Yalnız Mesajı Göster

Kültürlerin Çoklu Evreni(Multiversum)

Eski 08-23-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kültürlerin Çoklu Evreni(Multiversum)




4 Kültürlerarası felsefenin doğuşu ve avrupalı-batılı felsefe geleneğinin Avrupa-merkezciliğinin eleştirilmesinin zorunluluğu




Şimdiden ortaya konulmuş bulunan, avrupa-merkezci bir çıkış noktasından bilinçli olarak kaçınan ama öteki kültürlere bakışta seçmeci davranan ve seçme kriterlerini kendi felsefesinden alan bir felsefe kavrayışından, 'kültürlerarası' bir felsefenin kurulmasına dek, belirleyici bir adımın daha atılması gerekmektedir F M Wimmer, Interkulturelle Phtlosophie Geschichte und Theorie [Kültürlerarası Felsefe Tarihi ve Kuramı -çl (Cilt 1 Viyana 1990) adlı kitabında bu yeni felsefe türünün kısmen tarihsel, kısmen kavramsal temellendirilişine önemli yapı taşları koymuştur Yazar bu temellendirme çabasının karışık olamsına ve eksik kalmasına bilinçli bir şekilde karar vermiştir Burada yazarın “felsefe tarihininkültürlerarası bir yönelimin zorunluğu ve olanaklığı savı” 10 üzerinde durmakisteyişi ön planda yer alıyor Wimmer, avrupalı-batılı geleneğin “düşünme biçimleri” ve bunların “tarihimizin sömürgecilik evresinden önce nasıl geliştirildiklerini düşünseyerek , Avrupa merkezci bir üstünlük bilincine yol açmış ya da bunu kolaylaştırmış olan bakış açılarının yaptığı deformasyonları” 11 ortaya çıkarmak için ilk adımı atmak istemektedir


Wimmer’e göre , çeşitli bölgelerin insanları arasındaki tüm ayrımlar kültürel nedenlerle oluşmuştur ve çeşitli ırklara ait oluşla açıklanamazlar Son açıklama felsefeciler tarafından da sık sık ileri sürüldüğü için , Wimmer “Avrupa’daki felsefe geleneğinin biricikliği savını ırkçılık bağlamına yerleştirmeyi” 12 kaçınılmaz olarak görmektedir Avrupalı-batılı düşünce için , başlangıçlarından 19yya dek belirleyici olan “başkalarının” barbarlar, yabanlar, putperesler olarak “değerlendirilmesi” , kültürlerarası felsefe için şart koşulması gereken en temel bir”başkalarına saygının” yokluğunu duyumsatıyor 13 Bu birinci cilt’in kültürlerarası bir felsefenin temellendirilmesi serimlemesi ,”küresel olarak kendini standartlaştıran bir kültür” ün sömürgecilik sonrası çağında , henüz kültürlerarası bir felsefe kavramı felsefi tartışmalann gündemine ilkesel açıdan yeni bir şey olarak konulmadan önce, avrupalı-batılı felsefedeki, başka kültürlerin düşüncelerine olumsuz yaklaşımların henüz görünür bir biçimde sivrildikleri sömürgecilik öncesi dönemle sona eriyor




Gerçi, sömürgecilik sonrası dönemde, sömürgeciliğin belirlediği düşüncenin ve politik-ekonomik eylemin etkilerini hangi biçimde sürdürdüklerini söylemek kolay değildir Bir yandan birçok Afrika ülkesinde ve öteki eski sömürge ülkelerde, bazı güçlü gruplar (etnik gruplar, kabileler, aileler) sömürgeci efendilerin rollerini ve işlevlerini üstlenmektedirler Öte yandan, Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da, açıkça tüm dünyada, politik ekonomik ve kültürel açılardan avrupalı-batılı koşulların oluşacağından ya da oluşabileceğinden yola çıkan gelişme yardımı programlan tasarlanmakta ve uygulanmaktadır Başka kültürlerin özgül koşullarının daha ayrıntı bir bilgisi bulunmakta ve bu tasarılarda önemli bir rol oynuyor görünmemektedir Bu durum, felsefı alanda da gösterilebilir Aydınlanma geleneğinde geliştirilmiş olan, ussal tanıtlama tipi, kendini kültürlerarası felsefi iletişim için de bir model olarak görmektedir




Günümüzdeki duruma bakmadan önce, Wimmer'in tanıtlama çizgisini sürdürmemiz ve sömürgeciliğin başlangıcındaki felsefeyi incelememiz gerekiyor Sömürgecilik ve Aydınlanma Felsefesi, onu izleyen Alman İdealizmi sistemleriyle birlikte, açıkça birbirlerine bağlıdırlar Aydınlanma düşünürleri (sadece birkaç önde gelen adı sayacak olursak, Fransa'da Voltaire ve Ansiklopedistler, Almanya'da Lessingve Kant), kendi çağlarını, tüm tarihsel gelişmenin doruk noktası olarak, ve kendi kültürlerini, tüm öteki kültürlerin merkezi referans noktası olarak görürler Tarih en basit başlangıçlardan, sürekli ilerleme içinde, günümüzün doruklarına dek gelişir Burada geçmiş 'karanlık' ve bugün 'aydınlanmış' olarak görülür İlerleme çizgilerinin hepsi de, çeşitli çağlardan geçerek, Avrupa'ya doğru yönelmişlerdir Avrupa'nın ön tarihine ait olan ve Avrupa tarihinin dışında olup bitenler burada gerçekten hesaba katılmaz Bu alanlarda, bağımsız bir felsefeyi varsaymak Aydınlanma Felsefesi'nin ufkunun bütünüyle dışındadır


Aydınlanma Çağı'nın (ve onun 20 yüzyılın ortasına dek süren tarih sonrasının), Derrida'nın yaptığı gibi "Rousseau'nun dönemi" olarak tanımlamak4 kültür felsefesi açısından anlamlıdır Rousseau ilk bakışta daha çok, kendi çağını, artan yozlaşma tarihinin bir sonucu olarak gören ve doğayla büyük bir yakınlık içindeki erken kültürlerde bir masumluk ve bozulmamışlık durumu varsayan bir karşı-aydınlanmacı olarak görünüyor Ama Rousseau'da da tüm öteki kültürler, 18 yüzyılın Avrupa gerçeğine göre konumlarıyla tanımlanmışlardır


Böylelikle, ilerleme düşüncesi tersine çevrildiğinde de, bu düşüncenin içsel mantığının etkisini sürdürdüğü görülüyor 'İlkel' toplumlarla, bu toplumların, töre ve adetleriyle ve 'inanç sistemleriyle ilgilenen, 19 yüzyılın ve 20 yüzyılın ilk yarısının kültür antropolojisi, bu toplumlara karşı asıl aydınlatmacıların ya da Rousseau'nun yaklaşımları arasında gidip gelmektedir Derrida'ya göre, C Levi-Strauss'un 'yapısal antropoloji'siyle, Rousseauculuk yeni bir versiyonuna kavuşmuştur Gerçi "yabanıl düşünce" bu antropolojide "uygar düşünce"yle kesinlikle eşit değerli olarak analiz edilmektedir, ve doğa halkları, masumlukları ve barışçıllıkları yüzünden yüksek bir ahlaki standart sergilemektedirler, ancak aynı zamanda -söylendiğine göre- 'yazı' gibi bir şey kullanmadıkları için değersiz olarak nitelendirilmektedirler Derrida, bu ikili tutumu, anti etno-merkezcilik kılığında sahneye çıkan bir "etno-merkezcilik" olarak belirliyor15




Aklın ve özgürlüğün düşünürü ve aynı zamanda insan haklarının, dünya vatandaşlığının ve sonsuz barışın ilan edicisi olan Kant'ın, başka kültürler bağlamında açıkça ırkçı yargılar dile getirmesi, dikkat çekici bir çelişki olarak görünüyor Kant'a göre, aklın, özgürlüğün vs Avrupa kültürü içinde bile yalnızca ekonomik bağımsızlığa sahip erkek yurttaşlar için geçerli oluşu anımsandığında, bu çelişki anlaşılabilir Kant'ın başka kültürlere yaklaşımını açıklığa kavuşturmak için, burada Zenciler ve beyaz-olmayan başka ırklar hakkında söylediği, birkaç sözünü aktaracağız; Kant'ın bu gibi sözlerine, istenildiği kadar örnek verilebilir Bu sözler, özellikle, Kant'ın 1756'dan 1796'ya dek düzenli olarak verdiği, Physische Geographie [Fiziksel Coğrafya] [Güzel ve Yüce Olan Duygusu Üzerine Gözlemler] [Dünya Vatandaşlığı Amacıyla Genel Bir Tarih Düşünüsü] [Sonsuz Barış Üzerine]


Kant'ın, örnek olarak, zenciler hakkında söyledikleri son derece çarpıcıdır ve felsefi-bilimsel sistematik bağlamı içine "kısmen, katıksız çocuksu ırksal çekinceleri ve önyargıları"ı6 almaktadır Zenci, hiç bir eğitim inceliği olmayan bir yabanıldır, ve yabanıl olan, "insan doğasının kötülüğünün" maddi olarak serimlenmesine hizmet ederl Ten rengine, "insan soyunun gözle görünür bir biçimde çeşitli sınıflara ayrılmasını haklılaştıran"ı8 adeta metafizik bir anlam atfedilmektedir "İnsanlık en büyük mükemmelliğiyle, beyazların ırkındadır Sarı hintlilerin bile daha az bir yetenekleri vardır Zenciler daha da aşağıdadırlar ve en dipte, Amerika kavimlerinin bir kısmı yer almaktadırl9




Kölecilik öncelikle Afrika'da gerçekleşmektedir, çünkü zenciler en iyi köle olmaya yatkındırlar Bir zenci "ne de olsa güçlü kuvvetli, etli butlu, kemiklidir, ama anavatanının zengin kaynakları yüzünden tembeldir, pısırıktır ve kararsızdır"20 Dolayısıyla, onun bu tembelliği "yönetme ve zor yoluyla, ölçülü" hale getirilmelidir21 Suç işlediğinde acımasızca cezalandırılmalıdır; onların "kalın bir derileri vardır", ve arzulanan etkinin yaratılabilmesi için onları "katlanmış kamışlarla kırbaçlamak"22 zorunludur Kant'a göre, köleciliğin olması için, önce bir suçun olması gerekir; kölecilik "işlenen suçların cezalandırılmasının özel bir biçimi - bir eğitim aracı"dır23


Kant'ın, avrupalı-olmayan kültürler ve bu kültürlerin eğitim düzeyleri açısından, kendi zamanına göre ve o zamanlar elde bulunan literatüre göre de özellikle kötü bilgilenmiş olduğunu söylemek gerekiyor24 Oysa Kant, kendi okulunda, o sıralar bir zenci sınıf arkadaşı bulunduğu olgusundan yararlanarak, bu "ırk" hakkında doğrudan bilgiler edinebilirdi Ve 1730 ile 1740 yılları arasında Halle, Wittenberg ve Jena üniversitelerinde, felsefeci Amo Fuinea-Africanus'un (bugünkü Gana'dan) dersler verdiğini (o zaman adet olduğu üzere latince) ve Hukuk Felsefesi, Antropoloji ve felsefi metodoloji üzerine bir dizi önemli çalışma yayımladığını, Kant'ın bilmesi gerekirdi25


Hegel'in aydınlanma düşüncesinden devraldığı ırkçı önyargılara, akıl sisteminde nasıl yer verdiği ve onları, bu sistemden yola çıkarak haklılaştırdığı gösterilebilir Hegel, sömürgeciliği, erken kapitalizmin ekonomik dinamiğiyle açıklıyor Hegel'in Gıundlinien der Philosophte des Rechts [Hukuk Felsefesinin Ana Hatları] kitabındaki "burjuva toplumu" analizine göre, bu toplumda genel büyümeye karşın, örneğin varsıl ve yoksul arasında kesin çelişkiler gelişiyor 26 Bu tür çelişkileri aşabilmek için Avrupa ulusları, sınırlarının ötesinde denize açılıyorlar (par 247) Denizaşırı bölgeler sayesinde deniz yolculuğu ve ticaret canlanıyor


Sömürgeler de, deniz gibi, bu büyümenin yayılma alanıdır Orada, kendi bölgelerindeki hakları çiğnenecek ve ellerinden alınacak olan insanların yaşıyor oluşu, Hegel'in aklına gelmiyor Önemli hammadde kaynakları ve yeni pazarlar bulunan ülkeler sözkonusu Sömürgeleştirilen bölgeler, ancak işgalciler orada sürekli olarak yerleştikleri ve yabancı topraklarda bir parça Avrupa gerçekleştirdikleri zaman bir önem kazanıyorlar Bunun Hegel'deki en iyi örneği, halihazırdaki Kuzey Amerika'dır (Par 248) Asıl açığa çıkarıcı pasajlar, vorlesungen zur Philosophie der Weltgeschich teHe (Dünya Tarihi Felsefesi Konferansları) bulunmaktadır Hegel, girişte anlatılanlar çerçevesinde, "Dünya Tarihinin Coğrafi Temelleri"ni irdelemektedir Burada Asya'nın (bugünkü Çin ve Hint yarımadası dışında) daha, coğrafi özellikleri yüzünden, tarihin sahnesi olamayacakları görülüyor Hegel'e göre bu bölgelerde ağırlıklı olarak "vadi düzlükleri" ya da "yaylalar" bulunduğu için, buralarda dağ ve vadi, yayla ve ova biçiminde ayrımlaşmış bir yörenin gerilimleri eksiktir; bu durum, orada tarihin sahnelenebilmesi için, doğal bağlamdan ötürü şart koşulması gereken bir gerilimin ya da verimli yani olağan- üstü olmayan bir çelişkinin eksikliğidir27 Ve aşırı sıcağın iklimsel koşulları "ılıman bölgenin, dünya tarihi oyununa sahne" oluşturması gerektiğiz 28 önkoşuluyla çelişiyorlar Bu yüzden bu bölgeler dünya tarihi açısından asla bir rol oynayamazlar, Avrupa gelişmesinin ön tarihinde ya da daha sonra sürdürülmemiş bir yan çizgisinde de bir rolleri yoktur




Afrika'nın dünya tarihinde rol oynayamayacağının bir başka nedeni de, bizzat Hegel'in felsefi sisteminde saklıdır Gerçi Afrika'da, "Aile törelliği" ve "Akrabalık grubu" vardır ama devlet yoktur Bu yüzden, Hegel'e göre Afrika'da "Despotizm ilişkisi" hüküm sürmektedir , "dışsal şiddetin kendisi keyfidir" 29 Bu dile getirimler, Hegel'in, Afrika toplumlarındaki politik sistemler hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını kanıtlıyorlar Onun bilgi kaynaklarını, yolculuk öyküleri ve hıristiyan misyonerlerin raporlan oluşturuyor, bu kaynaklar arasında, özellikle politik ilişkiler konusunda, G A Cavazzi'nin, daha 168Tde Bolonya'da yayımlanmış olan bir yapıtı da bulunuyor: Istoria descrlzione dei tre regni Congo, Matamba, Angola Öteki konularda çok esaslı olan filozofun, başka bölgeler konusunda da grotesk bir bilgisizlik içinde olduğu, örneğin "Dahomey kralının 3333 karısı" olduğunu söylediğinde ortaya çıkıyor Burada, Hegel'in dediği gibi tarihsel değil, tersine, 3 sayısına duyulan spekülatif sevgiden kaynaklanan "sonsuza uzayan" bir "dengesizlik"30 sözkonusudur Dinsel bakımdan, Afrika'nın yanı sıra "Eskimolar" ve "Çin Devlet Dini" de, Hegel'in Vor lesungen zurPhilosophte derReligion’ unda [Din Felsefesi Üzerine Konferanslar] ileri sürdüğü gibi, "(dolaylı ya da dolaysız) büyücülük dinleri"31 içinde yer alırlar "Doğa güçlerine hükmetme çabası" gibi büyü pratikleri ve insanın aynı zamanda etkisi altında bulundurduğu dış nesnelere bağlı olan fetiş inancı bu dine dahildir "Burada Tanrıya tapıldığı, bireye karşıt olarak genel bir tinin kabul edildiği düşünülemez"32


Belirleyici bir nokta da -Kant'a benzer bir biçimde- Hegel'in kölecilik hakkındaki değerlendirmesidir Hegel'in felsefesine sık sık yakıştırdığı gibi bir 'somut özgürlük' felsefesinden yola çıkarak, köleliğin haklı çıkarılması nasıl mümkün olabilir? Çok yaygın olduğu söylenen ve daha ayrıntılı olarak yanıtlanmayan "insan eti yeme" adeti, Hegel'e göre, Afrika'daki "insanın değersizliğini" ve "bütünüyle aşağılanmasını" açıklamaktadır Böylelikle, "Köleliğin, Afrika'da temel hukuk ilişkisi oluşu açıklanmaktadır" Bu bağlamda, kölelik "kendinde ve kendi başına haksızlık" olduğu halde, avrupalıların köle ticaretine büyük ölçüde katılmaları haklı görünüyor33 Daha ayrıntılı bir analiz, beni bu yaklaşımın Hegel düşüncesinin sistematiği içinde ancak şu sözlerle açıklanabileceği sonucuna vardırdı: "İnsan olarak Afrikalılar bir ara durumda yaşıyorlar Bir yandan devletleri yok, dinleri yok; hayvanlar gibiler" Öte yandan "bir tür devlet"leri olduğu kabul edilmekte ve "dinleri, canlı olarak sunulan 'doğal nesneler' aracılığıyla, bir tür tinsel aracılığın ilk biçimini tanımaktadır", yani belirli bir biçimde irısani özellikler de taşımaktadırlar Ama, Avrupalılar tarafından köleleştirilen ve mal olarak satılanlar, Hegel'e göre, son keıtede gerçek özgür insani varlıklar değillerdir


Böyle bir geri planın önünde, Thales'le ve Anaximandros'la, Heraklit ve Parmenides'le ve Sokrates öncesi öteki eski Yunan düşünürleriyle başlayan bir felsefe tarihi anlayışı da açıklık kazanmaktadır Bu tarih sonra yunan-roma egemenliğindeki Akdeniz mekanında açınır ve sonunda Avrupa'da, Alpler'in kuzeyinde kusursuzluğa ulaşır Daha, doğal koşullan yüzünden "dünya tarih oyununa" sahnelik yapmaya uygun olmayan bölgelerin, Hegel'e göre felsefenin vatanı, insan donanımının en yüksek doruklarının dile geldiği yer olarak söz konusu olmayışları, Onun açısından çok doğaldır



5 Hegel sonrası avrupalı-batılı felsefede başka kültürlere kaışı kendini-açma ve aynı zamanda yeniden-kapama biçimindeki çifte devinim




Kültürlerarası felsefenin bakış açısından, Hegel'den sonra Avrupa- batı felsefesinde başka kültürler hakkındaki yargının bir ötelenişinin gerçekleştiği, ama bunun tutarlı bir biçimde sonuna dek düşünülmediği gözlemlenebilir Budizm'deki hiçlik ve acı çekme kavramlarına eğilim gösteren Nietzsche'nin ve Schopenhauer'in yaptıkları, kendini batılı-olmayan kültürlerin düşüncesine açma olarak yorumlanabilir Felsefe tarihi yapmak ya da kendi kuramsal irdelemelerinin bağlam çerçevesini çizmek söz konusu olduğunda ise, bu felsefecilerin bakışı sadece Avrupa-batı felsefesine yönelik kalmaktadır




Bataille'ın Hegel ve Nietzsche üzerine ve yükselen Nasyonal Sosyalizmin politik-ideolojik durumu üzerine yaptığı analizlerinde arkaik kültürlerdeki kurban praksisine dikkat çekilmekte, insan bilincinin unutulmuş ya da bastırılmış bir boyutu su yüzüne çıkartılmaktadır Ama bu dikkat çekme arkaik olanın zamansal ve kültüre özgü karakteristiğiyle, kendini daha iyiye yönelik ilerlemenin tersine çevrilmesiyle temellendiren bir Rousseaucu-evrimci perspektife düşmektedirler


Merleau-Ponty için, M Mauss'un ve C Levi-Strauss'un kuzey, orta ve güney Amerika'nın belirli yerli kültürlerinde verme ve hediye etme örneğinde insanlar arasında başka bir ilişki ve dünyayla başka bir ilişki bulunduğunu gösteren kültür antropolojik araştırmaları, açıkça büyük bir önem taşımaktadırlar Yine de Merleau-Ponty bu araştırmalarda esas olarak bilincin düşünseme öncesi (préreflexiv) yapılarına geri dönüşünün ve genelde kendine yönelik tavrının bir resmedilişini görüyor Burada gözlemlenen ikililik, Heidegger'de, felsefeyi kesin olarak Avrupa'yla sınırlı bilmek istediğinde ve ancak her var olanda başka olan varlık sorununda, Japonyalı ve Koreli felsefecilerle bir diyaloğa girdiğinde, belirgin bir biçimde dile gelmektedir




Ayrıca, aynı ikili devinimi Habermas'ta, bir yandan güç içermeyen rasyonel tanıtlar üzerinde kurulu iletişimi ideal olarak gördüğünde, ama öbür yandan, varlığını avrupalı-batılı geleneğe borçlu olan bu ideali, her türlü kültürlerarası iletişimin yönelmesi gereken bir model haline getirmek istediğinde yeni güç yapılan ortaya koymasıyla buluyoruz Açıkça burada, Derrida'nın, Gadamer'in yorumbilgisel felsefesine bakarak tanımladığı gibi, "iyi (niyetli ) bir güç istemi" vakası söz konusudur


Bu arada, Derrida'daki, avrupalı- batılı felsefenin etno-merkezciliği- nin eleştirisi de, başka kültürlerin felsefelerini, Derrida'nın -onları incelemesi ya da onlara dayanması şeklinde- ciddiye alması sonucuna götürmüyor Gerçi Derrida sömürgeciliği ortadan kaldırma (Dekolonisienıng) ile yapı-bozma (Dekonstrucktion) arasında bir akrabalık saptıyor: ancak bu ilişkiyi daha yakından inceleme girişiminde bulunmuyor




Ne var ki, Nietzsche'nin, Heidegger'in, Derrida'nın ve başkalarının üzerinde çalıştıktan, avrupalı-batılı felsefenin eleştirisi olmadan, kültürlerarası felsefeye giden adımın olanaklı olamayacağı da görmezden gelinmemelidir Platon'dan Hegel'e kadar 'Metafizik' tarihini, felsefe yapmanın, kendini haksız yere, felsefenin ta kendisi ilan eden bir biçimi olarak anlamak zorunluydu Bu gerçekleşmiştir ve bu tarih içindeki düşüncenin mutlaklık iddiaları geçersiz kılındığı sürece de gerçekleşmektedir Ancak eleştirme ve geçersiz kılma devinimi -Derrida'nın yapı-bozma projesinde olduğu gibi- kendi kendini bizzat bu 'metafiziğin' sonrasındaki tarihte zorunlu felsefi çalışma olarak onaylayabilir Eleştirinin ya da yapı-bozumun nesnesine bağlı kalan bu devinimin kendisinin değil, ama bu devinimle bağıntılı olan, düşüncenin ilkesel olanaklılıkları ve kısıtları içinde kendi sınırlarını bilmesinin (Selbstbescheidung), Avrupa-batı tarihi için gelecekten beklenebilecek ve başka kültürlerde özgül çıkış noktaları bulunabilen, artık bu anlamda 'metafizik' olarak temellendirilmemiş başka bir düşünceye açık olmaya yarayabilir



Kaynak:

Perspektiven der Philasopbie, Neues Jahrbuch 1995, Banol 21- 1995

Alıntı Yaparak Cevapla