Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı Gerilemesi Masaldır
Havva Yılmaz: Konu matbaaya gelmişken sormadan edemeyeceğiz Öğrendiğimiz (!) gibi gecikmiş aydınlanmamızı matbaaya mı borçluyuz? Matbaa geldi her şey yoluna mı girdi?
Mustafa Armağan: Bu tip mitolojiler geziyor bizim dünyamızda Maalesef bunları aşmak o kadar da kolay olmuyor Çünkü bu olayı aydınlatmak için pek çok yan olayı aydınlatmak şart Bir masanın dört ayağı üzerinde durması gibi, ayaklarını tanımlamadan yüzeyini anlatmanın anlamı yok Deveye demişler ‘Boynun niye eğri?’, ‘Nerem düzgün ki?’ demiş Bu olayda da benzer bir durumla karşı karşıyayız Sorgulanması gereken noktalar şunlar:
1) Matbaaya karşı çıkılması için bir sebep var mıydı?
2) Karşı çıkıldı mı gerçekten de?
3) Karşı çıkıldığına dair ortaya konulan deliller ne kadar bilimsel sayılabilir?
4) Matbaanın gelmesi her şeyin başlangıcı, gelmemesi de her şeyin sonu mudur?
Bu maddeler üzerinden ilgili meseleyi şöyle açıklığa kavuşturabiliriz
Matbaa geldi de ne oldu? Çünkü matbaanın geç gelmesinin bizim geri kalmamıza sebep olduğunu söyleyenler, şöyle bir varsayımdan yola çıkıyorlar: Gelseydi her şey değişecekti Peki, geldi; 1727’de ilk kitabın basımına başlandı Ve Müteferrika matbaası 16-17 tane kitap bastı Altı üstü bu kadar Ama İbrahim Müteferrika öldüğü zaman terekesinden yüzlerce cilt satılmamış kitap çıktı Şimdi bu neyi gösteriyor?
‘Matbaanın gecikmesi aydınlanmamızı engelledi’ diyenler öyle sanal bir tablo çiziyorlar ki, sanki Osmanlı’da insanlar okumak için yeri göğü inletiyorlardı, matbaa gelince insanlar önünde kuyruk olacaktı, binlerce kitap basılacak ve kapış kapış satın alınacak ve okunacaktı Yok böyle bir şey İbrahim Müteferrika bastı kitapları ve satamadı Padişah III Ahmed’den sübvansiyon, yani destek istedi Padişah da belli bir kısmını karşıladı Çünkü kuralları bozup lonca sisteminin içinde “gedik” açmışlar adam işini görebilsin diye; yani devlet matbaayı desteklemiş Buna rağmen Müteferrika iflas etmiş Şimdi Müteferrika matbaasının iflas ettiğini kimse söylemiyor ama matbaanın geç geldiğini söylemeyen yok Onun için yukarıda sorduğum ‘Matbaa geldi de ne oldu?’ sorusu çok önemli
İkincisi, gelmesine karşı çıkanlar var mıydı? Karşı çıkılması için herhangi bir sebep var mıydı? Bunu sormak lazım Diyorlar ki, kitaplar basılsaydı din adamlarının otoritesi ellerinden uçup gidecekti Bundan daha komik bir iddia duydunuz mu? Maupassant’ın ağlasam mı gülsem mi dedirten hikâyeleri gibi adeta Benim kitabım yüz adet basıldığında mı insanlar üzerinde otorite etkisi bırakırım, yüz bin adet basıldığında mı? Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı adlı kitabımı, bir kaç adet yazıp da eşime dostuma verseydim mi bu konuda söz sahibi birisi olduğum anlaşılırdı, yoksa 130 bin basılıp insanlar okuduğu ve beğendiği zaman mı otorite gözüyle bakılır? Bir kere bu, modern dünyanın en temel hadisesi olan basılı materyalin dönüştürücü gücünü inkâr etmek demektir Bir din adamı niçin kitabının daha çok basılmasını istemesin? Para kazanmak için değil sadece; daha çok insanı etkiliyorsun Bunu kim, hangi aklı başında insan istemez?
Peki, matbaa geç mi geldi? Geç geldiği için ortaya sürülen delillerden biri de şu: Diyorlar ki şeyhülislam zaten fetvasında ‘Dinî kitaplar basamazsınız, ancak lügat, coğrafya, tarih gibi kitaplar basabilirsiniz’ diye matbaanın işlevini baştan sınırladı Gördüğünüz gibi bir kısım iddiacılar tamamen karşı çıktılar diyor, bir kısım da sonunda fetvayı vermek zorunda kaldılar ama ‘dinî alana girmeyin, din kitapları basamazsınız’ dediler diyor Ben de diyorum ki; iyi ya, Şeyhülislam ‘Onu bunu bilmem, sadece dini kitapları basın’ deseydi ne yumurtlayacaktınız? Ya ‘Biz anlamayız coğrafya, lügat vs , varsa yoksa dinî kitaplar basın’ deseydiler? Görmediniz mi, örümcek kafalılar milletin gelişmesini istemediler, okumasını istemediler, milleti geri bıraktılar diyeceklerdi elbette…
Demek ki, burada maksat üzüm yemek değil Derdimiz aydınlanma değil mi? Pekala aydınlanmaya katkı sağlıyor adam Matbaa Amerika hakkında kitap basıyor, tanıtıyor Osmanlı tarihini basıyor Lügat kitabı basıyor Aydınlanmaya katkıda bulunuyor Tebrik etsene Alkışlasana Buradaki ikiyüzlülük çok aşikâr bir şekilde ortada
Kaldı ki, ferman çıkarılacaktı, onun için din adamlarından fetva isteniyordu Fetvayı yanlış anlarsak buradaki sonuca götürür bizi Nedir fetvada istenen şey? Tabii Müteferrika tecrübeli bir adam Macaristan’da matbaacılık yapmış ve Avrupa’da matbaacılara nasıl fena muamele edildiğini, İspanya’da, İngiltere’de, Fransa’da matbaacıların meydanlarda yakıldığını, makinelerinin kırıldığını, iş yerlerine baskınlar düzenlendiğini, sihirbaz diye yargılandığını ve yakıldıklarını biliyor Zannediyor ki, Osmanlı’da da benzer bir tepki olacak matbaa kurulursa Onun için diyor ki, neme lazım, ben din adamlarını yanıma alayım
Padişah da, Sadrazam Damat İbrahim Paşa da olası tepkilere karşı bir fetva almak istiyorlar Yani din adamları bunun arkasında olsun, onlar cevaz vermiş olsunlar, dolayısıyla fanatik gruplar karşı çıkarsa bir dalgakıran görevi görsünler İlk kitabın, ilk lügatın başına başta şeyhülislam olmak üzere birçok müftü ve din adamı önsözler yazıyor Matbaanın faziletlerinden, kitap basmanın Ümmet-i Muhammed’in istikbali için taşıdığı önemden dem vuruyorlar Bunu niye yapıyorlar? Olası tepkilere karşı engel olsun diye Tepkinin de sebebi kitap basılmasından değil Eskiden harfler kutsal sayıldığı ve matbaada harflere çekiçle vurma ve mengeneyle ezme işlemleri olduğu için, insanlar buna tepki duyabilir diye düşünüyorlar haklı olarak Her harfin bir melek tarafından taşındığına inanılan bir toplumda reaksiyon doğabilir diye düşünüp ona engel olmak istiyorlar
Zaten, fetva vermenin hukuki bir yaptırımı olmadığının da bilinmesi gerekir Bugünkü Danıştay gibi görüş bildiriyordu Bab-ı İfta Müteferrika sunduğu dilekçede dinî olmayan kitapları basacağız diyordu Şimdi bir dilekçe gelse ve ‘Şunu yapmak istiyorum, bilgilerinize arz ederim’ denilse, ‘Hayır, sen onu değil de şunu niye yapmak istemiyorsun?’ diye mi sorar dilekçeyi alan kişi, yoksa verilen dilekçenin uygun olup olmadığına mı bakar? Dilekçe biz şu alanlarda yayın yapmak istiyoruz diye geliyor Fetvanın nasıl gelmesi lazım? El cevap caizdir veya caiz değildir diye Bunu deyince, dinî kitapları basamazsınız mı demiş oluyorlar? Önüne gelen dilekçeyi cevaplandırmış oluyor sadece
Tarih, amatörlüğe tahammülü olmayan bir iştir Ama maalesef, bugün iş Çetin Altan’lara kadar düşmüştür Yine maalesef, bugün Çetin Altan bile bir seviye arz etmektedir Türkiye’deki fikir çoraklığı karşısında onun yazdıkları bile oldukça üst bir seviyede kalmıştır
Havva Yılmaz: Çetin Altan demişken, kendisi bir röportajında Osmanlı’nın hiçbir olumlu yönü olmadığını, bunun için devam etmediğini söylüyor “Güneş olumlu olduğu için devam ediyor” diyerek de iddiasına delil sunuyor Sizce bu ne kadar mantıklı?
Mustafa Armağan: Güneş olumlu olduğu için mi devam ediyor acaba? Bu ne kadar bilimsel bir görüştür? Yarın öbür gün patlayıp gittiğinde neye göre olumlu ya da olumsuz olacak durumu? Böyle sahte metafizikler canımı sıkıyor İnsanlar bir şey söylemiş olmak için, göz boyamak için konuşuyorlar Bunların hiçbir tarihî gerçekliği olmaz Doğa düzeniyle tarih düzenini aynı kabul eden bir insanla tarih de konuşulmaz O zaman çiçekler de açmaya devam ediyor, Osmanlı çiçek değildi, bir daha açmadı, gibi mantıkla alakası olmayan bağlantılar mı kuracağız? Tarih, her zaman kendi mantığıyla, kendi doğrultusunda, kendi zeminiyle birlikte ele alınmalıdır
Bence, Osmanlı bitmedi, devam ediyor Hem kurumsal olarak, hem insan potansiyeli açısından, hem de kısmen kırılıp ufalanarak, bugünkü Türkiye sınırları içinde devam ediyor Ama tabii ki, Osmanlı’nın sahip olduğu güç, birikim, o büyük cihan devleti olmanın çok uzağındayız Tekrar nasıl olabilir? Onun hesabını yapmalıyız Kalkıp da Osmanlı’yı ya da geçmişi kötüleyerek bir yere varmamız zaten mümkün değil; elbette tek fazileti övünmek olanların da bir yere varmaları mümkün değil Bu ancak sömürge ülkelerinde görülebilecek bir durum Okul kitaplarında kendi tarihinin, kendi geçmişinin kötülemesinin okutulduğu sömürge ülkelerindeki aydın tipidir bizdeki Halk ise can havliyle sarılmıştır değerlerine Evet, bir aydın tarihiyle hesaplaşır, sorgular, kafa yorar ama her şeyden önce de bilir ki bu tarih kendisinin malıdır Ama bunlar hem bilmiyorlar, hem de kabul etmiyorlar, üstelik Türkiye’nin bağımsız aydınları, tarihçileri diye mümtaz bir kefeye koyuyorlar kendilerini Bu, özellikle tarih açısından acınacak bir durum Yani bunlar Osmanlıca bilmezler, oturup adam akıllı bir tarih kitabı okumuş değillerdir Çetin Altan’ın “Tarihin Silinen Yüzü” diye bir kitabı var İki tane kaynak kullanıyor O da Türk Tarih Kurumu’nun bastığı İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın tarihiyle, yine genel bir tarih kitabı Onun dışında hiçbir kaynak yok, böyle bir ihtiyaç, bir dert de yok
Onların olmayabilir ama benim tarihi anlamak gibi bir derdim var Çünkü tarihe giydirilmiş düşünceler üzerinden değil, tarihin içinden bir şeyler çıkarmak istiyorum, onun içinde kımıldayan enerjiden yararlanmak, yararlandırmak istiyorum İlber Ortaylı’nın güzel bir sözü vardır; “Tarihçi derdi olan adam olmalıdır” Bunların derdi var ama dertleri tarih değil; tarihi nasıl kötüleyebilirim, küçültebilirim’in peşindeler Tarihi bilen insanlar olması lazım, fakat bilip de kötü anlatan insanlar da olabilir Tarihi yazan kişide bir dert görmek zorundayız Derdin ne? Yani hangi gayeyle bunları yazıyorsun? Bakıyorsunuz ki adamın gayesi zaten sürekli bağırmak çağırmak, sövmek hakaret etmek… Böyle bir insanla tarihi konuşamazsınız
Havva Yılmaz: Burada biraz, anlamak yerine yargılamayı tercih eden bir tarih anlayışı var galiba Ve bu durum Osmanlı’yı yere göğe sığdıramayanlar için de, onu hiçbir şekilde tasvip etmeyenler için de aynı Peki, bu anlayışla nereye kadar?
Mustafa Armağan: Cumhuriyet döneminin Osmanlı’ya bakışı enteresandır Biliyoruz ki, 1920’li yıllarda, özellikle 1922–1924 arasında önce saltanata, sonra hilafete yönelik eleştirel bir tutum var Ama şimdi bakıyorsunuz, 1929’da yazılmış bir tarih kitabı var mesela; orada şunu görüyorsunuz: Kanuni döneminden bahsediyor “Ordumuz” diyor “Kanuni şunu yapsaydı, Avrupa’ya karşı şöyle hareket etseydi, Yavuz doğuya değil de batıya gitseydi Osmanlı bu duruma düşmeyecekti…” Burada ‘ordumuz’ ve ‘biz’ vurgularının çok önemli olduğunu düşünüyorum Keza Atatürk’ün birçok beyanatı var; “Fatih zamanındaki gibi devam etseydi, Kanuni zamanındaki gibi devam etseydi, problem yoktu ”
Ne demek isteniyor burada? Yani Osmanlı bir şeriat devleti olarak başarıyla yoluna devam etseydi bize gerek kalmayacaktı mı demek istiyorlar? Osmanlı devam etseydi mi diyorlar, etmemeliydi mi diyorlar? Osmanlı’nın yıkılmasından memnunlar mı, değiller mi? Bence, burada bir çatala takılıyorlar Bir taraftan Osmanlı’nın gücünü önemsiyor, büyük bir güç olduğuna inanıyor, onun gibi güçlü olmak istediklerini söylüyorlar Ama öbür taraftan da Osmanlı’nın son yıllarının içinden geçtikleri için, içinde yetiştikleri çağa, içinde yetiştikleri döneme tepki duyuyorlar
Bunu kısmen Mehmed Akif’de de görebiliyorsunuz Akif’in sıkı bir Osmanlı eleştirmeni olduğunu bilmekte yarar var Hele ‘Berlin Hatıraları’ bölümünde Osmanlı sokaklarıyla Berlin sokaklarını karşılaştırdığı bir parça var ki tüyleri diken diken eder Osmanlı aydınının ne kadar ağır bir aşağılık kompleksi içinde olduğunu gösteren cümleler kullanır Berlin’de bal dök yala, bizim taraf çamur içinde… Öyle bir anlatır ki, mideniz bulanır Osmanlı’dan Bu, o toplumun içinde yaşayan insanlar için, reformcu davranan insanlar için anlamlı olabilir Belki sahici bir duyguydu bu Ama acaba ne kadar geçerli bir tavırdı, ne kadar sağlıklı bir tavırdı? onu tartışmak lazım Atatürk inkılâplarının, birkaç sembolik inkılâp dışında, aydın kesimce neden bu kadar kolay kabul edildiğinin bir sebebini de burada aramak lazım
1870’ler ile 1920’ler arasındaki elli yıllık dönemi yaşayan kadronun, neslin içinden geçtiği badireleri de bilmek gerekiyor ki, Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâpların neden büyük tasvip gördüğünü anlayabilelim Harf inkılâbı gibi, şapka inkılâbı gibi bir iki sembolik nokta dışında genellikle muhalefet çıkmamıştır Bunun bir sebebi de, o dönemde yaşayan aydınların kendi toplumlarına zaten epeyce dışardan bir bakış edinmiş olmaları, toplumun reforme edilmesinin şart olduğunu düşünüyor olmaları
Havva Yılmaz: Cumhuriyet ve Osmanlı arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz? Birbirine zıt iki farklı rejim mi, yoksa biri diğerinin devamı olan benzer yönetimler mi?
Mustafa Armağan: Olamaz zaten, farklı denilse bile buna inanmamak lazım Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 tarihli konuşmasında padişahın kendisi çıkıp bana ‘İngilizlere tabiyim, İngilizlerle anlaşın, iyi geçinin’ dese inanmam diyor ya, aynı şekilde onlar ‘biz Osmanlı’dan koptuk, canı cehenneme’ deseler bile -ki dedikleri yerler var- buna inanmam mümkün değil Çünkü bu söylemle değil, eylemle kanıtlanabilecek bir şey Eylemle kanıtlanabileceği için de eylemde bunun doğrulamasını görmek isterim
Mesela, Osmanlı dünyadaki on iki büyük devletten birisiydi Büyük devlet demek gücünün büyük olması demek değil Büyük devlet demek dünyada kabul edilmiş bir statü vardır; büyük devletler vardır, küçük veya normal devletler vardır Mesela Çin, 1945’e kadar büyük devletler arasına girememiştir ama Osmanlı, büyük devlet kavramı uluslararası hukukta oluştuğundan beri büyük devlet statüsünde kabul edilir Daha da ilginci, cumhuriyet kurulduğu zaman Osmanlı’nın varisi olduğu için Türkiye Cumhuriyeti küçük bir devlet haline gelmesine rağmen, büyük devlet statüsünde kabul edilmiştir Yani 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti büyük devletler arasında sayılıyorsa, Amerika’yla, İngiltere’yle büyükelçi teatisinde bulunuyorsa, bu Osmanlının devamı olduğu içindir Peki, bu söylemin sahipleri o zaman deselerdi ya, biz büyük devlet değiliz, Osmanlı mirasını kabul etmiyoruz, Osmanlı yıkıldı, biz küçük veya normal bir devlet olmak istiyoruz Dediler mi? Diyebilirler miydi? Demek ki, söylemlerin eylemde doğrulanmasını görmek lazım Bunu diyemiyorsan, Osmanlı borçlarından da yakınmayacaksın Çin 1945’e kadar kendisini yırttı büyük devlet olabilmek için, yüz milyonlarca nüfusuyla, olamadı Görüyorsunuz, eylemde Osmanlı mirasını hiç sorun olmadan, rahatsızlık duymadan benimsiyoruz
Ondan öte, İstiklal Marşı 1921’de kabul edildi fakat ilk kazanan Ali Rıfat Çağatay’dı İstanbul Darulelhanında hocaydı bu adam Ankara’daki yarışmaya katılıyor ve birinci oluyor, Ankara’da müzisyen yok ki o yıllarda Bütün yarışmaya katılanlar İstanbul’dan Osman Zeki Üngör de katılmış Peki o kim? Padişahın bir yakını, haremdeki kadınlardan birisinin akrabası olduğu için müzika-yı hümayuna girmiş bir müzisyen II Abdülhamid zamanında fark ediliyor, o fark ediyor, bu çocuğa iyi bakın diyor Vahdettin döneminde müzika-yı hümayunun kumandanı, yani orkestra şefi olarak görüyoruz kendisini
Bir süre sonra Ali Rifat Çağatay’ın bestesi pek beğenilmiyor, biraz alaturka bir beste Mustafa Kemal ise Osman Zeki’nin bestesini beğeniyor 1922 yılında Vahdettin daha İstanbul’dayken Osman Zeki’yi Ankara’ya çağırıyor, kendisiyle görüşüyor Diyor ki; ‘Ben seni Ankara’da istiyorum, bırak oradaki işini gücünü, ikna edebilirsen topla arkadaşlarını, alet edevatını al gel Size ihtiyacım var ’ Osman Zeki de toplayabildiği kadar alet-edevatını alarak, arkadaşlarını da örgütleyerek, gizlice trenlere yüklüyor ve dört vagon halinde Ankara’ya kaçırıyorlar Ne oluyor, Vahdettin’in Müzika-yı Hümayunu Ankara’ya gelince Cumhurbaşkanlığı Devlet Senfoni Orkestrası oluyor
Burada bir geçişme var Hilafetin kaldırılıp yetkisinin meclise verilmesi gibi bir sürü başka olayda da bunu görmek mümkün Demek ki, ‘kopuyoruz, koptuk’ demekle kopulmuyor, bunun eylemde doğrulanması lazım Eylemde doğrulanıyor mu? Bence doğrulanmıyor Velhasıl Osmanlı’nın devamıyız Tarihin mantığı da bunu gerektiriyor zaten
Havva Yılmaz: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz, iyi çalışmalar
|