Yalnız Mesajı Göster

Unutulmayanlar (Biyografi)

Eski 08-23-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Unutulmayanlar (Biyografi)



Ediz Hun



1940 Istanbul dogumludur 1963 yılında sinemaya 'Genç Kızlar' filmiyle geçen, kısa süre içinde aranılan romantik jönler arasına giren Ediz Hun, 1976'da gittiği Norveç'te biyoloji ve çevre bilimleri eğitimi aldı Hun, 1999'da da milletvekili seçildi

Ediz Hun, 1940 yılında İstanbul'da dünyaya geldi Babası Adnan Bey, Çerkez, annesi Neşvet Hanım ise Rumeli göçmeniydi Hun, çocukluğunu anlatırken özellikle tutumlu olduğunu her zaman hatırlattı

'Annem felsefe öğretmeniydi, babam da makine mühendisi Tek oğluydum ailemin Ancak tek çocuk olmama rağmen asla şımarmadım Zaten onlar da bana böyle bir fırsat vermedi Ailemin maddi durumu iyi olmasına rağmen kazandığım paraları hiçbir zaman çarçur etmedim Hep yatırım yaptım'

Atatürk Lisesi'nden mezun olduktan sonra bir süre Almanya'daki Würzburg Üniversitesi'ne devam etti 1963 yılında bir derginin açtığı yarışmada birinci oldu ve aynı yıl Nevzat Pesen'in yönetiminde Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit'le başrolünü oynadığı 'Genç Kızlar' adlı filmle sinemaya başladı Kısa süre içinde romantik jön olarak Yeşilçam'ın aranılan oyuncuları arasına girdi Ediz Hun, o dönem Türk sinemasını yakından tanıdı

'Sinemamız o yıllar tamamen kendi kabuğunda bulunuyordu Sinemadan kazanılanlar da zaten sinema dışına taşındığı için gelişme de olmadı Fakat halkın başka bir eğlencesi yoktu ve bu nedenle de bu filmleri izliyordu Ne var ki tüm bunların dışında genelde sevgiyi, dürüstlüğü, yardımlaşmayı anlattığı için ve bu tür mesajlar verdiği için Türk sinemasının o dönem yapılan filmleri çok önemlidir İnsanlara bir anlamda bu konularda eğitim verdi o filmler'

3 Ocak 1973'te hostes Berna Hanım'la evlendi 1974'te kızı Bengü dünyaya geldi Türk sineması krize girince 1976'da ailece Norveç'e gitti Oslo ve Trondheim üniversitelerinde biyoloji ve çevre bilimleri eğitimi aldı 1981'de Türkiye'ye geri döndü ve matbaa kurarak ticaret hayatına atıldı Aynı yıl oğlu Burat dünyaya geldi 1985'te Orhan Aksoy'un TRT adına yönettiği 'Acımak' adlı dizisinde başrolü oynadı Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Turizm, Mahalli İdareler ve Avrupa Topluluğu Bölümleri Öğretim Görevlisi olarak öğretmenlik yaptı Bu görevini 1999'da ANAP milletvekili seçilinceye kadar sürdürdü 1991-93 yıllara arasında Çevre Bakanlığı Bakanlık Baş Danışmanı ve İstanbul Çevre İl Müdürlüğü görevini üstlendi 1996 Çevre Bakanlığı'ndaki görevinden istifa etti ve 'Doğal Dengenin Korunması' konularında yurtiçi ve dışında konferanslar verdi

Coşkun Aral

1 Mayıs 1956’da Siirt’te doğdu Sırasıyla 14 Eylül İlkokulu, Oruç Gazi Ortaokulu ve Mecidiyeköy Lisesi’nde eğitimini tamamladı Basın fotoğrafçılığı mesleğine 1974 yılında Günaydın ve Gün gazetelerinde başladı 1976 yılında Ekonomi ve Politika gazetesinde devam etti

1977 yılı, kanlı 1 Mayıs olaylarında çektiği fotoğraflarla ilk kez Sipa Press Ajansı yoluyla adını dünya basınında duyurdu Bu olaya ilişkin fotoğraflarıyla Time, Newsweek dergilerinde yer aldı Bunu izleyen yıllarda Sipa Ajansı’nın Türkiye muhabirliğini üstlendi Bu arada Türk basınında da Türk Haberler Ajansı, Milliyet, Hürriyet gazeteleriyle serbest olarak çalıştı

1980 yılında ilk defa Sipa Press Ajansı adına Türkiye dışında görev aldı Polonya’da ünlü Gdansk Grevi, İran, Irak olaylarına ilişkin çalışmalarıyla uluslararası platformda adını duyurmaya başladı 1980, 12 Eylül darbesini daha önce yaptığı arşiv çalışmalarıyla ünlü Newsweek, L’Express dergilerinin kapaklarında ve yüzlerce uluslararası dergi sayfalarında yansıttı

14 Ekim 1980 günü kaçırılan bir uçakta dünyada ilk kez hava korsanlarıyla bir röportaj gerçekleştirerek, Türk ve dünya basınında adından söz ettirdi Aynı olayla Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde ödüller aldı 1980 yılından itibaren sürekli olarak Lübnan, İran, Irak, Afganistan, Kuzey İrlanda, Çad ve Uzakdoğu’da meydana gelen savaşları görüntüledi Time, Newsweek, Paris-Match, Stern, Epoca gibi dergiler adına fotoğrafçı olarak mesleğine devam ediyor

1986 yılında fotoğrafa ilaveten Türkiye’de 32 Gün adına başlattığı savaş TV muhabirliğini asıl mesleği ile birlikte, şu anda Haberci adlı televizyon haber belgeseli yapımcılığını da sürdürüyor

Fotoğraf Sergileri


1983-85 yılları arasında çektiği savaş fotoğrafları Paris’te FNAC’da sergilendi
Aynı yıllarda NewYork’ta Time Life Galerisi’nde savaş fotoğrafları sergilendi
1988 yılında Ara Güler ile birlikte Danimarka ve Finlandiya’da bir sergi açtı
1993 yılında Almanya’nın Düsseldorf kentinde yabancılar kültür merkezinde “Savaş ve İnsan” konulu bir sergi hazırladı

Kitapları


1983 yılında aralarında National Geographic’in ünlü fotoğrafçısı Reza ve Yan Morvan’ın da bulunduğu dört savaş fotoğrafçısı ile birlikte hazırladığı “Galile’de Barış” adlı savaş fotoğraf albümü Edition de Minuit tarafından yayınlandı Lübnan savaşını konu alan bu kitap, daha sonra Almanya ve Cezayir’de basıldı
Yine New York’ta, Pantheon Yayınevi tarafından son dönemin en iyi 31 savaş fotoğrafçısını içeren "War Torn" kitabında yer aldı
1988 yılında “Türkiye: Bin Millik Büyük Serüven” adlı macera fotoğraf albümü yayınlandı 1995 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fielding Worldwide Yayınevi tarafından biri “Savaş Tehlikeli Işık”, diğeri “Dünyanın En Tehlikeli Yerleri” adlı iki kitabı yayınlandı 2000 yılının Temmuz ayında ise, Aral’ın savaş fotoğrafçılığı yaptığı yıllardaki çalışmalarını içeren “Sözün Bittiği Yer” isimli fotoğraf albümü yayınlandı Albümde, son 20 yılda dünyamızda yaşanan savaşların tamamına yakını yer alıyor
2001 yılının Şubat ayında, Viyana’da Kültür Bakanlığı Yabancılar Kültür Merkezi’nde savaş konulu fotoğraf sergisi açıldı

Evliya Çelebi (1611 - 1682)



Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi'dir 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi Musiki ile ilgilendi Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV Murad'ın hizmetine girdi
Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı
1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi
Seyahatname
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür
Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur
Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar
Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan sözeder Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır

Cem Karaca ( 05041945)- (08022004)

Muhtar Cem Karaca 5 Nisan 1945'de İstanbul'da dünyaya geldi Tiyatrocu bir ailenin tek çocuğuydu ve sanatçı bir ailenin çocuğu olmak onun sanatla içiçe büyümesini sağladı Ortaöğretimini Robert Koleji'nde yapan Cem Karaca'nın müzikle tanışması oldukça ilginçtir Ergenlik çağındayken hoşlandığı kızı etkilemek amacıyla şarkı söylemeye başlamış ve bu başlangıcın arkasından devam eden olaylar sonucu kendisini müzik piyasasının içinde bulmuşturCem Karaca'nın sesinin keşfedilmesi ise annesi Toto Karaca tarafından olmuştur İlk dönemlerde Jaguarlar, Dinamitler gibi gruplarla amatörce çalışmalar yapan Cem Karaca bu dönemlerde henüz Anadolu müziğiyle tanışmamış batının Rock'n'Roll müziğine gönül vermiş bir şekilde o dönemin popüler parçalarını söylemekteydi O dönemlerde Cem Karaca'nın en büyük destekçilerinden biri de İlham Gencer'di ve onun orkestrasında müzikal deneyimini o dönemlerde oldukça ilerletmişti Bu dönemlerde müziğin yanında tiyatro ile de ilgileniyordu Cem Karaca ve çeşitli oyunlarda da görev aldı

Anadolu insanıyla tanışma

Cem Karaca'nın Anadolu müziği ile ciddi anlamda ilk tanışması ise askerliği esnasında oldu Askerliği sırasında Anadolu'yu daha yakından tanımasının yanısıra birgün orada askerliğini yapan birisinin saz çalışı sonucu daha önce son derece ilkel ve sıkıcı bulduğu bu müziğin aslında onun o anki gerçek duygularını yansıttığını ve hiçbir batı müziğinin o sazın içerdiği duyguları içeremeyeceğini anladı Cem Karaca'nın profesyonel olarak ilk müzikal deneyimi ise Apaşlar grubu ile 1967 yılında Hürriyet'in düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasında Emrah isimli parçalarıyla aldığı ikincilikle oldu Aldıkları bu dereceden sonra Apaşlar grubu müzikal çalışmalarına dört elle sarıldı ve daha önceki tutkuları olan batı beat müziği ile yeni tutkuları doğu müziğini sentezleyip Anadolu-Beat tarzında çalışmalara giriştiler Bir süre sonra arkalarına Ferdy Klein orkestrasını da alarak müzikal altyapılarını iyice güçlendiren Cem Karaca ve Apaşlar grubu Ferdy Klein orkestrası eşliğinde de bir süre yollarına devam ettiler Bu beraberlik 1969'un sonlarına kadar sürdü ve ortaya çıkan sağlam ve başarılı eserlere rağmen grupta gitarist Mehmet Soyarslan ve Cem Karaca arasında doğan bazı politik anlaşmazlıklar sonucu Cem Karaca ve Apaşlar grubu dağıldı Bu grubun dağılmasından sonra Cem Karaca kafasındaki gerçek anlamda sol söylemde ve doğulu kimliğiyle Rock müzik yapma düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Apaşlar'ın basçısı Seyhan Karabay'ı da yanına alarak, yeni bir grup kurmak amacıyla genç ve yetenekli bir gitarist olan Ünol Büyükgönenç'i ziyarete gitti ve görüşme olumlu sonuçlanınca bu üçlü Cem Karaca-KARDAŞLAR grubunu kurma girişimlerinde bulundu ve hep beraber müzisyen arayışına girdiler Birkaç başarısız kombinasyondan sonra vokalde Cem Karaca gitarlarda Ünol Büyükgönenç bas ve ıklığ'da Seyhan Karabay ve davulda Hüseyin Sultanoğlu tarafından kardaşların ilk gerçek kadrosu kurulmuş olduFakat ilk baştaki maddi sıkıntılar nedeniyle Cem Karaca, Almanya'ya biraz para kazanıp gruba adam gibi ekipmanlar alabilmek için Ferdy Klein orkestrası eşliğinde çalışmalar yapmaya gitti Almanya'dan dönüşte Karaca'nın Almanya'dan getirdiği yeni gitarist Alex Wiska'yı da yanlarına alarak tam gaz çalışmalara başladılar ve Cem Karaca-KARDAŞLAR'ın çıkış 45'liği olan Dadaloğlu'nu yayınladılar Bu 45'liğin listelerde iyi bir sıraya yerleşmesinden sonra çok sağlam 45'lik çalışmalarına devam eden Kardaşlar bir dönem Alex Wiska gruptan ayrıldıktan sonra Fehiman Uğurdemir'le son kadrolarını oluşturup bir süre daha çalışmalarına devam ettiler Dışarıda grubun durumu oldukça iyi gözükmesine rağmen Cem Karaca ve Seyhan Karabay arasındaki tartışmalar Cem Karaca Kardaşlar'ın dağılmasına sebep oldu Grup Hüseyin Sultanoğlu yerine başka bir davulcu bulduktan sonra gerçekten Türk müzik piyasası ilginç bir değiş tokuşa sahne oldu Cem Karaca, Kardaşlar grubundan ayrılıp Anadolu Pop'un güçlü sesi Moğollar'la birleşirken Kardaşlar'da o dönemliğine konserlerde solistlik yapmak için Moğollar'la anlaşmış Ersen Dinleten'i gruplarına dahil ettiler Cem Karaca Moğollar'la Anadolu Rock tarzında çalışmalarına Kardaşlar sound'undan çok daha farklı olsa da devam ettiler Moğollar'ın Cahit Berkay'ın Fransa'ya gitmesi üzerine dağılmasıyla, Cem Karaca yeniden bir grup kurma arayışına girişti ve müzikal kariyerinin en önemli ve olgun dönemlerinden birini yaşayacağı grup olan Cem Karaca-DERVİŞAN kuruldu Cem Karaca bu grubu kurarken esas amacı Kardaşlar ve Moğollar'daki Anadolu Rock tarzına devam etmekti fakat gruba yeni giren basçı Oğuz Durukan ve Klavyeci Uğur Dikmen'in uzun süre İsveç'te Asia Minor Mission isimli grupla beraber yaptıkları müzikten ötürü batı progressive rock müziği konusunda deneyimli fakat Anadolu- Rock konusunda deneyimsiz olmaları bu grubun soundunun batıya kaymasına sebep oldu Cem Karaca bu grubu Ünol Büyükgönenç ile birlikte kurmuştu fakat daha bir 45'lik yapımına bile girişmeden grupla verilen birkaç konser sonrası grubun kuruluş ilkelerine uyulmadığı gerekçesiyle Ünol Büyükgönenç gruptan ayrıldı Dervişan grubu müzik yaptığı sürece gerçek anlamda birçok kadro değişikliğine uğramış bir gruptu Bu grubun kilit isimleri ise Cem Karaca ve Uğur Dikmen'di Cem Karaca'nın Kardaşlar ve Moğollar'da politik rock müziği çalışmalarına (Kardaşlar-Oy Gülüm Oy, Moğollar-İhtarname) yer vermiş olduğu görülse de ciddi anlamda sol söyleme geçtiği ve sanat toplum içindir düşüncesini gerçek anlamda benimsemiş olduğu esas grup Dervişan'dır Dervişan politik-rock yapmanın yanısıra İngiltere'de King Crimson,Yes,Emerson Lake&Palmer gibi grupların öncülük ettiği progressive rock müziğinin Uğur Dikmen ve Oğuz Durukan gibi ustalar sayesinde Türkiye ile tanışmasında önemli rol oynamıştır Türkiye'de bu tarz çalışmalar zaten olmuyor değildi(Barış Manço'nun 2023 albümü gibi) fakat Dervişan gerçekten "Zamanında acaba Türkiye'de progressive rock yapıldı mı?" sorularının hepsini safdışı edebilecek nitelikte bir grup olarak Türk Rock tarihinde derin izler bırakmıştır Cem Karaca toplama olmayan ilk LP'sini yine bu grupla çıkarmıştır"Yoksulluk Kader Olamaz" adındaki bu LP adından da anlaşılacağı gibi sol söylemde bir albümdür Bu albümün kadrosu son ve en uzun sürmüş Dervişan kadrosudur Basta-Hami Barutçu, davulda-Sefa Ulaştır, gitarda-Taner Öngür, klavyede-Uğur Dikmen ve vokalde-Cem Karaca Dervişan'ın dağılmasından sonra ise Cem Karaca 70'lerdeki son grubu olan Edirdahan'ı kurmuş ve bu grupla Safinaz isminde bir Long Play yapmıştır Bu Long Play, Barış Manço-Kurtalan Ekspresi'nin 1975 yılı albümleri 2023 ile birlikte Türkiye'nin sayılı senfonik rock albümlerindendir Edirdahan'dan sonra uzun bir süre Almanya'da yaşayan Cem Karaca yurda döndüğü zaman solo olarak müzik çalışmalarına devam etmiştir Sanatçının en son albümü, Nisan-1999'un başlarında piyasaya sürülmüş olan "Bindik Bir Alamete Gedeyoz Kıyamete" isimli albümdür

Sanatçı Cem Karaca, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle 8 Şubat 2004 günü 59 yaşında hayatını kaybetti Karaca, Üsküdar Seyit Ahmet Yesevi Camii’nde kılınan namazın ardından Karaca Ahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi

Hakkında yazılanlar

1Bir Cem Karaca Kitabı
Gökhan Aya
Ada Müzik Kitapları

“Sevinçlerimiz bile artık mekanik Sevgisiz, saygısız, otomatik Bu şarkı kimilerine çok geç artık Bu şarkı kirlenmiş bir çığlık!”

Fakir BAYKURT




Burdur, Yeşilova, Akçaköy'de 1929 da doğdu İlköğrenimini köyünde yaptı

Gönen Köy Enstitüsü' nü bitirince (1948) beş yıl köy öğretmenliği yaptı Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ndeki öğrenimini tamamlayınca da (1955) ortaokul öğretmeni olarak Sivas, Hafik ve Şavşat'ta çalıştı, 1957 yılında yedek subay olarak askere gitti

"() Benim yazma yöntemim katımlıcılık diye özetlenebilir Köylünün yaşamını da öyle yazdım Düş gücüne de güvenirim tabii ama yalnız ona yaslanmam Yazmak istediğim yaşamı elimle tutacak derecede tanımak isterim Bugünkü yazarın görevi doğru yazmaktır, doğru bilgi vermektir, doğruyu dosdoğru göstermektir Son dönemlerde belgesel kitaplara gösterilen ilginin nedeni budur Okur doğru bilgi istiyor Yazar insan doğru görmeli, dosdoğru görmelidir Bundan uzaktan baktığım, karşıdan seyrettiğim, elimle yakalayamadığım durumları yazamam, buna cesaret edemem ()


Askerlik dönüşü Şavşat'a tayin edildi Ancak kısa bir süre sonra Ankara'ya alındı İlköğretim müfettişliği yaptı, TÖS ( Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve TÖDMF ( Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu ) Genel Başkanı oldu Baykurt bu etkinliklerinden ötürü 1971' de sıkıyönetimce tutuklandı; askeri mahkeme önünde uzun süre yargılanıp beraat etti

Öğrenciliğinde Köy Enstitüleri Dergisi' nde ( Temmuz 1946), Tahir Baykurt imzalı şiirleriyle sanat hayatına girdi Şiiri köy notları ve hikayeler izledi, sonra romana geçti


Ne yapmak istedim ben? Köyün, köylülerin yaşamına ışık tutmak Bunu sanatın gereklerini her iyi yazarı birinci derece de ilgilendiren sanatsal kaygıları göz önünde tutarak yapmak istedim


Yazarken bütün endişesinin "içinde doğup yetiştiği köylülerin hallerini, sanatın gerçeklerini de göz önünde tutarak ortaya sürmek; sanatın en iyi amacının, hem konusu olan insanı hem de okuyanı, bulunduğu durumdan biraz daha ileri sıçratmak" olduğunu belirten ve eserleri tükendikçe yeni baskıları yapılan Baykurt, bu yönüyle gerçekçi, devrimci romanlarımız arasında yer aldı


"Her yazarın, yarattığı biçemin yanında, bir kendine özgülüğü vardır Fakir Baykurt, Türk insanını konuşturmada özellikle kendine özgüdür Romancılığımızın bu alanda ilerlemesinde sonsuz emekleri olmuştur Konuşturmalarında en küçük bir yapaylık yoktur Halkın dil değerlerinin bir anlatım dili olmasındaki çabaları da azımsanamaz Fakir Baykurt'un Çünkü, onun Türkçeleştirdiği, tek tek sözcükler değil, 'anlatım'dır Türk dilinin yazın ve düşünce dili olarak gelişmesinin kökeninde yatan da bu anlatımsal çabadır" (Adnan Binyazar)


1979 yılında Almanya'nın Duisburg şehrine yerleşen yazar, öğretmenlik görevi ile yazarlığı, ölümüne değin bu şehirde sürdürdü

Yaşamı boyunca sevgiye büyük önem veren Fakir Baykurt, 1989'da yazdığı "Benim Dileğim" başlıklı şiirinde şöyle diyor:

Benim dileğim
Yüz yıldan fazla yaşamak değil
Bir küçük dileğim var halkımdan
Mutlu olduğu o güzel mevsimde
Bir türkü süresi anımsanmak
Onu da paşa gönlü bilir


Benim yazma yöntemim katılımcılık diye özetlenebilinir Köylünün yaşamını da öyle yazdım Düş gücüne güvenirim tabii ama yalnız ona yaslanmam Yazmak istediğim yaşamı elimle tutacak derecede tanımak isterim Bugünkü yazarın görevi doğru yazmaktır, doğru bilgi vermektir, doğruyu dosdoğru göstermektir Son dönemde belgesel kitaplara gösterilen ilginin nedeni budur Okur doğru bilgi istiyor Yazar insan gerçeğini doğru görmeli, dosdoğru görmelidir Bundan dolayı uzaktan baktığım, karşıdan seyrettiğim, elimle yakalayamadığım durumları yazmam, buna cesaret duymam



Baykurt, Burdur-Yeşilova kazası Akçaköy'deki evlerinde bir kütüphane kurdu ve bunun açılışını da Kültür Bakanı İstemihan Talay'a yaptırdı Ünlü yazarın, Bakan'dan dileği ise, bu kütüphaneye bir görevli atanması idi

Fakir Baykurt "Almanya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu" ve "Duisburg Edebiyat Kahvesi"ni kurdu


Bizim köyün unu bitti
Koca köylü hapı yuttu
Mart ayının içinde
Kara Süllü öldü gitti
Sarı gelin öldü gitti
Elif gelin, Kezban gelin öldü gitti
Aaaaah
Ölenler öldü gitti
İyi kötü
Bir sevdiğim kız vardı
Öldü gitti
Gayri koymam sazımı
Alır başımı giderim
Gidenlerin suçu neydi?
Sual ederim!


Fakir Baykurt Essen'de öldü

Fakir Baykurt'un adı, Duisburg'da 20 yıl boyunca yaşadığı semtteki meydana verildi

Sinemaya da aktarılan ve tiyatroda oynanan ve Prof HWBrands tarafından "Izarcanın Dirliği" ile birlikte Almancaya çevrilen "Yılanların Öcü", Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Roman Ödülünde birincilik kazanmıştı (1958) Baykurt daha sonra "Sınırdaki Ölü" ile 1970 TRT Öykü Ödülü' nü, daha sonra "Tırpan" ile 1970 TRT ve 1971 Türk Dil Kurumu Roman Armağanları' nı, ayrıca, 1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülü' nü, "Can Parası" ile 1974 Sait Faik Öykü Armağını' nı, "Kara Ahmet Destanı" ile de 1978 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazandı Taner Barlas'ın oyunlaştırdığı "Tırpan" 1979' da İstanbul Şehir Tiyatrosu ile İzmir Devlet Tiyatro'sunda oynanarak Avni Dilligil En İyi Oyuncu ve Yazar Ödülleri' ni kazandı Mahmut Gököz tarafından tiyatroya uyarlanan çocuk romanı "Sakarca", Tiyatro 79 dergisi tarafından "yılın oyunu" seçildi Almancaya çevrilen "Barış Çöreği" ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü' nü, "Gece Vardiyası" ile 1985 Alman Endüstri Birliği (BDİ) Yazın Ödülü' nü aldı




ESERLERİ :

Roman :

Yılanların Öcü (1954)
Irazcanın Dirliği (1961)
Onuncu Köy (1961)
Amerikan Sargısı (1967)
Tırpan (1970)
Köygöçüren (1973)
Keklik (1975)
Kara Ahmet Destanı (1977)
Yayla (1977)
Yüksek Fırınlar (1983)
Koca Ren (1986)
Yarım Ekmek (1997)


Öykü :

Çilli (1955)
Efendilik Savaşı (1959)
Karın Ağrısı (1961)
Cüce Muhammet (1964)
Anadolu Garajı (1970)
On Binlerce Kağnı (1971)
Can Parası (1973)
İçerdeki Oğul (1974)
Sınırdaki Ölü (1975)
Gece Vardiyası (1982)
Barış Çöreği (1982)
Duirsbug Treni (1986)
Bizim İnce Kızlar (1992)
Dikenli Tel (1998)

Toplum - Eğitim :

Efkar Tepesi (1960)
Şamaroğlanları (1976)

Halk Öyküleri :

Kerem ile Aslı (1974)
Kale Kale (1978)

Çocuk :

Topal Arkadaş (1980)
Yandım Ali (1980)
Sakarca (1980)
Sarı Köpek (1980)
Dünya Güzeli (1985)
Saka Kuşları (1985)

Şiir :

Bir Uzun Yol (1989)

Cemal Resit Rey



Cemal Reşit Rey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu Babası Ahmet Reşit Bey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu Beş yaşındayken ailecek İstanbul'a geldiler Burada bir yandan ilkokula giderken, bir yandan da piyano çalışmaya başlar Galatasaray Lisesi'nde okumaya başladığı yıllarda babasının politik durumu nedeniyle 1913 yılında zorunlu olarak Paris'e taşınırlar Burada özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare aileye sahip çıkar Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına çok az zaman vardır ve Ahmet Reşit Bey ve ailesi dünyanın kültür başkenti Paris'te yaşamaya başlarlarCemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Mahler'i orkestra yönetirken görecek, konservatuvarda onu müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir Faure onu dinledikten sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz" der Sonra babasına dönerek "Oğlunuz hayatta müzikten başka hiçbir şey yapamaz" diye onun müzik dehasını hemen keşfeder Debussy'nin öğrencisi, Ravel'in en yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar hiç para almadan Cemal Reşit'in eğitimi ile yakından ilgilenecektir

Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'te uzun süre kalamazlar Cenevre'ye yerleşirler Cemal Reşit eğitimine burada Cenevre Konservatuvarı'nda devam ederken, normal lise eğitimini de sürdürür Konservatuvarın ustalık sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dahiliye nazırlığına atanınca İstanbul'a gelirler Baba oğlunu hemen İstanbul'da bir piyano öğretmenine götürür Ancak çocuğun piyano bilgisi öğretmeninkinden fazladır Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e eğitime gönderilecek, tekrar Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır Konservatuvarda Gabriel Fauret'den müzik estetiği dersleri alır Besteci, piyanist ve orkestra şefliği üzerinde eğitim görür Daha okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar

Cemal Reşit, cumhuriyetin ilanından iki ay önce Paris Konservatuvarından mezun olur Bu arada İstanbul Belediyesi Darülelhan'a (ilk konservatuvar) batı müziği bölümü açılmasına karar verilir ve hoca olarak genç Cemal Reşit çağrılır Bu onun için dünyanın en büyük mutluluğudur Henüz 19 yaşındadır, onu Avrupa'da büyük bir kariyer beklemektedir ancak hocalarının tüm engellemelerine karşın İstanbul'a döner Belki Batı'daki büyük kariyerini bırakmıştır ama, Cemal Reşit Rey Türkiye'de klasik müziğin kuruluşuna öncülük etmiş, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve yaşamı boyunca müzik dünyasının hep bir numarasında yaşamıştır Türkiye'ye döndükten sonra yaşamı boyunca artık kendi ülkesinden hiç ayrılmayacak, çeşitli orkestralar kurup, bunlarla yurt içi ve dışında konserler yönetecek, dünyanın en ünlü sanatçılarını şef olarak Türkiye'de ağarlayacak, Türkiye'de bir yandan klasik müziğin yaygınlaşması için çalışırken, öte yandan yazdığı operetlerle tiyatro dünyasında unutulmayacak eserlere imza atacaktır

Cemal Reşit Rey'in yaşamı sürekli çalışarak, üreterek geçti Ailesiyle birlikte oturdukları Nişantaşı'nda Şair Nigar Sokak'taki konukta anne babası, ağabeyi Ekrem Reşit, kız kardeşi Semine ve eşi Semih Argeşo ile birlikte yaşıyorlardı Semih Argeşo Cemal Bey'in kurup yönettiği İstanbul Senfoni Orkestrası'nın baş kemancısıydı Semine Hanım da orkestrada keman çalıyordu Konakta hem ciddi klasik müzik çalışmaları yapılıyor, hem de ağabeyi Ekrem Reşit'le birlikte müzikaller üzerine çalışıyorlardı Cemal Bey'in müzikalleri zevk almasının ötesinde yapacağı klasik müzik çalışmalarında özellikle yurt dışı konserlerinde değerlendirmek için para kazanmaya yönelik olarak da yaptığı oluyordu Çünkü özellikle o yıllarda Türkiye'de klasik müzik yapmak bir misyoner gibi çalışmayı gerektiriyordu Babasının ölümü, ardından Semine Hanım ve eşinin ayrı bir eve çıkarak konaktan ayrılmaları, Ekrem Reşit Bey'in ve 1962'de annesinin ölümü ile Cemal Bey'in konak yaşamı son buldu Koca İstanbul'da tek başına kalmıştı Yanında ağabeyine çok iyi baktığı için aile emektarı olan Rıfkı Ergün ve ailesiyle birlikte Serencebey'de bir apartman dairesine taşınır Orkestradan emekli olan Cemal Bey, piyano dersleri vermekte, yine evi eski dostları ve öğrencileri ile dolup taşmaktadır ama artık o eski debdebeli günler geride kalmıştır Bir zamanlar şık giysileri ile her yerde dikkat çeken Cemal Reşit Rey üzerinde eski kıyafetleri, mütevazı evi ile onu eskiden tanıyanların içlerini acıtmaktadır Giderek Rıfkı Ergün'ün ailesini kendi ailesi gibi görmeye başlar Hele içlerinde sağır dilsiz olan Melek'i özel bir ihtimamla büyütür

1970'lerde Cemal Reşit Rey, Haldun Dormen'in sahneye koyacağı bir müzikalin siparişini alır Ağabeyinin ölümünden sonra müzikal yazmamaya karar veren Rey, Erol Günaydın'ın yazacağı metinleri müzikleyebileceğini söyleyerek herkesi şaşırtır Erol Günaydın'la kısa süre içinde çok iyi dost olurlar ve Yaygara 70 büyük başarı kazanır Ardından Uy Balon Dünya isimli ikinci bir müzikal yapılır ama aynı başarıyı yakalayamaz 1980'lerde Cemal Bey iyice kendi dünyasına çekilir 1985'de Lüküs Hayat 51 yıl aradan sonra yine aynı sahnede İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir Cemal Bey, gala gecesi için özel olarak hastaneden çıkarılır ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı kazanmıştır Haldun Dormen ve Gencay Gürün onu alkışlar arasında sahneye çıkarırlar Anlatılmaz derecede mutludur Seyirci onu dakikalarca ayakta alkışlar Bu onun son sahneye çıkışı olacaktır Ertesi gün tekrar hastaneye yatırılır ve buradan ikinci çıkışında Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedilecektir

Yılmaz Güney



Asıl adı Yılmaz Pütün'dür Babası Zaza, annesi Kürt, Urfa-Siverekli yoksul bir işçi ailesinin çocuğu olan Yılmaz, Adana`daki ortaöğretim yıllarında tarlalarda çalıştı ve bunun gibi türlü işler yaptı

Yılmaz Güney oynadığı filmlerde haksızlığa uğramış halktan insanları canlandırdı Güney, yapımcılığını, yönetmenliğini, senaryo yazarlığını ve oyunculuğunu üstlendiği Seyit Han/Toprağın Gelini (1968) filmiyle ileride kendi adıyla anılacak olan film türünü ortaya çıkardı Bu filmde, sevdiği kıza kavuşmak için tüm kötüleri tek tek ortadan kaldıran, ama sonunda bilmeden sevgilisini de öldüren bir yalnız kahramanı canlandırıyordu Daha sonraki dönemlerde, genellikle Spagetti Westernler ile benzerlik gösteren bazı filmlerde rol aldı; bu tür filmleri yazdı ve yönetti Bu açıdan, Türk Sineması'nın en özgün kişilerinden biri olarak görülmektedir

Güney, sonraki Aç kurtlar (1969), Umut (1970), Umutsuzlar (1971), Acı (1971), Ağıt (1971) gibi filmlerinde ülke gerçeklerine değinen ve ezilen insanı odak olarak alan bir anlatım geliştirdi Yaşamı olanca gerçekliği içinde yansıtmaya çalışan bu sinema, bir yönüyle 2 Dünya Savaşı sonrasında İtalya'da gelişen Yeni Gerçekçilik Akımı'nı, bir yandan da geleneksel halk destanlarını anımsatmaktadır



Güney, 1974'te yönettiği Arkadaş'ta ve daha sonra hapse girdiği için Şerif Gören tarafından tamamlanan Endişe`de (1974), gene hapse girdiği için sadece senaryosunu yazdığı, Şerif Gören tarafından yönetilen Yol`da (1982), ölümünden önce yurtdışında yönettiği son filmi Duvar`da (1983) kendine özgün tema ve anlatım biçimlerini geliştirerek uyguladı Yurtdışına çıktıktan sonra kurgusunu yapıp gösterime çıkardığı Yol, 1982 Cannes Film Şenliği`nde Kayıp (Missing) adlı filmle birlikte büyük ödül olan Altın Palmiye'yi paylaşarak Türk sinemasına tarihinin en önemli ödüllerinden birini daha getirdi

Güney 1974 yılında Yumurtalık Savcısı'nı öldürme suçundan, 18 yıla mahkum oldu 1981 sonunda izin alarak ayrıldığı Isparta Cezaevi'ne dönmeyen Güney, daha sonra Fransa'ya sığındı TC uyruğundan çıkarıldı 9 Eylül 1984'te kanserden öldü ve orada toprağa verildi

Atıf Yılmaz Batıbeki

Atıf Yılmaz Batıbeki,9 Aralık 1925'te Mersin'de dünyaya geldi ve 5 Mayıs 2006 akşamı İstanbul'da vefat etti, mezarı Zincirlikuyu Mezarlığındadır Yeşilçam'ın nitelik ve nicelik olarak en fazla üreten yönetmenlerindendir Atıf Yılmaz, 119 filme imzasını attı, 51 filmin senaryosunu yazdı ve 27 filmin yapımcılığını üstlendi

Üniversite öncesi öğrenimini Mersin'de tamamlayan Atıf Yılmaz, bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduktan sonra resime olan ilgisi nedeniyle Güzel Sanatlar Akademisi'nin Resim Bölümü'ne geçiş yaparak eğitimini tamamladı Öğrencilik dönemi ve sonrasında da Nuri İyem Atölyesi'nde resim çalışmaları yaptı

Batıbeki, bir süre film eleştirmeni, ressam ve senaryo yazarı olarak çalıştıktan ve iki filmde yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra, 1951 yılında ilk konulu filmi Kanlı Feryatla yönetmenliğe başladı Türk sineması içinde yer aldığı süreçte bir çok meslek örgütünün kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı Yönettiği son film 2004 ylında Eğreti Gelin oldu Türk sinema tarihinin 1950 sonrası evrelerini onun filmlerinde görmek ve gözlemlemek mümkündür Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmıştır Filmlerinde sıradanlaştırmadan tutturduğu kalite ile de örnek olmuştur Sinema anlayışında sanattan çok ticari kaygıları gözlemlemek mümkündür Türk sinemasının gişe yapan filmlerinde hep onun imzası oldu Bu anlamda bir tarz olarakta Türk sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahiptir



Türk sinemasının tanınan bir çok yönetmeninden; Zeki Ökten, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Ali Özgentürk, Halit Refiğ gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde katkısı oldu Atıf Yılmaz'a, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından Sanatta Onursal Doktora payesi verildi Antalya Altın Portakal Film Festivali�nde en çok ödül alan yönetmen olarakta tarihe geçti Atıf Yılmaz'ın son ödülü; Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında verilmekte olan geleneksel 'Aziz Nesin Emek Ödülü' oldu


Eğreti Gelin'den bir sahne


Türk sinemasına 'kadın'ı öğrenen yönetmen olarakta geçmiştir Türk sinemasının önemli kadın oyuncuları ile yaptığı filmler:
Türkan Şoray: 'Kölen Olayım' (1969), 'Kara Gözlüm' (1970), 'Ateş Parçası', 'Güllü', 'Unutulan Kadın', 'Yedi Kocalı Hürmüz' (1971), 'Cemo', 'Zulüm' (1972), 'Güllü Geliyor Güllü' (1973), 'Selvi Boylum Al Yazmalım' (1977), 'Mine' (1982)
Müjde Ar: 'Adı Vasfiye' (1985), 'Aaah Belinda', 'Dul Bir Kadın', 'Asiye Nasıl Kurtulur'
Hale Soygazi: 'Bir Yudum Sevgi' (1984) , 'Kadının Adı Yok', 'Bekle Dedim Gölgeye'
Özel hayatında üç evilik yaptı; Nurhan Nur, Ayşe Şasa ve son olarak yazar Vedat Türkali'nin kızı Deniz Türkali ile evliydi

Yıldırım Gürses



21 Ocak 1939 yılında Bursa'da doğdu Bursa Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü'nü bitirdi Sanat hayatına 1951 yılında Bursa Ses Kralı seçilerek başladı

1959'da da Üniversitelerarası Ses Kralı seçildi 1961 yılında kendisi gibi ses sanatçısı olan Ayla Gürses'le evlendi Bu evlilikten Beyazıt adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi 1961 yılında Devlet Opera imtihanına girdi ve birinci oldu Operada da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı 1965 yılında Hürriyet Gazetesi'nin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazandı

350'ye yakın bestesi olan sanatçının ünlü besteleri arasında "İçime Hüzün Doluyor", "Gençliğe Veda", "Son Mektup", "Aşkın Bahardır", "Senin Aşkına Doyum Olmaz", "Gurbet", "Bir Garip Yolcu", "Feryat", "Eller", "Affetmem Asla Seni", Güller Ağlasın", Sonbahar Rüzgarları", "Sarsam Seni Gül Dudaklım", "Liseli Kız", "Mazideki Aşk" bulunuyor

Yıldırım Gürses 18 Kasım 2000 yılında öldü

Vahi Öz



1911 yılında İstanbul'da doğdubir süre Samsun Lisesinde okuduİlk kez 1928'de Samsun Gençlik Mahfeli'nde sahneye çıktı1930'da İstanbul Şehir Tiyatrosuna girdiDaha sonra Raşit Rıza, Ses, Yeni Ses, Şen ses ve Küçük Operada çalıştıktan sonra, 1968'de kendi adına bir topluluk kurduAyrıca Ankara Radyosu temsil kolunda çalıştı1947'de Bir Dağ Masalı filmiyle sinemaya geçtiSinemada asıl ününü 1960'dan sonra yaptıHoroz Nuri tiplemesiyle tanındı ve Mualla Sürer'le ilginç bir tip oldular1953'te Kan Kardeşler ve Süt Kardeşler adlı iki filmin yönetmenliğini de yaptı1969 yılında öldü

FİLMLERİ
Bir Dağ masalı, Toto Ali Milyoner, Gol Kralı Cafer,Ayşecik Fakir Prenses,Şaşkın Baba,Anadolu Çocuğu, Dokunma Bozulurum, Helal Adanalı Celal, Horoz Nuri, Bekar Odası, Kanlı Nigar

Alıntı Yaparak Cevapla