Prof. Dr. Sinsi
|
Laiklik Ve Sekülarizm
Laikliğin tarihsel gelişimi - Laiklik kelimesi hangi dilden dilimize girmiştir - laiklik kelimesinin kökeni - Laiklik kelimesinin etimolojik kökeni - Türkiye Cumhuriyetinin laik temelleri - Atatürk'ün laiklik anlayışıAslında herşey, insanoğluyla; insanoğlunun dünyamız üzerindeki yaşamıyla ilgili Daha doğrusu, “toplu yaşam” dediğimiz yaşama biçimiyle  Ünlü doğabilimci Darwin, türlerin kökenini incelerken, dünya üzerinde varlığını sürdürebilen türlerin iki özelliğini saptıyor : Suda, karada ve havada günümüze kadar varlığını sürdürebilen canlı türleri; “güçlü olan” ve “değişen koşullara ayak uydurabilen” türler Güçlü olmayan ve değişen koşullara ayak uyduramayan canlı türleri yok olmaya mahkumlar
Güç açısından baktığımız zaman, insanoğlu doğadaki canlı türleri arasında en zayıf olanlarından, en güçsüz olanlarından biridir Ne dişleri güçlü, ne pençesi güçlü, ne gözleri, ne kulakları, ne de burnu  Ama insanoğlunun güçlü bir yanı var : Aklı
İnsanoğlu bu güçlü yanı, aklı ve zekasıyla, değişen koşullara ayak uydurmasını bilmiş, o günlerin çok zorlu ve vahşi doğa ve yaşam koşullarıyla baş edebilmek için, “toplu yaşam” denilen yaşam türünü seçmiştir İnsanoğlunun toplu yaşamı, doğada toplu yaşamı “içgüdüsel” olarak sürdüren öteki bazı canlı türlerinden farklı olarak, aklının ve zekasının ürünü, düşüncelerinin ve tasarımlarının sonucudur Kısaca “bilinçlidir”
Gerçekten insanoğlu, ancak toplu yaşam içinde ve toplu yaşamın getirdiği “işbirliği”, “dayanışma” ve “işbölümü” içinde varlığını sürdürebilmiştir Eğer böylesine bir yaşam biçimini seçmiş ve oluşturmuş olmasaydı, bugünlere gelinmesi olanaklı olamazdı
İnsanoğlu toplu yaşama geçtiği andan başlayarak bir ayrım ortaya çıktı : “Yöneten – yönetilen” ayrımı Toplu yaşam ancak kurallar çerçevesinde varolan bir yaşam biçimidir Kuralların olmadığı yerde anarşi başlar İşte yöneten – yönetilen ayrımı, aslında “kuralları koyanların” belirlendiği bir ayrımdır Doğal olarak işin bu aşamasında ortaya bir dizi soru çıkar : Kim yönetecektir? Yani kuralları kim koyacaktır? Yönetenler, yani kuralları koyanlar; bu yönetme ya da kural koyma yetkisini; kimden, nasıl, ne kadar zaman için alacaklardır? Kime, nasıl, niye devredeceklerdir?
Aslında dikkat edilirse, bu soruların tümü gelip “yönetme yetkisinin kaynağı” noktasında toplanmaktadır Tarihsel süreci incelediğimizde bu sorulara verilmiş yanıtları üç ana grup içinde toparlayabiliriz :
1- Bu yetkinin kaynağı “kaba güç” ve “zorlama”dır
2- Bu yetkinin kaynağı “Tanrı” ve “Tanrı buyrukları”dır
3- Bu yetkinin kaynağı “halkın iradesi” ya da bir başka deyişle “yönetilenlerin rızası”dır
İnsanların ilk toplu yaşam biçimleri “ilkel toplum” olarak adlandırılan yaşama türleridir İlkel toplumda; yönetme, kuralları belirleme yetkisinin kaynağı kaba güç ve zorlamadır “Şef”, en güçlü olan, irade ve isteklerini zorla kabul ettirebilecek olan kişidir Kendinden daha güçlü biri ya da birileri çıkana kadar bu yetkisini kullanır
Ancak dünyanın hiçbir yerinde, kaba güç ve zorlama, insanları yönetme yetkisini sürekli bir biçimde elde tutmaya yetmez İşin içine bir de “ikna” unsurunu, “inandırma” unsurunu katmak gerekir Biraz zorlama ile de olsa insanların bu duruma “gönüllü” katlanmalarının sağlanması gerekir İşte işin bu aşamasında din etkeninin, daha doğrusu, insanların bilinmeyen karşısındaki korkusunun kullanılması gündeme geliyor
İşte bu yüzden, ilkel toplumun şefi durumundaki “en güçlü” insanın bir süre sonra “büyücü” niteliğine büründüğünü görüyoruz Bilinmeyen bir âlemle bu âlem arasında bağlantı kuran bir kişi olarak “büyücü-şef” her türlü gücü elinde toplamış oluyordu Bir süre sonra kimi yerlerde şef ve büyücü ayrı kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır Ama bu iki güç arasında da tam bir uyum vardır
Eski büyük imparatorluklara baktığımız zaman, siyasal gücü elinde bulunduranların, Tanrılarla bir biçimde bağlantı halinde olduklarını görüyoruz Eski Mısırda da, Mezapotamya devletlerinde de, Hititlerde de, Friglerde de, yönetenlerin hep Tanrılarla bir ilişkisi vardır Aynı durum Uzakdoğu imparatorluklarında da görülür
Eski Yunan’da ve Roma’da da aynı olguyla karşılaşırız Gerçek yaşam ve mitoloji iç içe geçmiştir Yunan Tanrıları Olimpus Dağı’ndan çok, yeryüzünde dolaşırlar
Ortaçağ, “kilise”nin mutlak bir egemenliğine tanıklık eder Düzen, “Tanrı Düzeni” idi Kendisi de Tanrı’nın bir kulu ve iyi bir Hıristiyan olan “kral” ya da “imparator”, diğer bir deyişle siyasal gücü elinde bulunduran kişi, yönetme yetkisini Tanrı’dan alıyordu ve bu durum kilise tarafından “onanıyor” ve “kutsanıyordu”
Düzen “eşitsizlik” üzerine kurulmuş bir düzen idi Toplum iki grup insandan oluşmaktaydı: Tanrı’nın seçkin kulları yani yöntenler ve diğer insanlar yani yönetilenler Birinci gruba tüm soylular ve bir takım ruhbanlar giriyordu Yani ortaçağın klasik deyimi ile “savaşanlar ve dua edenler” seçkin kullardı “Üretenler” ise ikinci sınıf sayılıyorlardı
Eşitsizlik üzerine kurulan bu düzen “burjuvazi” sahneye çıkana kadar, yüzyıllarca sürdü Bugün bize saçma gelebilir ama, insanlar Tanrı’nın insanları farklı yarattığına yüzyıllarca inandılar Kaldı ki, buna inanmayan ve bu “inançsızlığını” dile getiren insanların sonu da çok kötü oldu Onların hesaplarını da Engizisyon gördü
Burjuvazinin oluşumu ve güçlü bir biçimde tarih sahnesinde yer alışı uzun bir süreç içinde gerçekleşti Bu sürecin ayrıntılarını, çalışmamın boyutunu çok aşacağından burada aktaramıyorum Ancak şu kadarını belirteyim ki, önce Haçlı Seferleri sırasında ilk birikimini gerçekleştiren burjuvazi, ticaretin gelişimine koşut olarak, gitgide güçlendi Aslında hiç kuşkusuz tarihin her döneminde tüccarlar ve ticaret vardı Ama artık Burg’larda yani kentlerde oturdukları için bu tüccarlar, maddi bakımdan, tarihte hiç görülmedik biçimde zenginleştiler
Burjuvazi ekonomik alandaki bu gücünü, siyasal güçle pekiştirmek isteyince, kendini eski düzenin katı kurallarıyla çepeçevre sarılmış buldu Eski düzende roller dağıtılmıştı Herkesin yeri ve işlevi belliydi Ve bu düzenin tanrısal bir düzen olduğu varsayıldığı için, değiştirilmesi de olanaklı değildi
İşte burjuvazi bu koşullar altında tanrısal düzenin temel felsefesine saldırdı: “Neden Tanrı insanları farklı yaratsın”, “insanlar arasındaki farklar, yalnızca biçimsel farklardır”, “insanlar doğuştan EŞİT ve ÖZGÜR’dürler” dediler İşte “egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indiği” yani laikliğin başlangıç noktası burasıdır Burjuvazi Tanrı egemenliğine karşı halk egemenliğini ileri sürerek bunun savaşımını başlatmıştı
Bu fikirlerin doğmasına yol açan döneme “Aydınlanma” diyoruz Aydınlanma, hurafe ve kör inançların yerine bilimsel düşüncenin getirilmesiyle karanlık düşüncelere ve kararmış beyinlere ışık tutulması anlamına gelir Zaten sanattan edebiyata, felsefeden doğal bilimlere, her alanda baş döndürücü bir gelişme başlayacaktır Bu çağın toplumsal anlayışı, insanlar arasında mutlak bir eşitliği ve insan özgürlüğünü oluşturmak peşinde idi “Doğal Hukuk Doktrini” ile desteklenen bu anlayışa göre insanlar, doğuştan bir takım vazgeçilmez hak ve özgürlüklere sahiptirler Yaşam hakkı, kendini geliştirme hakkı, düşüncelerini ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi özgürlüklerin yanı sıra, seçme ve seçilme özgürlüğü olarak özetleyebileceğimiz siyasal haklar, bu vazgeçilmez hak ve özgürlükler arasında sayılmaktaydı
İlk kez ABD Bağımsızlık Bildirisinde şu ifadeler yer alır: “ Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır Yaratan, insanları başkalarına devredemeyecekleri bazı haklarla donatmıştır Hayat, hürriyet ve mutluluğu arama bu haklar arasındadır İnsanlar hükümetleri, bu hakları güven altına almak için kurar ve hükümetlerin iktidarlarının meşruiyeti de yönetilenlerin rızasından doğar” Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde ise şunlar söylenmektedir : “Madde 1: İnsanlar hukuk bakımından hür ve eşit doğar, hür ve eşit yaşarlar Sosyal farklılıklar, ancak ortak faydaya dayanabilir Madde 3: Her egemenliğin özü, ilke olarak millettedir Hiçbir heyet, hiçbir fert, milletten açıkça gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz” Laikliğin ilk kez sergilendiği söz konusu belgelerdeki bu anlayış; meşru bir yönetimin ne Tanrıya ve ne de zorbalığa dayanamayacağını, meşru bir yönetimin ancak yönetenlerin iradesine dayanabileceğini vurguluyordu Bu anlayış, hem laikliğin hem de en basit biçimiyle özgürlükçü demokrasinin başlangıcıdır Ve bu nedenle, laik olan her düzen demokratik olmasa da, her demokrasi laik olmak zorundadır Laik devlet düzeni olmadan demokrasi olmaz
Bizlere ilköğretim yıllarımızdan beri bellettirilen “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” gerçekte laikliğin tanımı değil ama sonucudur Laiklik bir egemenlik sorunudur Yönetenlerin yönetme yetkisini yani egemeliklerinin kaynağını tanrısal düzenden mi yoksa halktan mı, tanrı buyruğu sayılan kutsal kitaplardan mı, yoksa insan aklının ve bilincinin ürünü yasalardan mı aldığı ile ilgilidir Bu tanımın uygulamadaki doğal sonucu din ve devletin ayrışmasıdır
İnsanlık tarihinin son iki yüzyılını kasıp kavuran tüm ihtilaller, tüm ayaklanmalar, tüm devrimler, işte bu amaca yönelik olarak gerçekleşmiştir: İnsanların eşit ve özgür olacakları ve yöneticilerini kendi özgür iradeleri ile belirleyebilecekleri bir düzen  Yani laik bir düzen, yani demokratik bir düzen Günümüze ışık tutan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nde de neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı ifade vardır: “Meşru bir düzen ne zorbalığa dayanır, ne dine Meşru bir düzen ancak halkın özgür iradesine dayanır”
Etimolojik köken
Etimolojik olarak bakıldığında, laiklik kavramı eski Yunancadaki “laikos” sözcüğünden gelir ve “din adamı olmayan insanları” nitelendirir Yunancadaki bu “laikos” sözcüğü, “halk” anlamına gelen “laos” sözcüğünden türetilmiştir Eski Yunanda “kleros” yani ruhban sınıfı üyesi olmayan tüm insanlar “laikos” idiler Daha sonra bu sözcük “laicus” olarak Latinceye geçmiş ve Türkçeye de Fransızcadan gelmiştir Kavramları Osmanlıca dile getirmek isteyen kimi düşünürlerimiz, laik sözcüğü yerine başka sözcükler koymaya çabalamışlardır Örneğin Ziya Gökalp, laik sözcüğü yerine din dışında kalan anlamında “ladini” sözcüğünü, Müşir Ahmet Paşa ise ruhbanlar dışında kalan anlamında “laruhbani” sözcüklerini kullanmış ve yerleştirmeye uğraşmışlardır Ancak bu sözcükler tam yerine oturmamış ve özellikle cumhuriyetimiz kurulduktan sonra, siyaseti din etkisinden kurtarma gayreti ve halk egemenliği ilkesi çerçevesinde “laik” ve “laiklik” sözcükleri yaygın bir kullanım alanı bulmuştur
İngilizce ve Almancada, laik anlamında kullanılan ve bu nedenle Türkçede de anlam bulanıklıklarına yol açan sekülarizm kavramı ise, Latincedeki “seacularis” sözcüğünden kaynaklanmaktadır ve “dünyaya ait”, “dünyevi”, “maddeye ait”, “cismani” anlamlarına gelmektedir Webster sözlüğünde ise, sekülarizm, dine ve kiliseye bağlı, bağımlı olmayan, ruhbanlara ait olmayan, toplumsal ahlak standartlarının dine ve dinlere göre değil, güncel yaşama göre düzenlenmesinden ve ayarlanmasından yana olmak anlamına gelmektedir
Sekülarizm, bu biçimiyle laikliğin bir dizi unsurunu içermekte ve laikliğe benzemektedir ama laiklik değildir
Sözcük bilimsel anlamda dikkat çekmek istediğim önemli bir nokta var: Dilllerin gelişiminde, sözcüklerin bir adlandırma dönemleri vardır ki; bu dönemde sözcükler, “kleros – ruhban” olmayanları adlandırma ihtiyacından doğan “laikos” sözcüğünde olduğu gibi, kavramsallıktan yoksundurlar Sözcüklerin ikinci dönemi ise kavramlaşma dönemidir Yani ruhban olmayanı adlandırmak laiklik kavramını oluşturmak anlamına gelmemektedir Laiklik kavramının, bu sözcüğün içini doldurması için yüzyılların geçmesi ve Aydınlanmanın yaşanması gerekecektir
Laik devlet – Seküler devlet
18 yüzyılda İngiltere ile Kıta Avrupası arasında önemli bir yapı farkı vardı Rönesans ve Reform ile başlayan değişim süreci, sonuçlarını İngiltere’de daha çabuk almıştır Papalığın sultasından daha erken, hem de krallığın desteğiyle sıyrılmış, ulusal kilisesini kurmuş ve protestanlarla katoliklerin yanyana yaşamasının koşullarını sağlamıştır Diğer yandan ticaretin sömürgeler sayesinde çok hızlı gelişmesi, Burjuvaziye hükümet üzerinde bir etkinlik kazandırmıştı Üstüne üstük, kilisenin etkisizleştirilmesinde büyük rol oynayan kralın yetkileri, 1688 devrimi ve Halklar Bildirgesi ile sınırlandırılmış, serbest seçim ve parlamento sistemi kökleştirilmişti Basın özgürlüğünün de Avrupa’dan önce elde edilmiş olması bu oluşumu destekledi
Buna karşılık, kilise ve krallığın her ikisiyle, ya da en azından biriyle sorunlarını çözememiş olan Avrupa toplumları, özgürlükler ve haklar konularındaki savaşımlarını sürdürürlerken, toplumlarında hala gücünü koruyan kilisenin açık direnciyle karşı karşıya geldiler Aydınlanmacıların sürdürdükleri bu savaşımda, İngilizlerin aksine, kilisenin ve siyasal düzenin öncelikli konu edilmesi kaçınılmazdı
Böylece birbirinden farklı iki oluşum gelişti:
1 Ruhunu 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden alan laiklik
2 Anglosakson sekülarizmi
Anglosakson sekülarizmi, Luther’in Protestan reformuna dayanır Katolik kilisesinin ve Katolik devletin baskısından yılan Protestanlar, ABD’ye göçtüler (ABD’ye ilk gidenler Protestanlardır), bu yeni topraklarda kendi kiliselerini kurdular ve kilise çevresinde örgütlendiler Anglosakson sekülarizmi, Protestan kilisesi ile halkın devlete karşı yaptığı işbirliğinden doğdu Amaç, devlet iktidarını ve otoritesini sınırlamaktı Böyle bir düzende, ABD örneğinde olduğu gibi devlet dine karşı savunma halindedir
1789 Büyük Fransız Devrimi’ni halk devlete, devleti temsil eden soylu sınıfa, kiliseye ve kiliseyi temsil eden ruhban sınıfına karşı yaptı 1789 devriminin ürünü olan laiklik, halkın ve halkın kurduğu devrimci devletin kiliseye karşı yaptığı işbirliğinden doğdu Bu laikliğin amacı, kilisenin (dinin) iktidar ve otoritesini sınırlamaktır
Bu iki kavram arasındaki derin fark, demokrasi anlayışlarına da yansır Çünkü Anglosakson zihniyeti, mülkiyet, liberalizm, bireycilik ayakları üzerine dururken Fransız-Avrupa zihniyeti, özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarı üzerine oturur Bu ilkeler sonuçta demokrasi anlayışlarına da yansır İlki liberal demokrasi’yi, ikincisi cumhuriyetçi demokrasi’yi dünyaya getirir
Anglosakson dünyanın insan birimi Birey iken, Fransa-Avrupa’nınki Yurttaş’tır
ABD devriminin amacı, Bireyci mülkiyet, Fransız devriminin amacı ise Halkçı mülkiyet’tir ki daha sonra Sosyal Devlet’e dönüşecektir
Bu tarihsel ve toplumsal çözümlemelerin ışığında diyebiliriz ki: Seküler devlet, kendini din kurallarının dışında sayan devlettir Din konusunda mutlak tarafsızdır ve buna karşı tümüyle ilgisizdir Elbette seküler devlette de yönetenler, yönetme yetkisini laik devlette olduğu gibi halktan alır Ve hiç kuşkusuz günümüzün gelişmiş batılı ülkelerini örnek alarak, gösterebileceğimiz seküler devletin geçmişinde de “din-devlet” mücadelesi yaşanmıştır Ancak artık seküler devlet bu mücadeleyi aşmış ve tamamlamıştır Günümüzün gelişmiş ülkelerinde ve demokrasilerinde, devleti din temellerine göre yeniden düzenlemek iddiasında hiçbir grup ya da parti olmadığı gibi, böyle bir potansiyel de yoktur Batı demokrasilerinin çoğunda “hıristiyan” partiler bulunur Ve elbette bu partiler önemli ölçüde tutucu / muhafazakar partilerdir Ancak bunlardan hiçbiri devleti hıristiyan temellere göre yapılandırıp, yöneteceğini ileri sürmez Batı demokrasilerinde kilise, elbette önemli bir güçtür ve tahmin edildiğinden çok daha etkilidir Fakat bu etki büyük ölçüde bireyin vicdanı ile sınırlıdır Egemenliğin kaynağı ve bu egemenliğin kullanımı ile ilgili tartışmalar çoktan sona ermiştir
Seküler devletin din konusundaki bu mutlak tarafsızlığına ve ilgisizliğine karşılık, laik devlet din kurumu karşısında ilgisiz değildir Seküler devletin din diye bir sorunu yoktur Çünkü halkın egemenliği yerine dinin ve Tanrının egemenliğini getirmeye çalışan ciddi bir tehdit altında değildir Tehdit olasılığı olmayınca, önlem gereği de ortadan kalkmaktadır Buna karşılık laik devlet, laik düzenini korumak için dini sürekli denetlemek zorundadır Laik devlet, kendi meşruiyet kaynağını yani halk egemenliğine dayanma özelliğini korumak zorundadır Gelişmiş batılı ülkeler için böyle bir sorun yoktur Laik devlet din ile her türlü bağlantısını kopartmış devlet değildir Zaten devletin en temel işlevi toplumsal yaşamı düzenlemektir Toplumsal yaşamın en önemli kurumlarından biri olan din karşısında nasıl ilgisiz kalabilir? Laik devlet, yönetenlerin yönetme yetkisinin kaynağının Tanrı ve din olmadığı bir devlettir Bu yetki kaynağına yönelik bir tehdit potansiyelini taşıyan herşeyi kontrol etmek zorundadır Laik devletin dini denetlemek istemesi ve yönlendirmesi, din kurumunu baskı altına almak amacına yönelik değildir Laik devletin buradaki amacı, dinin devletin meşru egemenliğine yönelecek tehditlerini frenlemek ve farklı inançlardaki yurttaşlara yönelebilecek tehditlere engel olmaktır Zira laik devlet tüm yurttaşlarının din ve vicdan özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlüdür Onların inançlarının koruyucusu ve savunucusudur Seküler demokrasinin bu türden sorunları yoktur Dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde rejim, dinden gelebilecek bir tehdidin endişesini yaşayamaz, hiç kimseye inançlarından ötürü baskı yapılması düşünülemez
Laik devletin yurttaşlarına karşı, din ve vicdan özgürlüklerini koruma sorumluluğu vardır Aynen diğer özgürlüklerini koruma sorumluluğu olduğu gibi  Yani laik devlet, hem devlet yönetimine müdahaleleri engelleyecek, hem de yurttaşlarının kendi özgür iradeleriyle belirleyecekleri inançlarını ve özel yaşamlarını koruyacaktır Ancak bu özel yaşam da, başkalarının özel yaşamlarını ve özgürlüklerini kısıtlamamalıdır Zaten en genel tenımıyla özgürlük, başkalarının özgürlüğü ile sınırlı değil midir?
Avrupa’da Laik Gelişmeler olurken Osmanlı neden uzak kaldı?
Batı’nın bilimselliği ön plana alıp, dinselliği kişiyle tanrı arasındaki özel ve kutsal ilişkidir diye tanımladığı bu dönemde, Osmanlı toplumu bütün bu gelişmelere kapılarını sıkı sıkı kapamış ve koca imparatorluk, bırakalım bu gelişmeleri anlamayı, olaylardan çok uzun süre haberdar bile olamamıştı
Osmanlı yönetimi dış ülkelerde sefaret açmak gibi bir olayı dahi zul addetmiş ve uzun süre yabancı ülkeler nezdinde temsilcilik açmamıştı Yurtdışına yolculuklar da çok kısıtlı olunca gelişmelerin çok gerisinde kalınmış, Osmanlının bu dönemde Batı ile teması ya savaş yoluyla, ya da ticaret yoluyla olabilmişti Büyük teknolojik gelişme kaybeden Batı, Osmanlı’yla yaptığı her savaşı kazanmış, sonunda bu acı gerçeği görebilen birkaç paşa ve padişah ise, toplumun gerici kanadının ısrarlı başkaldırısıyla sindirilmişti Genç Osman, III Selim, II Mahmut, I Abdülmecit gibi padişahlar olan biteni fark edip de gereken önlemi almak yolunda bir takım girişimlerde bulundukları zaman, ya tahtlarını kaybetmişler, ya da canlarından olmuşlardı
Bu ortamda ilan edilen Tanzimat ve onu takip eden Islahat dönemleri de beklenen gelişmeyi sağlayamamıştı Çünkü Kapitülasyonlar ve dış borçlar nedeniyle ekonomik özgürlüğü kalmamış Osmanlı Mülkünde, Çağdaşlaşma kavramından anlaşılan batı taklitçiliği ve hayranlığından ileri gidemedi Islahat çabaları, toplumsal ve siyasal düzene dokunmadan yapılan küçük teknoloji ithalatı ve bazı teknik okulların açılmasına indirgendi Batılı anlamda aristokrasi ve feodalitenin olmaması, tüccar kesimde sermaye birkiminin gerçekleşmemesi ve sanayileşme olgusunun eksikliği, sosyal sınıfların oluşumunu engelliyordu Öte yandan Fransız devriminin yaydığı milliyetçi fikirler, Osmanlı imparatorluğunu kemiriyordu
Bu tarihsel süreci en iyi kavrayan Mustafa Kemal oldu Kurtuluş Savaşı dönemini mutlaka bir Kuruluş Dönemi izlemeliydi Ve izledi de  
Türkiye Cumhuriyetinin Laik Temelleri:
Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik anlayışını kurumlaştıran devrimleri hızlıca anımsayalım:
• 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır
• 29 Ekim 1923’te Büyük Millet Meclisi tarafından yasal olarak Cumhuriyet kabul edilmiş ve ilan edilmiştir
• 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılmıştır Din işleriyle ilgili bakanlık da kaldırılırken, Öğrenim Birliği Yasası kabul edilmiştir
• 20 Nisan 1924’te Medeni Yasa kabul edilmiştir
• 30 Kasım 1925’te tarikatlar ile tekke ve zaviyeler yasayla kapatılmıştır
• 27 Şubat 1926’da Medeni Yasa’nın yaşama geçirilişine ilişkin düzenlemeler yapılarak Şeriat’tan kalan uygulamalar kaldırılmıştır (dinsel ve toplumsal yaşam, kadın hakları gibi konularda düzenlemeler yapılmıştır) Medeni Yasa tüm hukuk sisteminin de Batı Avrupa örneğiyle uyumlu olarak yeniden düzenlenmesini gerektirmiştir
• 10 Nisan 1928’de İslam dininin ya da bir başka dinin kurallarına göre değil, her konuda yasalara göre davranılması benimsenmiştir
• 1 Kasım 1928’de, Latin harfleri kabul edilmiş ve yeni Türk Alfabesi yaşama geçirilmiştir
• 3 Nisan 1930’da kadınlara genel seçimlerde oy kullanma ve milletvekili olabilme hakkı tanınmıştır
• 1931 yılında yönetimin altı temel ilkesi “laiklik, cumhuriyetçilik, gelişimcilik, halkın kendini yönetmesi, ulusçuluk, devletçilik” olarak tanımlanmıştır
• 18 Temmuz 1932’de ezanın (camilerin minarelerinden yapılan çağrı) Türkçe olarak okunmasına başlanmıştır
• 5 Aralık 1934’te kadınların milletvekili olması yaşama geçirilmiştir
• 5 Şubat 1937’de laiklik, Cumhuriyet Anayasası’nın özel bir maddesi olarak yerini bulmuş ve burada cumhuriyetin varlık nedeni ile kuruluş ilkesi açıkça belirtilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir ”
Saydığımız devrimler süregiden toplumsal ve siyasal düzeni islah etmek yerine, yeni bir toplumsal ve siyasal düzen inşaa etmişlerdir Bu yeni düzenin temeli ise “Egemenliğin kayıtsız koşulsuz Ulus’ta” olmasıdır Aslında yalnızca bu tümce bile yeterli bir Laiklik tanımıdır Üstüne bir de “yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim” olduğu eklenince, toplumsal hedefin çağdaş uygarlıklar düzeyi olması da kaçınılmaz olacaktır Adı konmamış olsa da bu süreç Anadolu Aydınlanmasıdır
Atatürk’ün laiklik anlayışı
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yazdığı “Vatandaşlar İçin Medeni Bilgiler” kitabından aktaracağım aşağıdaki bölüm günümüze kadar uzanan bir ders niteliğindedir Şöyle diyor büyük önder:
“İnsan önce doğanın tutsağı idi; sonra, buna gökten güç ve yetki alan bir takım insanlara tutsak olmak eklendi İnsan toplulukları büyüyüp devlet durumuna geldikçe, insanlar üzerindeki baskı da o ölçüde arttı Devletin başında bulunan adamın hakkı, sınırsız ve koşulsuz, salt bir güç olarak kabul ediliyordu Bireyin hakkı, hükümdarın çıkarına olarak, tanrısal hak içindeydi Bu hakka dayanarak, hükümdar uyruğundaki insanların özgürlüğüne istediği gibi sahip olabilirdi Bu bireyin hakkına saldırganlık sayılmazdı  Hükümdarın gücü için, dinlerin koyduğu sınırdan başka sınır tanınmıyordu Hükümdarın yapmaması gereken şey, ancak Tanrının yasakladığı şey olabilirdi  Doğanın herşeyden üstün ve herşey olduğu anlaşıldıkça, doğanın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve onurunu anlamaya başladı  Artık bundan sonra birey ile hükümdar ve devlet arasında hak davası ve hak savaşımı başlar  Bireysel haklar kuramı, doğal hak düşüncesi, tanrısallık düşüncesi temelinden gökten koparılarak yeryüzüne indirilmiştir  Bireysel haklar düşüncesinin temeli şöyle kuruldu: Her türlü hakkın kökeni bireydir Çünkü gerçek özgür ve sorumlu olan yaratık yalnız insandır  Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur Devlet yönetiminde bütün yasalar, kurallar ve düzenlemeler, bilimin çağdaş uygarlığa getirdiği ilke ve biçimler doğrultusunda, dünya gereksinimlerine göre yapılır ve uygulanır Din anlayışı vicdana bağlı olduğundan, Cumhuriyet, dinle ilgili düşünceleri devlet ve dünya işlerinden, politikadan ayrı tutmayı, Ulusumuzun çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni olarak görür”
:
“Aydın ve demokrat olmanın özü, kendinde yaşayan ülküdür İnsanlar arasında hiçbir ayrılık ve ayrıcalık gözetmeden, tüm insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunmak, kardeşliklerini sağlamaya çalışmaktır Özgür düşünce, akıl ve bilimsellikle gerçekleri aramaktır ”
Bu arayışın olmazsa olmazı da LAİKLİK’tir
Murat Şahin
Kaynakça :
Türkiye’de ve Dünyada Laiklik – Toktamış ATEŞ
Cumhuriyet ve Laiklik – Toktamış ATEŞ
Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi – Ahmet Taner KIŞLALI
Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği – Ahmet Taner KIŞLALI
İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi? – Server TANİLLİ
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi
Köşe Yazıları – Özdemir İNCE
Türkiye’de Laiklik Sunusu – Önder TUZCU
Qu’est-ce que la laïcité – Henri PENA-RUIZ
Vatandaşlar İçin Medeni Bilgiler – Mustafa Kemal ATATÜRK
alıntı
|