|  08-20-2012 | #1 | 
	| 
Prof. Dr. Sinsi
 | 
				  Cadılık Ve Bilim 
 
            1664 de Robert Hunt başta olmak üzere bir çok bilimci cadılığa ilgi duymaya başladılar
  Barış savcısı olan Robert Hunt cadılık üzerine eline geçirdiği bütün belgeleri o dönem arkadaşı olan Glanvill`e gönderir  Glanvill bu eserleri “Cadılık ve cadılar üzerine felsefi düşünmeler” adı altında yayınlar  Esere duyulan ilgi o kadar büyüktür ki eser 4 baskı yapar  Bu ve daha değişik eserlerle “ruhların ülkesi” araştırılmaya başlanır  Glanvill yaptığı bir takım araştırmalar sonucu şu kanıya varır; “Biz aslında yaşadığımız dünya hakkında hiç bir şey bilmiyoruz sadece deneyler ve bazı olgular dışında”  “Bilimciler olarak doğalcıların (Die Naturalisten) söylediklerine kulak vermeliyiz, yoksa ruhların dünyasını araştıramayız! Onların söyledikleri bin göz ve bin kulakla ispatlanmıştır!” Bu düşüncelere karşı çıkan John Webster tüm bunların “tanrının şeytana atıfta bulunduğu şeyler” olduğunu söyler
  Oysa “Der Hexenkult”un (Cadı   ) yazarı psikolog Starhawk cadılığın patriarkal toplumların çok öncesinde var olduğunu söyler  Bu inancın kökleri hıristiyanlıktan, müslümanlıktan ve yahudi inancından çok daha öncelere dayanır  Efsanelere göre bu inanç Avrupa’da buzul dönemi sonrası başlamıştır  Yani tahminen otuzbeşbin yıl civarındadır  Starhawk`ın “eski din” olarak adlandırdığı cadılık inancı geleneksel ruhu itibarıyle Amerikan yerlilerinin veya (Arktis) deki şamanizme yakındır  
 Bu inancın ne kutsal bir kitabı ne dini kuralları ne de dogmaları vardır
  Cadı inancı öğretilerini doğadan edinir ilhamını ise güneşin, ayın ve yıldızların hareketinden, kuşların uçuşundan ,agaçların yavaş büyümesinden ve mevsimlerin değişmesinden alır  Cadı inancının savunucuları bilgilerini, dilden ziyade resimlerle anlatıyorlardı  
 Batı dünyasında şeytana tapanlar olarak nitelenen cadıların, cadı inancının, şeytan düşüncesi olmadan çok daha önce olduğunu söylerler
  Webster bir yandan cadılığın şeytanlık olduğunu söylerken diğer yandan Eski Ahit’te cadılıkla ilgili hiç bir şey olmadığını söyler  Yani cadıların ve cadılığın şeytanla bağlantısını gösterebilecek hiç bir şey Eski Ahit’te yer almıyor  Bu sözleri onu barız bir biçimde ele veriyor  Bir yandan cadılığı hıristiyanlığın lanetlediğini gösterirken diğer taraftan bu konuyla ilgili kutsal kitapta hiç bir şeye rastlanmadığını söylüyordu  Simyacı bilim ise erotik cinsellik ve bilim arasında yakın bir ilişkinin olduğunu deneysel ve spiritüel bir yolla bilgiye ulaşılabileceğini söylüyordu  Fakat buna rağmen “doğaya ölçülü davranamadılar”  Cünkü kadını yücelttikleri kadarda aşağıladılar da  Bugünkü noktadan hareket edilip bilim tarihi eleştirisi yapıldığında rasyonel bilimin temsilcilerinin cadı avıyla her hangi bir ilişkisi olmadığı düşünülebilinir, fakat Fox-Keller 17  yüzyılın bilimadamlarının “erkek bilimi” kurabilmek için cadı inancını savunan bilimadamlarını saf dışı bıraktığını söyler  Bunlardan Glanvill ve More simyacılar için bile çok radikal ve tehlikeliydiler, çünkü onlar sadece dinsel ve politik olarak radikal değildiler aynı zamanda kadının tanrı huzurunda eşitliğini savunduklarından dolayı “eril bilim” için bir tehlike oluşturuyorlardı  Cok güçlü olduğuna inanılan cadılar, ciddi bir korku oluşturdular  17  yüzyıl cinsellik perspektifinde cadılık, cinselliğin dizginlerinden kopması olarak görülüyordu  Hatta ta 1486 da Malleus Maleficarum “Cadı Çekici”adlı kitabında cadılar hakkında şunları söylemektedir; “bütün cadılık etle bağlantılı olan zevkten kaynaklanıyor, bu zevk kadınların bir türlü doyamadıkları şeydir  Bundan dolayı bütün zevklerini tatmin etmek için şeytanla bağlantı kurarlar”  Fakat bu sözlerden iki yüzyıl sonra bile hala cadılar, kadınların cinsel gücünü ifade ediyor ve toplum icin bir tehlike oluşturuyorlardı  17  yüzyılda cadılık en yüksek noktasına varmıştı dolayısıyla dişi cinsellikte en yüksek noktasına varmış oluyordu  Dönemin dramalarında da(The White Devil-Beyaz Seytan- Antonius ve Cleopatra) cinsiyet ve cinsellikle yakından ilgilenildiği görülür  İngiltere de cadılığın sosyal gelişmelere önemli derecede damgasını vurduğunu söyleyebiliriz  
 Tiyatrolarda cadılık eleştirisi yapılırken bütün kadınlara karşı olan korku dile getiriliyordu
  Aslında bütün kadınlar potansiyel cadı olarak görülüyordu  Bilim ve bilim adamlarının cadılardan (kadınlardan) ve onların fikirlerinden korkması o dönemde tesadüfi bir olay değildi  Yeni oluşmakta olan “erkek bilime” kadın fikrinin girmesinden son derece korkuyorlardı  Cünkü zaman erkek bilimi doğurma zamanıydı  Bundan dolayı simyacıların görüşlerini “erkek bilimciler” tam reddetmeseler bile onu “temiz olmayan” görüşler olarak açıklayıp, “tertemiz” (kadınsız) bir bilim yaratmak istedikleri için reddediyorlardı  
 Erkek bilimin 17
  yüzyıldaki en büyük başarılarından biri, gelişmekte olan kapıtalizme erkek ve kadın arasındaki işbölümünü entegre edebilmiş olmasıdır O döneme kadar erkek ve kadın tanımlamaları hiç bu kadar açık bir biçimde kutuplaşmamıştır  “Rasyonalite, nesnellik ve istek konusundaki algılamalar bilimin oluşmasını ve doğa üzerindeki tahakkümü teşvik etmiştir ve bu aynı zamanda erkek tanımının kurumsallaşmasını da teşvik etmiştir  ” (E  Fox-Keller) Kapıtalizmin ihtiyaç duyduğu üretim ve yeniden üretim alanları “bilimsel” bir dille ifade edilmiş oluyordu  Kadını “yeteneği ve yapısı gereği” eve, erkeği de “aklı ve gücü” gereği iş ve bilim alanına ayırıyordu  Yeni toplumda (kapıtalizmde) “yeni kadının” görevleri ve yeri belirlenmiş oluyordu böylece  Bu çağ bir çok yazar tarafından kritik bir geçiş dönemeci olarak değerlendirilmektedir  
 Tüm bunlardan çıkaracağımız sonuç bilimin bir tarih içerisinde belli kişiler (erkekler) tarafından oluşturulduğu ve kesinkes cinsiyetsiz olmadığıdır
  Kadınlar tarafından oluşturulmuş olsaydı nasıl olurdu sorusunu yanıtlayamıyacağız, fakat nasıl 17  yüzyılda mekanikçiler hermetikçiler üzerinde mutlak hakimiyet sağlayamamışlarsa erkekler de kadınlar üzerinde mutlak hakimiyet sağlıyamamışlardır  Onlar uzun bir dönem bilim aracılığıyla bütün bilimsel alanlarda hakim olmuşlarsa da, kadınları çoğu zaman kendilerine değil yaptıkları işlere ikna edebilmişlerdir  Bütünüyle inandırabildiklerini de söyleyemeyiz  
 Kadınların bilim alanına (erkek alanı) girip bilimi kadın gözüyle incelemeye başlamalarıyla bütün bu büyü bozulmuştur
  Kadınlar kendilerine biçilen payın biyolojik varlıklarının bir yansıması değil de sosyal örgütlenmenin bir yansıması olduğunu anlayınca bilimin de bir sosyal örgütlenme (erkek örgütü) olduğundan şüpheleri kalmadı  
 Özellikle doğa bilimlerinde bilim kadınları, bilimin ve bilim tarihinin olduğu ve gösterildiği gibi olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar
  Fakat onların edindikleri tecrübeler ve elde ettiği sonuçlar bilim adamları ve bilim kurumu tarafından görmezlikten geliniyor  Bu kadınlardan biri de Evelyn Fox-Keller  Fox kadınların bilimsel araştırmalarda tarafsız veya cinsiyetsiz olması için feminist olmaları gerekmediğini McClintock`u örnek göstererek vurgular  Hücre genetikçisi olan Barbara McClintock “organizmalar için bir his yaratmıştı”; o doğa üzerinde hükmederek değil doğayı dinleyerek, izleyerek ve ona saygı duyarak hareket ediyordu  McClintock büyük başarıların ve buluşların sahibidir (1940′larda ki buluşu sözgelimi; sadece genler organizmanın gelişmesini yönlendirmiyorlar, fakat aynı zamanda kendileri de yönlendiriliyorlar, gelişme süreci içerisinde onları çevreleyen hücreden ve bütün organizmadan etkileniyorlardı  
 Yani genetik “program” kesinkes değiştirilemeyecek bir biçimde genlerde yazılı değildi; o organizmanın şartlarına ve çevresine bağlı oluyordu) Bu ve buna benzer tezler bilim adamları tarafından benimsenmiyordu
  Tezin yanlışlığından veya doğruluğundan kaynaklanan bir tepki değildi bu tepki, McClintock’un kadın olmasından kaynaklanıyordu  1940′larda reddedilen bu tezler 1983′de kabul edildiler ve McClintock tıp ve fizyoloji dallarındaki başarılarından dolayı ödül aldı  Tabii ki 40 yıl sonra verilen bu ödül bilim adamlarının yanıldıklarını kavradıklarından kaynaklanmıyor; bu ödül aslında kadın hareketinin bilime kendi başarılarını kabul ettirmesinin bir sonucudur  McClintock kendisi feminist değildi ve sosyal cinsiyetin (gender) bilimde her hangi bir rol oynamadığını düşünüyordu, fakat onun başarısının gizli tutulması bugun bile bilimdeki cinsiyetin sosyal konumunu ortaya koymaktadır  
 Bilime ve bilim tarihine feminist bir bakış açısıyla yaklaştığımızda bilimin diğer cinsiyet üzerine kurulmuş bir cinsiyet ideolojisi barındırdığını görebiliriz
  Feminizm şüphesiz “bize sadece bir özne yaratmadı o aynı zamanda bu özneyi nasıl araştırabileceğimize dair özel bir analiz metodu kazandırdı” 
 Bilim alanına feminist bir gözle baktığımızda karşımıza kadın-erkek, objektif-subjektif, sevgi-iktidar ve bilim-doğa terimleri çıkıyor
  Erkek bilimciler ve bilim tarihi doğa yerine bilimi, sevgi yerine iktidarı ve objektif olma yerine subjektif olmayi yeğlemişlerdir  
 Tüm bunlardan sonra ise artık sorun şudur:
 
 Kadınlar bu alanda (bilim ve erkek) yer almaya devam edecekler mi? Bu alanın dışında mı kalacaklar, yoksa alternatif bir bilim mi yaratacaklar? Ya da mevcut erkek biliminin içinde yeralıp parça parça değiştirmeye mi uğraşacaklar?
 
 | 
	|  |   |