Yalnız Mesajı Göster

Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar

Eski 08-24-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar




1 Ashab-ı Kehf
Ashab-ı Kehf'e, bazılarınca Ashab-ı Rakîm de denir ki, Kehf sûresinin baş tarafı, bu kişilerden bahsetmektedir Âyet, mealen Efendimiz'e hitap sadedinde şöyle demektedir: "Sen, Ashab-ı Kehf ve Rakîm'i bizim âyetlerimizden hayret edilecek bir şey mi zannediyorsun?"[4] Bu âyetten başlayarak, Kur'ân‑ı Kerim, 26 âyete kadar bize Ashab-ı Kehf'in serencamesini anlatır; anlatır ama Ashab-ı Kehf'in sayıları hakkında net bir bilgi vermez Zira âyette çeşitli insanların değişik görüşleriyle bazı rakamlar söyledikleri nakledilmekte, ancak bunlardan hangisinin isabetli olduğu söylenmemekte ve adetleri ile alâkalı bilgi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın ilmine havale edilmektedir
[color="blue"]Konuyla alâkalı âyette onlar hakkında şöyle denir: "İnsan­ların kimi, 'Onlar, üç kişi, dördüncüsü de köpekleri idi' diyecekler Bazıları da, 'Beş kişi, altıncısı köpekleri idi' diyecekler Bunların hepsi gayb hakkında tahmin yürütmekten başka bir şey değildir Kimileri de, 'Onlar yedi kişi olup sekizincisi köpekleri idi' derler De ki: 'Onların sayısını ancak Rabbim bilir' "
Ashab-ı Kehf'e, Ashab-ı Rakîm de denildiğini yukarıda söylemiştik Bunlara Rakîm Ashabı denmesinin hikmeti tefsircilere göre şöyle bir mülâhazaya dayanmaktadır: Rakîm, kitâbe demektir Ashab-ı Kehf'in içinde bulundukları mağarada, onların durumlarının ve isimlerinin kaydedildiği bir levha vardır Bu levhaya işaret edilerek onlara Ashab-ı Rakîm denilmiştir Bazıları bu ismin, mağaranın bizzat kendi adı olduğunu söylemişlerdir Diğer bir rivayet de, mağaranın bulunduğu dağın adı olması şeklindedir
Netice olarak, Rakîm'in ne olduğu kesin ve net değildir Bu mütalâalar Ashab-ı Kehf'le Rakîm'in ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenlere göredir
Ashab-ı Kehf'in bulundukları yer de ihtilaflıdır Bazıları Şam'da, bazıları Endülüs'te, bazıları Tarsus'ta ve bazıları ise Efes'te olduğunu söyleyegelmişlerdir
Endülüs'ün yetiştirdiği büyük müfessir Ebû Hayyan, tefsirinde konuyla alâkalı, Gırnata'ya yakın Sole denen mevkide bir mağara gördüğünü, o mağarada kemikleri çürümüş bir köpek ölüsü ve arkasında da yedi tane, etleri yavaş yavaş dökülmeye yüz tutmuş insan cesedine şahit olduğunu ve bunların Ashab-ı Kehf olabileceğini kaydeder
İbn Atiyye de Sole'de böyle bir ziyaretgâhın olduğunu ve kendisinin bizzat orayı ziyaret ettiğini söylemektedir
İbnü'l-Esir ise Ashab-ı Kehf hakkında şu malumatı vermektedir: Hıristiyanlık bozulur Krallar sefahate dalar Hatta içlerinden Dakyanus isminde bir kral putperest olur Bu, çok cebbar ve zalim bir insandır Allah'ın birliğine inanan insanlara imha planını uygulamak ister Bu düşünce ile, ne kadar inanmış insan varsa istisnasız hepsine işkence uygular Saraya mensup yedi genç de iman edenlerdendir Dakyanus onları da öldürmek ister Ancak saraya mensup oldukları için öldürmekten çekinir Onlar da Bencülüs (Anchilus) adıyla bilinen bir dağın mağaralarından birine sığınırlar
Bunlardan birisi olan Yemliha bir gün çarşıya iner Fakat sıkı bir takibe uğradığı için geri döner Bunun üzerine mağarada bulunan diğerleri de çok müteessir olup dua ederler O esnada Cenâb-ı Hak onların üzerine bir uyku gönderir Hepsi de uyuyup kalırlar (Bu malumat, Fransızların neşrettiği Grand Ansiklo­pedisi'nde de aynı şekilde yer almaktadır Sadece isimler farklıdır ki, onlar bu isimlerin Yunancasını söylemektedirler)
Onlar uykuya dalınca, Theodere ve Rufinus isminde saraya mensup iki inanmış insan, onların isimlerini ve başlarından geçenleri bir kitâbe hâlinde yazıp mağaraya koyarlar Zaten haklarında elde edilen malumat da bu kitâbeden elde edilmiştir İsimlerine gelince, Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyüş ve bir de köpekleri Kıtmir'den ibarettir
Aradan uzun bir zaman geçer Kur'ân-ı Kerim'e göre bu müddet, kamerî takvime göre 310, güneş takvimine göre 300 senedir Kur'ân, kamerî takvim ile güneş takvimi arasındaki farka bu âyetiyle işarette bulunarak bir taraftan da zamanın izafîliğine aynı âyetle işaret etmektedir
Geçen bunca zamandan sonra Ashab-ı Kehf uyanır An­cak çarşıya gönderdikleri arkadaşlarının durumu dikkat çekici olduğu için hemen fark ediyorlar Halk, onlara muttali olduğu için Cenâb-ı Hak Ashab-ı Kehf'in ruhlarını kabzeder ve ölürler
Ashab-ı Kehf hakkında söylenenlerin hulâsası budur Ancak biz bu hâdisenin günümüze bakan yönüne de temas etmek istiyoruz; istiyoruz ki bu suretle kıssanın Kur'ân'da anlatılması hikmetlerinden bazıları tebellür etsin Yoksa sadece maziye ait bir vak'anın zikredilmesinden başka bir mânâ ifade etmeyen –hâşâ– bir durum söz konusu olacaktır Kur'an gibi, mucize bir kitap, bu tür mülâhazalardan münezzeh ve müberradır
Bu kıssanın, her devrin insanına olduğu gibi bu devrin insanına da anlattığı/anlatacağı çok şey vardır Aslında her devrin insanının, kabiliyeti ölçüsünde bu ve benzeri kıssalardan hisse almaları için bunlar Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmaktadır
Kur'ân-ı Kerim, Ashab-ı Kehf'in yerini tasrih edip açıklamamıştır Yukarıda da temas ettiğimiz gibi İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan'da; Anadolu'da ise Efes, Tarsus ve Efsus (Afşin) gibi dünyanın çeşitli yerlerinde Ashab-ı Kehf'in mağarası olarak gösterilen yerler vardır Bunun bir hikmeti şu olabilir ki, dünyanın çeşitli yerlerinde inanan insanların çoğu hep böyle bir mağaraya sığınma ve bir "tahannüs" devri yaşamışlardır Bu, sadece bir yerde olmuş mahallî bir hâdise değildir İşte Kur'ân, meseleyi mutlak bırakmakla bu hususa işaret etmekte ve her yerdeki Ashab-ı Kehf'e dikkat çekmektedir Belki de her peygamberin ümmeti içinde bu tür bir Ashab-ı Kehf mevcudiyeti söz konusudur
Meselâ Hz Musa'nın ümmeti içinde zalimlerin zulmüne dayanamamış ve bu yüzden bir mağaraya çekilerek orada kendini ibadete vermiş bir Ashab-ı Kehf olabileceği gibi, Hz Mesih'in ümmeti içinde de kendi devrinin zalim ve gaddarlarından kaçıp bir mağaraya sığınan Ashab-ı Kehf olabilir Ancak biz, bugünkü tarihî malumatla bunların hangisinin hangi ümmetten olduğunu bilemiyoruz İleride belki de bugün kapalı olan bu hususlar aydınlığa kavuşabilir
Aynı zamanda bu hareket, bize fütüvvete dair bir hakikati de anlatmaktadır Her devirde bir fütüvvet hareketi olmuştur Yani gönlünü Allah'a vermiş bir kısım delikanlılar bir araya gelip bazı hakikatlere sahip çıkmışlardır Zaten Kur'ân‑ı Kerim'de de bunların isim ve adetleri üzerinde herhangi bir açıklama yapılmayıp, daha ziyade onların durumlarının anlatılması, bize o keyfiyetten alınacak hisseyi ders vermek içindir Kur'ân, onları (tercüme ve tefsirlerimiz içinde) mealen şu ifadelerle destanlaştırmaktadır:
Onlar bir fütüvvet cemaati, bir gençler topluluğudur ki hakikati omuzlamış ve ne olursa olsun onu yaşama azmindedirler, dedikten sonra ilave eder: Biz de onların hidayetlerini artırdık ve onların kalblerine rabıta verdik Birbirlerine sımsıkı bağlandılar ve pervasız hâle geldiler Onlar, küfür, tuğyan ve dalâlet karşısında gayet fütursuz idiler Rahatlıkla, ateşe girebilir, çarmıha gülerek gidebilir ve arenalarda aslanların ağzında parçalanırken Cenâb-ı Hakk'ın celâlî tecellîlerini seyir neşvesiyle tebessümlerle ölüme yürüyebilirler Öyle ki kaba kuvvetin temsilcileri onları yakalamak için takip ederken bile onlar bunları bir koruma görevlisi gibi karşılar ve her zaman rahat hareket ederler Kalbleri, kenetlenmesi gerektiği şekilde kenetlenmiştir Başkaldırmışlardır kargaşaya, nizamsızlığa bu başkaldırışlarında Hakk'ın rızası ve âlemşümul değerlere saygı nümâyândır Her zaman, "Sizin ve bizim Rabbimiz, semavat ve arzın Rabbidir Biz O'ndan başkasına el açıp yalvarmayız"[6] hakikatiyle soluklanırlar
Aslında işte böyle bir fütüvvet topluluğu, onların içinden çıktıkları milletin bekâsının garantisidir Onun içindir ki Hz Ömer, "Gençliği olmayan bir millet mahvolmuştur" buyurur Bunun mânâsı, içinde fütüvvet topluluğu olmayan bir millet, yıkılmaya ve haritadan silinmeye mahkûmdur, demektir Böylesine zinde, canlı, dinamik ve her yönüyle sıhhatli bir gençlik, her yerde kendi değerlerini haykırarak her türlü uğursuz sesi bastıracak, insanların eğri büğrü yollara girip perişan olmasına meydan vermeyecek, bir cihetle murabıtlık yaparak milletin menfaatine olmayan her meseleye karşı koyacaktır
Evet, işte böyle bir gençliği olmayan millet mahv ve perişandır Meseleye bu zaviyeden yaklaşıldığı zaman görülür ki, Hz İsa devrinde başlayan fütüvvet hareketi tam 310 sene devam etmiş; yani Hıristiyanlık bu kadar sene gizli ve el altından yayılmış ve bu insanlar, o günün zalim ve cebbarlarına karşı bu dini işte böyle bir gizlilik içinde korumuşlardır
Devlet gücü zalim ve gaddar insanların eline geçince, Neronlara rahmet okutacak zulüm ve işkence inanan insanların mukadder akıbetleri olmuş ve bu mâkus tali' değişeceği ana kadar da görmedikleri zulüm ve çekmedikleri çile kalmamıştır İhtimal Uhdud Ashabı'nın zulmü de işte bu döneme rastlar: Hendekler kazılır, hendeklerin içi alev alev ateşle doldurulur ve inanan insanlar diri diri bu hendeklere atılarak cayır cayır yakılır, ama yine de o mü'minlerde dininden dönen olmaz Hatta bir kadın, elinde çocuğuyla beraber yanıp gidecektir Bir ara tereddüt geçirir Herhâlde kendisinin yanması umurunda değildir; ama "Bu masum çocuk yüzünden mesul olur muyum?" diye düşünmektedir İşte o esnada kundaktaki çocuktan ses gelir: "Ana durma at kendini!" der Ve kadın hiç düşünmeden ciğerpâresiyle beraber kendini ateşe atıverir
Fütüvvet cemaati, kadını ve erkeğiyle her türlü mehâliki göğüsleyen yiğitler topluluğudur Uhdud Ashabı, bunca katliama rağmen yine karşılarında kıyam edip duran bir gençlik buluyorlardı Onlar çarmıha geriliyor, yakılıyor, fakat asla dinlerinden taviz vermiyorlardı Demir testerelerle kesiliyor, etleri kemiklerinden ayrılıyor, yine de dinlerinden dönmüyorlardı Günlerce ve aylarca aç susuz bırakılıyor, çöllerde süründürülüyor, buna rağmen bir adım geri atmıyorlardı Zaten, asırlar sonra Habbab b Eret'in dua talebine karşı Allah Resûlü işte bu kahramanları misal göstermemiş miydi?
Evet, onlar kendilerine düşeni hakkıyla yapmışlardı; Saa­det Asrı'nda da bu vazife Allah Resûlü'nün arkadaşlarına düşmüştü Ve Allah Resûlü orada son cümlesini şöyle tamamlamıştı: "Allah bu dini tamamlayacaktır, ama siz acele ediyorsunuz" Acele etmeye hiç gerek yoktu Çünkü fütüvvet cemaati er geç fonksiyonunu eda edecek ve kendine düşeni yaparak dinin tamamlanması mevzuunda Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna mazhar olacaktı Ne var ki, sabır isteyen böyle bir meselede diş sıkıp sabretmek gerekecekti evet bu tür konularda acele, daima yıkım getirmiş ve milyonlarca insanın çalışma ve gayretleriyle vücut bulan bir oluşum heba olup gitmiştir
Sözün burasında bir girizgâh bulup şu hususa intikalim mazur görülsün: Bugüne kadar kendimi daima mü'minlerin en mücrimi görmüşümdür Bunun bir devamı olarak da İslâm hesabına bir şey yaptığım iddiasında bulunduğumu hatırlamıyorum Ancak şu da bir gerçek ki, yeryüzünde bütün inanan insanlar doğransa ve sadece ben kalsam, bu durum beni hiç mi hiç ümitsizliğe düşürmez –Hafizan– böyle bir şey olsa ben yine: "Çalışır, tekrar çoğalırız" der, yoluma devam ederim Ancak inanmış insanların, hayatın bütün sahalarında oldukları devrede dahi işe çilesizlerin müdahale etmesi ve mazisinde hiçbir sıkıntı bulunmayanların işi ellerinde tutmaya çalışmaları işte beni ve benim gibi düşünenleri ümitsiz edecek en büyük musibet budur Zira Saadet Asrı'nı dahi bu tür çilesizler karıştırmış ve İslâm âlemini kan gölü hâline getirmişlerdir
Evet, o aydınlık çağı ifsat edenler, Habbablar, Ammarlar ve Bilaller değildir Nerede, nevzuhur ve sonradan iltihak etmişler varsa –elbette hepsi değil, sözüm sadece bir kısım çilesizleredir– bu ifsat ve anarşinin başını hep onlar çekmiştir Bu hususu düşündükçe bazen ümidime gölge düştüğünü ve ellerimi açıp Rabbim'e şöyle niyaz ettiğimi itiraf etmeliyim: "Rabbim, ard fikirli insanları Sen bertaraf et İnanan insanları hiçbir zaman inkisara uğratma!" Âmin
Konuya tekrar dönecek olursak, Hz Mesih'in ümmeti fütüvvet hareketini tam 310 sene devam ettirmiştir Bu hareket tabandan gelen bir zorlama olduğu için neticede Kostantin, Hıristiyanlığı resmî din olarak ilan etmek mecburiyetinde kalmıştır Gerçi bu, Hıristiyanlık üzerinde kontrolü elde tutmak için yapılan bir kabulleniştir, ama yine de bir mânâda önemlidir Eğer o günün Hıristiyanları, Kostantin'in bu oyununa gelmeyip kendileri olarak vaziyet edecekleri ana kadar dişlerini sıkabilselerdi, ihtimal dinlerini bir süre daha koruyabilirlerdi
Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki, günümüzün inanan kesimine karşı oynanan veya ileride oynanacak olan kabullenme taktikleri de, dünün o inananlarına oynanandan farklı değildir Öyleyse günümüzün inananları dünden ibret alıp kat'iyen şunun-bunun oyununa gelmemelidirler
Hıristiyanlığın resmî din olarak kabul edilişi, Hıristiyanlara indirilen bir rehavet darbesi olmuştur Bu devreden sonra Hıristi­yan­ların bir kısmı eski gerilimlerini kaybedip kelepir sevdasına düşmüşlerdir Tabiî ki bu düşüş, sona doğru gidişi hızlandırmıştır Dün, uğruna canlarını verdikleri hakikatlere karşı bu rehavet döneminde ihtimal, kıllarını dahi kıpırdatamamışlardır
Evet, mağaraya çekilme, toplumdan kaçma şeklinde düşü­nül­memelidir O sadece bir gerilime geçme devresidir ki, başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün büyükler hep böyle bir dönemden geçmişlerdir Efendimiz, Hira dağında bir mağaraya çekilmiş İmam Gazzâlî belli bir devreyi mağarada yaşamış Asrın Çilekeşi mağaralarda gerilim devresini tamamlamış ve bir bakıma memleket hapishaneleri ve sürgün yerleri onun için hep bir çilehane olmuştur Zaten tasavvuf ehlinin hemen hepsi de böyle bir gerilime geçiş devresini şart koşmuş ve her fert kendi ihtiyacı nispetinde bir çile devresinden geçmiştir Hem her zaman toplumu irşada hazırlama için günahlardan teberri ile böyle bir uzlet devri geçirme büyüklerce kaçınılmaz görülmüştür evet, Ashab-ı Kehf'i anlatmanın bu hususlara da işareti söz konusu
Allah Resûlü, işin başında böyle bir fütüvvet topluluğu meydana getirmiş, kendisi de "Baş Fetâ" olarak onların başına geçmiştir Zaten sûre-i Kehf'de Ashab-ı Kehf'in anlatılmasından evvel Efendimiz'e ait bazı hususların anlatılmasının hikmetlerinden biri de işte bu hususa işarettir O devrede de işi gençler üzerine alıp götürmüşlerdir
300 küsur sene yine fütüvvet hareketi devam etmiş, ondan sonraki zamanda İslâm âleminin başına zalim ve cebbar melikler musallat olmuşlardır Bu dönemde Müslümanlar, eski safvet ve duruluklarını kaybetmişlerdir Daha sonra yeniden bir varoluş devresi yaşanmış ve İslâm, eski ihtişamlı günlerine kavuşmuştur Bu ihtişam devresini de bir yıkılış, onu da yine bir varoluş devresi takip etmiş; derken Karlofça Anlaşması yeni bir yıkılışın başlangıcı olmuştur Şimdi ise dünyanın dört bir yanında İslâm adına gösterilen gayretlerin semere vereceği günlere bir yürüyüş var Mağarada kalma müddeti tamamlandıktan sonra bahar ve gül devri bütün debdebesiyle tülleniyor gibi…
Ancak inanan insanların mağaradan çıkışları da yine belli usûl ve prensipler dahilinde olmalıdır ki, Ashab-ı Kehf'in anlatıldığı âyetlerde bu hususlara da işaretler var İsterseniz kısaca bu hususları da özetleyelim:
Birincisi, mağaranın şekli ve saklanma keyfiyeti hakkında söylenen hususlardır Bu şekil ve keyfiyet, yaşanan devrin şartlarına uygun olmalıdır Çünkü mülhit cephenin taharri ve araştırma tekniği her devirde farklılık arz etmektedir Ancak hangi devirde olursa olsun değişmeyen bir ortak çizgi vardır ki, o da, düşmanlığa kilitlenmişlerin muttali olmasına fırsat verilmemelidir Çünkü onlar muttali olurlarsa akla hayale gelmedik zulümler mukadder olur
Onların en basit teklifleri ise inanan kimseye dininden dönme teklifidir; mü'min, ya bu teklifi kabul edip ebedî hasarete dûçâr olacak ya da cemiyet içinde rezil olmayı kabul edecektir Esasen her iki teklif de inananların aleyhinedir Birincisi mü'minin ebedî hayatını, ikincisi ise hizmet hayatını tehdit etmektedir Bu tehditlerden salim kalmanın bir tek yolu vardır; o da hasımların eline düşmemektir Binaenaleyh, ulvî düşünceler ve yüce ideallerle donatılmış olan fütüvvet davasına gönül vermiş yiğitler böyle bir yola koyulurken, iç ve dış kaynaklı husumetin sürekli takibinde olduklarını hatırdan çıkarmamaları gerekmektedir
İkincisi, her zaman husumetin tabiatı, şiddeti ve sebep olabileceği menfilikler hesaba katılmalıdır Kuvvet bir hakikattir ve onun da bir hikmet-i vücudu vardır evet, Cenâb-ı Hak, güç ve kuvveti yaratırken bir hikmete mebni yaratmıştır; öyleyse onu yok kabul edemeyiz Nasıl yok kabul edebiliriz ki, bazen o, hakka dahi galebe çalmaktadır Hâlbuki esas galebe, hakkın hakkıdır Ne acıdır ki, günümüzde çok defa kuvvet, hakka galebe çalmaktadır Bu da kuvvetin bir yaratılış hikmetinin olduğunu göstermektedir Bu bir realitedir ve inkâr etmenin de kimseye bir faydası yoktur Onun için bir kere daha ifade ediyorum ki, hasım kuvvetin gücünü ve hakka galebe çalma durumunu daima göz önünde bulundurmalıdır Aksine hareket edenler her zaman maksatlarının aksiyle tokat yerler
Üçüncüsü, telattuf meselesidir Başka bir vesileyle de bu husus üzerinde durduğumdan burada tekrarını zait görüyorum Ancak şu kadarını söylemeliyim ki telattuf, inanan insanın, kendisini, yaşadığı cemiyette yadırganmadan kabul ettirmesidir Zaten cemiyetin her kesiminin, inanan insanlara hava kadar ihtiyacı vardır Telattuf, işte bu mânâda olmalıdır Cemiyet hep onun mefkûresini teneffüs etmeli ve mevsimi geldiğinde herkes anlamalı ki, onlar onu boğmak ve öldürmek isterken, o onlara hayat üflüyormuş Böyle olursa bir gün gelir içlerinden bunu idrak edenler onlara yaptıklarına pişman olur, af dilerler Af dilemeseler de mü'minler onları bağışlar Çünkü mü'min, rikkat insanıdır Mahzun her çehre, onu yürekten ağlatır
Şimdi de ikinci vak'a olan Hz Musa ve Yuşa b Nun hâdisesine gelelim:

Alıntı Yaparak Cevapla