Prof. Dr. Sinsi
|
18 Mart Çanakkale Zaferi Dosyası
BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti Okudum, okudukça büyük dersler aldım Tekrar okudum Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu  Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi
-Pekala, dedim Aldım baktım, sütlü çay  
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim Evet ne kadar güzel
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim
Fakat bu sırada düşünüyorum Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi "
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim Ve şu tabii manzarayı göstereceğim Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu
Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu Ezan bitti O dereden ben de bir abdest aldım Cemaat ile namazı kıldık O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin Yine Türklerde bırak Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur
"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"
Diyerek bir dua ettim ve kalktım Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor İnş düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir'e mektup yazdım
Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin
Çantayı al, sandığa koy Ben sana vaktiyle anlatmış idim , bu dünya böyledir
Fakat sen merak etme O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi Hani nasıl aldık Yalnız zaman ister
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun
Oğlun
Hasan Etem
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)
ANZAKLI ÖMER
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum Bir hastaya gittim Yaşlıca bir adam Tahminen yetmiş beş yaşlarında İngilizce konuşuyorum Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı Elimde kan torbası da var tabii ki pazusunu açtım Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var Çok ilgimi çekti benim Kendisine sormadan edemedim Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli Dikkatimi çekti Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım  ”Bu söz üzerine gözlerini açtı Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk'üm   ” İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi Anlatmaya başladı:
“Yıl 1915 Sen hatırlamazsın o yılları Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı Ben Anzak'tım Avustralya Anzak’larından  İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda Birlik olup üzerine gideceğiz Bu savaş çok önemlidir Biz de inandık sözlerine vaadetlerine  Savaşmak isteyenler arasına katıldık ” Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan ingilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevkediyorlarmış Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük Atış talimi Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman  Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş Bunu nereden anladığımı söyleyeyim Biz karaya çıktık Taarruz edemiyoruz Bizi püskürtüyorlar Tekrar taaruz ediyoruz Bizi tekrar püskürtüyorlar Tekrar taaruz ediyoruz Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim ”
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm Nasıl korktuğumu anlatamam Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya  Ama dikkat ettim Yaralarımı sarmışlar Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı Şoke oldum doğrusu Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler Ama öldürmüyorlar  Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim " Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum Niye savaşmaya gelmişim
Bu ingiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki  Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce    Nihayet bize serbest bıraktılar Memleketime döndüm işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım Bu bayrağın esrarı bu işte”
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk  Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim Size minnettarım Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız Bizi hep kandırmışlar  Buna bütün kalbimle inanıyorum Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi "Ömer" cevabını verdim Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş Yahu senin adın müslüman adı mı ?
Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi Ben mani olmak istedim Israr etti Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim Gözleri dolu doluydu Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş Benim adım şimdiye kadar Mr Josef Miller idi
Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun
"Olsun Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için , soramadığı için konuşamıyormuş
Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay
Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım Kabul etti Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı   Mırıldandı: Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı Müslüman olmuştu Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca ? Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor O günden sonra her gün yanına gittim Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu Hemen başucuna oturdum Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti   
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu
"Ne yalan söyleyeyim, ağladım "
|