Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya koyamıyorlardı  Bunun üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebûsan’ı süresiz olarak tâtil etti  Böylece, Birinci Meşrûtiyet 1 yıl 1 ay 21 gün sürmüş oldu  Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı  Milletvekillerinin görevleri sona ermesine rağmen, âyân üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son verilmedi  Âyân üyeleri, hayatları boyunca “Âyân Üyesi” ünvânını taşıdılar  Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrûtiyet parlamentosuna dâhil edilmişlerdi  Meşrûtiyetin ikinci defâ îlân edilip süresiz tâtile giren Meclis-i Mebûsanın yeniden toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmânî ismiyle birkaç kişi arasında kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı  Bu cemiyet daha sonra İttihat ve Terakkî ismini aldı  1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı  Hükûmete ve Pâdişâha muhâlif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı  Sıkı şekilde tâkip edilmeye başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı  Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükûmet aleyhine, Meşrûtiyetin îlânı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya başladılar  Fransız İhtilâlinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merâsimleri dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rızâ da orada kalarak Jön Türk hareketinin liderliğini ele aldı  Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı layihalarda o da meşrûtiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı  Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibâret kaldı  Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dâir araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar  Jön Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sâhibi olmak hüviyetini taşımıyorlardı  Ülkenin ve çağın sosyal, siyâsî şartlarından habersiz, gerekli fikir olgunluğundan mahrumdular  İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı  Kongreye İttihat ve Terakkî üyeleri Prens Sabahaddîn ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar  Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri Meşrûtiyetin îlânı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere göre mahallî muhtâriyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil ediyordu  Ahmed Rızâ ile Prens Sabahaddîn arasında kongrede ortaya çıkan anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep oldu  Ahmed Rızâ, Meşrûtiyetin îlânı için yabancı devletlerin müdâhalesi fikrini reddederken Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens Sabahaddîn bunu savunuyordu  Yine bu kongrede hâtırât yazılmaması, bu işin teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu heyet teşekkül ettirilmemiştir  Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine âit İttihat Terakki hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır  Almanya 1898’den îtibâren Meşrûtiyet idâresi için İttihat ve Terakkî hareketine gizlice yardım etmeye başladı  İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya başladılar  Fakat bu ihtilaf Meşrûtiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı  Sultan İkinci Abdülhamîd Han sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin hâkimiyetinde olan bir meclis yapısına müsâit yeni bir anayasa hazırlattırıp, tatbik ettirmeyi düşünüyordu  Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu subaylarından, Enver ve Niyâzi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik, Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet îlân edildi  Bunun üzerine Sultan Abdülhamîd Han 23 Temmuz 1908’de Kânûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı  Rumeli’de büyük gösterilerle îlân edilen Meşrûtiyet, İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı  Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirnâme ile Kânûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girdiği belirtilerek Birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânunu mûcibince seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi  İkinci Meşrûtiyet bir fikir ve doktrin hareketi değildi  Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlara göre Meşrûtiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve tesbit etmek gereği de duyulmamıştır  İttihat ve Terakkî hareketinin ise kendine âit bir lideri, programı ve fikri yoktu  Meşrûtiyetten önceki gizliliğini sonra da devâm ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve cinâyetlere yol açtı  İttihatçılar yeni kurulan hükûmette vazîfe almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar  Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye edildiler  Sultan İkinci Abdülhamîd Han muhâliflerini maaşla merkezden uzaklaştırırken, İttihatçılar sûikast tertipleyerek öldürmeye başladılar  İkinci Meşrûtiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar  Îlân edilen umûmî afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi  17 Aralık 1908’de toplanan Meclis-i Mebûsandaki azınlık mebusları ekseriyette olup, meclis, Birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sâhası hâline geldi  Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandasky de dâhil olmak üzere mebus seçildiler  Sason İsyânı tertipcilerinden Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular  Balkan Harbinde dünyâ askerlik târihinin en son kale müdâfilerinden Hasan Rızâ Paşayı İşkodra Muhârebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı  266 mebustan sâdece 137’si Türk’tü  31 Mart Vak’asından sonra Kânûn-ı Esâsî’de çok büyük değişiklikler yapılarak pâdişâhın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı  Veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi  Bundan sonra pâdişâhlık makâmı hilâfet ve saltanatın kaldırılışına kadar sembolik yetkileri olan bir mevkî hâline geldi  Sultan Beşinci Mehmed Reşâd, meşrûtiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek pâdişâh oldu   | 
|   | 
|  | 
| Konu Araçları | Bu Konuda Ara | 
| Görünüm Modları | |
|  |