Prof. Dr. Sinsi
|
İi. Abdülhamid'in Hal Fetvasını Mehmet Akif Ersoy Mu Yazdı
II Abdülhamid'in hal fetvasını Mehmet Akif ersoy mu yazdı
Akademisyen ve yazar Dr Nuri Sağlam bugüne kadar Mehmed Akif üzerine yapılan bütün çalışmaları eksik bırakacak ve merhum şairin külliyatına belki üç dört ciltlik mühim bir ilave kazandıracak bilgilere ulaştı
Mehmed Akif'in ve II Meşrutiyet tarihinin yeniden yorumlanmasını gerekli kılacak araştırmanın en önemli kısmı, II Abdülhamid'in hal' fetvasını bizzat Mehmet Akif'in yazdığı ve dolayısıyla İttihat-Terakki Cemiyeti ile Akif'in ilişkisinin Teşkilat-ı Mahsusa ile sınırlı kalmayıp II Meşrutiyetten önceye dayandığı  Sağlam ayrıca Mehmed Akif'in doğum yerinin Sarıgüzel değil Bayramiç kasabası olduğunu ve ayrıca birçok yazısında müstear ad kullandığını söylüyor
Mehmet Akif'in müstear adla yazı yazdığını söylüyorsunuz Bu kadar önemli bir bilgi neden gözden kaçmıştır?
Efendim, dert çok, hem-dert yok, düşman kavi, tali zebun vs vs Yani zor bir soruyla başladınız Yine de bir şeyler söylemeye çalışalım Şöyle söyleyeyim Mesela zaman zaman "Her işin başı sağlık!" veya "Sağlık olsun!" gibi sözler dökülür dilimizden değil mi? Biraz okumuş olanlarımız da söz gelimi Kanunî Sultan Süleyman'ın "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" beytini veya ne bileyim Schopenhauer'in meşhur aforizmalarından birini tekrar ederiz Fakat vücut sağlığımızda bir arıza ortaya çıkmadığı sürece, bu sözler bizim için pek fazla bir şey ifade etmezler Bu ise aslında "ben" merkezli yaşam anlayışının basit göstergelerinden biridir Mesela "sağlıklı yaşam" denir, birçok hesap kitap yapılır ve bunun için muhtelif önlemler ve öneriler üretilir de "sağlıklı düşün" koşusu düzenlenmez! Anlatabiliyor muyum? Yani Kanunî merhumun beytini söyleriz de halk nedir, muteber ne demektir, nesne nedir, devlet nedir, cihan nedir, nefes nedir diye sormayız Hadi bunları geçelim, "sıhhat" ne acaba demeyiz  Üzümü ye bağını sorma! Öyle ya! Bir Arap atasözü hatırlıyorum: "Lev lem-yekün lime lime, lekâne'l-kelbü âlime!" Yani "Neden ve niçin olmasaydı, (af buyurun) köpekler bile âlim olurdu!" diyor Demek oluyor ki soru sormak lazım Belki garip bulacaksınız ama sanki soru, cevaptan doğuyormuş gibi geliyor bana Yani yokluğun temelinde varlık var demek gibi bir şey bu Kim bilir, belki de her sorunun bir cevabı değil, her cevabın bir sorusu vardır Demem o ki bu güne kadar Âkif merhum için böyle bir soru çıkmamış ortaya 
Peki Mehmed Âkif'in bir müstear ad kullanmış olabileceğini nasıl düşündünüz?
Efendim, çocukluğumdan beri Mehmed Âkif Ersoy'un benim iç dünyamda giderek genişleyen bir yeri oldu Henüz orta okul birinci sınıftayken okuduğum bir dizesi yüzünden Safahat'ın 6 Kitabı olan Âsım'da Çanakkale'yi tasvir ettiği o müthiş parçayı bilirsiniz O zamanlar bir bölümünü ezberlemiştim sanıyorum İşte o dizelerden biriydi bu "Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor/Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor " O vakitler bundan pek bir şey anladığımı söyleyemem tabi Ama her okuduğumda içimde bir yerlere dokunuyor ve hep ağlatıyordu beni O zamandan beri içimdeki Âkif sevgisi daima büyüdü Çok samimî bir perestişkârı oldum Fakat yazık ki şahsiyetinin bayağı bir mukallidi bile olamadım Neyse İlerleyen zaman içinde Safahat'ı birçok defa okudum Fakat yıllar önce doktara tezim için hazırlık yaparken Sebîlü'r-Reşad dergisini taramıştım Nasıl oldu şimdi hatırlamıyorum ama o sıralarda içime bir şüphe düştü Acaba Âkif merhumun kullandığı bir müstear adı var mı? Fakat yukarıda söyledim ya bizde mazeret çok Bu şüphe zihnimi kurcalayıp duruyordu Ama o gün bu gündür bir türlü fırsat bulup ardına düşemedim Kısmet bu güneymiş demek ki
Size Mehmed Fahreddin imzasının Mehmet Akif olduğunu düşündüren şey ne oldu?
Tek kelimeyle okumak Ama bunu biraz açalım isterseniz Âkif merhumun bana çok dokunan bir serzenişi vardır Yakın arkadaşı Hasan Basri'ye diyor ki: "Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim Fakat ne ona yâr olabildim, ne buna!" Milletin bir mensubu olmak değildir bu Milletin ta kendisi olmaktır Yani evvela bütünü görmek gerekir Bir başka deyişle ayrıntıya bütünün kapısından girilir Bununla beraber Akif'in gerçek bir dava ve ideal adamı olduğu bilinir Delil olarak da hep Safahat'ı gösterilir Nitekim Âkif hakkında yapılan çalışmalara bakacak olursanız, anlatılan konunun ekseriyetle şiir parçaları üzerinden yürüdüğünü görürsünüz Yani Safahat, hazır bir cevap olarak orada duruyor İş soru sormaya kalıyor Soru soranlar elbette var Safahat okumaları düzenleniyor mesela Takip edemiyor olsam da bunu çok önemsiyorum Fakat "Cevap hazırsa soru sormanın ne anlamı olabilir?" düşüncesi daha yaygın İşte bu yüzden Âkif üzerine yapılan araştırmaların birçoğunda, Safahat'tan konuya uygun parçalar seçilip bu parçaları nesre çevirmek suretiyle tekrar etmekten pek de öteye geçilemiyor Yani bütünü gözden kaçırıyoruz Ayrıntıyı değil
Bir örnek verebilir misiniz?
Tabi Meselâ Âkif merhumun "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek " dizesi herhalde çok bilinen bir dizedir Safahat'ın Fatih Kürsüsünde adlı dördüncü kitabının ilk sayfalarında geçer Yanılmıyorsam 27 mısradır Fakat öyle mübarek bir mısradır ki bu, Âkif için söylenecek sözlerin daima mukaddimesi olur! Bir bakarsınız, Âkif'in doğruluğunun en kavi delili olur, bir bakarsınız şair değil nazım olduğuna şahit tutulur, bir bakarsınız bilmem ne olur  Fakat zavallı, bir tek kendisi olamaz Kalbinin dili yok ki! Tıpkı şairi gibi, değil mi? Mesela bu dizedeki "odun" kelimesiyle "hakikat" kelimesi arasında herhangi bir irtibat kurulduğunu hiç görmedim Hadi, Yunus Emre akla gelmiyor diyelim "Odun" kelimesi ilk defa şiirin 10 dizesinde geçiyor ve 35 dizeye kadar anlamı sürükleyen anahtar kelime oluyor Toplam beş yerde tekrarlanıyor Bu otuzbeş dizelik ilk bölümde -ki bundan sonra konu değişiyor- "odun"la birinci dereceden ilgisi olan yahut anlamsal bağ kuran "hekim", "tımarcı" "balta", "keser", "ameliyat", "cerrah", "kesmek", "orman", "dikmek", "hayal", "hakikat", "mahsul", "yetiştirmek", "toprak" ve nihayet bütün bu anlamsal akışın gelip üzerine yığıldığı son iki dize:
Odun da isteriz artık yakında Avrupa'dan
Bizim filizleri göndermesin sakın o zaman!
Başka söze gerek var mı bilmiyorum Yani tahsil için Avrupa'ya gönderilen gençlerimizin aydınlık fikirlerle değil fakat memleketi yangın yerine çevirecek birer odun olarak döndükleri, ancak bu kadar çarpıcı anlatılır Tabi o zamandan bahsediyoruz  Demek ki mesele bir odun meselesi değilmiş efendim
Çok ilginç doğrusu Bir başka örnek daha verir misiniz?
Memnuniyetle Dilerseniz bu sefer de herkesin bildiğini var saydığım İstiklâl Marşı'ndan bir örnek verelim Mesela "O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!" diyor Âkif Yıldız falı bakmıyoruz tabi Ama birkaç basit soru soralım bakalım ne çıkacak? Yıldız nedir? Isısını, ışığını, enerjisini, tek kelimeyle gücünü kendisi üreten bir gök cismidir O halde güneş de bir yıldız mıdır? Evet Fakat gündüz gözüyle görünen tek yıldızdır Gece göremezsiniz onu Yani zulmetteyseniz nûru göremezsiniz demektir bu Dolayısıyla "Şu var ki: Çıkmalı ferdâ-yı nûra zulmetten " diyor Âkif Yani "nûr"un da ötesine geçmek gerekir  Neyse, devam edelim Peki dünya nedir? Güneşin bir uydusu, değil mi? Yani varlığı tamamen güneşe ve biraz da kendi uydusu olan aya bağlı bir başka gök cismi Öyle mi? Dünya güneşin etrafında, ay dünyanın etrafında, her ikisi birden güneşin etrafında dönüp duruyorlar Ne güzel  Şimdi gözümüzü yere indirelim ve etrafa bir bakalım Devletler arasındaki sistem de aynı değil mi? İnsanlar arasındaki ilişkiler ve hatta var olan bütün ilişkiler aynı sistem üzerine oturmuyor mu? Yani demek istiyorum ki makro ile mikro izafî birer ayrıntıdan başka bir şey değildir Çünkü hepsi bir başka bütünün etrafında dönüp durur Yani bugün Amerika güneş olur, yarın Türkiye  Yalnız bir şartla Nedir o? "Leyse li'l-insâni illâ mâ-seâ!" Yani çalışmaktan başka çıkar yolumuz olmadığını anlamakla  Bunları ben söylemiyorum, Âkif merhum söylüyor Safahat'ın altıncı kitabı olan Âsım'a sorarsanız bütün bunların cevabını açık bir şekilde alırsınız Dedim ya soru sormak lâzım 
Demek ki soruyu asıl Âkif'e sormak gerekiyor
İşte bütün mesele bu Cevap hazır zaten Bu yüzden Safahat'ın kapağını açar açmaz sizi ilk olarak "Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim" dizesi karşılar Bu bir selamdır İster alırsınız, ister almazsınız Eğer alırsanız bir çileye talib oldunuz demektir Çünkü o, "Kur'an Şairi"dir Kur'an'ın ilk emrini şiirin son iki dizesinde, üstüne basa basa iki defa tekrarlıyor bu yüzden Oku diyor, oku! Hem de "Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa/Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa " diyor İhtiyaç listende "hisli yürek" varsa okuyacaksın Okumazsan soru sorma hakkın yok, ona göre diyor Ben de hasbelkader okumaya, yani anlamaya çalışıyorum Galiba var olan bir cevabın sorusunu tesadüfen buldum diyebilirim Şunu da ekleyeyim, Safahat ciddî anlamda şerh edilmelidir Çünkü sanıldığı gibi döneminin manzum bir hikâyesi değil, tam anlamıyla siyasî ve sosyal bir tarihidir Bir deryadır 
MEHMET AKİF'İN DOĞUM YERİ BAYRAMİÇ'TİR, SARIGÜZEL MAHALLESİ DEĞİL
Mehmet Akif'in ayrıca Sarıgüzel Mahallesi'nde değil Bayramiç'te doğduğunu iddia ediyorsunuz?
Bu benim iddiam değil Çünkü nüfus tezkeresinde öyle yazıyor Ancak damadı Ömer Rıza Doğrul da dahil olmak üzere Âkif'in yakın arkadaşları tarafından yazılan bütün hatırâtlarda İstanbul'da, Fatih semtinin Sarıgüzel Mahallesi'nde doğduğu söyleniyor Ama ortada elle tutulur bir delil yok Hatırâtlar, elbette önemli kaynaklar Fakat sonradan kaleme alındıkları için unutulmak, yanlış hatırlanmak, bilerek yahut bilmeyerek tahrif edilmek gibi bazı mahzurları da yedeklerinde taşırlar hep Mesela Âkif merhumun yakın arkadaşı Midhat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif kitabında şöyle söylüyor: "Âkif'in nüfus tezkeresinde doğduğu yer Bayramiç gösterilmiştir Bu yanlıştır Âkif doğunca nüfus tezkeresi çıkarılmamış ve çocukluğunda babasıyla Bayramiç'e gidince orada çıkartıldığı için doğduğu yer orası gösterilmiştir " Âkif merhumun diğer arkadaşları Eşref Edib Fergan'la İbnülemin Mahmud Kemal İnal de aynı şeyi söylüyor Hatta Ertuğrul Düzdağ bile bu kanaattedir Fakat Prof Dr Kaya Bilgegil ile Prof Dr Fevziye Abdullah Tansel, Âkif'in doğum yeri konusunda bu rivayete itibar etmiyorlar Çok emin olamamakla birlikte, nüfus teskeresindeki resmi kaydın esas alınması gerektiğini düşünüyorlar Benim yaptığım ise sadece bu ikinci düşünceyi doğrulayan bir tespit Bir iddia değil
Bu tespiti hangi bilgi ve belgelere dayandırıyorsunuz?
Şöyle söyleyeyim Bilindiği gibi o dönem, Türkçülük, Batıcılık ve "İslâmcılık" gibi siyasî akımların devlete ve topluma sahip olmak için kıyasıya kapıştığı bir dönendir Zira Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü'r-Reşad dergileri güncel deyimle söylersek İslâm birliği siyasetinin amiral gemisi olarak görülüyor Bu yüzden Batıcı aydınlar da her fırsatta bu dergilere ve özellikle Mehmed Âkif'e saldırmaktan geri durmuyorlar Bunların başını Dr Abdullah Cevdet ve dergisi çekiyor Dergisinin adı da İctihâd Çok düşündürücü değil mi? Nitekim Dr Abdullah Cevdet 1908 yılında Dr Dozy'nin Peygamberimize ve dinimize hakaret ve iftiralarla dolu İslâm Tarihi adlı eserini tercüme ediyor Esere yazdığı önsözde, Dr Dozy gibi sıkı bir katoliğe bile neredeyse rahmet okutacak kadar ileriye gidiyor! Mehmed Âkif bu tecavüz karşısında nasıl sessiz kalabilirdi ki? Bu yüzden ilkin Ebüzziya Tevfik'e zehir zemberek bir tenkit yazıyor Çünkü Ebüzziya Tevfik, kendi gazetesinde bu eseri savunan bir yazı yayımlamış Fakat Âkif'in Dr Abdullah Cevdet'i eleştiren hiçbir yazısı görünmüyor dergide Oysa asıl onu eleştirmesi lâzım Anlatabiliyor muyum? Gerçi Manastırlı İsmail Hakkı, Dr Dozy'nin bu iftira ve hakaretnamesine bir kitap hacmini bulacak kadar uzun bir reddiye yayımlıyordu Lâkin Âkif'ten ses seda çıkmıyordu! Tuhaf değil mi?  Meğer "Mehmed Fahreddin" imzasıyla bir başka vadide gürül gürül akıyormuş merhum  Böyle büyük sanatkarlar, en hassas damarlarına basıldı mı kalemlerini âdeta birer kılıç gibi kullanırlar Hatta bazen bile isteye, bazen de ipin ucunu kaçırıp kendilerine batırdıkları da olur İşte o zaman birtakım gizlerini açığa çıkarırlar Mesela Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi cılız cüsse, fakat kavi kalem bir başka sanatkâr, kendisiyle ilgili en mahrem bir konuyu ustaca bir kurguyla Ben Deli miyim? romanının satır aralarına sıkıştırıyor Siyasî gidişatın canına tak ettiği bir sırada yapıyor bunu Anlatabiliyor muyum? Bu konuyu daha önce yazmıştım da ondan biliyorum yani 
Kaldı ki Âkif, müstearla yazdığı bir yazısında "Arnavud'luk kanımda ise Osmanlılık vicdanımda, İslâmiyet dimağımda, ruhumda, bütün varlığımda Çünkü diyânetim o, çünkü insaniyetim o, çünkü hakikatim o, çünkü fıtratım o Çünkü ebedî, sermedî saadetim o!  " diyor Şimdi böyle bir adam, bu iftira ve karalama kumpanyaları karşısında susması hiç olacak şey mi? Nitekim susmamış da!  Ve bakınız "Mehmed Fahreddin" adıyla yazdığı bir yazıda siperinden nasıl fırlıyor Dilini sadeşleştirerek aktaralım:
«Ben Arnavutluk'un sivri bir dağ tepesinde doğmuş, bir Arnavut evlâdıyım O kahraman Osmanlılar, o cihangir Türkler memleketimi fethettikleri gün atalarım, bu erkek arslanlarda gördüğü yüksek ahlâka ve güzel davranışlara hayran olmuş İncil'i bırakmış, boynundaki haçı çıkarıp atmış, coşkun bir dere gibi gözlerinden yaşlar dökerek koşmuş, Cenâb-ı Kur'ân'ın ulvî huzurunda ebedî saadetini hazırlamış
Benim dedem ki bir köylü, bir bedevî Arnavut'tur   İşte ben bunun evlâdıyım Şimdi bunun köylüsü, ümmîsi öyle olunca, ya İstanbul'a gelmiş, Kur'ân'ı ezberlemiş, ruhuna nakşetmiş, siyeri, fıkhı, tefsîri, hadîsi okumuş olan son neslinin, nasıl olması gerekir? Bunu tarif etmek mümkün müdür?  »
Şimdi bu metnin altına Safahat'tan da iki mısra çekelim:
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek'in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam 
İlki Mehmed Fahreddin, ikincisi Âkif Hayat hikâyeleri aynı değil mi? Evet Hatta Âkif'in doğum yeri konusundaki belirsizliği de gideriyor Nitekim Âkif'in Arnavud olduğu bilinen bir husustur Dedesi Nureddin Ağa, ümmîdir ve hâlis bir Arnavut'tur "Tahsîl-i âlîyi bitirdikten sonra hâfız oldum, fakat ondan evvel Kur'ân'ı okuya okuya gayet pişkin bir hâle getirdiğim için zaten hıfz ile aramda uzun bir mesafe yoktu Az bir müddet içinde Kur'ân'ı ezberleyiverdim " diyen de Âkif'in bizzat kendisidir Daha ne desin! Bir baytarlığından söz etmemiş Onu da herhalde "edebiyat tarihçileri bulsun!" demiştir Bu arada Orhan Veli'nin de ruhu şad olsun
İsterseniz bir delil daha gösterelim Mehmed Hayreddin imzalı bir başka yazıdan kısa bir alıntı daha yapalım Bu sefer, yazarın orijinal dilini koruyalım: «Onlara göre ehl-i îman umûmen mürtecî! Çünkü bunların ruhları Kur'ân-ı Hakîm üzerine titriyor Onların ictihâdları da garb medeniyyet-i hayvâniyyesine bayılıyor Kendi ictihâdlarına muhâlif gördükleri herhangi bir mü'min-i tâmmü'l- îtikad, inkılâb-ı Osmânînin velev ki en fedâkâr âmillerinden de olsa yine mürteci vesselâm! Haydi dîvân-ı örfîye! Buyurun darağacına! Mezarcılara büyük müjde! Birkaç milyon Müslüman için kazanacakları mezar ücretiyle lord olacaklar! Eğer Cenâb-ı Kur'ân-ı Hakîm'e merbûtiyyet-i kalbiyye ve rûhiyye irtica oluyorsa işte onu ben itiraf ediyorum Merci-ı vicdânım, melce-i rûhum, Cenâb-ı Kur'ân-ı Hakîm olduğunu bütün kâinatın işiterek şahâdet edeceği yüksek bir sedâ ile söylüyorum Zavallı! Beni ölümle korkutacak!  »
Şimdi Safahat'tan üç dize daha verelim:
İşte ben mürteciim, gelsin işitsin dünya!
Hem de boş mürteciim, patlasanız çatlasanız,
Hadi kanununuz assın beni, yahud yasanız
Görüldüğü gibi Safahat'taki dizeler, Mehmed Fahreddin imzasıyla yazdıklarının adeta birer manzum özeti Her halde bunlar kâfidir 
Mehmed Âkif ile Mehmed Fahreddin imzalı yazılar arasında herhangi bir fark var mı?
Hayır yok Bir süredir söz konusu yazıları yeni harflere aktarıyorum İnşallah yakında ikmal edeceğim Muhtevası, üslûbu, beslendiği doğulu ve batılı kaynaklar ve bunlar arasında özellikle Sadi ile Lamartin'ni öne çıkarışı, Fransızca ve Arapçaya hâkimiyeti, Mehmed Âkif'le ard arda ve zaman zaman yer değiştiren tefsirleri, hutbeleri ve özellikle de dinine ve mukaddesatına tecavüz eden batıcı yazarlara karşı takındığı o kahredici tarz-ı tahrîri, bütün bu yazıların aynı kalemin mahsulü olduğunu açık bir şekilde gösteriyor Yayımlanınca inşallah size de bir nüsha takdim ederim
II ABDÜLHAMİD'İN HAL FETVASINI MEHMET AKİF YAZDI
Yaptığınız araştırmada ortaya çıkan en çarpıcı şey II Abdülhamid'in hal fetvasını Mehmet Akif'in yazdığı yönünde  Oysa o dönemde fetva eminliği makamında Hacı Nuri Efendi, Şeyhülislam makamında ise Ziyaeddin Efendi vardı Ve Abdülhamid'in hal fetvasının şeyhülislam Ziyaeddin Efendi tarafından yazıldığı biliniyordu Mehmet Akif'in yazdığını nereden çıkardınız?
Söyleyelim efendim II Abdülhamid'i tahttan indiren o meşhur fetva metninin yazarı Mehmed Âkif'tir Ancak metnin altındaki imza tabiki Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi'ye ait olacak Değil mi? İsterseniz evvelâ sözü kendisine Âkif merhuma bırakalım Ne diyeceksek sonra diyelim Merhum Âkif yine batıcılarla çarpıştığı bir başka yazısında bakınız neler söylüyor Metni yine sadeleştirerek nakledelim: «Söyle ey İnkılâp, söyle! "Medeniyyet-i İslâmiyye" yazarının, senin istikbâline nasıl koştuğunu, nasıl can attığını, senin büyük inkılâplara şanlı kanlı bir nazîre olabilmen için nasıl alevler püskürttüğünü söyle!
Söyle ey Edirne Hükûmetinin Meclis İdâre Salonu! Dört nisan gününde seni sarsan çığlıklarımı! O Mebuslar Meclisi'nin alkış tufanları içinde okunarak bütün İstanbul ve taşra matbuatıyla bir daha neşrolunması iltifatına nail olan o beyannâmeyi nasıl yazdığımı, İstanbul'da Meşrûtiyet'e darbe vurulduğuna bir türlü inanmak istemeyenlere nasıl imza ettirdiğimi söyle!
Söyle ey Edirne'nin Belediye Dairesi! O en büyük zalim Abdülhamid'in tahttan indirilmesi için çekilen genel telgrafı, gözlerimi âdeta kör eden o gözyaşı tufanımla nasıl yazdığımı, salonda dünyayı unutacak kadar kendimden geçerek nasıl yarım saatten fazla okuduğumu, ateşler, alevler püsküren bu ilhamlı konuşmamla muhalif gözleri bile nasıl ikna ederek susturduğumu, belgeyi imza ettirmeye nasıl muvaffak olduğumu ve bu Allah'ın en büyük yardımına, Nedimlerin[?], Faiklerin [Faik Kaltakkıran] nasıl hayretlere düştüklerini Allah için söyle! Söyleyiniz ey Edirne'deki askerî binalar! Ey Topçu Kışlası Cami-i Şerifinin ulu minberi! Siz de bildiğiniz gerçeklere tanıklık ediniz! Daha fazla söyleyeyim mi? Fakat ne lüzumu var? Kâinatın her zerresi ayrı ayrı tanıklık etse yine nafile! Bin kere nâfile! Biz İnkılâb'ı Cenâb-ı Kur'ân-ı Hakîme, onun şanlı, şevketli istişare emrine istinaden yaptık İnkılâbımızın en büyük düsturu Hazret-i Kur'ân-ı Mübîn idi Onun üzerine ellerimizi bastık, yeminler kasemler ettik İşte biz iman sahipleri o yeminimize, o sözleşmemize bugün de sadığız; ölünceye kadar da sadık kalacağız Lâkin bunlar öyle değil!  »
Çok çarpıcı bir durum bu Eğer bu bilgi doğruysa Mehmet Akif'in İttihatçılarla işbirliği yaptığı sonucunu mu çıkarmak lazım yoksa memleketin selametini ön planda tuttuğunu mu?
Efendim Âkif özüyle sözüyle, tuttuğu yoluyla dosdoğru bir adamdır Hiçbir zaman yalpaladığını gören işiten yoktur Böyle bir adam böyle bir metni yazmışsa –ki yazmış- biraz durup düşünmek gerekmez mi? Hayatının her noktasında bütün ilhamını Kur'an'dan aldığını bildiğimiz Âkif, bu metinde herhalde yalan söylemez Elbette İttihatçılarla işbirliği yaptığı hem de bu işbirliğinin II Meşrutiyet öncesine dayandığı ortaya çıkıyor Niye yapmış o halde? Tabi ki memleketi için Peki tarih niye tekerrür ediyor? İbret alınmadığı için değil mi? Düşünsenize, Osmanlı'nın fiilen bittiğini ilan eden belgeyi Âkif yazıyor Aradan yıllar geçiyor ve Cumhuriyet'in istiklâlini ilân eden bir başka belgeyi yine aynı kalem yazıyor Ama maalesef vatanından cüda kalıyor  Bundan sonra herhalde çok şey söylenecektir  Burada yerimiz dar 
Bu bilgi siyasi tarihçilerin hangi ilişki ve konuları yeniden gözden geçirmesini gerekli kılmaktadır?
Son olarak bundan sonra ilk önce neler yapmak lazım? Ne dersiniz?
Efendim, öncelikle Sırat-ı Müstakim ve Sebil'ür-Reşad dergileri bütünüyle yeni harflere aktarılmalıdır Aksi halde ne Âkif'i, ne de o günden bugüne gelen süreci tam olarak anlamak mümkündür Ben şimdiden Âkif merhumun "Mehmed Fahreddin" imzalı yazılarını yeni harflere çevirmeye başladım Fakat asıl bu dergiler, noktasına virgülüne varıncaya kadar tez elden yeni harflere aktarılıp yayımlanmalıdır Mevcut hükûmet bunu tarihî ve millî bir görev saymalıdır Görmek istemeyenlere sözümüz yok! Lâkin hiç değilse görmeye istidadı olan gözleri düşünmeli 1908'den 1925'e kadar millet olarak yaşadığımız süreç, bu dergiler üzerinden okunabilir hale gelmelidir ki o gün bu gündür içinde debelenip durduğumuz siyasî, sosyal, kültürel ve daha nice açmazlarımız hakkıyla anlaşılabilsin Âkif merhumun "Ahfâdımın en son doğacak ferdine benden/Bir tuhfe-i îman götür, ey son nefesim sen" arzu ve niyazı da milletinin yanık sinesinde ilelebet makes bulabilsin
Bu yeni bulgular, evvelâ Mehmed Âkif hakkında yeni bir monografi çalışması yapılmasına ihtiyaç doğuruyor tabi İkinci olarak II Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e gelen sürecin özellikle siyâsi tarihimiz açısından yeniden yorumlanması gerektiğine işret ediyor Muhtemelen II Abdülhamid ve dönemine dair yapılabilecek sosyolojik araştırmalara da daha geniş bir alan açıyor Hepsinden önemlisi bugünü daha sağlıklı değerlendirmemize ciddi bir katkı sağlayacak gibi görünüyor Kim bilir, belki çok daha başka çalışmalara da yol açabilir 
Söze, Âkif mehumun da sık sık tekrarladığı, Namık Kemal'in
Felekten intikam almak demektir ehl-i idrâke,
Edip tezyîd-i gayret, intikam almak nedâmetten
beytiyle burada nokta koyalım ve gayret bizden Tevfik Allah'tan diyelim
Mesela şu sorular sorulabilir:
Âkif merhum, "Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yâr/Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr!" dizelerini 1919'da yazıyor Bu dizenin henüz mürekkebi bile kurumadan İstiklâl Marşımız'ı yazıyor Ve orada "Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ/Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ!" diye yakarıyor Buna rağmen Cumhuriyet kurulduktan hemen sonra niçin alıp başını Mısır'a gitmiştir acaba? Bu mücessem ideali ve hakiki âbîde-i hürriyeti, o güne kadar acaba neler iyice sarsmıştı ki "şapka giymemek için"(!) vatanından cüda kalmayı göze alabiliyordu? İlk yazılarından itibaren Batıcı aydınların "silindir şapkalı" fikirlerine karşı ne mücadeleler ettiği bilinmiyor muydu ki şapkadan tavşan çıkarma hokkabazlıkları karşısında hiç sesimiz çıkmıyor? Jean Paul Sartre, Frantz Fannon'un Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabına yazdığı o meşhur ön sözde neler diyor hatırlayalım: «Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka oluşturma işini üstlendiler Umut vaat eden gençleri seçtiler; kızgın demirle onları batı kültürünün ilkeleriyle dağladılar; ağızlarını tumturaklı, parlak sözcüklerle tıkadılar Anavatanda kısa bir süre kaldıktan sonra tümüyle değişmiş olarak ülkelerine yolladılar Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankılardan ibarettiler Paris'ten, Londra'dan, Amsterdam'dan "Parthenon! Kardeşlik" sözcükleri edildikçe, Afrika ya da Asya'nın herhangi bir yerinde dudaklar "  thenon!   deşlik" demek için aralanıyordu Altın Çağ'dı bu  » Hâl böyleyken bütün ömrünü bu sahte aydınlarla çarpışarak geçiren Âkif, acaba nelerin olup bittiğini görmemiş olabilir mi? Değişen ne var o halde? Hiçbir şey mi desek çok bir şey mi desek! (En iyisi Âkif'in, Namık Kemal'e ait olduğunu belirttiği "desem" nakaratlı "Hasbıhâli"ni tavsiye etmek ) Âkif merhûmun yaş tufanı dinmeyen gözlerinin önünde, bu mustarip milletin acaba neleri soyuluyordu? Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet'in onuncu yılından sonra bile niçin "Türk vatanı, yeni ufuklara doğru gidiyor, on iki seneden beri her gün muazzam bir hadisenin sahnesi oluyor, bütün bir cemiyet kökünden değişiyor İtikatlar, yaşayış şekilleri, iktisadî hayat  Hepsi değişiyor Fakat bizim millî kütüphanemizde bütün bunların bir aksini bulmak mümkün değildir Keza girmek istediğimiz Avrupa camiasının fikir hayatını Türkçede takip etmek isteyenin vay başına!  " demek durumunda kalıyordu? Acaba soyulacak neyimiz kaldı hiç düşünenimiz var mı? İhtimal ki hem soyulacak neyimiz, hem soyanımız ve hem de düşünenimiz vardır Hem de çok vardır  Fakat millî kafamızda değil, milî kütüphanemizde bütün bunların aksi ne kadar yer kaplıyor diye soranımız var mı acaba! Peki, biz kaç kişiyiz diyenimiz!?  Yine başa dönelim Bütün bunlar "bütünü" görme eksikliğimizden kaynaklanıyor Meselâ Safahat'ın bütününü görmeyip de Âkif'in cemiyetle alakalı şiirlerinin sayısını üçe beşe indirirsek bu "bütünü" görmemek olur O zaman cemiyetten ne anladığımız ya da ne anlamak istemediğimiz çıkar ortaya Ama Divan edebiyatındaki en beşeri aşkları bile İlâhi aşka yormaya alışmış zihinlerimiz Ne yapalım Dahası her ağzımızı açtığımızda Akif'in "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek" dizesindeki gerçek ve bir o kadar da ürpertici anlamı görmezlikten gelerek sözün hakikatini Akif şair miydi manzumeci miydi gürültüleri arasında boğmaya hakkımız olabilir mi?  Hani "Leyse li'l-insâni illâ mâ-seâ!" vardı? Ama acaba Safahât'ı hakkıyla anlamaya, anlamlandırmaya ve de anlatmaya, ne kadar cehdimiz ve ne kadar cesaretimiz var?  Âkif, İttihad Terakki ile hem-fikir olmasa da mübarek bir ideal uğruna inkılâbın "en fedakâr âmillerinden" olduğu halde, yine inkılâbın batıcı aydınları tarafından "gerici", "mürteci", "molla sırat" vs gibi iftiralarla ne zamandan beri taşlanıyor? Eğer bugün bu ülkede "İstiklâl Marşı Derneği" adıyla bir dernek kurma ihtiyacı hissediliyorsa bu hissin kaynağını düşünmek ve anlamak lazımdır 
H SALİH ZENGİN
|